Etiket arşivi: Uğur Mumcu

Dil Derneği’nin 17. Genel Kurulu

Dostlar,

Bu gün (18 Eylül 2021), bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin (kuruluşu 1987) 34. yılında 17. seçimli genel kuruluna katıldık.


Oturumu, 90. yaşına giren, Dil Derneği’nin öncülerinden, Anayasa Mahkemesi önceki başkanlarından Sn. Yekta Güngör Özden yönetti. Genel Kurul Başkanlık Kurulunda (Divanında) 2 kadın, 2 erkek dengelenmişti.

1932’de Mustafa Kemal Paşa‘nın başlattığı Dil Bayramımız bu yıl 89. yılında..

.

Emektar Genel Başkanımız Dilbilimci Sn ve emek veren Yönetim Kurulu üyelerine çok teşekkür borçluyuz.  Salon girişinde bir masada, Dil Derneğimizin güzelim yayınları satılmaktaydı. Sn. Özel’in ve merhum Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın imza koyduğu kitapların telif hakkı Derneğe bağışlanmıştı.

Övündük, kutladık ve eksik kalan, baskısı yenilenenleri edindik; Sn. Özel de lütfedip bize göz nuru alın teri betiklerini (kitap) imzaladı!

Dernek üyelerimiz bizi şımarttılar ve epey fotoğraf çekildi. Sn. Özel ve Sayman Sayın Güneş Çakmakoğlu konuşmalarında bize övgü (iltifat) belirttiler 2 nedenle:
1. Kovit-19 salgınında veregeldiğimiz savaşım, özellikle yürekli TV konuşmaları.
2. Konuşma ve yazılarımızda, web sitemizde Türkçe’ye özenimiz.. sağolsunlar.

Zaten başlıca bu 2 gerekçeyle de bu yıl Dil Derneği Onur Ödülü’ne bizi yaraşır (layık) bulmuşlardı; ödülümüzü 25 Eylül 2021 akşamı Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezinde düzenlenecek bir törenle bize sunacaklar.. Şükran doluyuz..

Emektar Genel Başkanımız Sn. Sevgi Özel’in konuşma metnini aşağıda sunacağız.

Unutulmasın; Dil, bir ulusun ses bayrağıdır. Özenle korunması ve geliştirilmesi zorunludur. Tarih de öyledir, bir ulus kendi tarihini özellikle özüne bağlı (aslına sadık) biçimde kaydetmeli, öğretmelidir.

Dil Derneği Genel Başkanı Sn. Sevgi Özel’in konuşma metni aşağıda..
***

Öncelikle Kurtuluş Savaşının öncüsü, cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerin yapıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ü, bütün üyelerimiz adına saygıyla anıyorum.

Bağımsızlığımızı yayılmacı dünyaya onaylatan Lozan Barış Antlaşmasının öncüsü İsmet İnönü’yü, bütün üyelerimiz adına saygıyla anıyorum.

Dedelerimiz ninelerimiz olan, hem yayılmacıyla hem işbirlikçiyle savaşan Kuvayımilliyecileri saygıyla anıyorum.

Ben, Duatepe’nin sırtında büyüklerimden Polatlı’ya dek gelen yayılmacılarla savaşan dedelerimizin, ninelerimizin öyküleriyle büyüdüm. Hepsini saygıyla anıyorum.

Derneğimiz 34. yaşında.

17. Olağan Genel Kurulumuzu yapıyoruz. 2018’deki 16. Olağan Genel Kurulumuzdan bu yana üç yıl geçti.

Dünyayı ve ülkemizi saran salgın nedeniyle İçişleri Bakanlığı genelgeleriyle genel kurulumuzu 2020 Ekiminden başlayarak 3-4 kez ertelemek zorunda kaldık. Salgın sürerken toplanmak, bir araya gelmek kolay değil. Çekinip gelemeyen üyelerimize sitem hakkımız yok. Dileriz ülkemiz bu beladan daha çok kayıp (yitik) vermeden kurtulur.

Sağlık emekçileri büyük bir savaşım içindeler. Burada bulunan, salgınla savaşımını
övünçle izlediğimiz değerli üyemiz Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın kişiliğinde
bütün sağlıkçıları saygıyla esenliyorum.

Sizlere sunduğumuz yazanakla yönetim kurulumuz son üç yıldaki çalışmalarını sizlere aktardık.

Parasal durumumuzu saymanımız Necdet Özer sizlere aktaracak. Kazancımızı gözeten ve giderimizi gün gün titizlikle yöneten Necdet Özer’e genel kurul önünde teşekkür ederim.

Gelirimizi nasıl harcadığımızı, giderlerimizi Denetleme Kurulu üyelerimiz Meryem Gümüş, Sibel Seval ve Mehmet İspir izleyip, yazanak oluşturdu. Hepsine titiz çalışmaları için genel kurul önünde teşekkür ederim.

Salgın günlerinde doğallıkla dernekle iletişimi, çalışmaları bilgisayar ortamında sürdürdük. 65 yaş üstü olanlarımız az değildi. Salgının ilk aylarında Çağdaş Türk Dili’ni (bu adlı dergimizi) Yayın Kolu Başkanımız Ertuğrul Özüaydın, yarın yayımlanacakmış gibi bilgisayarda tuttu. Yasaklar gevşeyince dergi basılıp dağıtıldı. Ertuğrul Özüaydın’a, derginin bilgisayar ortamında yer almasına ve dernek etkinliklerinin sürmesine çaba harcayan Genel Yazmanımız Figen Çakmakoğlu ile Bilişim işlerimizi hiç aksatmayan Güneş Çakmakoğlu’na genel kurul önünde teşekkür ederim.

Salgın günlerinde her türlü önlemi alarak derneği açık tutan çalışanımız Cemal Pancar’a genel kurul önünde teşekkür ederim.

Fırsat yaratarak çalışmalarımızı aksatmayan, önlemler alarak toplanan yönetim, onur kurullarının üyelerine ve elbette bütün üyelerimize genel kurul önünde teşekkür ederim.

2019’un Cumhuriyet Bayramında derneğimiz, Çankaya Belediyesinin, Cumhuriyete Değer Katanlar Ödülüne değer bulundu.

Derneğimiz tam 34 yıldır, Atatürk’ün Dil Devrimini başlattığı Çankaya’da, Çankaya Belediyesinden büyük destek almıştır. Bu kurultayın sağlıklı bir ortamda yaşanması için de ne denli özenildiğini gördünüz. 25 Eylülde de yine Çankaya Belediyemizin el vermesiyle 89. Dil Bayramını kutlayacağız. Başkan Alper Taşdelen’e, Başkan Yardımcısı Sayın Gülsün Bor Güner’e, belediyenin bütün emekçilerine teşekkür ederiz. Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Ethem Torunoğlu’na ve Yılmaz Güney Sahnesinin çalışanlarına teşekkür ederiz. Cenova adlı kurumun önderi Doğan Durmuş ve ekibine teşekkür ederiz.

Bu yılın başında Çukurova Sanat Girişimi’nce düzenlenen Çukurova Ödülü ilk kez bir tüzel kişiliğe, derneğe verildi. Çetin Yiğenoğlu, Orhan Apaydın, Yaşar Öztürk, Sevim Sezer ile Asuman Söylemez’den oluşan Seçici Kurul, “Dil Devrimi’nin ülküsel bilincini canlandırma, Türkçemizin gelişimini sürdürebilir kılma ereğiyle yaptığı çalışmalar dolayısıyla” 2021 Çukurova Ödülünü derneğimize verdi. Çukurova Sanat Girişimine teşekkür ederiz.

Kişi ve kurumlara teşekkür ederek başladım. Sözü çok uzatmayacağım. Ancak bir teşekkürüm de CHP Genel Merkezinedir. Her ay CHP’li belediyelere yüzlerce dergi postalıyoruz. Birkaç belediye Türkçe Sözlük’ü bitirdi. Bizler güç koşullarda Harf ve Dil Devrimleri için savaşım veren, değerbilir aydınlarız. Bu nedenle dergimize, sözlüğümüze ilgiyi yönlendiren Genel Başkan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na ve yerel yönetimlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Sayın Seyit Torun’a genel kurul önünde teşekkür ederim.

Bir teşekkür de dernekle iletişimini hiç koparmayan, etkinliklerimizi izleyen, öneri ve eleştirileriyle yakın duran, ödentisini hiç aksatmayan üyelerimizedir. Hepsine genel kurul önünde teşekkür ederim.

