Etiket arşivi: Uğur Mumcu

UĞUR MUMCU’YU UNUTMAMAK : 26. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

UĞUR MUMCU’YU UNUTMAMAK :
26. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Güzide Filiz Tuzcu  

Bir siyaset bilimci ve tarihçi olarak uzun yıllardır yapmış olduğum araştırma ve çalışmalarım ve de bir insan olarak gözlemleme fırsatı bulduğum farklı ülke yönetimleri ve insanları bana şunu göstermiştir; hangi milletten ve hangi meslekten olurlarsa olsunlar insanlar ikiye ayrılmaktadır; en sade ifadeyle dünyada ve ülkemizde “iyiler ve kötüler” vardır. Bunun ortası yoktur. Bir başka deyişle akla – karanın, iyiyle – kötünün ortası “gri bir insan” yoktur. Bu bağlamda bir insan, ya iyidir, ya da kötüdür. Bir insan ya özüyle insandır, yani Kuran’ın ifadesiyleaklını çalıştırır – düşünür – sorgular, araştırır – bir kişinin veya bir olayın gerçeğine ulaşmak ister; dürüsttür – sözüne güvenilirdir – adaletlidir; merhametlidir – paylaşımcıdır – hiçbir canlıya haksızlık yapmak  istemez; güçlünün  ve  zenginin değil, doğrunun ve haklının yanında yer alır  ve hayatı boyunca  hiç kimseye  boyun  eğmez –  biat etmez” omurgalı ve cesur bir insandır  ya da böyle biri değildir. Yani söz konusu bu gerçek, 2 + 2 =  4 gibi açık bir mutlak  gerçektir.

Böylesi “güzel bir ahlâka sahip olmayanlar” ise tek kelimeyle kötüdürler; yani bunlar  “sadece şeklen insana benzeyen, ancak  insancıl  değerlerle  sahip olmayan” kişilerdir! Bu tipte olanlar rahatlıkla yalan söylerler, iftira atarlar, olayları ve sözleri işlerine geldiği gibi çarpıtırlar, sözlerinde durmazlar, kalleştirler ve böyle davranmaktan ne vicdan azabı, ne de utanç duyarlar! Ayrıca doğal olarak bunlar hak ve hukuk gözetmezler, yani son derece menfaatçi ve bencildirler; bunlar için “dinmiş, vicdanmış, milletmiş, vatanmış – vatan toprağıymış, bayrakmış – bilimmiş, özgürlükmüş – bağımsızlıkmış, onur ve haysiyetmiş” hiçbir şey ifade etmeyen sözcüklerdir! Eskiler böylelerine “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz…” demişlerdir. Bu tür biçimsel insan olanlar her devrin insanıdır, kim güçlüyse, kim zenginse ve kim iktidarda ise ona yaranmaya çalışırlar, el ve etek öperler, hatta çıkar sağladıkları insana adeta taparlar! İşte tipik “Osmanlı anlayışı ve tutumu”  budur. Öte yandan binlerce yıllık Kadim Türk Ulus Kültür ve Geleneğinde bu tipte “şeklen insanlar” yoktur.

Ülkemizde böyle yalnızca şeklen insana benzeyenlerin sayısı, maalesef fazlasıyla çoğalmıştır! Her kesim ve meslekte, insanın midesini bulandıran bu tür kişileri görmek olanaklıdır; sözde aydınlar, entel-danteller, gazeteciler, televizyoncular, siyasiler, akademisyenler, öğrenciler vs… Bunların 1938’den bu yana git gide çoğalmaları ise asla rastlantısal değildir; 1938 sonrası planlı ve programlı olarak “milli kimlik bilincinden yoksun – tarihini bilmeyen – cahil – kültürsüz;  düşünmeyen – sorgulamayan, taklitçi – ezberci  ve kolaycı, batı – ya da Osmanlı hayranı” insan tipi yetiştirilmek istenilmiştir  ve öyle de yapılmıştır. Batılı ülkelerde söz konusu bu “yalnızca şeklen insan olanların” hiç saygınlık yoktur; hatta onlar, gelişmiş Batılı toplumda aşağılanır ve dışlanırlar.  Ancak ne tuhaf ve acıdır ki; her açıdan geri kalmış, hatta gelişmesi kasten engellenmiş, “hukukun ve adaletin değil, kişilerin üstün olduğu – kast sınıfı oluşturulan toplumlarda” söz konusu bu zararlılar, asalaklar – yanar/dönerler – biat eğilimliler, yani biçimsel insan görünümlü türler, “akıllı – kurnaz, işini iyi bilen – gemisini yürüten, siyasi ve makbul insanlar” sayılmaktadır !!!!!!??

