Etiket arşivi: Yurtta Barış Dünyada Barış

84 YIL ÖNCE SONSUZLUĞA UĞURLADIĞIMIZ ATATÜRK’E SESLENİŞ

Ahmet Nişancı
Eğitimci – Yazar
DOĞRU BAKIŞ,
10 Kasım 2022

“Yüce Atatürk!

Bugün yine Anıtkabir’e doğru sana akıyor Türk Milleti!

Her gün senin Türk Ulusu’na verdiklerin için binlerce şükür ve dua içinde olan Türk Ulusu’nun yurtsever, değerbilir yurttaşları her 10 Kasım’da olduğu gibi SENİ anmak, SANA bağlılığını anlatmak, saygısını, şükranlarını sunmak üzere koşuyor Anıtkabir’e!”
***
“Yüce Atatürk!

Savaş alanlarından başarıyla çıkarak yarattığın “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkenle yücelterek kurduğun ve bize emanet ettiğin bu güzel ve kutsal yurdumuzu sonsuza dek koruyacağımıza olan güvenine sahiplik edeceğimizi bir kez daha haykırmak için huzurundayız.”
***
“Yüce Atatürk!

SEN, bütün araçlarından yoksun bırakılmış Türk Ulusu’nu yoktan var edip kendini kanıtlayan ve dünyada benzeri görülmeyen bir başarıya uzanan eşsiz bir ulus kurucusu, Türk Ulusu’nun ve bütün dünyanın gözünde eşsiz bir yüceliğin örneği olarak sonsuzluğa uzanan bir yaşamı hak eden ender bir kişilik olarak sonsuza dek yaşayacaksın.”
***
“Yüce Atatürk!

Kurucusu olduğun Türk Ulusu için on beş yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdiğin Devrimlerin, kalkındırma atılımlarınla Ulusların yüz yıllara sığdıramayacakları ölçüde büyük işler başardın ve Türk Ulusu’nun gönlünde kazandığın sevgi ve saygı ile ölçümsüz bir büyüklüğe ulaştın.”
***
“Yüce Atatürk!

Türk Ulusu, ulusun yaşamına kazandırdığın devrimlerin büyüklüğünü, değerini bilirken, koyduğun ilkeler doğrultusunda Türk Ulusunun yaşamına bilim ve akıl yoluyla yeni Devrimler, yeni değerler ekleyecek ve böylece sana olan sevgisini salt yüreğiyle değil, akılcı eylemleriyle de kanıtlayacak; böylece büyük yapıtını yeni kuşakların sahiplenmesiyle sonsuzluk değeri kazanacaktır.”
***
“Yüce Atatürk!

Türk Ulusu olarak SEN’sizliğe üzülüşümüz ve özlemimiz ölçülemeyecek denli büyüktür. Vatanımız ve Ulusumuz için yaptığın sayısız başarılarla dolu hizmetlerin için sonsuz şükranlarımızı sunuyor, manevi huzurunda saygıyla eğiliyoruz.”

“Ruhun sonsuzlukta erinç (huzur) içinde olsun Sevgili Atatürk!”

Tam bağımsızlık

Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç tutuklandı - Bursa HakimiyetTunçer KILINÇ
EMEKLİ ORGENERAL
ESKİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU GENEL SEKRETERİ

21 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay topluluğunun (AS: Şanghay İşbirliği Örgütü) son toplantısına, Putin’in daveti üzerine katılması ve Erdoğan’ın konuyla ilgili değerlendirmeleri sonrasında “Türkiye makas mı değiştiriyor? NATO mu, Şanghay mı?” şeklindeki yorumlar ve ulusal güvenliğimize dair görüşler ne ülkemizin jeostratejik özgün değerine ne de yüce Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine yakışmaktadır.

İHTİYAÇ YOK

Türkiye’nin eşsiz jeostratejik konumu nedeniyle her süper güç onu yanında ister. Ayrıca ordumuzun üstün savaş kabiliyeti bu isteklerini daha da kuvvetlendirir. Geçmişte üç imparatorluğa başkent olmuş İstanbul ve Türk Boğazlarının günümüzde de cazibesi (çekiciliği) artarak devam ediyor, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise bu değeri kat kat artırıyor. Ayrıca son gelişmeler Türkiye’nin büyük bir doğalgaz merkezi olacağına işaret ediyor. Bu projenin gerçekleşmesi ülkemizin jeostratejik değerine büyük bir artı demektir; böylece ulusal güvenliğimiz adına (AS: için) yurdumuzun dokunulmazlık özelliği perçinlenmiş olacaktır.

Yukarıda belirtilen nedenlerle, bu topraklara hiçbir güç el atmaya cesaret edemez. Zira karşısındaki diğer süper güç ona fırsat veremez. Aksi halde küremiz üçüncü bir dünya savaşı ile karşı karşıya kalabilir. Günümüzün son derece tahripkâr (yıkıcı) silah sistemleri ile bir savaş içinde olmak hiçbir süper gücün göze alamayacağı büyük bir tehlike demektir. Bu itibarla (bakımdan) Türkiye’nin herhangi bir süper gücün yanında yer almasına ihtiyacı (gereksinimi) yoktur.

Şüphe (kuşku) yok ki Putin’in Erdoğan’ı Şanghay toplantısına daveti, Türkiye’yi NATO’dan koparma ve kendi safına alma girişimidir. Her ne kadar Türkiye, ABD’nin son dönemdeki olumsuz tutumu nedeniyle, günümüzde NATO üyesi olmaktan memnun değilse de Putin’in girişimine istekli davranılması büyük bir hata olur. Ayrıca günümüzde Rusya ile ilişkilerimiz yeterince iyi durumdadır.

BAĞLANTISIZ OLMAK

Eşsiz komutan, büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’yu istila etmiş devrin süper güçlerine karşı, “tam bağımsızlık” ilkesi ile yola çıkmış, dönemin padişahı Vahdettin’in İngiltere yanlısı ısrarlı tutumunu ve Manda tekliflerini kesinlikle reddetmiş ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratmıştır. Devamında ulusal güvenliği “Yurtta barış dünyada barış” özdeyişi ile komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurarak ve Balkan Antantı ve Sadabat Paktı’nın oluşumuna öncülük ederek bağımsızlığını korumuştur. Kendisinden sonra da büyük siyaset adamı, Lozan Antlaşması’nın mimarı İsmet Paşa da bu siyaseti devam ettirmiş (sürdürmüş) ve özellikle İngiltere’nin ısrarlı uğraşlarına karşın ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’nın tahribatından (yıkımından) korumuştur. Onun ısrarlı tarafsızlığının en büyük dayanağı da şüphesiz (kuşkusuz) ki ülkemizin bu çok değerli jeostratejik yapısı olmuştur.

Unutulmaması gereken şudur: Bir süper gücün yanında yer almak, diğer bir gücü karşımıza almak demektir. Bu nedenlerle ulusal güvenliğimiz için özellikle komşu ülkelerle ve diğer (öbür) tüm ülkelerle dengeli iyi ilişkiler kurup devam ettirmek (sürdürmek) önemlidir. Herhangi bir tarafta olmak yerine bağlantısız olmamızda büyük yarar vardır.

Kumpas, istikşaf, iltisak, köstebek…

GÜNCEL01.09.2022, BİRGÜN

AKP yerine ‘AK Parti‘ kısaltması, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kararlılıkla sahiplendiği kullanım. Nedeni, ’ak‘ sıfatının olumlu çağrışımı. Acaba, 21 kalemde 21 yıl bilançosu yapılsa, ak ve kara dağılımı nasıl olur? Hukuk ve liyakat dışı yönetiminin neden olduğu yıkımları gölgelemek için kullandığı kavramlar, ad konusunda içtensizliğin de bir göstergesi. Yalnızca dört örnek:

KUMPAS (tertip, hile): Ergenekon vb. kurgu toplu davaların sorumluluğunu, 10 yıl boyunca ülkeyi birlikte yönetim ortağına yüklemek ve AKP‘yi ‘ak’lamak için kullanılan kavram. Başbakan, “Savcısıyım” demişti (2008). “Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşması” diyen (2013) yardımcısı ise, üç yıl sonra, Ergenekon davası için “kumpas” nitelemesi yaptı.

İSTİKŞAF (Keşif çalışması): 7 Haziran 2015 seçimlerinde TBMM’de çoğunluğu kaybeden AKP, hükümeti kurmama sorumluluğundan sıyrılmak için CHP ile koalisyon görüşmelerini “istikşafi” olarak niteleyerek, seçimleri yinelemek için CHP’yi oyaladığını itiraf etmiş oldu.

İLTİSAK (Bitişme, kavuşma, yapışma, birleşme): “Her istediklerini verdiği“ eski ortağının darbe girişimini fırsata çevirerek, hukuk yanlısı liyakatli kamu görevlilerini “temizlemek (!)” için bu kez, Ceza Kanunu’na yabancı bir kavram olan “iltisak“ KHK’leştirildi. Oysa AKP-Cemaat iç içeliği, tipik bir iltisak göstergesi idi; Habur Kapısı’na uzanan işlemler ve eylemler zinciri ise, PKK ile iltisakı.