Değerli Üyelerimiz,

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki… Ömer Asım Aksoy, Prof. Dr. Şerafettin Turan,  Prof. Dr. Cevat Geray, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, cumhuriyet öğretmenleri Emin Özdemir,  Beşir Göğüş gibi uzakgörüşlü onlarca aydınımız, bu kurultayı yöneten Anayasa Mahkemesi Başkanımız Yekta Güngör Özden 12 Eylül belasının ülkeyi karanlığa sürüklediğini onlarca kez dile getirmişti. Yaşamını yitirenlerin, yaşayanların hiçbiri gelecek okuyucu değildi. Hepsi öngörüsü yüksek bir örgütçü ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk gibi devrimciydi. Uğur Mumcu birkaç yazısında, belgeler ışığında neredeyse bugünkü yönetimi, yaşadıklarımızı tanımlamıştı.

Otuz yıl önce biri gün gelecek giysileri sırmalı, lüks içinde yaşayan ama din adamı olduğunu savlayan biri yiyeceğimiz midyeden kalamara, günaydın seslenişimize dek her şeye karışacak, dilci, mühendis, iletişimci, ekonomist, havabilimci gibi her ağaç gölgesinde “fetva” verecek deseler, “Hadi ordan!” der, gülerdik belki.

Oldu, bu da oldu. Eğitim dinselleşti, üniversite dilini yuttu, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü buharlaşmış görünüyor. Harf ve Dil Devrimleri üzerinden Atatürk’e saldırılar sürüyor. Asla karamsar değiliz bu iki devrim, bir bütün olan Türk Devriminin temelidir.

Harf Devrimi bir gecede cahilleştirmiş; Osmanlının yarısı okuryazarsa, 21. yüzyılda torunları niçin bu denli cahil? Dil Devriminin sözcükleri olmadan konuşabiliyorlar mı?

Boşuna debeleniyorlar.

Biz, yokluk yoksulluk içinde Kurtuluş Savaşını yapanların ardıllarıyız.

Boşuna debeleniyorlar. Cumhuriyetin bütün kurumlarını kemirerek cumhuriyetin olanaklarıyla ayakta duruyorlar. Ancak bastıkları yer batak!

Yara bere alan bu cumhuriyeti ayağa kaldırmak her birimizin yurttaşlık görevi. Bu görevden kaçmayacağız. Biz bu cumhuriyetin bütün kurumlarını yıkar paklarız!

Biz Atatürkçüyüz!
Biz cumhuriyetçiyiz!

Bu duygularla hepinizi selamlıyorum.
============================================

Sevgi ve saygı ile. 18 Eylül 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Korku iklimi

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli

Haftalardır, mafya-siyaset-iktidar-medya dörtgeninde yazılıp-çizilen, konuşulan sözler arasında en çok üzerinde durulması gereken ve hatta konuyu en iyi tanımlayan cümlelerden birini, olayların baş kahramanlarından biri olan mafyacı Sedat Peker kurdu:

“Kanla ilgili (Barış Akademisyenleri’nin kanları ile banyo yapacağız – z.a.) söylemiş olduğum olayların hepsi, söylendiği dönemde hükümetin lehinedir. Çünkü o zaman korku iklimi oluşturmak lazımdı…”

Doğru söze ne denir? Faşizmin iktidarını sürdürebilmesi için vazgeçilmez bir gerekliliktir bu.

“Korku iklimi” Mümkün olduğu kadar korku salacaksın memlekete.

Peker’in kendisi de konuşmalarından birinde “kişisel tarihi” üzerinden bu korkuyu gayet güzel tanımlıyordu ya:

“Ulan onu korkut, onu korkut, onu korkut… Ulan beni mi korkutuyorsun? Doğduk anadan babadan kork. Okula gittik öğretmenden kork. Ulan biraz büyüdük, mahalledeki kabadayıdan kork. Komutandan kork, polisten kork. Ulan işyerine gidersin amirden kork, müdürden kork. Ulan yaşlanacağız öleceğiz, Allah’tan kork. Nedir ulan bu korku? Kork, kork…. İnsanların hayallerini donduruyorsunuz. Korku ile bastırıyorsunuz….”

Daha güzel nasıl anlatılır? Yıllardır kendisini, bu memleketin “En korkulan şahıslardan biri” olarak konumlandıran bir mafya lideri, “korku”nun ve memlekete hâkim olmuş “Korku iklimi”nin tanımını olağanüstü veciz(!) biçimde, işte böyle yapıyordu malum video kayıtlarından birinde.

Ama ironik biçimde, kendisi de “Rejim”in bir enstrümanı olarak, ortalığa “Korku iklimi” salmak için gayet acımasız biçimde kullanılmıştı. Silahlı suç örgütü kullanılarak bugün akademisyenlere, öteki gün öğrencilere, gazetecilere, beriki gün belki bir fabrikanın işçilerine, başka bir gün bir siyasi partideki güç kavgası içinde yer alan muhalif kanada, sonra solda ya da sağda konumlanmış muhalefet partilerine, rakip çetelere, başka topraklarda yok edilmek istenen (Kutlu Adalı gibi) “hedeflere” korku salmanın bir enstrümanından söz ediyoruz.

İşte yıllardır, on yıllardır yanıtı aranan ve aslında pekâlâ bilinen sorunun özü budur. Devlet, mafya ile niye “iş tutar?” Tam da bundan. Kendi yasal, meşru, hukuki aygıtının yetişemediği bir korku salma işlevini, bunlar aracılığı ile hayata geçirebilmek için. Ve sonunda da “hukuki bir sorumluluk üstlenmemek” gerektiğinden, bu “Korkutucuları-Susturucuları-Sindiricileri” tanımazdan gelerek, zaten hiç kirlenmemiş(!) ellerini yıkayıp çıkıp gidebilmek için.

İşin özeti budur. Hani, Mehmet Ağar’ın, efsane Cumhuriyet yazarı, yiğit devrimci rahmetli Uğur Mumcu’nun eşi Sayın Güldal Mumcu’ya söylediği o tarihi söz var ya:

“Bir tuğlayı sökersek, bütün duvar çöker…” sözü. Bugün o “duvar” olayında yeni ve beklenmedik bir şey yaşıyoruz. Artık, o duvardan (devletin kirli-karanlık-zehirli-ölümcül işler yapma enstrümanlarını kastediyorum) bir tuğla sökmeye gerek kalmıyor.

Bizatihi, duvarın tuğlaları birbirlerini sökmeye, yıkmaya, deşifre etmeye, fâş etmeye, açığa düşürmeye başladılar. Baksanıza (mealen) ne diyor mafya lideri?

“Geldiler bana (Korkut Eken’i kastediyor) ‘Kıbrıs’ı Rumlara satmak isteyen bir adam var’ dediler (Gazeteci Kutlu Adalı). Onun öldürülmesi gerektiğini söylediler. Kardeşimi görevlendirdim. Ama sonra o adamın kanını dökmek bize nasip olmadı (gururla anlatıyor)” diye gayet açık söylüyor..

Bugüne kadar hiç bu kadar açık bir itiraf duymamıştık bu “düzeyde”. Tam da şunu diyor: “Devlet kendi göremeyeceği pis bir işi bize ihale etti. Bir nevi taşeronluk üstlendik.”

Kim bilir bu tür “taşeronluk” faaliyeti neticesinde ne Adalı’lar, ne Mumcu’lar, ne Kışlalı’lar, ne Üçok’lar, ne Hablemitoğlu’lar, ne Tütengil’ler, ne İpekçi’ler, ne Karafakioğlu’lar, ne Cemil Kırbayır’lar, ne Savaş Buldan’lar katledildi? Yüzlerce binlerce “Cumartesi Anası, Cumartesi Babası, bacısı, kardeşi, evladı, eşi” yaratıldı…

Bu büyük vicdan suçunun, insanlık suçunun ve demokrasi ayıbının temizlenmesi, katledilen o insanlar üzerinden toplumda yaratılmaya çalışılan o “Korku İklimi” için kullanılan enstrümanlar konuştukça bunları daha iyi öğreneceğiz. Ama siyasetin, en korkuncu da yönetenlerin, bu korku ikliminden medet ummaya devam ettiklerini dehşet içinde izlemekteyiz. Daha dün, Türkiye Cumhuriyeti’nin en güçlü kişisi ne diyordu?

“Yine dua et ki Gelin Hanım’a çok ileri gitmeden bir ders verdiler. Bu daha ilk. Daha dur bakalım bunlar iyi günler. Daha neler olacak…”

Al sana korku iklimi…  Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Daha da ötesi, açıkça ağır bir siyasi suçtur bu.

KURUCU GENEL BAŞKANIMIZ, DEVRİM ŞEHİDİMİZ, BİLGE HUKUKÇU MUAMMER AKSOY’U SAYGIYLA ANIYORUZ

KURUCU GENEL BAŞKANIMIZ, DEVRİM ŞEHİDİMİZ,
BİLGE HUKUKÇU MUAMMER AKSOY’U SAYGIYLA ANIYORUZ

Tam 31 yıl önce, Ankara’nın soğuk bir kış gününde emperyalizmin maşaları tarafından, arkasından kalleşçe sıkılan üç kurşunla aramızdan koparıldı Muammer Aksoy.