Bazılarının “bir insanın iyi tarafları da olabilir, kötü tarafları da olabilir, ak ve kara, yani kötü ve iyi diye kesin çizgiyle insanları ayırmak doğru değildir…” dediklerini duyar gibiyim! Ben bu görüşe kesinlikle katılmıyorum ve bu görüşü gerçekçi de bulmuyorum! Her insanın farklı düşünceleri, huyları, beğenileri, seçimleri, yetenekleri, kusurları vs… olabilir, bu çok doğaldır; ancak o insan, özüyle insan olabilmiş ise,  o halde bir sorun yoktur ve o insan iyi bir insandır. İyi insan olabilmenin ölçüsü akıl ve vicdan sahibi olmaktır; yani akıl + vicdan terazisini işletebilmektir. Bunu yapabilen bir insan, körü körüne hiç kimseye inanmaz – biat etmez – kulağından tutulup yönlendirilemez, para ile – mevki ile satın alınamaz. İşte olay budur. Bir başka deyişle bu ÖZÜYLE İNSAN olan – hangi meslek sahibi olursa olsun –  insanlık onurunu koruyarak, hiç kimseye boyun eğmeden, hiçbir canlıya haksızlık yapmadan  –  tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyarak, hatta yaşamlarına katkı sağlayarak, alın teriyle çalışarak, huzurlu bir vicdanla yaşayabilir… Böyle olmayan birine ise nasıl “iyi insan” denilebilir ki!  Hatta nasıl “İNSAN” denilebilir ki?

Bu bağlamda toplumu doğru bilgilendirmekle – aydınlatmakla ve yönlendirmekle görevli – başta üniversiteler ve akademisyenler olmak üzere – tüm aydınlara son derece önemli görevler düşmektedir… Peki Türkiye’de, genel olarak aydınlar bu görevlerini yerine getirmişler midir?  Maalesef ki hayır. Üniversitelerde görevli olan, bunun için araştırmalar yapan, unvan ve maaş alan birtakım üniversite hocalarının, salt iktidarlara yaranabilmek ve kürsülerini koruyabilmek adına, bilimin – yani salt gerçeklerin gün ışığına çıkmasını engellemelerine, toplumu kör karanlıklarda bırakmalarına ne demeli? Lütfen herkes elini vicdanına koysun ve düşünsün, bu zulmü yapanlara – yani bilim yuvalarında, bilime geçit vermeyenlere – “iyi insanlar” denebilir mi?

Kendi ülkesine ve gençliğine hiç bir faydası olmayan, burnu Kaf dağında – kendisini halkından üstün gören, böylece aldıkları maaşları asla hak etmeyen, “gerçekleri saklamayı, toplumu yanıltıp, kandırmayı, yalan söylemeyi, anlamsız laf üreterek akılları karıştırmayı” marifet sayan sözde aydınları,  “iyi insanlar” olarak nitelendirmek mümkün müdür? Elbette olanaklı değildir: Çünkü insan “karakteriyle” bir bütündür; her insanda tek bir beyin ve tek bir kalp vardır, özünde – mayasında iyilikleri ve güzellikleri barındıran vicdanlı bir kalp, “kötülüğü – haksızlığı – yalanı – zulmü” asla içinde barındıramaz, hatta yalanın, haksızlığın ve zulmün karşısında asla sessiz kalamaz.  İyilik ve kötülük, aynı su ve ateş gibidir, yan yana bulunmaları, var olabilmeleri olanaklı değildir; biri varsa öbürü yoktur.  Onun için bir insan ya iyidir ya da kötüdür. Onun içindir ki eğitim sisteminde, tüm mesleksel eğitimlerden ve bilgi aktarımlarından önce, her çocuğa  “manevi – milli kültürel değerler öğretilmeli ve her çocuğun topluma yararlı, iyi insan olarak yetiştirilmesi” temel alınmalıdır. Tıpkı Büyük Atatürk’ün öngördüğü ve temel almış olduğu gibi…

Bir çocuğun, 2-3 yaşından başlayarak kişilik yapısını etkileyen – biçimlendiren 2 temel öge vardır; ilki elbette onun doğasıdır – yaratılışıdır (genleridir – soyudur[1]), bunun etkisi kestirimle % 35 – 40’tır. İkincisi de sırasıyla anne – babası, yakın çevresi, öğretmenleri, yetiştirilme ve eğitilme biçimidir, bunun etkisi de kestirimle % 60 – 65’tir. O halde bir çocuğun “iyi bir insan” olabilmesi için, bebeklik çağlarından başlayarak, ilk önce aile içinde anababası, sonra yakın çevresince (büyük anneler ve dedeler, akrabalar, okul – öğretmen, dernek – spor kulübü, cami vs…) tarafından “İYİ BİR İNSAN OLMAK ÜZERE YETİŞTİRİLMESİ” gerekmektedir. Çocuğun çevresinde, örnek alacağı, onu doğru yönlendirecek iyi insanlar olmalıdır. Çocuk yetiştirilmesi konusunda uzman psikologlar – sosyologlar, “çocuk, nasihat dinlemez, ancak büyüklerin sözlerini, tavır ve davranışlarını kendisine örnek alır ve kopya eder…” derler.  Bunun için annelerin ve babaların, hatta özellikle annelerin, yani “çocukların ilk öğretmenleri olacak olan annelerin” çok iyi yetiştirilmeleri ve çocuklarına iyi örnek olmaları koşuldur. Örneğin bir çocuğun aklı ermeye başladığı andan sonra ona, “doğru olmanın – her zaman doğru konuşmanın erdemini öğreten, yalana asla hoşgörü göstermeyen, kendisi de her zaman doğru konuşarak ve verdiği sözü yerine getirerek çocuğuna güzel örnek olan dürüst bir annenin yetiştirdiği çocuk da doğallıkla dürüst olacaktır. Aynı anne kitaplara – okumaya – öğrenmeye ve öğretmeye meraklı, teşvik edici olduğu zaman, çocuğu da, okumaya meraklı olacak ve kitapları sevecektir. Keza hayvan ve doğa sevgisi, merhametli ve yardımsever olmak gibi insancıl değerler de anne tarafından aşılanacak olan son derece önemli değerlerdir.