KÖSTEBEK (Kör sıçan): Covid-19 salgınında bile, gelecek kuşakları borçlandıran yatırımlardan vazgeçmek bir yana, Saray eksenli lüks harcamalardan hiç geri adım atmayan AKP yönetimi, sosyal devlet gerekleri doğrultusunda somut önerileri ortaya koyan ve sonuç alan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu çıkışlarının önünü kesmek için köstebek aramaya koyuldu. Sn. Kılıçdaroğlu da haklı olarak, “Köstebek, Saray“ dedi.

AKP yönetimini özetleyen 4 sözcük: kumpas, istikşaf, iltisak ve köstebek: KİİK

GÖREV+YETKİ+SORUMLULUK

AKP, neden hukuki olmayan ve dilimize yabancı kavramları yeğledi? Amaç açık: Görev + yetki + sorumluluk zincirini kırmak.

Hukuk, AKP için hep ayak bağı oldu: Yürürlükteki hukuka uymama veya kuralları yürürlükten kaldırma ya da ihkak-ı hak yoluna başvurmak.

KİİK, aslında hukuka uymama dörtlüsü.

Ankara, Bursa ve İstanbul vd. belediye başkanlarını görevden almak, ihkak-ı hak; görev + yetki + sorumluluk halkasını kırmak yoluyla hukuku işletmemek. Bir örnek: Ankara BBB görevinden alınan kişinin suç dosyasının ne denli kabarık olduğu günbegün ortaya çıkmakta. Şu halde ihkak-ı hak, suçu örtbas girişimi aslında.

KANUN+HUKUK+SOSYAL DEVLET

Sn. Kılıçdaroğlu, kanunsuz emre, hukuk dışı yönetime ve sosyal devlet ilkelerinin sürekli çiğnenmesine karşı çıkıyor; yasa + hukuk + sosyal devlet üçlüsünün saygı görmemesine isyan ediyor ve Saray yönetimini kurallara uymaya çağırıyor. Bu yolla, güçsüz toplumsal katmanların hak ve çıkarlarını koruma çabası, aslında, anayasal çizgiye davet ettiği AKP ve yönetiminin de iyiliğine.

ANAYASA ve SEÇİM DARBESİ

2015’te Anayasa darbesi yoluyla seçmenlerin iradesi yok sayıldı; 2019’da, İstanbul’da kullanılan 4 oydan biri çalındı. İlki, belli ölçüde tuttu. İkincisinde ise, kullanılan hukuk dışı (YSK iptali), kirli (KHK’zedelere oy yasağı girişimi) ve karanlık (İmralı mesajı) yol ve yöntemler geri tepti.

Özetle kendisine “AK Parti” diyen AKP, giderek kişiselleştirilen iktidarının süresi uzadıkça keyfilik ve kirlenme batağına gömüldü.

Bir yanda, Gezi tutsakları, 28 Şubat generalleri, tutuklu siyasetçiler, ‘düşünce suçluları‘ gerçeği; insan hakları ve çevre savunucuları, sanatçılara ve emekçilere yönelik baskı ve şiddet uygulamaları; öte yanda, Saray’ın bile örtemediği parti gölgesindeki hukuk dışı ve kirli ilişkilerle örülen çıkar ağları.

Hukuk ve keyfilik ayrışması büyürken AKP’nin, -bu kez MHP ile- demokratik hukuk devleti yolunda ortak söylem/işlem ve eylemleri kırmaya yönelik tuzaklarına karşı uyanık olmak, bütün yurtseverlerin tarihsel sorumluluğu; yurtta barış, dünyada barış için.

26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Söyleşi : 26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Dostlar,

3 yıl önceki kapsamlı söyleşimizi, güncelliğini koruduğu için yeniden yayınlıyoruz.
Söyleşi fırsatı veren Sn. Mustafa Aydınlı’ya ve yayınlayan Çorlu DEVRİM Gazetesine teşekkür ederiz.

Büyük Zafer 100 yaşında! Ne denli övünsek yeridir..

Başkumandan, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere tüm komutanlara, subaylara, erlere, sivil kahramanlara, şehitlerimize, merhum gazilerimize minnet ve şükranımızı ödemenin tek 1 koşulu var :

Büyük Zaferin kazanımlarını sonsuza dek korumak..
Aksi açıkça GAFLET + DALALET + İHANETTİR!

Sevgi ve saygı ile. 26 Ağustos 2022, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
Hekim, Hukukçu-​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

******

Sorular : Mustafa AYDINLI, E. Öğretmen – Yazar

Yanıtlar : Prof. Dr. Ahmet Saltık, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
ve Mülkiyeliler Birliği Üyesi (Ankara Üniversitesi SBF – Mülkiye mezunu)
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Mustafa AYDINLI : 26 Ağustos 1922’nin 95. yılındayız.. Nedir esprisi bu tarihin?

Çorlu Devrim Gazetesi
adına size soralım.. (5-6 Eylül 2017 günlerinde yayınlandı)

Prof. SALTIK : Alpaslan’ın ordusunda sağ kanat komutası, bizim ailemiz – soyumuz olan Saltukoğulları’nda idi. Romen Diyojen komutasındaki Bizans orduları yenilerek Anadolu kapıları açıldıktan sonra Alpaslan, Saltukoğullarını Erzurum yöresinde bıraktı ve arka cepheyi onlara emanet etti (1071).

Ertesi yıl (1072’de) Erzurum’da Saltukoğulları Beyliği – Devleti kuruldu ve Anadolu içlerine ilerleyen Alpaslan ordularına arkadan askeri koruma sağladı. Bu Beylik – Devlet 130 yıl yaşayarak 1202’de Büyük Selçuklu Devleti saldırıları ile yıkıldı ve Anadolu’daki dağınık Beylikler düzeni 1299’da Osmanoğulları Beyliğinin öncülüğü ile birleşerek devletleşmeye yöneldi.

Evet, tam 95 yıl önce 26 Ağustos sabahı, Afyon Ovasında cehennem gibi bir savunma savaşı başlatılmıştı. Dönemin dünya hegemonu İngiltere (günümüzde ABD… yarın hangi ülkeler??), Yunanistan’a Batı Anadolu’yu vaadetmişti. Böylelikle, Megali İdea denen Büyük İdeal gerçekleşecek, Ege bir Yunan iç denizi olacak ve yüzyılların hülyası Büyük İyonya yeniden kurulmuş olacaktı. 1830’lara dek yaklaşık 400 yıl Osmanlı valileriyle yönetilen Yunanlar, bölüşülen Osmanlı İmparatorluğu topraklarından önemli bir pay kapacaklardı. Böylesine tarihsel fırsatlar ender düşerdi. Dolayısıyla uğruna neler feda edilmezdi ki! O zamanki nüfuslarına göre (1930-34 döneminde 6,5 milyon nüfus!) çok ciddi bir rakam olan 250 bin kişilik ordu hazırlayıp 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ettiler. Ağababaları İngiltere silah ve mühimmat da satacaktı kendilerine.. İşgal Batı Anadolu’da yayıldı. 1921 yazında Polatlı’ya dek uzandı. Bir de Trabzon tarafında Rum Pontus devleti kurulacaktı ki, Kral Venizelos yönetimindeki Yunanlar için Zeus ve yardımcısı Tanrılar seferber olmuştu adeta!

O Venizelos ki, 1934’te T.C. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK’ü NOBEL Barış Ödülüne aday gösterecek denli uygardı..

Mustafa AYDINLI : AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan neden Afyon’a – Dumlupınar’a gitmedi de Malazgirt’e gitti 26 Ağustos günü?

Prof. SALTIK : Erdoğan’ın, 95 yıl öncesinin yakın tarihi dururken, çok kanlı savunma savaşı verdiğimiz Afyon Ovası’na, Dumlupınar’a.. gitmek varken, bin yıl öncesine adeta mistik bir referans ile kalkıp Malazgirt’e gitmesi pek çok bakımdan sığ siyaset kokuyor. Oysa Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruzu başlatmak için 26 Ağustos gününü (1922) bilerek seçmişti. Malazgirt zaferi 1071’de o gün kazanılmış ve Anadolu yurt tutulmuş, giderek vatan yapılmıştı. 1200’lü yıllardan başlayarak da Batılı tarih kaynakları – uzmanları Anadolu için Turchia” demeye başlamışlardı : Türk yurdu!

Erdoğan vb. nin çok öykündüğü Osmanlı Devleti ise, 621 yıllık yaşamının ardından 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması ile tarihin mezarlığına yollandığında, Ön Türkleri (Poto Turcs) bir yana koyarsak[1], bin yıllık Yurt da yeniden Batı emperyalizminin eline, Diyojen’in torunlarının işgaline geçiyordu! Son Padişah Vahdettin Sevr’e onay vermiş, Anlaşmaya resmen imza konmuştu.

Açıkçası Sevr, Alpaslan’ın 26 Ağustos 1071 Malazgirt utkusunun (zaferinin) rövanşı idi;
Batılılarca yaklaşık bin yıl sonra alınan! Mustafa Kemal Paşa bu tarih bilinciyle, yüreği yangın yeri; Bin yıllık Malazgirt zaferinin rövanşını Batı emperyalizmine kaptırmamak için 26 Ağustos gününü seçmişti Büyük Taarruz için (1922)!