Kemalizm’in ödünsüz savunucusu Muammer Aksoy, Türk aydınlanma mücadelesinin en cesur, en kararlı, en ateşli savaşçılarından biriydi.

Emperyalizmin, Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme ve Sevr koşullarına sürükleyerek çökertmeye yönelik saldırıları işbirlikçi iktidarlar üzerinden kesintisiz olarak sürdürülürken, tam 40 yıl boyunca bu saldırılara karşı Türk aydınlarının en önünde yer aldı.

1950’li yıllarda Adnan Menderes iktidarının baskılarına karşı mücadele etti. 1961 Anayasasını hazırlayan akademisyen kadrosu içinde hocası Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ile birlikte çalıştı ve Komisyonun sözcülüğünü yaptı. Velidedeoğlu’nu hocası, Uğur Mumcu‘yu ise öğrencisi bildi.

1960’lı yılların ortalarında çokuluslu petrol şirketlerinin ülkemiz petrollerini yağmalamasının önünü açan düzenlemelere karşı TPAO’nun avukatlığını yaparak hukuk mücadelesi verdi.

1970’li yıllarda devrimci öğretmenlerin sürgün edilmelerine, kıyılmalarına karşı onların davalarını savundu.

Tam bağımsız, demokratik, laik Türkiye mücadelesini 1977’de TBMM’de milletvekili olarak sürdürdü.

Türkiye’nin Kemalizm’i savunan bir kuruma ihtiyacı olacağı düşüncesiyle, 1989 yılında 49 arkadaşıyla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu.

Yine o yıllarda birçok aydın ve siyasetçi Türk Ceza Yasası değişikliği hakkında “141, 142. ve 163. maddeler hep birlikte kaldırılmalıdır” derken, Muammer Aksoy bugünleri öngörerek “163. madde kalkarsa Türkiye şeriat devletine doğru gider” demişti. Öldürüldüğü gün, ADD’nin laiklik bildirisi üzerine çalışıyordu.

En önemlisi, tüm mücadele yaşamı boyunca hep “örgütlü mücadele” içinde kaldı. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı, Ankara Barosu Başkanlığı, CHP içindeki çalışmaları ve nihayet Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanlığı

O, ülkenin bağımsızlığını, ulusal kalkınma olanaklarını aşındıran, ulusal birliğini çürüten ekonomik, kültürel, siyasal girişimlere karşı adeta erken uyarı sistemi gibi hiç durmadan çalıştı, mücadele etti.

Bu mücadele kararlılığını Menderes’in gözaltıları da, 12 Mart muhtırasının cezaevleri de, evine gelen tehdit mektupları da değiştiremedi.

Biz, Onsuz geçen 30 yılda, Muammer Aksoy’ları olmayan bir milletin başına neler gelebileceğini yaşayarak gördük.

Muammer Aksoy’ların yaşadığı bir ülkede Anayasayı, yasaları böyle tartışmadan, usule aykırı biçimde ve antidemokratik esaslara göre değiştirebilmek bu kadar kolay olur muydu?

Muammer Aksoy’ların, Mumcu’ların, Kışlalı’ların, Üçok’ların, Dursun’ların, Hablemitoğlu’ların yaşadığı bir ülkede, siyasi partilerin, kurumların ya da aydın geçinenlerin oy avcılığı uğruna Kemalizm’den hızla uzaklaşıp neoliberal projelere eklemlenmeleri bu kadar kolay mümkün olur muydu?

Aksoy bugün aramızda olmasa da mücadelesiyle, yazıları, eserleri ve yetiştirdiği öğrencileriyle, kurup emanet ettiği ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ile sonsuza kadar yaşamaya devam edecek!

O’nu katledilişinin 31. yılında, emanet ettiği bayrağı daha yükseklere taşıma kararlılığında olan Kemalistler olarak saygıyla, özlemle anıyoruz.

Dr. HÜSNÜ BOZKURT ve ARKADAŞLARI

Bu gün 24 Ocak

Bu gün 24 Ocak..

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. Eski İİBF Dekanı
21.01.2021. ÇİĞLİ / İZMİR

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bu gün 24 Ocak; aklın, bilimin, laik Cumhuriyetimizin ve Kemalist ilkelerin çelik iradeli, kırılmaz kalemli ve yiğit savunucusu Sayın Uğur Mumcu‘nun hain iç ve dış şer güçler tarafından katledilişin 28. Ölüm Yıldönümü.

İnsanlar öldürülebilir; fakat fikirlere ne atom bombasının ve ne de Korona Virüsünün gücü yeter. Ne diyor Büyük Anadolu bilgesi ve erişilmez büyük ozan Yunus Emre;

  • ” Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.”

Yani insanlar ölür fakat insanlık ve fikirler yaşar.

Ama ölmesi, hatta tümüyle yok olması gereken şeyler yok mudur; elbette vardır.

Bunlar kindir, nefrettir, cebirdir, şiddettir, zulümdür, kötülüktür, ahlaksızlıktır, hukuksuzluktur, vicdansızlıktır, dil-din-ırk-cinsiyet, renk ayrımcılığıdır, dışlamadır, bölücülüktür

24 Ocak 1980 Kararları, Emperyalist Batının Türkiye Ekonomisini her yönüyle denetleme ve yıkma projesidir (AS: tasarımıdır). Bu tarihten sonra gelen sağ iktidarlar da bu yıkım projesinin Batı destekli taşeronlarıdır…
***
Bu günün anısına şimdi yazmaya çalıştığım bir şiirimi sizlerin beğenisine sunuyorum.
Bütün laiklik, akılcılık, bilimsel düşünce, demokrasi ve özgürlük yolunda can ve kan verenlerin ruhları şad olsun.

Son söz: Karanlık ne denli koyu olursa olsun, Aydınlık bir güneştir ve karanlığı mutlaka kovar.
***

K Ö R  İ N A N Ç

Devlet düzenini batıran bağdır,
Akılsız ahlaksız kör inanç bağı.
Rejimi çıkmaza götüren bağdır,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Dinci çete her kadroya sızmıştı,
Uğur Mumcu bu TUFAN’ı sezmişti,
Gerçekleri hiç korkmadan yazmıştı,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
FETÖ’cü zihniyet zehirli aktı,
Sözde ” altın nesil(!)”; HAİN KUŞAKTI,
Üst kadrosu dış düşmana uşaktı,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
İlahi inançla oynanan kumar,
Allah’ın sözünü mezara gömer,
Mazlumun, yoksulun kanını emer,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Devletine, milletine düşmandır,
Özgürlüğün katli için fermandır,
Demokrasi için büyük tufandır,
Akılsız, ahlaksız kör inanç bağı.
Xxx
Halil Çivi der ki gaflete düşme,
Beka yollarında belalar açma,
Kemal Atataürk‘ün yolundan şaşma,
Akılsız ahlaksız, kör inanç bağı.
Xxx

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üstteki 3 görsel de bizden…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

24 Ocak 2021, Özleminle 28. Yıl

Dr. Ahmet SALTIK

Yargıda FETÖ Taktiklerini Kim Kullanıyor?

Işık Kansu
IŞIK KANSU
kansu@cumhuriyet.com.tr

Yargıda FETÖ Taktiklerini Kim Kullanıyor?

Cumhuriyet, 28 Kasım 2020
Gelişmeleri okurlarımız yakından izliyor.

Saray’ın İletişim Başkanı ile AKP’li bir milletvekili eşinin yaptığı başvurular üzerine tümüyle belgeli haberleri nedeniyle Cumhuriyet gazetesine ceza yağdırılmasına yapılan itirazlara, “emekli” olmasına karşın 2017’de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından yeniden göreve atanan İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi yargıcı Hüseyin Çetin ret kararı verdi. Bu karar üzerine, basın özgürlüğü hiçe sayılarak, şimdi gazetemize o cezalar uygulanıyor.

Yargıya olan güvenin sarsıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Yapılan çeşitli anketler de yargıya güvenin aşındığını kanıtlıyor. Özellikle de yetmez ama evetçilerin ve casusluk örgütü FETÖ’cülerin alkışları arasında geçen 2010 anayasa değişikliğinden sonra…

FETÖ’cüler, birçok alanda olduğu gibi yargıda da örgütlenmişler, Türkiye’nin kozmik odalarına değin sızmışlar, ardından da iktidar ortağı oldukları AKP ile anlaşmazlığa düşerek darbe girişiminde bulunmuşlardı.

FETÖ darbe girişiminden sonra yargıda değişen bir şey oldu mu?

Bu sorunun yanıtını, bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ın en yakın çevresinde yer alan, AKP Diyarbakır Milletvekilliği yapan, oğlu Ali İhsan Arslan ise halen AKP Ankara Milletvekilli olan İhsan Arslan, geçen günlerde BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlarken açıkça verdi:

“İlk aşamada askeri vesayet vardı, adım atamıyorduk. Ne zaman ki ciddi bir mücadeleyle askeri vesayeti ortadan kaldırdık, orada yılana (Yılandan kastı FETÖ-I.K.) sarıldık. İşbirliği yaptık.