Büyük Atatürk, bunun için kız çocuklarının eğitimine çok önem vermiştir ve her vesileyle bu konuya dikkat çekerek, geleceğin anneleri olacak kız çocuklarının çok iyi yetiştirilmelerini – hayata dair yararlı bilgilerle ve insancıl değerlerle donatılmalarını, meslek sahibi olmalarını ve böylece kendi ayakları üzerinde durabilen, özgüvenli, çalışkan ve güçlü bireyler olmalarını istemiştir; istemiştir ki kız çocukları “kişilikli, güzel ahlâklı, duyarlı, bilgili, ulusal kimliğine ve atalarına saygılı, milletine ve doğaya yararlı vatansever gençler” yetiştirebilsinler.  Aynı tüm gelişmiş – medeni Batılı ülkelerde olduğu gibi… Çünkü gelişmiş – medeni ve özgür ülkelerde yaşayan insanlar, çocuklarını sözünü etmiş olduğumuz insancıl değerlerle ve yararlı bilimlerle yetiştirirler;  bunun için vatandaşlar, vatanlarını – doğayı – hayvanları sever ve korurlar; bu medeni ülkelerde insana, düşüncelerine ve emeğine saygı duyulur – değer verilir:   Uğur Mumcu ve O’nun gibi gerçekleri araştıran, yüreklilikle dile getiren, yazan ve milletini aydınlatan değerli aydınlar,  uygar ülkelerde büyük saygı görür ve ödüllendirilir ama asla öldürülmezler!

O halde bir ülkede en büyük yatırım, “İNSANA ve ÖZGÜR BİLİME” yapılan yatırımdır diyoruz; Batılılar bu gerçeği henüz ortaçağlarda “Rönesans ve Reform” atılımlarıyla keşif etmeye başlamış, böylece “insana, özgür düşüncesine, eğitimine – gelişimine ve bilime” gittikçe artan önem vermiştir. Onların her açıdan ilerlemelerinin temelinde işte bu mutlak gerçek yatmaktadır. Genel olarak Türkiye’deki aydınlar, bu konulara maalesef pek değinmek istemezler, çünkü onların, ekmeğini yedikleri Ulusu aydınlatmak ve bilinçlendirmek gibi bir niyetleri ne yazık ki yoktur!  Oysa bir ülkede çocuklar “doğru sözlü, akıllı,  ahlâklı, özgür düşünceli, bilgili ve bilinçli yetiştirilirlerse”, bu olumlu gelişme o ülkedeki yaşamın istisnasız her alanına yansıyacaktır. Şöyle ki; aile ilişkilerine – sosyal yaşama – eğitim sistemine – üretime – dinsel inanca – çocukların ve doğanın korunmasına – okullara – trafikte saygıya – hatta yerinde siyasal seçimler yapılmasına dek son derece olumlu katkıları olacağı kesindir.  Ancak 1938 sonrası Türkiye’sinde birileri böylesine bilgili ve bilinçli Türk gençleri yetişsin istemiyor!

Aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi, bir kez daha Türk Çocukları ve Gençleri “Köklü Milli Kimliğinden, Kahraman Atalarını Tanımaktan ve Binlerce Yıllık Göz Kamaştıran Tarihinden” yoksun bırakılmıştır! Oysaki Büyük Atatürk onların öyle yetiştirilmesini istemiştir ki, her biri, köklü milli kimliğinin ve tarihinin bilincinde olsun, kahraman atalarını iyi tanısın – onları örnek alsın ve onlardan manevi güç alsın, geçmişte Türk Milletine kurulan tuzak ve tehlikelerden haberdar olsun, sürekli uyanık ve dikkatli olsun ve böylece vatanının tam bağımsızlığını ve cumhuriyetini titizlikle koruyabilsin. Ayrıca O, Türk Gençlerinin vatansever olmalarını “Ben vatanıma nasıl faydalı olabilirim, Vatanıma ve Milletime nasıl hizmet edebilirim, onları nasıl koruyabilirim – nasıl kalkındırabilirim  anlayış ve çabasıyla, azimle ve zevkle çalışsınlar istemiştir.  İşte Büyük Atatürk, böylesi “iyi vatandaşların – iyi görevlilerin – iyi devlet adamlarının – iyi askerlerin” yetiştirilmesini hedeflemiştir: O’nun en temel hedefi, Aziz Türk Milletini en ileri uygarlık düzeyine taşıyacak olan uygulamaları bir bir yaşama geçirmek ve Türkiye Cumhuriyetini  dünyanın en  uygar,  en güçlü  ve en saygın devletleri arasında görmekti. Ancak O’nun bu değerli plan ve hedefleri, 1938 sonrası önemsenmemiş, hatta tümüyle terk edilmiştir! Hem de T.C. Devletinin iktidarına talip olan, Türk Milletinin temsil edildiği TBMM’nde “Atatürk ilkelerine, milli hedeflerine ve devrimlerine ve de Türk Milletine sadık kalacaklarınailişkin Türk Milletine söz verip – yeminler edenler  tarafından terk edilmiştir!    