Mustafa AYDINLI : Sayın Erdoğan’a ne söylemek istersiniz bu bağlamda ?

Prof. SALTIK : Senin Cumhurbaşkanı olduğun devlet 26 – 30 Ağustos 1922 zaferi ile kuruldu, 1071 ile değil. Önce T.C. kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘e tarihsel saygını – vefanı göstereceksin. Ama AKP = RTE, Mustafa Kemal Paşa’ya 1934’te TBMM tarafından Soyadı Yasasıyla verilen yasal soyadını bile bir türlü kullanmıyor! ATATÜRK demeye dilinin ucu ile bile asla yanaş(a)mıyor!

Kalkıp Diyarbakır’da 1 Nisan 2017’de 1 Nisan şakası yaparcasına (!) Kürt kökenli yurttaşların çoğunlukta olduğu bölgede, acı veren bir siyasal opportünizm örneği olarak ‘‘Tek millet” diyor ama dönüp ‘‘.. bakın Türk demiyorum..’‘ diye vurgulayarak açık etnik duygu sömürüsü yapıyor.. (http://ahmetsaltik.net/2017/04/02/pamukoglu-hayir-onde-yuzlerinden-belli/)

Malazgirt meydanında şu veya bu bildik yöntemlerle toplanan kalabalığın Erdoğan dahil ne kadarı bu yalın tarihsel gerçekleri biliyor? Her yer İHO – İHL yapıldı.. Çocuklar doğru dürüst tarih mi okuyabiliyor?? Tabii böylelikle kitleleri meydanlara toplamak da kolay, yüksek dozda hamaset ile beyinlerini yıkamak da.. Kurgulanan da tam da bu korkarız, galiba değil; korkarız! Yaaa, işte böyle AKP Genel Başkanı Erdoğan… Şimdi danışmanları haşlama – ayıklama zamanı! Çıplak gerçek çok daha ağır ve olduğu gibi yazılmalı, not düşelim :

  • Tarihi çarpıtarak gerçekte kitlelerin beyin iğfalidir; 26 Ağustos 2017’de Malazgirt’te yapılan..
  • Siyaseten! Neciiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip mi necip milletimize armağan, yapanlara da afiyet olsun!

Mustafa AYDINLI : Büyük Taarruz nasıl yürütüldü ve sonuçları neler oldu?

Prof. SALTIK : Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa savunma savaşını fiilen cephede yönettiği için, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İNÖNÜ) bu savaşa “Başkumandan Muharebesi” adını verdi. Mustafa Kemal Paşa, 04 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı konuşmasında, bir yıl önce Başkomutan atanırken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” açıkladı. 1922 Büyük Taarruz ise Türklerin Anadolu’da yeniden tutunmalarını sağladı.

Büyük Taarruz bir “mevzi” savaşı değil, “düşmanı imha” savaşıdır, “topyekûn” bir savaştır. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’la, yenilmiş – dağıtılmış – silahları elinden alınmış – subayları tutsak edilmiş bir orduyu baştan kurarak Batı emperyalizmine karşı ilk kez, Çanakkale savunmasını da katarsak 2. kez büyük bir utku kazandı. Ordularına ”Hat’tı savunma yok; sathı (vatan yüzeyini) savunma var; o satıh tüm vatandır!’’ diyerek dünya askerlik tarihinde örneği olmayan emirler verdi. Büyük Taarruz’u tarihte benzersiz kılan, bu özellikleridir; tüm mazlum uluslara örnek olmuş, bağımsızlık savaşımlarında güç ve esin kaynağı, güdülenme (motivasyon) sağlamıştır.

Sakarya Meydan Savaşı ile Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki Türk Orduları stratejik bir başarı sağlamışlardı. 22 gün – 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı ve onu izleyen başarıların gerçek anlamını kavrayabilmek için bu gelişmeleri ulusal sınırları aşan ölçekle değerlendirmek gerekir. Emperyalizme karşı sıcak savaşta kazanılan bu tarihin 2. büyük kara zaferi ile (ilki Çanakkale deniz ve Gelibolu kara savunması – 1915), sömürülen tüm doğu halkları, Mustafa Kemal’de bir öncülük, bir gün bağımsızlığa açılacak olan girişimin, bağımsızlık güllerinin ışıklarını görüyorlardı.

Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı kitabında şunları kaydetmişti (syf. 363):

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak,
    şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak,
    belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”

Mustafa AYDINLI : 9 Eylül’e uzanan süreç? ?

Prof. SALTIK : Sakarya Meydan Savaşı’ndan yaklaşık 13 ay sonra, 95 yıl önce 26 Ağustos 1922 sabahı, şafak atarken bu kez yine Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk ordusu, Sakarya’dakinin dört katı dolayında asker ve çok daha güçlü lojistik destek ile, cehennem gibi top atışlarıyla, işgal ettikleri Türk yurdunu Yunan askerlerine cehennem etmeye başlamıştı. Öylesine berkitilmiş (müstahkem) askeri mevziler yapmışlardı ki Yunanlar; kolay kolay 6 aydan önce hiçbir saldırı çökertemezdi. Ne var ki yalnızca 4-5 gün dayanabildiler. 30 Ağustos günü arkalarını dönmüş, her yeri yaka – yıka Afyon ovasından Ege’ye doğru kaçmaya başlamışlardı. Ordu komutanı general Nikolaos Trikupis bile tutsaktı ve Mustafa Kemal Paşa’nın çadırında konuk edilmiş, kahve ikram edilmiş, kılıcı dahi alınmamıştı. Atina’daki başkomutan Hacı Anesti öfke bunalımlarındaydı. General Trikupis, ölene dek her yıl 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve giderek saygı duruşunda bulundu.

Büyük Taarruz sürdürüldü ve kaçabilen Yunan birlikleri 9 Eylül 1922 günü İzmir’de denize döküldüler. O gün, salt Türkiye ve biz Türkler için değil, dünya tarihi açısından da bir dönemeçtir. Hem bizim hem Yunanların (Yunanların değil!), hem de emperyalizmin sömürgesi mazlum uluslar için bağımsızlık savaşımı meşaleleri yakılmıştır.

Başta Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, utkuda (zaferde) belirleyici işlev gören Fahrettin Altay paşa ve süvarilerine, emeği geçen her-ke-se, şehit ve merhum gazilerimize vefa borcumuzu ödeyebilmenin tek 1 yolu var.. Atatürk’ün belirttiği gibi Türk Ordusunun utkusuyla (zaferiyle) sonuçlanan Büyük Taarruzdaki temel amaç, yalnızca düşmanı yenmek değil;

  • Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak” olduğuna göre,

Türkiye Cumhuriyeti Devletimizi ”kayıtsız şartsız bağımsız” bir Devlet olarak sonsuza dek hep ilerleme içinde yaşatmak, çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine taşımak, hepimizin tarihsel borcudur! Gerisi hamasi söylevler, boş laflardır.

Mustafa AYDINLI : Son olarak eklemek istediğiniz?
Prof. SALTIK : Büyük yurtsever ozanımız Nazım Hikmet’in (RAN) dillere destan Kuvayı Milliye destanından bir alıntı yapmadan olmaz…

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
Paşalar O‘nun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: “Üç” dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.

Reis ”..solcular vatansever olamaz…” buyurmuş.. Yukarıdaki dizeler vatan aşkı dışında hangi duygularla yazılabilir? Nazım Hikmet’in vatan aşkını sorgulamak hiç kimsenin haddi değildir. Ağzına ”Türk” sözcüğünü almaksızın, özellikle ”… bakın Türk demiyorum!” dahi diyebilen ülkemiz yöneticileri (http://ahmetsaltik.net/2017/04/02/pamukoglu-hayir-onde-yuzlerinden-belli/) Hacca da gitseler ihramlara bürünerek, 26 Ağustos’larda Malazgirt’e de gitseler, 26 Ağustos’un ruhu ile barışık olmadıklarını yadsıyamazlar; bu çok vefasızca, hatta utandırıcıdır. Türk Ulusu böylesine bir aşağılanmaya asla yaraşır olmadığı gibi, kabul de etmeyecektir..

Mustafa Kemal Paşa‘nın kurduğu bu devlette, demokratik cumhuriyetin nimetleriyle ATATÜRK‘ün koltuğunda oturan Erdoğan’ı bu davranışları nedeniyle esefle karşılıyoruz, kendisini tarihsel gerçeklerimize saygılı olmaya, insafa ve vefaya çağırıyoruz.

Büyük Atatürk’ün demesiyle;

  • “Amacımız ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü,
    aynı zamanda da tam egemenliğimizi elde etmektir.
    Bizi bu amaçtan alıkoyacak herhangi bir güce karşı savaşacağız.”

Ulusal kurtuluş savaşımının önderi, düşmanı salt askeri olarak yenmenin yetmeyeceğini, Osmanlı İmparatorluğu deneyiminden ötürü çok iyi biliyordu. Askeri alanda öngörülen taktik ve stratejik planların siyasal alanda da uygulanması gerektiğinin bilincindeydi. 1. Dünya Paylaşım Savaşının yenileni (mağlubu) 4 devletten salt Türkiye, kendine yengin (galip) devletlerin zorla imzalattıkları Sevr Anlaşmasını yırtıp Lozan’ı kabul ettirerek savaştaki zaferinin ardından bir de diplomasi zaferi eklemiştir. 1. Dünya savaşının 4 yenileninden Almanya Versay, Avusturya St. Germain, Macaristan Trianon ve Bulgaristan Neuilly Antlaşmalarının kendilerine uygulanmasını engelleyememişlerdir.