Tahmin etmediğimizden fazla onlar işin içine girdi. Hatta onlar lokomotif oldu, biz arkada icraatta bulunduk. Sonra FETÖ’nün vesayeti gündeme gelmeye başladı. Biz bunu fark ettiğimizde irkildik. Ondan sonra da tabii kıyamet koptu. O güne kadar hukuk içinde kalmaya azami dikkat gösteriyorken 15 Temmuz’dan sonra doğrusu panikledik ve olayın vahameti karşısında ancak yargıyı kullanarak başarılı olabileceğimiz kanaatine vardık.

Onların yargıyı kullanırken kullandığı bütün taktikleri, araçları, biz kullanmaya başladık, can havliyle.

Neymiş?

Yargı bağımsız değilmiş!

Türkiye Düşmanı Kim Acaba?

Atatürk’ün adını verdiği gazetemiz Cumhuriyet’i “Türkiye düşmanlarının sığınağı” diye niteleyenler için bir öykü:

Gazeteciliğe 1970’li yıllarda polis-adliye muhabiri olarak başlamıştık. Türkiye düşmanları, gencecik insanları birbirine karşı kışkırtıyor, sağdan ve soldan her gün vatan evlatları sokak ortasında öldürülüyorlardı.

Onları öldüren silahlar da Uğur Mumcu’nun saptadığı gibi aynı merkezlerden sağlanıyordu.

23 Şubat 1978 günü, polis, bir ihbar üzerine Adana’dan Ankara’ya gelen Renault marka bir arabayı Kepekli Boğazı’nda durdurdu. İçinden MHP Gençlik Kolları’na kayıtlı kişiler çıkan arabanın bagajındaki portakal sandıklarının altında 2 makineli tüfek ile cephane bulundu. Arabada yakalananlar ifadelerinde, silahları dönemin ülkücü lideri Muhsin Yazıcıoğlu’na götürdüklerini söyleyip bir de ayrıntı verdiler:

Biz o gün yemdik. Polis bizle uğraşırken Ankara’ya iki kamyon dolusu silah girdi.

Bagajında silahlar ve cephane bulunan 01 FE 994 plakalı o beyaz renkli Renault marka otomobil kime aitti dersiniz?

  • Bugün MHP Genel Başkanı olan Devlet Bahçeli’ye…

Darbeli demokrasi

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Darbeli demokrasi

Mahut “Işıklı Tweet”in üzerine herkesten önce ve daha büyük bir şehvetle atladılar ve lime lime doğradılar ki duyan da bu muhteremleri gerçekten “darbe sevmez” sanabilir.

Oysa gerçek manzara öyle mi?

Bütün anayasal kurumları hile ve desise ile “biz yaptık oldu. Var mı ulan?..” tavrı ile ele geçiren, seçilmişleri tek tek kulaklarından tutup içeri tıkan ve yerine vali-kaymakam atayan, yıllar boyu sınav sorularını elden dağıtıp, atamalarda tarikat-cemaat kollayıp (AKP-FETÖ ittifakını kastediyorum) kendi adamlarını devletin tüm aygıtına yerleştiren, özellikle silahlı kuvvetlerin tüm kademelerine onbaşısından orgeneraline kadar alçak darbecileri yerleştiren (şu bayat “sızma” yalanına kendileri bile inanmıyor artık) zevat, bugün çıkmış “Genelkurmay’ın ışıkları yanıyor esprisi üzerinden tehdit ediliyoruz” soytarılığına nasıl başvurabiliyor? İnsanı çıldırtır bunlar.

Yahu, dünyanın en nadide mozaiği gibi motif motif işlenmiş ATATÜRK Devrimlerinin temeline, zaten bir türlü oturtulamamış Cumhuriyetimizin temeline dinamit koyan, adeta o mozaiklerle bezeli duvara “hilti” (darbeli delici-kırıcı-yıkıcı matkap) ile Timur’un filleri gibi dalan sizler değil misiniz?

Bugün, bir Anayasa Mahkemesi üyesi yargıcın (henüz tam da neye hizmet ettiği belli olmayan) “sorumsuzca ve sersemce” attığı tweet üzerinden sanki “darbelere karşıymış rolü” oynuyorsunuz?

12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Nisan’dan ve dahi harcında olağanüstü katkınız bulunan 15 Temmuz’dan sonuna kadar yararlanmış olan da siz olmasanız, bayağı “yiyeceğiz” bu numaraları.

Ama tabii, öyle değil.

Argomuzda güzel bir laf vardır:

“Hayvan terli.. Yemiyor”

Ver afyonu… Ver afyonu…

Toplumu, dini soslara batırılmış afyon parçacıkları yutturarak yönetmeye çalışmanın tipik bir örneğiydi, Cumhurbaşkanı’nın son tartışmalı demeci. (mealen) “Müminler varlıkta şımarmamalı. Yoklukta da sabretmeli. Acıyı bal eylemesini bilmeli” dedi, teknik olarak doğru sözler tabii. Zengin şımarmamalı. Yoksul da sabırlı olmalı. Dünyanın sonuymuş gibi davranmamalı.

İyi, güzel de…

Yoksullar, eğer o “şımarmaması vaaz edilen zenginler” yüzünden yoksullaşmışsa (biz buna kapitalizmin doğal sonucu diyoruz) ve o yoksul istediği kadar sabretsin “öldür Allah” asla zenginle (yer değişmekten vazgeçtim) eşit seviyeye ulaşamayacaksa?..

O zaman neyin “sabrını” bekliyorsun? Niye “zıkkım gibi” acıya “bal” muamelesi yapacakmış?
Bu sözleri sömürü düzeninin ateşine odun taşıyanlardan, düzeni daha da acımasız hale getirenlerden, zengin-yoksul uçurumunu daha da açanlardan, patronlara dönüp “Bize şükredin. Grevi-hak aramayı yasakladık. Kıymetimizi bilin yani..” diye övünenlerden duymak biraz fazla “hakaretamiz” değil mi?

İngilizlerin (bak yine İngilizce havası yapıyor demeyin) güzel bir deyimi var:

“To add insult to injury” (Yaralı insana bir de hakaret ederek acısını katlamak) derler. Tam o hesap.

Ayıp oluyor yani. Biraz vicdan yani.
****
TTB ve Şebnem Hoca

Devleti, aynı devletin başına on yıllardır bela olan ve temellerine dinamit koymaya ant içmiş bir alçak terörist örgüte teslim edenler, bugün çıkmışlar “Falanca kurum, filanca dernek teröristlerin eline geçti” diye konuşma hakkını kendinde nasıl görebiliyor? Cumhuriyet düşmanı Pennsylvanialı Sümüklü Vaiz’in eli kanlı teşkilatına, Harbiye’den adliyeye, Hariciye’den Mülkiye’ye tüm kurumların anahtarlarını kendi elleriyle verenler, “Filanca derneğin yöneticisi teröristtir. Onu oradan almak lazım” diye nasıl pişkince ve utanmadan iftirada bulunabiliyor? Anlamak, gerçekten mümkün değil.

Lafı eğip bükmeden söyleyeyim:

Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin başkanlığına yeni seçilen Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’dan söz ediyorum. Şebnem Hoca’nın dünya görüşüne, bazı faaliyetlerine, geçmişine, geçmişte aldığı ya da almadığı tavırlara, kimi desteklediğine vs. herkesin desteği de itirazı da olabilir. Benim de var. Pek çok konuda aynı düşünmüyorum. Hatta ve hatta, Türk Tabipleri Birliği gibi “Tıp bilimine, toplumun sağlık sorunlarına ve meslektaşların dertlerine odaklı” çalışan bir teşkilatın başına, keşke sadece “siyasi duruşu değil, bilim insanı olarak kimliği daha öne çıkmış” birini seçselerdi diyorum.

Ama bütün bunlar, TTB’nin kongresine katılmış “delegelerin iradesini” yok saymaya ve Şebnem Hoca’yı elinizde hiçbir kanıt ve hüküm yokken “terörist” olarak damgalamaya yaftalamaya imkân vermez kimseye. Üstelik bunu yapmak bir suctur. O zaman demokratik kitle örgütlerinin “üye iradesi”ni çöpe atmış olursunuz. Hem örgüt içinden hem de bu pırıl pırıl meslek örgütünü (aynı zamanda bilim mihrakını) ezmeye yeminli yasakçı faşist kafalardan gelen baskıya boyun eğersiniz. Hukuk devleti ve demokratik toplum ilkelerini nasıl savunacağız o zaman?
====================================
Dostlar,

Değerli Arapkirli’ye, bu sitede ve daha pek çok ortamda yayınlanan Ş. K. Fincancı hakkındaki belgelere göz atmasını öneriyoruz; “hiçbir kanıt ve hüküm yokken” demesi karşısında.