Büyük Atatürk’ün olağanüstü çabası, dehası, ilmi ve cesareti sayesinde Türk Milleti, dünyada bilinen en saygın – en insancıl siyasal rejim olan “Cumhuriyete – Milletin Kutsal İradesinin Temsil Edildiği Parlâmenter Sisteme kolayca ve zahmetsiz kavuşmuştur. Ancak Türk Milleti, halkın iradesine,  Sosyal Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğüne dayanan, eşitlikçi, adil ve çağdaş Cumhuriyet Rejiminin kıymetini maalesef ki bilememiş, onu lâyığıyla koruyamamış, Cumhuriyet kurumlarının sağlam bir biçimde yerli yerine oturmasını ve güçlenmesini sağlayamamıştır! 1938 sonrası ne yazık ki bir kez daha gevşekliğe kapılan Türk Ulusu, henüz yakın geçmişte yaşadığı “korkunç acıları, aşağılanmaları, baskıları, işgalleri, tecavüzleri, katliamları, yıkımları ve bin bir güçlükle – yokluklar içinde yaşadığı ölüm kalım savaşını – Büyük Kurtuluş Savaşımızı” çok çabucak unutuvermiş; hatta “tehlikeler ve tehditler artık tümüyle geçti ve eskide kaldı” sanma aymazlığına düşmüştür!

Oysaki ülke içindeki ve dışındaki Türk düşmanları yok olmamışlardır, onlar ezeli düşmanlıklarından ve hedeflerinden de asla vazgeçmemişlerdir; yalnızca Büyük Atatürk tarafından bir süre (1922 – 1938) ürkütülüp, sindirilip, durdurulmuşlardır. Nitekim yerli ve yabancı Türk düşmanları, 1938 sonrası farklı plan ve stratejilerle hemen harekete geçmekte hiç gecikmemişler, ancak dışarıdan saldırılarla, açık savaş ve işgallerle kaleyi fethedemeyeceklerini anlamış olduklarından, bu kez farklı taktikler uygulayarak, örneğin “ajanlar sağlayarak, diplomatik ilişkiler geliştirerek, ülke içinde sadık işbirlikçiler bularak ve kendi çıkarları yönünde antlaşmaları iktidarlara imzalatarak vs…”  kaleyi içten fethetmeyi hedeflemiş ve başarmışlardır. 

Genel olarak Türk Milleti ise, tüm bunlardan habersiz kalmış –  aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi  “kendini  yöneten  –  tüm yazgısını ve geleceğini belirleyen yöneticilerin geçmişlerini – sözlerini – uygulamalarını araştırma ve sorgulama zahmetine girmeden”, gözü kapalı onlara inanmayı tercih etmiştir! Ne yazık ki genel olarak Türk Milleti “futbol takımı tutar gibi siyasal partiler tutmuştur ve film yıldızı tutar gibi parti liderlerine, onların sahip olmadıkları özellikler yükleyerek onlara hayranlık duymuş ve peşinden gitmiştir…” Böylece Türk  Ulusu bir  kez  daha fena aldanmış ve zarardan – zararlara uğramıştır… Binlerce yıllık köklü geçmişi olan, antik ataları – akrabaları muhteşem medeniyetler ortaya koyan, tarihinin hiçbir döneminde başka bir milletin emri altına girmeyen Özgür Ruhlu Aziz Türk Milleti ve onun Aziz Vatanı “Türkiye” 21. yüzyılda, “geçmişinin büyük bir bölümü sömürge yönetimi altında geçmiş, henüz yakın zamanda bağımsızlığını kazanabilmiş, örneğin Çin, Hindistan ve kimi Afrika ülkelerinden” bile maalesef gerilerde kalmıştır!

Tarihten günümüze Türk Atalarımız, kurdukları pek çok Türk Krallığının – Devletinin – İmparatorluğunun yönetimine yabancıları getirmekte sakınca görmemiş ve sonunda devlet yönetimini ellerinden kaçırıp, dışlanmışlar ve kurdukları devletlerin hepsi de batmış – gitmiştir. Aynı durum Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinde de aynen böyle olmuştur. Pek çok özelliğinin yanı sıra, mükemmel de bir tarihçi olan Büyük Atatürk, söz konusu bu tarihi gerçekleri çok iyi bildiğinden, şu vasiyette bulunmuştur: “Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek – başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk – Söylev, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s. 811.) Türk Milleti olarak bizler, Atamızın bu yaşamsal uyarısını – öğüdünü – vasiyetini  dikkate alıp, uyguladık mı?

Demek ki yıllardır “Biz Atatürk’ün askerleriyiz, Onun izindeyiz; Türkiye lâiktir, lâik kalacak vs…” gibi sloganlar atmak yeterli olmamaktadır! Sözle peynir gemisi yürümüyor… Bu bağlamda Türk Ulusunun gözünü açmaya, uyandırmaya ve onu aydınlatmaya çalışan vatansever İYİ İNSANLAR elbette var olmuştur; hem Osmanlı devrinde olmuştur, hem de 1938 – 2018 döneminde olmuştur, ancak onlar da ne yazık ki geniş halk desteğinden yoksun kaldıklarından, azınlık durumuna düşmüş, sesini duyuramamış ve çeşitli cezalara çarptırılarak, sürgün edilerek, zindanlara atılarak, korkunç işkencelere ve suikastlara maruz kalarak, ne yazık ki susturulmuşlardır!