Bize tam bağımsız bir ülkenin çocukları olma hakkını veren başta Mustafa Kemal Paşa ile silah – dava arkadaşlarını, acılı ve yorgun savaşçılarını, İskilipli Atıf gibi sözde hocaların aldatmasıyla  yurt savunmasından kaçmayan Mehmetçiklerimizi, şehitlerimizi ve merhum gazilerimizi sonsuz bir minnetle-şükranla anıyor, sevgin (aziz) anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ diyoruz Büyük Atatürk gibi..
Savaşı, Ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe cinayet görüyoruz büyük komutan Atatürk gibi.

BÜYÜK TAARRUZ’UN ve 30 Ağustos, 9 Eylül zaferlerinin 95. Yılı Ulusumuza ve dünyaya KUTLU OLSUN diyoruz bir kez daha.. 15 Mayıs 1919’da başlayan İzmir’in – Ege’nin işgali, ancak 3,5 yıl sonra 9 Eylül 1922’de sonlandırılabildi ve İzmir’in dağlarında çiçekler açtı..

  • Yaşşa Mustafa Kemal Paşa, yaşşa Mustafa Kemal Paşa, yaşşa Mustafa Kemal Paşa!

Mustafa AYDINLI : Teşekkür ederim..

Prof. SALTIK : Ben de hem size hem Çorlu Devrim Gazetesine teşekkür ederim.
============================
[1]  1071 yılı, Müslüman Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerinin tarihidir. Türkler milattan önce 13 bin yılında Anadolu’ya gelip, Anadolu’nun dip kültürünü oluşturdular. Ön Türkler Anadolu’ya göçebe olarak değil, göçmen olarak geldiler.

İZMİR’DE ATILAN İLK KURŞUN

GÜNGÖR BERK

Atatürkçü Düşünce Derneği Danışma Kurulu üyesi
ADD Fethiye Şb. Eski Bşk.
https://www.add.org.tr/makaleler/

İZMİR’DE ATILAN İLK KURŞUN

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilince, 30 Ekim 1918 de, savaşın galibi İtilaf Devletleri’yle Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Bu savaş (AS: silah) bırakışması Osmanlı Devleti topraklarının İngiltere, Fransa, İtalya’dan oluşan İtilaf Devletleri arasında paylaşılması için ortam hazırlıyordu. Amerika Birleşik Devletleri de itilaf devletleri yanında yer alarak paylaşıma katıldı. 8 Ocak 1919 da Başkan Wilson bir bildirge yayımlayarak paylaşımın ilkelerini belirledi. Sonrasında ise İngiltere, Fransa, İtalya Mondros Mütarekesi’ne dayanarak Anadolu’yu işgal kararı aldılar. Ama bu devletlerin orduları savaşta yorgun düşmüştü. Bu yüzden Yunanistan’a da işgalden pay verildi. Yunan ordusunun, donanma desteğinde ve bir tümen kuvvetle, İzmir’e çıkması uygun görüldü. İzmir’in işgal edileceğini duyan İzmirliler bir gün önce, 14 Mayıs 1915 Perşembe günü, İzmir Sultanisi’nde toplanıp tepki gösterdiler. Redd-i İlhak Cemiyeti adına Mustafa Necati, Moralızade Halit ve Ragıp Nurettin Beyler öncülüğünde bir bildiri hazırlandı. Bu bildiri Türk mahallelerinde dağıtıldı. Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi imzalı bildiride:

  • “ Ey Bedbaht Türk! Wilson prensipleri unvan-ı insaniyet karanesi altında senin hakkın gasp ve namusun zedeleniyor. Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türk’lerin Yunan ilhakını memnuniyetle kabul edeceği söylendi ve bunun neticesi olarak güzel memleketin Yunan’a verildi. Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çoktur? Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster! Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır. Oraya yüz binlerle toplan ve kahir ekseriyetini orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et! Burada zengin, fakir, alim, cahil yok. Fakat Yunan hakimiyetini istemeyen bir kitle-i kahire vardır. Bu sana düşen en büyük vazifedir. Geri kalma! Hüsran ve düşkünlük fayda vermez! Binlerle, yüz binlerle Maşatlık’a koş ve Heyet-i Milliye’nin emirlerine itaat et!” deniyordu.

Osmanlı Hükümeti cephesinde ise şaşkınlık ve kararsızlık vardı. İzmir valisi, Harbiye Nazırı bile İzmir’in Yunanlılarca işgal edilmesinin gerçek dışı bir söylenti olduğu konusunda halkı ikna etmeye çalışıyorlardı. İstanbul Hükümeti böyle bir durumda mukavemet gösterilmemesi için İzmir’deki 17. Kolordu Komutanı Ali Nadir paşa’yı uyarmıştı. 15 Mayıs 1919 sabahı Amerikan, İngiliz, Fransız ve Yunan gemileri İzmir Körfezine girdi. Yunan Alayı, sonradan karargah olarak kullanılacak, Kordon Avcılar Kulübü önünden karaya çıktı. İzmir Rum Metropolidi ve Rum halkı tarafından coşkuyla karşılandı. Rumlar çevredeki evlerine, dükkanlarına Yunan bayrakları asmıştı. Yunan Alayı Pasaport ve Gümrük önünden Konak Saat Kulesine doğru ilerlemeye başladı. Yunan Alayıyla birlikte Rum halkı da ‘Zito Venizelos!’ bağırışlarıyla yürüyordu. Yunan Alayı Konak Meydanına ulaştığında kalabalık arasından atılan ilk kurşun Alay sancaktarını yere serdi. Yunan işgaline karşı bu ilk kurşun Hukuk- u Beşer Gazetesi yazarı Hasan Tahsin’in tabancasından çıkmıştı. Sonrasında ortalık karıştı ve Kolordu binası, Vilayet Konağı, Kemer altı girişindeki binalar ateş yağmuru altında kaldı. Silahları alınmış Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa beyaz bayrak çekip teslim oldu, askeriyle birlikte hakaret ve şiddet görerek esir alındı, İzmir ve çevre garnizonları Yunan Ordusunun eline geçti.

  • Şehrin yağmalanmasına girişildi ve Türk’lere karşı katliam başlatıldı. İşgalin ilk gününde öldürülen Türk’lerin sayısı iki bini bulacaktı.

İzmir’in Yunanlılarca (AS: Yunanlarca) işgali tüm yurtta tepkiyle karşılandı. Hasan Tahsin’in işgale ilk direnişi ulusal heyecanı körükledi. Yurdun birçok yerinde işgale karşı mitingler düzenlendi. Binlerce tepki telgrafları çekildi. Anadolu’nun emperyalist devletlerce paylaşılmasına karşı çıkan ve bölgesel savunmalar için örgütlenen Müdafaa-ı Hukuk, Redd-i İlhak, Redd-i İşgal Cemiyetleri pıtrak gibi çoğaldı. Emperyalizme karşı verilecek ve kazanılacak Bağımsızlık Savaşımızın ilk kurşunu 15 Mayıs 1919’ da İzmir’de atılmıştı. (AS: Hasasn Tahsin)

16 Mayıs 1919’ da Mustafa Kemal, bağımsızlık mücadelesini başlatmak üzere, yirmi üç subayıyla Bandırma Vapuruna binecekti. Mustafa Kemal Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşaya gönderdiği telgrafta gidilecek yolu gösterecekti:

  • “Merkezi Hükümetin adeta esir bir vaziyette olması, payitahtın kuvvetli bir askeri işgal altında bulunması hasebiyle milletin mukadderatının yine millet iradesiyle hallini zorunlu kıldığı görülmektedir. Tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-ı Hukuku Milliye cemiyetleri vasıtası ile göstermek karar ve azmindeyim. Esasen milli vicdandan doğan bu kudrete karşı koyacak hiçbir kuvvet tasavvur etmiyorum…
  • En çok önem verdiğim taraf, memleketin geleceğinin ve hayat hakkımızın ancak milli birlikle kurtulacağını halka anlatmak ve bunun için her türlü siyasi ve şahsi ihtirastan arınmış ve yalnız milleti hür ve bağımsız yaşatmaya yönelik teşkilatın, yani Müdafaa-ı Hukuku Milliye ve Reddi İlhak Cemiyetlerinin her nahiyeye varıncaya kadar yaygınlaştırılmasının esaslarını hazırlamak oldu…”

Bundan sonraki süreç, Mustafa Kemal önderliğinde yerel savunma cemiyetlerinin Kuvay –ı Milliye cephesinde birleştirileceği, yapılacak ölüm kalım savaşında emperyalizmin yenileceği ve Anadolu’dan “geldikleri gibi gidecekleri” Bağımsızlık Savaşımız olacaktır. Yaşadığımız günlere gelince…

Yıllardır içerde bölücü terör örgütüyle devam eden mücadele ve dışarıda komşularımızla sürdürülen kavga bizi “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinden uzaklaştırıyor ve yarınlar için kaygılandırıyor. Oysa güzel ülkemizde mutlu olmanın yolu belli, kararı da bize bağlı. Bir Cumhuriyet aydınımız İlhan Selçuk’un dediği gibi:

  • “Bir ulusu ayakta tutan en önemli unsur bilinçtir. Ulusal bilinçle barış bilincini bir arada yaşatmayı bilen Atatürkçülüğü benimseyebildiği oranda Türkiye mutlu olacaktır.”