Bir de, halen yaşamda olan, demokrasi şehidi Uğur Mumcu’nun ağabeyi Av. Ceyhan Mumcu ile bir telefon görüşmesi yapmasını.. Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok cinayetlerinde yakalanan sanıkların yargılanacağı Umut davasında her nasılsa devreye giren / sokulan Dr. Fincancı’nın sanıkları görüp muayene etmeden düzenlediği adli raporlarla bu kritik davanın gidişini nasıl derinden etkilediğini, Dr. Fincancı hakkında, başvurusuna karşın TTB tarafından bir disiplin işlemi yapılmadığını……. da bilgi edinmesini… bekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

24 Ocak gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!

24 Ocak gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!

Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Adına
Isparta Şube Başkanı

Uğur Mumcu’nun katledilerek aramızdan alınışının 27. yılındayız. 27. Adalet ve Demokrasi Haftası içinde aynı zamanda “hain tuzaklarla” aramızdan alınan Muammer AKSOY, Bahriye ÜÇOK, A. Taner KIŞLALI, Necip HABEMİTOĞLU, Ali Gaffar OKKAN ve daha onlarca devrim şehidini bir kez daha anıyoruz.

  • Onlar, emperyalizme karşı bağımsızlık, sömürüye karşı eşitlik,  faşizme karşı özgürlük ve demokrasi,  gericiliğe karşı laiklik, savaşa karşı barış ve kardeşlik, ayrımcılığa karşı eşitlik mücadelesi verdikleri için katledildiler.

Bu katliamların arkasındaki güçler ülkemizi emperyalizme, sömürüye ve gericiliğe teslim edenlerdir. Ülkemiz tam da böylesi bir zihniyetin kahredici sultası altındadır. Bugün iktidarda bulunan gelenek ile ülkemizin yüz akı aydınların, Kemalist devrimcilerin, yurtseverlerin katliamını gerçekleştiren zihniyet, aynı damardan beslenmektedir ve ortaktır. Aydınlanma düşmanı, emperyalizm uşağı, gerici ve işbirlikçidir.

Bu nedenle;  Siyasal dinci faşizme ve gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinciliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci faşizmi ve gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket, tali (AS: ikincil) sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin aklanmasına, meşrulaştırılmasına hizmet eder.

Toplumsal gericiliği ve bağnazlığı devlet eliyle örgütleyen,  1923 Cumhuriyeti’ni boğazlayan, tüm kurum ve değerlerini yıkan iktidar ve ortakları, kendi varlıklarını katliamlar, darbeler, baskıcı yöntemler ile sürdürme çabası içindedir. Tam da bu nedenle bugün yaşanan “başkanlık” değil, din ambalajı ile örtülmüş faşist diktatörlüktür. Faşist diktatörlükler ise, doğası gereği “insanlık suçu” işlemekten sabıkalıdırlar.

Ancak ne yaparlarsa yapsınlar Kubilay’dan bu yana katledilen, yakılan, idam sehpalarına çekilen aydınların, Kemalist devrimcilerin, yurtseverlerin aydınlığını bu ülkenin üzerinden silemediler / silemeyecekler. Emperyalist politikalara, siyasal islamcı rejime, palazlandırılan gericiliğe karşın bu ülkenin onurlu insanlarının savaşımlarını bitiremediler/ bitiremeyecekler.

Bugün tükenmeye doğru ilerleyen, yaşamın her alanını işgal etmeye çalışan siyasal islamcı baskı rejimine, gericiliğe, diktatörlüğe karşı laiklik ve özgürlük savaşımını yükseltme, haramilerin saltanatına son verme zamanıdır.

Emperyalizmin dümen suyuna girmiş, iktidarı ele geçirmiş egemenlerin belirlediği meşruluk anlayışı, “tek kişi yasalarını” temel alırken, çoğu zamanda bu yasaları bile tanımazken, Kemalist devrimciler için meşruluk; doğru ve haklı olanın, Kemalist devrimin ve halkın çıkarına olanın savunulmasıdır. Bunun için savaşım verilmesidir.

Bu ülkenin bütün yurttaşlarını bu haklı ve onurlu savaşıma omuz vermeye çağırıyoruz :

  • Artık “unutmadık” demek yetmiyor.
  • Hain tuzaklarda katledilenlerin özlemini duyduğu bir düzeni kurmak boynumuzun borcudur.
  • Bu nedenle; 24 Ocak yalnızca bir anma günü değil, gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!

Dinmeyen acımız, bitmeyen öfkemiz, özlemimiz ve sevgimizle tüm devrim şehitlerimizi bir kez daha anıyoruz. Işıkları yolumuzu aydınlatmayı sürdürecek.

‘Çekiç Güç’ün yarattığı yıkım unutulmasın!

‘Çekiç Güç’ün yarattığı yıkım unutulmasın!

Daver Darende ile ilgili görsel sonucuDaver Darende
Emekli Diplomat-Yazar
Cumhuriyet, 08.10.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’ye karşı içten davranmayan, bölgede PKK/ YPG’yi kendi silahlı gücü gibi kullanan ABD’nin Suriye’deki stratejik hedefi Türkiye’nin stratejik hedefi ile örtüşmemektedir. Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletçiğinin kurulması ABD’nin asla vazgeçemeyeceği hedeflerden biridir. Bir başka hedef ise Irak’ın kuzeyinde ikinci bir İsrail’in kurulmasıdır.

1990’lı yıllarda Türkiye’yi yöneten devlet adamlarımızın uzak görüşlü (!) politikaları sonucu Amerikan ve İngiliz uçaklarından oluşan “Çekiç Güç”ün topraklarımızda konuşlanması yaklaşmakta olan büyük tehlikenin habercisi gibiydi.
Çekiç Güç”ün TBMM tarafından altı ayda bir uzatılmasının, bu gücün Irak’ın fiili olarak bölünmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri olacağını o yıllarda kimse hesaba katmamıştı. Basın ve televizyonlarda “Çekiç Güç” başarı gibi kamuoyumuza sunuluyor, yararlarından övgüyle söz ediliyordu! Oysa “Çekiç Güç” Kuzey Irak’ta oluşan Kürt Federe Devleti’nin, kurulup gelişmesini sağlayan, vurucu bir güç idi. Bu olumsuz gelişme Kürtler açısından Sevr Antlaşması’nın yıllar sonra uygulanması anlamına geliyordu.

Mumcu’dan uyarı
Uğur Mumcu, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan 23 Aralık 1993 tarihli yazısında “Çekiç Güç”ün sakıncalarını ve yaratacağı yıkımı belirtirken şunları yazmıştı:

  • ‘Çekiç Güç’, ülke savunmasının bir bölümünü taşerona vermek anlamına geliyor. Hem bu anlama geliyor hem Irak’ın içişlerine karışma anlamına geliyor. İşlev bunlarla da bitmiyor. ‘Çekiç Güç’ Kuzey Irak’ta oluşan Kürt Federe Devleti’nin kurulup gelişmesini sağlıyor.

Sevr’in gerçekleşmesi
Bu gelişme, Kürtler açısından, Sevr Antlaşması’nın yetmiş üç yıl sonra sorgulanması anlamına geliyor. Aynı oyun yine sahnede. Önce ‘Çevik Güç’ ardından ‘Çekiç Güç’ ABD, Ortadoğu’yu gün geçtikçe egemenliği altına alıyor” (Cumhuriyet, 23 Aralık 1993) Uğur Mumcu’nun günümüz gelişmelerine ışık tutan, gelmekte olan tehlikeyi önceden gören bu sözleri ne acıdır ki o dönemde önemsenmedi.

‘Asıl işgalci Çekiç Güç’
O yıllarda DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit 22 Mart 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan demecinde “Türkiye sınır ötesi harekâta geçtikçe, ‘Türkiye işgal ediyor’ diyorlar. Oysa ‘Çekiç Güç’ün orada bulunması asıl işgal’ değerlendirmelerini yapıyordu. ABD ve Batı destekli “Kürtçülük Akımı”nın bölgeye yerleştirilmek istendiği daha o zaman belli idi. Yakın geçmişte “Çekiç Güç”ün Cudi Dağları’nda PKK’ye savaş malzemesi sağladığını o günlerde basında izlerken içimin sızladığını anımsarım.

‘Çekiç Güç’ köklü bir çıban gibi! Çıbanın başını keskin bir bıçakla kesebilirsiniz ama kökünü çıkaramazsınız. Çıkarmaya kalkıştığınızda nelerle karşılaşacağınız bilinmez.”