O halde bizler gerçekten samimi Atatürkçüler isek ve gerçekten Onun izinden gitmeye kararlıysak, her şeyden önce Büyük Atatürk’ü çok iyi tanımamız, O’nun düşüncelerini, ilkelerini ve hedeflerini çok iyi bilmemiz ve sahip çıkmamız gerekir. O’nun bizlere rehber olsun diye yazmış olduğu NUTUK’u çok dikkatlice, yavaş – yavaş, hatta yineleye yineleye okumalıyız, iyice belleğimize yerleştirmeliyiz.. Büyük Atatürk’ümüzün son derece yerinde – zaman üstü – yanılmaz öngörülerine ve ilkelerine sahip çıkabilmek, “Türk Ulusunu bilgilendirmekle, Ulus olarak aramızda güçlü bir birlik – beraberlik  ve destek bağları kurmakla ancak olanaklı olur.  

İçten bir Atatürkçü olan Sayın Uğur Mumcu da Büyük Atatürk’ü çok iyi tanımış ve O’nun yolunda sözle değil  “eylemle – yüreklilikle yürüyerek”, Ulusunu aydınlatmak için savaşmış, yürekli bir kahramandır.  Ne mutlu O’na! İyi bir insan olarak yaşamış ve iyi bir insan olarak dünyadan ayrılmış, gönüller fethederek, ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Sayın Uğur Mumcu’nun anlamlı yaşam öyküsünde görüldüğü üzere savaş salt kılıçla – topla – tüfekle yapılmaz, Uğur Mumcu savaşını “beyniyle, vicdanıyla – yüreğiyle sesiyle, kalemiyle” yapmıştır; onun salt gerçekleri yazan kılıçtan keskin – kutlu kalemi, Türk düşmanları için son derece ürkütücü olmuştur… Onun içindir O’nu sinsice – kalleşçe katlettiler.

Sayın Uğur Mumcu, Türk düşmanlarıyla kahramanca savaşmış – onların maskelerini alaşağı indirip – deşifre etmiş, kahraman bir Türk Askeri ve Şehidimizdir.  O halde Türk Ulusu olarak bizim, Uğur Mumcu’ya ve O’nun gibi içten Atatürkçü – özverili vatan evlatlarına vefa ve minnet borcumuz vardır… Onların, her birimizin üzerinde “kul hakları” vardır: Bu borcu ancak ve ancak onları anlayarak, kitaplarını dikkatlice okuyarak – sözlerinden ders çıkartarak – ibret alarak ve bilinçlenerek ödeyebiliriz. Kısacası tam bağımsız, onurlu ve özgür bir millet olarak yaşamamızı devam ettirmek istiyorsak”, ulusal belleğimiz olan TARİH BİLİNCİNE” mutlaka ve mutlaka sahip olmamız gerekmektedir. Kurtuluş bilimdedir – bilgidedir, çünkü doğru ve yansız kaynaktan gelen bilgi, bizleri uyanık, dikkatli ve güçlü kılacaktır. O halde aşağıda yer alan konuları “doğru kaynaklardan” öğrenmemiz ve öğretmemiz kaçınılmazdır; 

  1. Yansız Osmanlı ve Avrupa Tarihi; padişahları tanımak, onların Türk karşıtı siyaset ve uygulamalarını bilmek,
  2. Mustafa Kemal Atatürk’ü iyi tanımak, düşüncelerini, ilkelerini ve hedeflerini iyi bilmek ve anlamak,
  3. Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük emek vererek yazdığı, tarihi gerçekleri bizlere anlattığı ve bizleri uyardığı NUTUK’U dikkatlice ve birkaç kez okumak,
  4. 1938 sonrası “Atatürk’ün Öngördüğü Milli İlkelerin ve Politikaların” nasıl terk edildiğini; kimlerin “dışa bağımlılık” sürecini başlattığını öğrenmek…
  5. Türkiye’yi tek taraflı bağlayan ve tam bağımsızlığımıza ağır darbe indiren ABD ile yapılan, pek çok “ İkili Antlaşmaların” iç yüzünü bilmek,
  6. Türkiye’ye “sözde danışman” adı altında doluşan ABD’li görevlilerden ve başında
    ABD elçisinin bulunduğu, eğitim sistemimizi yönlendiren “Eğitim Komisyonundan
    haberli olmak,
  7. Batının tarihi hedefleri – kendi dışındaki milletlere (yani Beyaz, Hıristiyan ve Avrupalı olmayan) milletlere karşı asla değişmeyen, bildik zihniyet ve uygulamaları,
  8. İngilizce veya Fransızca özgün Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarını okumak;
    (3 – 4 rapora göz atılırsa, Türk Ulusuna dayatılan ölüm fermanı “Sevr’i” aratmadığı anlaşılacaktır…)
  9. Halil İnalcık, Türkkaya Ataöv, Enver Ziya Karal, Şerafettin Turan, Doğan Avcıoğlu,
    Niyazi Berkes, Tarık Zafer Tunaya, Faruk Sümer, Necdet Sevinç, Necdet Sakaoğlu
    (Osmanlıda Eğitim Tarihi) Alphonse De Lamartine (Osmanlı Tarihi), Justin McCarthy,
    Neşri
    (Osmanlı Tarihi), Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Atilla İlhan, Oktay Sinanoğlu, Turgut Özakman, Yaşar Nuri Öztürk, Sinan Meydan, Erol Manisalı ve onların çizgisinde bilimi –  yani salt gerçeği esas alan, “bilimsel gerçeklerden asla ödün vermeyen, bağımsız – değerli araştırmacıların ve hocaların kitapları mutlaka okunmalıdır.
    Zahmetsiz – emeksiz, kuru kuruya  insan ve vatan sevgisi olmaz!
     