Yeni anayasa ve yanıt bekleyen sorular

OSMAN GÖLCÜK
Bilişim ve Altyapı Teknolojileri Uzmanı

Cumhuriyet, 23 Mart 2022
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Millet İttifakı’nı oluşturan altı siyasal partinin güçlendirilmiş parlamenter sistem ile ilgili olarak yayımladıkları bildiri, anayasa ile ilgili konularda kimi tartışmalar yarattı.

NELER ÖNE ÇIKIYOR?

1- 1921 Anayasası yürürlüğe girdiğinde ne ortada devlet var ne de Cumhuriyet; yalnızca Ankara’da bir Meclis var.

2- Milli Mücadele’nin 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlanmasından sonra kabul edilen 1924 Anayasası zamanında artık Cumhuriyet ilan edilmiş ve devlet  kurulmuş oluyor. Devletin gerçek anayasası ortaya çıkıyor.

3- 1961 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasasıdır. Günümüzde bile aynen uygulansa demokrasi konusunda kimsenin karşı çıkacağı bir durum olmaz.

Kuvvetler ayrılığının ve demokrasinin bütün kurumlarının var olduğu bir anayasadır. Keşke kesintisiz uygulanabilseydi. Demirel bile o yıllarda bu anayasa “Bu ceket, bu topluma bol geliyor” demişti.

4- 1961 ve 1982 anayasalarına darbe anayasaları diyorlar, yıllardır değiştirmedik yeri kalmadı, hâlâ darbe anayasası deniliyor.

Ama önemli olan anayasada ne yazdığı değil mi?

Araştırdığımızda hiçbir ülkede anayasalar, ülke barış ve demokrasi içinde idare edilirken yazılmamış. Çoğu ülkede iç savaş ve savaş sonrası yazılmış. Zaten anayasalar da bir toplumsal barış sözleşmesi değil mi?

Almanya anayasası, Amerikan işgal kuvvetleri komutanının talimatı ile yazılmış. Sonradan değişiklikler yapmışlar ama bu anayasa işgal anayasası diye yıllarca tartışmamışlar, pek de dert etmemişler.

Gelişmiş demokratik ülkelerde anayasa tartışması pek yok, önemli olan demokrasinin oturmuş olması. Anayasalar kadar önemli olan, siyaset yapan kişilerin, devletin kurumlarının ve toplumun demokrasiyi içine sindirmesi ve uygulaması değil mi?

5- Altı partinin ortak metninde yalnızca 1921 Anayasası’na atıfta bulunulması, “Hem Kürtleri hem de anti-laik partileri ürkütmemek için mi yapıldı” sorusunu akla getiriyor.

Hazırlanacak yeni anayasa da toplumsal barışı ve demokrasiyi hedeflemeli, her kesimi kapsayan ve herkesin kendini bu anayasanın dışında hissetmediği bir anayasa olmalı.
===================================
Dostlar,

TÜRKİYE, Anayasanın ilk 3 maddesine asla dokunulmaksızın;

  • Atatürk Devrim İlkelerine, Cumhuriyetin kurucu değerlerine tam bağlı kalmalı,
  • Tam bağımsız ve güçlü tekil (üniter) devlet olmalı,
  • Ülke ve halk bölünmezliğine dayalı bütünlükçü bir ulus anlayışı benimsemeli,
  • Anayasası ve tamamlayıcı tüm hukuk sistemi, kurumları ile çağın koşullarına tam uyumlu olmalı,
  • Demokratik, laik, sosyal bir hukukun üstünlüğü ile bağlı hukuk devleti olmalı;
  • Laiklik, başta eğitim yaşamın her alanında uygulanmalı,
  • İnsan haklarına dayanmalı, anti-emperyalist ve anti-kapitalist hukuk siyasası gütmeli,
  • Adil temsille güçler ayrılığına dayalı Parlamenter demokratik rejime hızla geri dönülmeli,
  • Bilimsel akılcılığı şaşmaz pusula kılmalı, bilim ve teknoloji üretmeli, bilişim çağı asla kaçırılmamalı,
  • Etkin demokratik hükümetler kurulabilmeli ve hızlı adalet temel değer ve hedeflerden olmalı,
  • Örgütlü halk, etkin siyasal katılım sağlanmalı, üniversite özerkliği mutlaka anayasaya konmalı,
  • Aydınlanmış ve çağdaş toplum, istihdamda liyakat ana kazanımlardan olmalı,
  • Özgürlük ve eşitlik : Yurttaşların eşitliği sağlanmalı; Ulusu bölen “Eşit yurttaşlık değil!”,
  • Salt siyasal – hukuksal değil ve fakat; Planlı sosyal ve ekonomik kalkınmayı, halkçı bütünsel ekonomi ekseninde toplumsal erinç (huzur) ve gönenci (refahı), adil gelir dağılımını, yoksulluktan kurtulmayı, bölgesel dengeli kalkınmayı, herkese sağlık-eğitim, sosyal güvenlik, onurlu iş, sağlıklı – güvenli çevre.. koşullarını gözeten üretici EKONOMİK DEMOKRASİ’yi ve hukukunu hedeflemeli,
  • Çalışan, üreten ve özyeterlik sağlayan ve dışsatım yapan bir hukuk dizgesi kurgulamalı,
  • Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ” ilkesi hukukuna tam anlamıyla bağlı kalmalı,
  • İç hukuku düzenlerken, uluslararası andlaşma – sözleşmelere katılırken hiçbir ülkenin içişlerine karışmamalı ve kendi içişlerine karışılmasına izin vermemeli, tam bağımsız, egemen-eşit olmalı,
  • Mazlum uluslara hukukuyla da örnek ve önder, çağdaş uygarlık düzeyini aşma hedefli olmalıdır,
  • Anayasa başta, tüm ulusal, uluslararası hukuku aynı zamanda, Türkiye’nin sonsuza dek onurlu, gönençli yaşaması ve çağdaş uygarlık düzeyini aşması şaşmaz hedefinin güçlü aracı kılmalı,
  • Dünya uluslar ailesinin egemen-eşit, onurlu ve saygın bir üyesine yaraşır Hukuk Devleti olmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ADD: EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI

BASINA VE KAMUOYUNA 

EMPERYALİZME BEL BAĞLAMANIN ACI SONU VE ATATÜRK DEHASI

Karadeniz komşularımız Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında beklenen savaş 24 Şubat 2022 sabahı başladı.

Genel geçer savaş karşıtı açıklamalar dışında, Türkiye ve etkilenecek diğer ülkeler açısından değerlendirme yapmak gerekirse:

Kuzey komşumuz Sovyetler Birliğinin dağıldığının 26 Aralık 1991 tarihinde Gorbaçov tarafından ilan edilmesi ile birlikte, bağımsız hale gelen cumhuriyetler, bölgede egemen olmaya çalışan emperyalist devletlerin paylaşım alanı haline gelmiştir.

Bu cumhuriyetlerin önemli bir kısmında Sovyet dönemi yöneticileri işbaşına gelmekle birlikte, yükselen ekonomik krizin etkisiyle her türlü beşinci kol faaliyeti hız kazanmıştır.

Yıkılan rejimin zenginliklerine el koyan oligarklar, mafyatik ilişkilerle büyük güce ulaşmışlar, bu gücü korumak ve yeni ekonomik ilişkiler geliştirmek için emperyalist devletlerle kirli ve karanlık ilişkiler kurmuşlardır.

Türkî Cumhuriyetler olarak anılan Orta Asya’daki devletler, “İslam” etkisi kullanılarak CIA destekli FETÖ’ye açılmış, bu emperyalist işbirlikçisi örgüt öğretmen maskesi altında bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlerde ABD (CIA) adına ajan faaliyetleri yürütmüştür.

Sovyetler döneminin Doğu Avrupa’ya komşu kesiminde kalan cumhuriyetler ise, yaygın şekilde Soroscu “Turuncu Devrim” adı verilen Batı yanlısı protesto hareketleri üzerinden emperyalizmin etki alanına sokulmuş, bu etkinin sürekli hale gelebilmesi için ya NATO üyesi haline getirilmişler ya da topraklarını ABD üslerine açmışlardır.

Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Slovakya apar topar NATO üyesi yapılmış, Yugoslavya’nın Batı emperyalizmi tarafından parçalanması ile ortaya çıkan Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk da NATO’ya alınmışlardır.

Birer NATO (ABD) üssü haline gelen bu ülkeler dışında kalan alanlarda da ya ABD üsleri kurulmuş ya da büyük ölçüde silah yığınağı başlatılmış, son olarak Yunanistan’da, özellikle Batı Trakya ve Dedeağaç’da büyük askeri yığınak ve tatbikatlar yapılmıştır.