Bu sözler dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından 22 Ocak 1993 günü devletin televizyonunda TV-1’de söylenmişti. Günümüzde Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak “güvenli bölge”nin yeni bir “Çekiç Güç” olup olmayacağına ilişkin tartışmaların sürdüğü bu duyarlı dönemde “stratejik müttefik” olarak tanımlanan (!) ABD’nin terör örgütü YPG/ PKK’ye silah yardımını artırarak sağlaması dikkat çekici olduğu ölçüde düşündürücü değil midir?

Hedefler örtüşmüyor!

Türkiye’ye karşı içten davranmayan, bölgede PKK/ YPG’yi kendi silahlı gücü gibi kullanan ABD’nin Suriye’deki stratejik hedefi Türkiye’nin stratejik hedefi ile örtüşmemektedir

  • Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletçiğinin kurulması ABD’nin asla vazgeçemeyeceği hedeflerden biridir.
  • Bir başka hedef ise Irak’ın kuzeyinde ikinci bir İsrail’in kurulmasıdır.

Tüm bu olumsuz gelişmelerden sonra ABD’nin oyalama taktiğinden ve ikili oyunundan kurtulmanın tek yolu Ankara’nın Suriye ile ivedilikle diyalog kurmasıdır.
==================================

Dostlar,

AKP’nin SURİYE OPERASYONU, TIKANAN ERDOĞAN İÇİN ULUSLARARASI KURGU MU?

2011’den bu yana Suriye’nin parçalanması planında ABD-AB’nin yanında BOP Eşbaşkanı olarak yer alan AKP / RTE, ağır diplomatik hataların bedelini on milyarlarca $ yitikle, şehit ve gazilerle, uluslararası saygınlığımızın yitirilmesiyle ve daha pek çok bedelle Türkiye’ye ödetirken, perde arkasında şaşırtan, ürküten, korkutan gelişmeler yaşanıyor.

  • Erdoğan, Esat ile derhal resmen görüşmeli, el sıkışmalı ve işbirliği yapmalı,
    başka hiç bir yolu yok!
     

BM toplantısı için gittiği ABD’de Trump, RTE ile görüşmedi! “Kasım’da gel… ” dedi.
ABD hala stratejik müttefik mi? Erdoğan bir kez daha nafile tur yapacak mı ABD’ye!?

Irak ve Suriye tezkeresi TBMM’de kabul edildi

Irak ve Suriye’ye sınır ötesi operasyon konusunda Cumhurbaşkanı’na verilen iznin bir yıl uzatılmasına ilişkin tezkere, TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Kabul edilen tezkere ile; Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK), Irak ve Suriye’deki terörist ögelerle mücadelesi kapsamında sınır dışında görevlendirilmesi öngörülüyor. Tezkere AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti’nin oyları ile geçti.
Ne yazık ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluşuna yönelik tehditler ciddi boyutlara ulaştı.
En yaşamsal ulusal çıkarlarımız tehlikede. Tehdit ve tehlike bu denli açık ve somut.

ABD Başkanı Trump, dün akşamki Türkiye’ye yönelik twitter iletileri ile ülkemizi tehdit etti ve küçük düşürdü. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidarı, kabul edilemez ve aldatıcı bir tuzağın ve oyalamanın içine sürüklenmiştir. Erdoğan, Kasım’da ABD’ye gitmemelidir.

  • Başta İncirlik, ABD üslerine sınırlamalar getirilmesi seçeneği artık masaya konmalıdır.

HDP Diyarbakır Milletvekili Hişyar Özsoy ise, “Biz bu tezkereye… gönül rahatlığı ile ‘hayır’ diyeceğiz.” dedi. Türkiye’nin 40 yıldır sınır ötesi operasyon yaptığını belirten Özsoy, “Geldiğimiz noktada Kürt sorunu konusunda en kritik dönemi yaşıyoruz” dedi. Türkiye’nin güvenlik kaygılarının “doğru olmadığını” savunan Özsoy, “Kürtlerin Suriye’de Kuzey Irak’takine benzer bir bölgeye sahip olmaları gerçek bir tehdit olarak görülüyor.” dedi.

“Bu sorunlar tezkerelerle çözülmez.” diyen Özsoy, “Bir an önce Suriye’de istikrarlı, demokratik bir rejimin ortaya çıkması gerekiyor. Suriye’de olan bütün ülkelerin oradan zaman içinde çıkması gerekiyor. Suriye ile ilgili masada herkes var ama orada yaşayan halklar yok.” dedi.

CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç ise;

“Bir ülkenin muhatabı başka bir ülke olmalıdır. Bizim muhatabımız terör örgütleri olamaz.. Bize kimse ama kimse ABD de dahil ne yapacağımızı söyleyemez. Ne yapacağımızı yüzyıllara dayanan devlet kültürümüzle, tarihi birikimimizle biz biliriz.” dedi.

“Birlikte çözüm aradığınız ABD lideri dün bilgisayarı başında, tüm dünya nezdinde Türkiye’ye, size ültimatom verdi… Tehdit bile değil. Trump Türkiye’yi aşağıladı. Ben Cumhuriyet çocuğuyum, bu ülkenin evladıyım. Benim ağrıma gidiyor, sizin ağrınıza gitmiyor mu?” diye sordu. Hükümete kimi uyarılarda bulanacaklarını belirten Özkoç, şunları kaydetti:

  • “Bütün görüşmelerde Suriye’de toprak bütünlüğüne duyulan saygıyı tekrarlamalıyız.
    Harekatın amacını, süresini ve öngörülen sonuçlarını açıklamalıyız.
    Suriye, Şam ile Esad ile aracısız konuşmayı başarmalıyız.
  • PKK, IŞİD ve tüm terör örgütlerine karşı sınır güvenliğimiz önemlidir, korumalıyız. Bölge halkının can ve mal güvenliğini garanti etmeliyiz. Adaletli olacağımızı, Türk askerinin adalet dışında bir zulme asla alet olmayacağını bölge halkına iyi anlatmalıyız. Kimseye ayrımcılık yapmayacağımız sözünü vermeliyiz.
  • İç politikada savaştan çıkar sağlayan tutumu bir kenara bırakmalıyız.
  • Çocukların kanı üzerinden siyasal hatalarınızı asla temizlemeye kalkmamalısınız.
  • Yanlış dış politikanız nedeniyle bugüne dek karşı karşıya kaldığımız bir gerçek var; bizim askerlerimiz maalesef orada. Onların can güvenliği ve yaşamı bizim her şeyimizdir.
  • ‘Hayır’ demememizin, evlatlarımız için olduğunu gayet iyi bilin; vatanımız, onurumuz için olduğunu gayet iyi bilin; bölgenin barışı için olduğunu gayet iyi bilin.
  • Biz, vatanın, milletimizin, ordumuzun, bayrağımızın yanında durmaya devam edeceğiz.
  • Siz de artık gerçekleri görün ve emperyalistlerin eş başkanlığını yapmaktan vazgeçin.”

BAHRİYE ÜÇOK NİÇİN ÖLDÜRÜLDÜ?

Bahriye Üçok’un bir fotoğrafı

BAHRİYE ÜÇOK NİÇİN ÖLDÜRÜLDÜ?

6 Ekim 1990

Suay Karaman
Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri
6 Ekim 2007 Cumartesi “Bahriye Üçok Niçin Öldürüldü?” Paneli Konuşması

1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler, bizlere yurtseverler niçin öldürülüyor sorusunu akla getiriyor. Bunlardan ilk akla gelenleri sıralarsak;
Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 Çarşamba günü evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü.
Çetin Emeç, 7 Mart 1990 Çarşamba günü işine gitmek üzere evinden çıktığı sırada öldürüldü.
Yayınladığı kitap ve yazılarda dini sorgulayan Turan Dursun, 4 Eylül 1990 Salı günü faili meçhul bir suikastla öldürüldü
Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990 Cumartesi günü evine gönderilen bir kargo paketinin patlamasıyla yaşamını yitirdi.
Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü, evinin önünde düzenlenen bir bombalı saldırı sonucu öldürüldü.
Onat Kutlar, 11 Ocak 1995 Çarşamba günü bombalı bir saldırı sonucunda öldürüldü.
Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 Perşembe günü, evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu yaşamını yitirdi..

Bahriye Üçok niçin öldürüldü sorusuna, 9 Ekim 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki Uğur Mumcu’nun yazısıyla yanıt vermek istiyorum:

“ Bahriye Üçok niçin öldürüldü? Bu sorunun yanıtı bellidir. Atatürk ilkelerini savunduğu için! Evet bunun için. Üniversite ve yüksekokullarda kız öğrencilerin başörtü takmalarının İslam dini ile ilgisinin bulunmadığını, türban ve başörtünün birtakım tarikatların bayrağı gibi kullanıldığını kanıtladığı için

Atatürk ilkelerini savunduğu için öldürülen Bahriye Üçok kimdir?