O halde Büyük Atatürk’ün ulusal düşünce ve ilkelerini cesaretle, hatta canlarını ortaya koyarak savunan Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Ali Gaffar Okan, Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu, Eşref Bitlis, Engin Arık ve akademik ekibi, hunharca katledilen Aselsan’ın üç değerli mühendisi;  geleceği henüz 1940’lı yıllarda gören ve milletini uyandırmaya çalışan değerli Türk Akademisyen Hocalar, 68 Kuşağı Kahraman Türk Gençliği (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan…) ve bu kısıtlı yerde adını sayamadığımız daha nice değerli – aydın vatan evlâtlarını” iyi tanımadan ve “Onlar neden katledildiler?“ sorusunun yanıtını bilmeden, onları anlamış ve gerçekten takdir etmiş olamayız!

Onların pek çoğu bizler için ve aziz vatanımız için canlarını feda ettiler. O halde bu değerli vatan evlâtlarını unutmamak demek, ancak ve ancak tarih bilinci kazanmakla ve onları doğru anlamakla, izlerinde yürümekle, taşıdıkları “anti-emperyalist – tam bağımsız – özgürlük bayrağını dalgalandırmakla ve onların canları pahasına elde ettikleri bilgileri ulusumuza yaymakla olanaklı olacaktır.  

Biz vatanseverlere, unutulmaz bir acı veren Uğur Mumcu katliamı üzerinden tam 26 yıl geçmiştir! Sayın Uğur Mumcu’nun vatanı ve milleti için canhıraş ortaya koymuş olduğu “değerli araştırmaları, konferansları, TV programları, Türk ve İslâm düşmanlarıyla ilgili son derece önemli ve çarpıcı bilgileri, dincileri – yani Atatürk düşmanı tarikatları deşifre eden yaşamsal önemde saptamaları ve büyük emeklerin ürünü olan kitapları”, hepsi de bizleri uyaran ve yolumuzu aydınlatan birer ışıktır. Peki Türk Milleti bu ışıktan 26 yıl içinde gerektiği gibi yararlanabilmiş midir? Ne yazık ki hayır. O’nun “son derece kritik bilgilerle dolu bu değerli kitaplarının” yeterince dikkate alındığını, yaygınlaştırıldığını, paylaşıldığını ve milletçe okunmasının sağlandığını söyleyebilmek, maalesef olanaklı değildir! O değerli insan, vatanı için üstüne düşen görevleri fazlasıyla yerine getirmiştir; ancak “Türk Ulusu” olarak ya bizler, üstümüze düşen görevleri yerine getirebildik mi???

26 yıldır, Uğur Mumcu’yu anma etkinlikleri yapılıyor; O’nu minnetle anmak ve gündeme getirmek elbette güzel, ancak bu yeterli midir? Kanımca değil! O’nun tehlikeli koşullar altında araştırdığı, emek verdiği, hatta yaşamını ortaya koyarak yazdığı kitaplarından Türkiye’de kaç kişi haberli, kaç kişi bunları rahatça sağlayıp, okuyabilmiştir? Ben bile, pek çok sahafı gezerek zorlukla bulabildim (2. el – eski-dökülen kitaplar) Neden bu kitapların hepsi yeniden sağlam ciltlerle bastırılıp, herkesin kolayca alacağı uygun fiyatlarla satılmıyor, belde ve köy okullarına bedelsiz dağıtılmıyor?

Bilgi paylaştıkça çoğalır; eminim ki o değerli insan da hayatta olsaydı, uğruna canını feda ettiği milletinin, “onun bu yapıtlarını okumalarını, aydınlanmalarını ve yaşamlarına yön veren siyasetçileri sorgulayarak, yerinde seçimler yapmalarını bütün yüreğiyle arzu ederdi. Zaten O’nun araştırmalarının – çalışmalarının temel çabası ve hedefi de buydu.  O halde madem Sayın Uğur Mumcu adına bir “Vakıf” kurulmuştur, o halde bu Vakıf tüm enerjisiyle, O’nun aydınlatıcı bilgilerini içeren kitaplarını geniş halk kitlelerine ulaştırmak, yaymak ve okutmak için var gücüyle çalışmalı diye düşünüyorum…

Bu vesileyle, Sayın Uğur Mumcu’nun, tüm vatanseverlerce mutlaka, ama mutlaka okunması   gereken kitaplarını  önermek  istiyorum; 1) Suçlular ve Güçlüler (Tekin Yayınevi, 1984: 1938 sonrası Türkiye’de, yani geçmişten günümüzde neler olduğunun “gizlenen perde arkasını” anlamak isteyen her vatansever bu kitabı mutlaka bulmalı ve okumalıdır.); 2) 1940’ların Cadı Kazanı (Tekin Yayınevi, 1995)”; 3) Rabıta (1938 sonrası emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından sahneye konan dinciliğin geçmişi – temeli, yani içyüzü  deşifre  edilmiştir: İlk  Basım  1987:  30. Baskı 2017 um:ag Vakfı Yayınları); 4) Kürt Dosyası (tamamlayamadığı – maalesef yarım kalan son yapıtı: Tekin Yayınevi 1994).