Özellikle Ukrayna’daki turuncu devrimler sonucu yönetime getirilenlerin, Rusya Federasyonu’ nun Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan nakil hatları üzerinde hak iddia etmesiyle ekonomik savaş başlamıştır.

Rusya Federasyonu’nu çevreleyen yeni NATO üslerinin varlığı ve Ukrayna’nın NATO bünyesine alınmak istenmesi Batı tahriklerini en üst noktaya taşımış, 2014 yılında Rusya tarafından ilhak edilen Kırım’dan sonra, yine Ukrayna’nın Rusya sınırındaki stratejik bölgeleri olan Luhansk ve Donetsk, Rusya güdümüyle bağımsızlıklarını ilan etmişler ve hemen Rusya ile diğer bazı ülkelerce tanımışlardır.

Luhansk ve Donetsk Cumhuriyetleri (!)’nin yardım istemeleri bahanesiyle de Rusya Federasyonu 24 Şubat 2022 sabahından başlayarak Ukrayna’nın stratejik bölgelerini vurmaya başlamıştır.

ABD Başkanının Rus saldırganlığına yanıtı ise, yalnızca ekonomik yaptırımlar ve bankacılık sisteminin hedef alınacağı olmuştur.

Çatışma başlamadan önceki en ilginç gelişme ise; ABD ve AB ülkelerinin, Rusya’ya yönelik kuru tehditler dışında kıllarını kıpırdatmamaları, Ukrayna’ya herhangi bir şekilde askeri yardım yapmayacaklarını, Rusya ile savaşmayacaklarını açıklamaları, yani uzun süredir kışkırttıkları Zelenski yönetimindeki Ukrayna’yı ortada bırakmaları olmuştur.

Bütün bu gelişmeler emperyalizmin egemenlik alanlarını korumak için neler yapabileceğini, dik durmasını beceremeyen ülkelerin emperyalistler tarafından nasıl piyon olarak kullanılıp zora düşünce ortada bırakılacağını bir kez daha göstermiştir.

Yüz yıl önce İngiliz emperyalizminin teşvikiyle Anadolu’yu işgale kalkışan Yunanistan’ın ve 1990’ da ABD’nin kışkırtmasıyla Kuveyt’i işgal eden Irak’ın yaşadıklarından ders alınmadığı ortadadır.

Gelinen noktada – ne yazık ki bütün uyarılara karşın onyıllardır ısrarla sürdürülen yanlış politikalar sonucu – enerji ve tarım ürünleri ithalatı yönünden bağımlı hale geldiğimiz Rusya ve yine tarım ürünleri aldığımız Ukrayna arasında yaşanan bu savaşın ülkemizi çok olumsuz etkileyeceği açıktır. Daha şimdiden Türk Lirasının en çok değer yitiren 2. para birimi olması bunu göstermektedir.

Öte yandan; savaş halindeki her iki ülkenin de Karadeniz’de kıyısı olması ve Ukrayna’yı kışkırtan ülkelerin deniz yolu ile yardım gönderme olasılığı da, Boğazlara egemen olan ülkemizi doğrudan ilgilendirmektedir.

Nitekim ortaya çıkan savaş hali, 1936 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından büyük bir öngörüyle düzenlenen Montrö Boğazlar Sözleşmesi kapsamındadır ve Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkeler, bu barış denizine savaş gemisi sokamayacaklardır.

Büyük Atatürk 86 yıl önceden bölgede gelişebilecek büyük bir savaşı, belki de 3. Dünya Savaşını önleme başarısını göstererek dehasını bir kez daha ortaya koymuş, bu Sözleşmeyi her fırsatta küçümseyenleri mahcup etmiştir.

Keza, Atatürk’ün emperyalistleri bölgeye yaklaştırmamak için komşularımızla imzaladığı Balkan Antantı ve Sadabat Paktı’nın ne denli önemli olduğu da -2. Dünya Savaşından sonra- bir kez daha ortaya çıkmıştır. Balkan Antantı olmayınca Balkanlar, Sadabat Paktı kalmayınca da Irak başta olmak üzere diğer komşularımız ateş hattında kalmışlar, büyük acılar çekmişler, bölünmüşler, emperyalizme yem olmuşlardır.

Ülkemizi yönetenlerin -ve tabii yönetme iddiasında olanların- bütün bu yaşananlardan ders alması, komşularla dostluk ve barışa dayalı ilişkiler kurmanın, emperyalistlerle mesafeli, başı dik, bağımsız Atatürkçü dış politika uygulamanın önemini kavramaları elzemdir.

Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ” politikası ancak böyle hayata geçecektir.

Filler tepişirken ezilen çimen olmamanın yolunu Atatürk yüz yıl önce göstermiştir, KEMALİST CUMHURİYET!

  • NE ABD NE RUSYA, YAŞASIN ANTİEMPERYALİST TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ

TERÖR DEVLETİ

Suay Karaman

Elli yılı aşkın süredir devam eden Filistin ile İsrail arasındaki çatışmada, her iki taraftan on binlerce insanın yaşamını yitirdiği, yüz binlerce insanın yaralandığı, yaklaşık bir milyon insanın da evlerinden ve yurtlarından sürüldüğü bilinmektedir. Ramazan ayıyla birlikte İsrail polisi Kudüs’teki Şam Kapısı’nda akşamları iftar düzenlenmesini engellemek için bariyerler yerleştirmişti. Filistinliler bu durumu protesto ediyor ve İsrail polisi ile çatışıyordu. 7 Mayıs Cuma akşamı İsrail, işgal altındaki Doğu Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi. Camide namaz kılanlara ses bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Gazze ve diğer kentlere de sıçrayan olaylar halen devam etmektedir. İsrail’in havadan ve karadan vurmaya devam ettiği Gazze Şeridi‘nde tablo giderek ağırlaşmaktadır.

Arap ve Yahudi grupların sert çatışmalarında birçok ölüm ve yaralanma olayı meydana gelmiştir. Geceleri sürekli iki tarafın ateşlediği roketlerin kıvılcımlarıyla İsrail ve Filistin semaları aydınlanmaktadır. Bu durumda iç savaş uyarısı yapan İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin, “Sokaklarımızda savaş patlak verdi. Çoğunluk gördüklerine inanamıyor ve şok yaşadığı için hiçbir şey söyleyemiyor” dedi.

14 Mayıs 1948 tarihinde kurulan İsrail, kurulduğundan beri sürekli Araplarla savaşmış ve her savaştan topraklarını büyüterek çıkmıştır. ABD’nin stratejik müttefiki olan hatta Ortadoğu’ daki jandarması kabul edilen İsrail’in, sürekli yeni yerleşim birimleri kurup, Filistin halkını sürmesine ve katletmesine, ABD destek olmaktadır. Çünkü emperyalizm, siyonizmin işbirlikçisidir, destekçisidir.

Son iki yılda dört seçim gören İsrail’de iç siyaset hayli karışık bir durumdadır. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları ile gündeme gelen Başbakan Binyamin Netanyahu, bu saldırılarla kendi durumunu unutturarak, iktidarda kalabilmek için yeni ve kanlı bir oyunun peşindedir. Açıkça bir terör devleti görünümündeki İsrail, bu yaptıkları nedeniyle tüm dünyada öfke yaratmıştır ve gelen tepkilere karşın saldırılarına devam etmektedir. Ama İsrail’e yaptırım uygulamak söz konusu değildir çünkü arkasında ABD ve Batının desteği bulunmaktadır.

Türkiye’de, siyasi iktidarın desteğiyle Filistinlilerin yaşadıkları karşısında Ankara, İstanbul, Adana, Kayseri başta olmak üzere bazı kentlerde mitingler düzenlendi. Küresel salgın nedeniyle sokağa çıkmanın yasak olduğu günlerde “tekbir” getirerek sokaklara dökülen tarikat artıklarının organizasyonu ilginçtir. Bunlar bir araya toplanırken güvenlik güçleri ne yapmıştır, hatta nerededir gibi sorular da yanıtsızdır. İstanbul’da binlerce kişi Türk ve Filistin bayraklarıyla Beşiktaş’taki İsrail Başkonsolosluğu önünde sloganlar atarak İsrail’e tepkilerini gösterdi. Vatan Caddesi’nde bir araya gelen vatandaşlar, Türk ve Filistin bayrakları asılı araçlarıyla konvoy yaparak İsrail’i protesto etti. “Kahrolsun İsrail” diye sloganlar atılarak, İsrail’in kahrolmadığı bilinmesine karşılık, sadece kendi bindirilmiş kıtaları alanlara çıktı. Ama bu bindirilmiş kıtalar Uygur Türklerine yapılanlara tepki vermedi. Bu bindirilmiş kıtaların, Yunanistan’ın işgal ettiği Ege adalarımız konusunda hiçbir tepki ve eylemi olmadığı gibi söylemi bile yoktur.

  • Siyasi iktidarın ülkemizin sorunlarını unutturmak için Filistin konusunda, küresel salgına karşın bindirilmiş kıtalarını sokaklara döktüğü anlaşılmaktadır.