Bahriye Üçok, 1919′da Trabzon’da doğdu. Yüksek öğrenimini Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ortacağ Türk-İslam Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera bölümüne de devam etti ve bitirdi. Samsun ve Ankara’da on bir yıl lise öğretmenliğinden sonra, 1953’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne ilk kadın Öğretim Üyesi olarak girmiştir. 1964’te “İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar” adlı teziyle doçentliğe yükselen Bahriye Üçok, Kur-an’ı Kerim’e bağlı kalarak İslam Dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960′lı yıllardan başlayarak tehditler almaya başladı. 1971′de Cumhuriyet Senatosu’na kontenjan senatörü olarak atandı. Altı yıl süre ile bu görevde çalıştı. 1977’de CHP’ye katıldı. 1983 yılında Halkçı Parti’nin kurucu üyesi oldu ve 1983 seçimlerinde bu partiden Ordu Milletvekili seçildi. 1986′dan sonra SHP üyesi oldu. 1990 Eylül’ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi.

Yaşamı boyu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerine bağlı kalarak Kadın Haklarının Atatürk aydınlanması ışığı içinde savunucusu oldu. 1989 da televizyonda yapılan bir açık oturumda, “İslamda Örtünmenin Zorunlu Olmadığını açıklamasından sonra, gericilerin, şeriatçıların yoğun tehditlerini almaya başladı. Yılmadı, açıklamalara her fırsatta devam etti. Bilindiği gibi 6 Ekim 1990 günü evine gönderilen kitap paketini kapısının önünde açmaya çalışırken içine yerleştirilen bombanın patlamasıyla yaşamını yitirdi.

İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, İslam Devletinde Kadın Hükümdarlar, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler ve Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu adlı yapıtları bulunan Üçok, birçok makale ve araştırma yazısı kaleme aldı. Aly Mazahéri’nin “Ortaçağ‘da Müslümanların Günlük Yaşayışları“ adlı ilginç yapıtını da Türkçe’ye kazandırdı.

7 Ekim 1990 Pazar günü, Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi şöyleydi :

”Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun’dan sonra türbana karşı tavrı ve laikliği savunmasıyla tanınan SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok da suikast sonucu öldürüldü. İstanbul’dan Ankara Çankaya’daki evine özel bir kargo şirketiyle yollanan kitap paketini açan Üçok, içindeki bombanın patlaması sonucu ağır yaralandı. İki kolu ve bir bacağı kopan Üçok, kaldırıldığı hastanede ameliyata alınamadan öldü. Bu alçakça cinayeti “İslami Hareket” üstlendi. Cumhuriyet Gazetesini telefonla arayarak İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu bildiren bir kişi, Üçok’u “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” cezalandırdıklarını söyledi. Aynı kişi “İslama sınır koyanları idam etmeyi borç bildiklerini” belirtti. Aslında bu gerici, irticacı gelişmelerin hiçbiri birdenbire olmadı;

Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllardan başlayarak Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık; 1950 yılında iktidara gelen, yalnızca adı demokrat olan Demokrat Parti tarafından ezan Arapça’ya çevrildi. Sustuk, hep birlikte dinledik…
Sonra Demokrat Parti’nin Genel Başkanı “Odunu koysam seçilir” ve “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” dedi. Sustuk, demokrasi sandık…
Daha sonra hızla Kuran kursları ve imam okulları açıldı. Sustuk, eğitim özgürlüğü sandık. 1980’li yıllarda devletin imamlarına Rabıta-ül Alem örgütü maaş verdi. Sustuk, “devleti yönetmeye çalışan paşaların yaptığı doğrudur nitekim” dedik…
Din dersleri anayasal zorunluk oldu. Cami sayısı okulları geçti, tesettür arttı. Sustuk, bütün bunları inanç özgürlüğü sandık…
Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın annesi ölünce, Bakanlar Kurulu kararıyla cenazeyi Fatih Camisi’nde Nakşibendi şeyhinin yanına gömdüler. Sustuk, ölüye saygı sandık…
1991’de DYP – SHP koalisyon hükümetinin, DYP’li bir devlet bakanı “Biz devletin emrinde din değil, dinin emrinde devlet istiyoruz” demişti. Sustuk, vicdan özgürlüğü sandık…
Gazetecileri, bilim insanlarını vurdular. Şairleri, yazarları, dansçıları yaktılar. Sustuk, tepkisiz kaldık, şaşırdık…10 Nisan 1994 Pazar günü Ankara ve İstanbul ‘da şeriat düzeninin gelmesi için gövde gösterisi yapıldı. Sustuk, düşünce özgürlüğü sandık…
Laikliği elden bırakmayan başbakan Tansu Çiller, tarikat liderleriyle görüşmeye başladı. Başbakan Necmettin Erbakan, tarikat liderlerine iftar yemeği verdi. Sustuk, ülke yönetiminin gereği sandık…
Biz hep sustuk.. Biz sustukça Recep Tayyip Erdoğan, konuştu. İşte örnekleri;  Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok (12.5.1994 Hürriyet).
Bütün okullar İmam Hatip yapılacak (17.9.1994 Cumhuriyet). 10 Kasım’da yaygara kopartıldı (14.11.1994 Hürriyet). Elhamdülillah şeriatçıyız (21.11.1994 Milliyet). Ben İstanbul’un imamıyım (8.1.1995 Hürriyet). İmamlar da nikah kıysın (9.5.1995 Milliyet). Ben Meclis’in dua ile açılmasından yanayım (8.1.1996 Milliyet). Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır (5.2.1996 Akit). İçki yasaklansın (1.5.1996 Hürriyet). Ben tekkeye değil, dergaha gittim (22.1.1997 Gözcü).

Susmayan, hep konuşan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1996′da yaptığı bir konuşma, 21 Ağustos 2001 tarihindeki tüm gazetelerde yayımlandı. Bakalım neler konuşmuş:
”Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey?.. Çıkıyor İçişleri Bakanı, ‘Devlet dine karışır’ diyor. Eeee.. gerisini niye söylemiyorsun?.. Din devlete karışır demiyorsun!..”
”Hem laik ve Müslüman olunmaz.. Ya Müslüman olacaksın ya laik ”
”Ben Müslümanım, diyenin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim, demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan!.. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
”Yahu bu milletin bütünlüğü ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliği ile tutacağız.”
”Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip!.. Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.”

”Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor… Ayağa kalkacağız.. Işıkları göründü, Allah’ın izniyle kıyam başlayacak!..”
”Doğumevlerinde yalnız kadın doktorlar çalışacak!.. Öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var; şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek…”
Ülkemizde dört yüzün üzerinde radyo ve televizyon kanalında şeriat çığlıkları atılmaktadır. Yerel ve ulusal yirminin üzerindeki gazete Hizbullah çizgisinde yayın yapmaktadır. Üniversiteli gençlere ücretsiz dağıtılan iki yüzün üzerinde şeriatçı dergi bulunmaktadır. İki binin üzerindeki ‘Işık Evi’ denen medreselerde, onbinlerce üniversite öğrencisine şeriat eğitimi verilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın denetiminde olan binlerce camide, El Kaideciler ve Hizbullahçılar cirit atmaktadır. 2005 yılında dört binin üzerinde açılan kuran kursunda, yüz elli binin üstünde çocuk eğitim almıştır. Çocukların beyninin yıkandığı kaçak kursların sayısı ise kırk binin üzerindedir. Tarikat, cemaat okulları ve Kuran kurslarıyla, Öğrenim Birliği yasası çiğnenmektedir.
Devlet kurumları ve bakanlıklar Fettullahçıların, şeriatçıların ellerine geçmiştir. ‘Aptes suyu’ nun insan sağlığına yararları tartışılmaktadır. Evrim teorisi yok sayılmaktadır. Ülkenin her yerinde sarıklı, takkeli, cüppeli ve kara çarşaflı kişilerin sayısının artmaktadır. İstanbul Fatih’te İsmailağa Camisi’ndeki yobaz görüntüler ve yaşanan linç olayı adım adım dinci bir örgütlenmeyi göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okul kitaplarında açıkça şeriat propagandası yapılmakta, tarikatlara övgüler yağdırılmaktadır. Türban konusundaki bir dava nedeniyle karar veren Danıştay 2. Daire yargıçlarına yapılan silahlı saldırı, Menemen olayının bir tekrarıdır.
AKP kongrelerinde kadınların ayrı, erkeklerin ayrı, haremlik-selamlık oturması, ilkokul çocuklarına türban takılması, AKP’li Tuzla Belediyesi’nin, ‘9 yaşında kızlarla evlenebilirsiniz’ diyen bir sürü saçma fikirlerden oluşan kitaplar dağıtması, AKP’li belediyenin, ‘başı açık dolaşmak günahtır’ diye broşür dağıtması, şeriatın karanlığını gözler önüne seren olaylardan sadece bir kaçıdır. Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç, laikliğin ve kamusal alanın tartışılmasını istemiştir. Çorlu’daki 23 Nisan kutlamalarında çocuklara kara çarşaf giydirilmiştir. Çocuk Meclisi’nde, 21 yaşındaki çocuğa, imam hatip lisesinin propagandası yaptırılmıştır. Ülkenin birçok yerinde dağıtılan ilanlarda da, 23 Nisan’da “neyin bayramı”nın kutlandığı sorgulanmıştır.
Devlet Bakanı ve baş müzakereci Ali Babacan’ın talimatıyla, AB’ye sunulan müzakere pozisyon belgesindeki “Türkiye’nin eğitim sistemi laiktir” ifadesi metinden çıkarılmıştır.
Recep Tayip Erdoğan konuşur da, Abdullah Gül susar mı? Abdullah Gül, 10 Aralık 1995 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajında, özellikle değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek “Türkiye’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olduğuna ilişkin anayasanın ikinci maddesiyle değiştirilmesini yasaklayan maddelerin kaldırılması gerektiğini savunmuştur. Bu röportajında, “Biz İslamı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz.” , “Başörtüsü örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de açık-gizli bir İslam düşmanlığı olduğuna inanıyoruz.” , “Türkiye’de geçerli kanunlar arasında, İslama aykırı olan da var, olmayan da… Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Halka bu imkânı vereceğim.” gibi değerlendirmelerde bulunmuştur.
İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanan röportajında, “Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi” demiştir. 23 Kasım 2002 tarihinde Almanya’nın “Die Welt” gazetesine; “Türkiye’nin hedefi çok açıktır: AB üyesi olmak… Bunun ülkemizde demokrasinin ve ekonominin güçlenmesini sağlayacağını ummaktayız. Buna karşılık biz de AB’ye tam üye olarak kabul edilecek Türk Devletinin saydam, demokratik bir İslam Devletinı taahhüt ediyoruz.” demiştir. Artık Cumhuriyet tarihimizin en kritik dönemecine girdik. Çeşitli nedenlerle Cumhuriyetin temel ilkelerine, laik devlet ve toplum düzenine, anayasaya karşı olduğunu açıkça beyan eden bir siyasi kadronun, çoğunluğa sahip olduğu için her istediğini yapabilme yetkisiyle karşı karşıya kaldık. Bahriye Üçok ve diğer aydınlarımız, günümüzde ciddi bir sorun olan laiklik karşıtlığına savaş açtılar, toplumumuzun ve cumhuriyet devrimlerimizin temel taşlarından biri olan laiklik ilkesini savundukları için, gericiliğe karşı direndikleri için yok edildiler..
Üçok’un bedenini ortadan kaldıran “İslami Hareket”, bugün “Ilımlı İslam” kimliğine sokularak emperyalist güçlerle işbirliği halinde onun savunduğu Tam Bağımsız ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak için çalışmaktadır. Yeni bir anayasa ortaya çıkarma adına iktidarın, laikliğe yeni tanımlar getirme çabaları ibret vericidir. Bu bağlamda sadece türbana karşı olanlarsa, ardındaki emperyalizmi görmek istememektedirler.
Bahriye Üçok, 3 Ekim 1990 tarihinde SHP Genel Başkanlığı’na sunduğu raporda irticayı, “gücünü kutsal inançlardan alan şeriatçı mihrakların eylemleri olarak” tanımlamıştır ve çözüm için şu görüşlere yer vermiştir; “Dış mihrakların Türkiye’yi içine düşürmek istedikleri uçurumu hepimiz biliyoruz. Bunu tabanın da bilmesi gereğine inanıyorum. Bugün yapılacak iş, her şeyden önce gerçekleri tabanın bilincine indirmek, bu konuda deyim yerindeyse bir seferberlik yapmaktır. Bu da bize düşer. Bunu iktidardan bekleyemeyiz.”

Artık susma zamanı bitmiştir. Çünkü bundan sonra sırada tüm çalışanlara Cuma namazı izni verilmesi gündeme gelecek. Sonra herkesin ‘inancı doğrultusunda’ giyinmesi gündeme gelecek… Daha sonra Cuma gününün resmi tatil ilan edilmesi gündeme gelecek… Ve en sonunda alıştıra alıştıra İslam devletine doğru gidiş gündeme gelecektir… Evet artık susma zamanı bitmiştir, güçlerimizi birleştirerek, örgütlenme zamanını gelmiştir. Kemalist ilke ve devrimlerle birlikte, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkma zamanı gelmiştir. Ancak böyle yaparak Bahriye Üçok ve diğer devrim şehidi dostlarımıza layık olduğumuzu gösterebiliriz. Örgütlenerek yılgınlıktan, vurdum duymazlıktan sıyrılmanın zamanı gelmiştir.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ederim.

Devlet ve bayrak

Devlet ve bayrak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 04.03.2019
AKP’li Bursa Belediye Başkanı Alinur Aktaş geçen hafta, “Arkadaş hangi caddeye, hangi kültür merkezine bir tane Allah dostu, bir tane padişahın ismini verdin? Nerede bu devlete ve bayrağa savaş açmış, Türkan Saylan, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Nâzım Hikmet gibi, nerede dinle diyanetle problemi olan insan varsa, onların ismini verdin” biçiminde skandal bir açıklama yaptı. AKP’nin yeniden Bursa Belediyesi başkan adayı yaptığı bu şahıs, Nâzım Hikmet’i, Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok’u ve Türkan Saylan’ı devlete ve bayrağa savaş açan insanlar olarak tanımladı!
Bu açıklama aslında, AKP’nin kendi çarpık, dogmatik ve despotik zihniyetinin sonuçlarından birisidir. 1789 Fransız devriminden önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin geçerli olduğu dönemde, Fransa kralı, “ben devletim” ifadesiyle, kendi şahsı ile devleti özdeşleştirmişti. Aynı yaklaşımı Rusya’da Çar, Osmanlı’da Padişah göstermekteydi.
Neo-Osmanlıcı AKP de, devleti ve bayrağı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleştirdiği için, devleti ve bayrağı Erdoğan’a indirgediği için, AKP’nin ve Erdoğan’ın yanında olmayan, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı zihniyetini paylaşmayan herkesi, devlet ve bayrak düşmanı olarak ilan etme noktasına gelmiştir.
Bu talancı ve fetihçi zihniyet, devleti babasının çiftliği sanmakta, devleti kendi kişisel tapulu malı gibi görmektedir. Cehalete, dogmatizme ve despotizme devleti yönetme yetkisi verildiğinde olacak olan da budur.
* Devleti yönetmek niteliğinden yoksun kişilerin becerebildiği tek şey, devleti işgal edip talan etmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e ve başta laiklik olmak üzere, cumhuriyetin kuruluş ilkelerine meydan okuyanlar, vatandaşlara devlet ve bayrak dersi vermeye kalkıyorlar, bunu yaparken de vicdansızlığı, yalanı ve iftirayı bir bayrak haline getirmekten çekinmiyorlar!
Alinur Aktaş’ın hedef haline getirdiği Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan gibi kişiler, Türkiye’nin onuru, namusu ve şerefi olan insanlardır. Onlar yaşamları boyunca halk için, adalet için, özgürlük için, bağımsızlık için, vatan için mücadele vermiş olan kişilerdir.
Alinur Aktaş’ın hayranlık duyduğu insanlar cehalete ve emperyalizme hizmet ederlerken, Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan, devletin ve bayrağın bağımsızlığı için, bu devlet ve bayrak altında birleşmiş olan halkın aydınlanması ve kalkınması için mücadele veriyorlardı.
Üstelik bu insanlar, mücadelelerinden dolayı büyük bedeller ödediler. Nâzım Hikmet yıllarca hapis yattıktan sonra sürgünde yaşadı, vatandaşlıktan atıldı ve bir daha ülkesine dönemedi. Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok suikasta uğrayıp öldürüldüler. Türkan Saylan gözaltına alındı, hakkında soruşturma başlatıldı. Öğretim üyesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında soruşturma başlatan, kendisi kanserle mücadele ederken evini basıp onu gözaltına alanlar kimlerdi?
AKP destekli İslamcı Fethullah Gülen çetesinin üyeleri, FETÖ’nün savcıları, yargıçları ve polisleri!
Öğretim üyesi ve SHP Parti Meclisi üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u ve gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu öldürenler kimlerdi? İslamcı terör örgütleri ve onların devlet içindeki uzantıları!
Nâzım Hikmet’i hapise attıran kimlerdi? Tek parti döneminde CHP’nin içindeki bazı köşeleri kapmış olan sosyalizm düşmanları!
Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkartan kimdi? Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes!
Kimler bu devlete ve bayrağa savaş açmış, kimler bu devlet ve bayrak için savaşmış, bunu ancak kişilerin eylemleri, olgular ve tarih belirler!