Bu kitapların hepsi de kapsamlı araştırmaların değerli ürünleri olup, her biri Türkiye’nin siyasal geçmişine muazzam bir ışık tutarak, geçmişimizi güneş gibi aydınlatmakta ve bugünlere nasıl geldiğimize tam bir açıklık getirmektedir.  Yazıma son verirken dürüst – değerli vatan evlâdı, onurlu ve yiğit insan, yani iyi bir insan olan Uğur Mumcu’yu en derin saygı, sevgi ve minnet duygularımla yürekten selâmlıyorum; O’nun bu dünyadan vatan aşkıyla ayrılan kutlu ruhunun selâmlarımızdan, dualarımızdan ve O’nu hiç unutmadığımızdan haberli olmasını diliyorum…
***
[1] Güzel bir Türk Atasözümüz der ki; Katranı kaynatsan olur mu şeker, her şey cinsine çeker; katır teper, köpek ısırır, sonradan sonraya beyliğe yeltenen, zalim olur, ne İNSAN kıymeti bilir, ne hatır.” 

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ 26. Adalet ve Demokrasi Haftası Ortak Basın Açıklaması

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ* 26.Adalet ve Demokrasi Haftası Ortak Basın Açıklaması

Uğur Mumcu’nun katledilerek aramızdan alınışının 26. yılındayız. 26. Adalet ve Demokrasi Haftası içinde aynı zamanda “hain tuzaklarla” aramızdan alınan Muammer AKSOY, Bahriye ÜÇOK, A. Taner KIŞLALI, Necip HABEMİTOĞLU, Gaffar OKAN ve daha onlarca devrim şehidini bir kez daha anıyor ve arıyoruz.

Onlarca devrim şehidimiz arasında Uğur Mumcu’nun öldürülmesi suikastlar silsilesinin simge olayı olarak öne çıkıyor. Bu siyasi suikastlar silsilesi, Türkiye’de işbirlikçiliğin, dinci gericiliğin; solun, Kemalizm in toplumsal etkisini kırmak, toplumsal muhalefeti etkisiz, eylemsiz, toplumsal direnişi öndersiz, öncüsüz bırakmak için yaptığı, yaptırdığı veya kullandığı cinayetler olarak bir bütünlük taşıyor. Uğur Mumcu ve öbür devrim şehitlerimizin katilleri, gerçekte içeride uzantıları olan ULUSLARARASI bir PROJENİN YÜRÜTÜCÜLERİDİR100 yıllık Cumhuriyet tarihimizde darağaçlarında sallanan yüreklere, kurşunlanan, ateşe verilen canlara, zindanlarda çürütülen onurlu direnişçilere ne yapıldıysa her biri bu projenin can yakıcı birer parçasıdır.

Bu uluslararası projenin yürütücüleri ve içimizdeki uzantıları; “sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası kesilmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar.

Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir hale ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir.”

Bu durum Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, Uğur mumcu ve öbür devrim şehitlerimizin bedensel varlıklarının aramızdan alınmasından daha BÜYÜK SUİKAST
eylemidir. Ama unutulmamalı “ölen ve öldürülenlerle birlikte fikirleri de ölse ve öldürülse, bugün dünya hâlâ Ortaçağ karanlığı içinde kalırdı”. Oysa insanlık her gün ışığa, aydınlığa ve uygarlığa doğru, dünden daha hızlı koşuyor. Bugün Türkiye’nin 150-200 yıllık demokrasi bikrimi, görkemli Kemalist devrimin ve 100 yıllık cumhuriyet kazanımları tümüyle sıfırlanma noktasına gelmiştir

Bu sonuç yalnızca sayıları 3-5 bini geçmeyen ihanet erbabı işbirlikçinin becerisinden değil, bu kazanımları koruma iddiasında olan sorumluluk almak yerine işi oluruna bırakan, “bir şeyin aslını öğrenmeden eleştirisini öğrenen” kitlelerin kayıtsızlığının, duyarsızlığının ve hareketsizliğinin sonucudur.  Kayıtsızlık irade yitimidir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsız olmak yaşamamaktır. Kayıtsız, duyarsız kalmanın, olup bitenlere seyirci olmanın bedelini dinci faşist diktatörlüğün baskı, zulüm, hukuksuzluk örgüsü içinde yaşamakla ödüyoruz.

Adını doğru koyalım: Bugün yaşanan “başkanlık” değil din ambalajı ile örtülmüş faşist bir diktatörlüktür. Faşist diktatörlükler ise doğası gereği “insanlık suçu” işlemekten sabıkalıdırlar. Bu faşist diktatörlüğü, bitmiş siyasi ömrünü ülkenin kaderiyle birleştirmeye çalışarak tehlikeli bir kumar oynayan bir despotun kaprisleriyle eşleştirmek aymazlığın, sapkınlığın ötesinde Devrimci mücadeleyi sırtından hançerlemektir.