12 Mayıs Çarşamba günü Suudi Arabistan ziyareti sonrasında Dışişleri Bakanının yaptığı açıklama şöyledir:

  • “Hep böyle kınıyoruz ama ümmet adım atmamızı bekliyor. Artık bu tür saldırıların durması gerekiyor. Elbette uluslararası hukuk çerçevesinde Filistinlilerin haklarını korumamız lazım.“

Ümmet sözcüğü ile ne anlatılmak istenmektedir; hangi ümmet nasıl bir adım atmamızı bekliyor? Müslüman Kardeşler mi, Taliban mı, Hizbullah mı, IŞİD mi, HAMAS mı? İsrail’e karşı ümmeti göreve çağırma girişimleri boşunadır, sonuç vermeyeceği bellidir. Ümmet değil ama Türk Milleti bu sorunu barış ile çözmelidir. Eşsiz önderimiz Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi her zaman geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde büyük bir insanlık dramı haline gelen Filistin sorunu, iki devletli şekilde çözülmelidir. Ancak ne yazık ki İsrail’in saldırgan tutumuna karşı şimdilik kısa vadede bir çözüm görünmemektedir.

Ülkemizin ovalarını, barajlarını İsrail’e peş keş çekerseniz, tohumlarınızı İsrail’den alırsanız, savaş uçaklarının teknolojik sistemleri İsrail tarafından yapılırsa, özelleştirme adı altında birçok şirketinizi İsrail’e satarsanız, İsrail ile ticari ilişkileriniz büyük boyutlara ulaşmışken İsrail’e karşı yalnızca kınama yaparsınız. Bu yüzden İsrail ile ilişkilerinizi donduramazsınız, büyükelçinizi çekemezsiniz çünkü elinizi vermişsiniz, kolunuz onlarda. Üstelik Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak 2004 tarihinde Yahudi Üstün Cesaret Madalyası aldığı düşünülünce, İsrail’e salt içi boş kınamalar yapılacağı bilinmelidir. İsrail’in yoğun saldırıları karşısında, 14 Mayıs Cuma günü Mescid-i Aksa’da toplanan kalabalığın “Biz buradayız, sen neredesin Erdoğan” sloganı atarak, protesto gösterilerinde bulunduğu da gözlerden kaçmamıştır. 

Azim ve Karar, 17 Mayıs 2021

Nükleer Karşıtı Platform’dan Çernobil’in yıldönümünde açıklama: Liyakat yerine itaat!

Nükleer Karşıtı Platform, Çernobil felaketinin 35. yıldönümünde, ‘Siyasi iktidarın izlediği, bilimsel gerçeklerden uzak enerji politikaları, ülke çıkarları ile bağdaşmamaktadır’ açıklamasında bulundu. (26.04.2021, Liyakat yerine itaat! (sol.org.tr)

Nükleer Karşıtı Platform (NKP), Çernobil felaketinin 35. yıldönümü vesilesiyle açıklama yaptı.

AKP iktidarının, 19 yıldır kaderci bir yönetim anlayışıyla akıl ve bilimden uzak projelerini kendi ihtiyaçları ve direktifleri doğrultusunda devreye soktuğuna işaret edilen açıklamada, iktidarın Mersin Akkuyu Nükleer Güç Santralı projesi için Çernobil kazasının başlıca sorumlusu Rosatom ile masaya oturduğu hatırlatıldı.

“Çernobil’in yıl dönümünde liyakat yerine itaat!” başlıklı açıklamada, AKP’li milletvekili Naci Bostancı’nın oğlu Afşin Burak Bostancı’nın, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Nükleer Enerji ve Uluslararası Projeler Genel Müdürlüğü’ne atandığı vurgulandı. Açıklamada,

  • kâr odaklı, çevreyi ve canlıları yok edecek, yoksulluk, açlık, işsizlik ve küresel salgın karşısında çaresiz kalınan bir ortamda sermayeye kaynak aktarma

temelinde projelendirilen bu yatırımların kitlesel cinayetlere neden olmasına izin verilmeyeceği belirtildi.

‘Bu projeler derhal durdurulmalı’

Siyasi iktidarın izlediği, bilimsel gerçeklerden uzak enerji politikalarının ülke çıkarlarıyla bağdaşmadığı vurgulanan açıklamada “Hangi gerekçeyle olursa olsun kalkınma anahtarı gibi sunulan hiçbir yatırımın, canlı yaşamından daha değerli olmadığını hatırlatıyor, Çernobil’in 35. yıldönümünde nükleer santrallar, nükleer silahlar ve Kanal İstanbul Projesi gibi kamuya yüksek ve önceliği olmayan maliyetler yükleyecek, yaşam ve çevre felaketi yaratacak projelerin derhal durdurulmasını istiyoruz” denildi.

‘ABD-NATO nükleer silahları ülkemizden acilen temizlenmeli’

Kâr odaklı, çevreyi ve canlıları yok edecek, yoksulluk, açlık, işsizlik ve küresel salgın karşısında çaresiz kalınan bir ortamda sermayeye kaynak aktarma temelinde projelendirilen bu yatırımların kitlesel cinayetlere neden olmasına asla izin verilmeyeceği belirtilen açıklamada emperyalizmin savaş tuzaklarına da dikkat çekilerek şöyle denildi:

  • “NKP Bileşenleri olarak; nükleer silahları topraklarımızda barındırarak ülkemizi ve komşu ülkeleri açık hedef haline getiren hükümetin, 7 Temmuz 2017’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ezici çoğunlukla kabul edilen ve 22 Ocak 2021’de 50 ülkenin parlamentolarında onaylamaları ile yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşmasını bir an önce imzalamasını,
  • ABD-NATO nükleer silahlarının acilen ülkemizden temizlenmesini talep ediyoruz.
  • Son dönemde Ukrayna ve Rusya arasında tırmanan gerilimin her an Karadeniz’de sıcak çatışmaya döneceğini hatırlatarak,
  • ülkemizin emperyalizmin savaş tuzaklarına ‘Yurtta Barış Dünyada Barış‘ ilkesini hiçe sayarak feda edilmesini kabul etmiyoruz.”

Öte yandan, açıklamada, platformun Çernobil’in yıldönümünde nükleer santrallere ilişkin bilimsel ve teknik saptamaların yer aldığı bir rapor yayınladığı belirtildi.
======================================

Çernobil felaketinin üzerinden 35 yıl geçti

(A. Saltık : Dönemin Ticaret Bakanı Hüseyin Cahit Aral, “çaylarımız radyasyonsuzdur” söylemi ile algı yönetimine, kamuoyunu yanıltmaya koyulmuştu TRT’de.. 1986..)

Ukrayna’nın Kiev kenti yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nde yaşanan ve bugün hala etkileri süren nükleer facianın üzerinden 35 yıl geçti.

Ancak işler yolunda gitmedi ve meydana gelen patlamanın ardından reaktörde çıkan yangın sonrasında çevreye Hiroşima’ya 1945’te atılan atom bombasının 400 katı kadar radyasyon yayıldı. Radyasyon bulutları Ukrayna’yı aşarak, Rusya, Beyaz Rusya ve Avrupa’nın değişik bölgelerine kadar ulaştı. Türkiye’nin kuzey bölgeleri de Çernobil’den sızan radyasyondan etkilendi.

Patlama anında santralde 31 kişi yaşamını yitirdi. Felakette ölenlerin gerçek sayısı ise hâlâ tam olarak bilinemiyor. 5 milyonu aşkın insanın patlama nedeni yüksek düzeyde radyasyona maruz kaldığı tahmin ediliyor.

Etkileri hala sürüyor

Patlamanın ardından bir ay içinde Çernobili kapsayan 30 kilometrelik çember içinde yaşayan 120 bin kişi boşaltıldı. Bugün hala yasak bölge ilan edilen santral çevresinde radyoaktif kirlilik sürüyor. Tahliye edilenlerin önemli bir bölümü hala geri dönebilmiş değil.

Öte yandan radyasyondan etkilenen 150 bin kilometrekarelik alanda halen 6-7 milyon kişi yaşıyor. Ukrayna Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre, 428 bini çocuk 2.4 milyon Ukraynalı, başta kanser olmak üzere, felaketten kaynaklanan birçok sağlık problemleriyle mücadele ediyor.

‘Yağmurda ıslanmaktan korkmayı öğrendik’

Ukrayna’nın yanı sıra Türkiye’de dahil olmak üzere radyasyon bulutlarının ulaştığı bölgelerde hala kanser vakalarında artış gözleniyor. Karadeniz Doğa Koruma Federasyonu (KarDoğa) Başkanı Hakan Adanır facianın Türkiye’ye etkilerini şu sözlerle anlatıyor:

  • “25 Nisan 1986 günü Çernobil felaketinden önceki son günümüzdü. Karadeniz’de hayat bir daha bugünkü gibi olmayacaktı. O günden sonra ne içip ne yediğimize dikkat etmeyi öğrendik. Yağmurda ıslanmaktan korkmayı, balık yemekten çekinmeyi, vazgeçemediğimiz, çayı, pancarı, mısırı, fındığı korkarak yemeyi öğrendik.”

‘Radyasyon faydalıdır’ şovu hala akıllarda

Çernobil faciası denilince Türkiye’de akla ilk olarak 1980li yıllarda dönemin iktidar partisi Anavatan Partisi milletvekili ve hükümetin Sanayi Bakanı Cahit Aral geliyor.

Aral, facianın ardından radyasyonun Karadeniz topraklarını etkilemediğini öne sürmüş, “Bu Karadeniz’de değil bir, 17 tane Çernobil’i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir denilebilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah’ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor” demişti.

Cahit Aral bu açıklamayı yaptıktan sonra, çayda radyasyon olmadığını kanıtlamak için, kameralar önünde bol demli bir bardak da çay içmişti. O günden bu güne binlerce Karadenizli yurttaş kanser nedeni ile yaşamını yitirdi.

Fukuşima’da 20 bine yakın kişi yaşamını yitirdi

Bundan tam 10 yıl önce Japonya’nın Fukuşima bölgesinde dünyanın en büyük nükleer facialarından biri yaşanmıştı. Pasifik Okyanusu’nda 9,1 büyüklüğündeki depremin ardından oluşan tsunamiyle Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali‘nde art arda patlamalar yaşanmış, santral ünitelerinde soğutma sağlanamadığı için reaktörlerin 3`ünde çekirdek erimesi olurken, radyo aktif maddeler okyanus ve atmosfere hızla yayılmıştı. Felakette yaklaşık 20 bin kişi yaşamını yitirmiş, 200 bine yakın kişi de yüksek radyasyon nedeniyle yaşadığı bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı.

Akkuyu Nükleer Santrali’nin 3. reaktörünün temeli atıldı

Erdoğan Akkuyu Nükleer Santrali’nin 3. reaktörünün temel atma töreninde “İlk reaktörü 2023 yılında devreye almayı hedefliyoruz. Hedefimiz, enerji üretirken sıfır emisyonla çalışan ve çevreye hiçbir zararı olmayan nükleer enerjiyi ülkemizin enerji sepetine eklemektir. Karadeniz’deki 405 milyar metreküplük doğal gaz keşfimiz, bağımsız enerji, güçlü Türkiye kararlılığımızın en önemli adımlarından biri oldu. Nükleer enerji, ‘enerji politikamız’ bakımından özel bir yere sahiptir” diye konuştu.

Aradan geçen yıllar boyunca da Türkiye’de değişen çok bir şey olmadı. Erdoğan 2011’de Japonya’da yüzlerce insanın ölümüne neden olan Fukuşima Nükleer Santrali’nde deprem nedeniyle meydana gelen sızıntının ardından, Türkiye’de de nükleer santrallere gösterilen tepkilere nükleer santralleri “piknik tüpü”ne benzeterek cevap vermişti. Erdoğan hiçbir gücün partisini nükleer santral yapımından vazgeçiremeyeceğini de ilan etmişti.

Çernobil felaketinin üzerinden 35 yıl geçti (sol.org.tr)

Mülteci sorunu böyle çözülmez

Mülteci sorunu böyle çözülmez

Deniz Yıldırım
Cumhuriyet, 04.03.2020
İdlib’de askerlerimizin şehit edilmesinin ardından iktidarın ilk tepkilerinden birisi, Avrupa’ya kaçak geçişlerin önünü açmak oldu. Mesaj da belliydi: “Batı bize bu konuda destek vermezse, aynı sorunu kapısında bulur.” O günden beri İçişleri Bakanlığı neredeyse saat saat, kaç mültecinin Türkiye’den Avrupa’ya geçtiğinin bilgisini paylaşıyor. Son sayı yüz yirmi binin üzerindeydi.

Diyelim ki böyle. Bu yöntem sorunu çözer mi? Yine verilerle konuşalım. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü yıllara göre Türkiye’ye giriş yapan düzensiz göçmenlerin (özellikle doğu sınırımızdan giren Afganistan, Pakistan göçmenleri) ve geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin sayısını yayımlıyor. Epey de düzenli; bunun için teşekkür edelim. Biz Batı sınırını açıyoruz da; Doğu sınırındaki durum ne olacak dedirten cinsten veriler. 2015’te 146 bin 485 göçmen kaçak yollarla giriş yapmış. Bu sayı 2018’de ise 268 bine yükselmiş. Tahmin edin, 2019’daki durum nasıl? Ben söyleyeyim: 454.662’ye yükselmiş. Bu elbette yakalanıp kayıt altına alınanların sayısı. 4 yıl öncesine göre 3 kat; geçen yıla göre neredeyse %70 artış. Son 15 yılın rekoru. İllegal sınır geçişleri, “sınır güvenliği” konusunun en çok vurgulandığı dönemde katlanarak artmış. Özetle iktidar Yunanistan’a geçişleri açsa da çoğu kişi gitmiyor, gidenlerin çoğu da sınırdan çevriliyor. Batı’dan gidebilenlerden çok sayıda insansa Doğu’dan gelmeyi sürdürüyor.

Ağırlık noktası da belli. 2018’de kaçak yollarla girenlerin 100.841’i Afganistan uyrukluydu; 2019’da ise 201.437’si. Üstüne bir de Türkiye’de geçici koruma statüsünde yaşayan 3 milyon 588 bin Suriye vatandaşını ekleyin; tablo ortada.

  • 4 milyonun üzerinde sığınmacı Türkiye’de, yıldan yıla da bu sayı artıyor. 

Kaç yıldır Almanya ile, AB ile benzer sürtüşmeler yaşanıyor. O sürtüşmelerden beri Türkiye’nin barındırdığı mülteci sayısı arttı mı, azaldı mı? Sorunu Türkiye lehine çözmeye yetti mi bu politika tarzı? Hayır.

Dolayısıyla yapılan iş daha çok iç politikaya dönük kanımca. Onlarca askerimizin bir başka ülkede şehit edilmesi sonrasında milli tepkiyi yönetmekte zorlananların, toplumsal huzursuzluğun başka bir yansıması olan mülteciler kartı üzerinden, Batı’ya kafa tutulduğu izlenimi de yaratarak milliyetçi rüzgârı yeniden kendi lehine çevirme girişimi olarak da görülebilir yapılanlar. Etkisi oldu mu? Oldu; iç kamuoyunun odağını başka bir alana kaydırdı.

Batı’nın rolü ve ‘ne yapmalıyız’ ?

  • Oysa mülteciler sorunundan dünyada en çok etkilenen ülkeyiz.

Akılcı hareket etmeli, yalnızlaştıracak eylemlerden kaçmalıyız. Tek başımıza çözemeyiz. İktidarın mültecilerle ilgili olarak Batı’yı sorumluluk paylaşmaya çağırması doğru. Ancak izlenen yöntem de, politika da yanlış.

Peki iktidarın yanlışları, Batı’yı aklar mı? Hayır. Bu noktada özellikle emperyalist merkezlerin ikiyüzlü tutumunu not etmekte yarar var. Batı ne diyor? “Parasını verelim, bize yollamayın”. Sonuç mu? BM Mülteci Örgütü’nün 2018 verisine göre dünyadaki sığınmacıların yalnızca %16’sı gelişmiş ülkeler tarafından kabul edilmiş. Yani sorumluluğu yeterince paylaşmıyorlar.

Ne yapsın gelişmiş ülkeler? Sınırlarını korumasınlar mı?” Sınırlarını korumak için, başka ülkelere sınır ötesi harekâtlar, emperyal müdahaleler yapmaktan vazgeçebilirler öncelikle. Bir başka veri… AB’den bu kez. Avrupa Birliği ülkelerine en çok sığınma başvurusu yapan mülteciler hangi ülkelerin vatandaşı? Sırasıyla Suriye, Afganistan, Irak.

Binlerce km öteden Suriye Savaşı’na dahil olanlar, şimdi mülteciler söz konusu olunca, “biz yokuz” diyorlar.

Afganistan, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD tarafından işgal edildi. NATO ittifakı bu işgale ortak oldu; çatışmalar, iç savaş, bitmeyen kavgalar sonunda mülteci akını oluştu.

Irak, Afganistan’dan sonra işgal edildi. ABD öncülüğündeki “koalisyon” tarafından. Talan edilmiş, günlük yaşamın altüst olduğu, işgal ve iç kavgalarla geleceksizleştirilmiş bir ülkeden kaçışlar arttıkça arttı. Nerede şimdi o “koalisyon” güçleri?

Kimse kusura bakmasın. Dünyada en çok göç veren ülkeler, Batılı devletlerle ortaklarının petrol, para, jeopolitik üs hevesleriyle işgal ettiği, iç savaş ihraç ettiği ülkeler.

Göç veren ülkelerin çoğu otoriter rejimlere sahip, refah düzeyi düşük, ama kaynakları zengin ülkeler; göçü daha da tetikleyen ülkelerin çoğu ise, gelişmiş, refahı yüksek, kendine demokrat ülkeler.

  • Göçleri, yol açan nedenleriyle önlemek gerek. 

Askeri yöntemler çözüm değil!

Çare;

1. İç işlerinde demokratik, müreffeh (AS: gönençli) ülkelerin çoğalmasından;
2. uluslararası ilişkilerde ise emperyalist müdahaleciliğin olmadığı bir dünya düzeninin inşasından geçiyor.

Bir ülkenin tek başına başaracağı şeyler değil bunlar. Yalnızlaştıran değil, çevresinde geniş bir blok toplayan siyaset gerektiriyor.

Geldik mi yine, “Yurtta barış dünyada barış” programına.
Yaşam dört koldan dayatıyor. Particilikle, hamasetle uğraşanlar anlamaz bunu.