İkiz ihanet sözleşmeleri, Avrupa birliği Anayasası, Yabancı sermayeye ülkenin tüm kaynaklarının açılması, Özelleştirmeden taşeronlaştırmaya ve giderek emeğin kölece istihdamı, kamu çalışanlarının güvencesizleştirilmesi, kıdem tazminatı gibi kökleşmiş hakların gaspı, Yeşil Yol projesi, üçüncü köprü, ulusal tarımın yerle bir edilmesi, sendikaların, kooperatiflerin işlevsizleştirilmesi, Ekonomik ve siyasal egemenliğin uluslararası güçlere peş keş çekilmesi ile ilgili yasalar, İç Güvenlik Yasası ve daha onlarca ihanet düzenlemeleri bir despotun hırsını tatmin etmeye mi yönelikti?

Şunu unutmayalım; Küresel Sermaye ile bütünleşmiş yerli sermaye sınıfı artık ulusun, ulusal güçlerin bir parçası değil, Uluslararası egemenlerin Türkiye de örgütlenmiş eşgüdüm merkezleri, yağmacı Batının acenteleridir. Batılılar, Pazar paylaşımlarının, tekelleşmenin, özelleştirmenin, yağmanın üzerini örtmek, gerçekleri gizlemek adına, İtalya ve Almanya da Faşist diktatörlüklerin kurulmasını ve dünyayı kan gölüne dönüştürülmesine Mussolini ve Hitler’in “çılgın hırslarının” ve “demokrasiden yoksunluğun” yol açtığı yalanını söylediler.

Türkiye de aynı oyun, aynı yöntem ve söylemlerle bir kez daha sergilenmektedir. Bu durum otuz yıl önceden Uğur Mumcu tarafından uyarılmış olmasına karşın, toplum tuzağa düşmeyecek uyanıklığı gösterememiş, yıllarca içinde bulunduğu aymazlık çukurundan çıkamayıp, olduğu yerde debelenmeye devam etmektedir. Eğer bizler Uğur Mumcuyu anmanın yanı sıra ANLAYABİLSEYDİKANLATABİLSEYDİK bu kanlı kirli tuzaklara düşmeyecek Kemalist devrimin aydınlığını, gönencini yaşıyor olacaktık.

Sistem sahiplerinin tüm hokkabazlıklarına, işbirlikçilerin tüm baskı ve zulmüne karşın bu oyunu bozacağız. Meşruiyetimizi haklılığımızdan alarak çıktığımız yolda, zebaniler kızacak diye yöntemimizi değiştirecek veya onlara şirin görünme hesapları yapacak değiliz. Diğer bir anlatımla, düzenin sahipleri ve sarayın kapıkulları kılıcı zaten çekmiş durumdalar, bizlerin çekeceği kılıçlar için yapılacak meşruiyet tartışmalarına itibar edilmemeli ve yaşamın her alanında gereken yapılmalıdır.

Emperyalizmin dümen suyuna girmiş, iktidarı ele geçirmiş egemenlerin belirlediği meşruluk anlayışı, “tek kişi yasalarını” temel alırken, çoğu zamanda bu yasaları bile tanımazken,
Kemalist devrimciler için meşruluk; doğru ve haklı olanın, Kemalist devrimin ve halkın çıkarına olanın savunulmasıdır. Bunun için savaşım verilmesidir. Kemalistleri haklı ve meşru kılan; tüm kurumlarıyla işgal edilmiş bir sistemin vereceği “icazet” değil, işgale, gericiliğe ve haksızlığa başkaldırının, Kemalizm’in vazgeçilmez bir gereği ve önkoşulu olmasıdır.

Uğur Mumcu ve devrim şehitlerimizi saygı ve özlemle anmanın yetmediğinin, yetmeyeceğinin bilinciyle bu suikastların hesabının er geç sorulacağını unutmayacağız, unutturmayacağız.

SAYGILARIMIZLA
ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU

  1. Alevi Kültür Derneği Isparta Şubesi

2. Cumhuriyet Halk Partisi Isparta İl Örgütü

3. Cumhuriyet Kadınları Derneği Isparta Şub.

4. Eğitim-İş Isparta Şubesi

5. Eğitim-Sen Isparta Temsilciliği

6. Türkiye Gençlik Birliği Isparta Şubesi

7. Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Isparta Şb

8. Ulusal Eğitim Derneği Isparta Şubesi

9. Vatan Partisi Isparta İl Örgütü

10. Yeni Kuşak Köy Enst. Dern. Isparta Şubesi

 

UĞUR MUMCU; ONURLU BİR DURUŞUN ADIDIR

UĞUR MUMCU;
ONURLU BİR DURUŞUN ADIDIR

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

1993 yılında Ankara’da evinin önünde aracına konulan bombanın patlaması sonucu yaşamını yitiren araştırmacı gazeteci – yazar Uğur Mumcu’nun katledilişinin 26’ncı yıl dönümündeyiz. Her 24 Ocak’ta O’nu ülke çapında anıyoruz. Mumcu’yu anmaktan öte, anlamamız gerekiyor. Katledilişinin üzerinden çeyrek yüzyıl geçmiş, ama O hala günümüze ışık tutuyor. Öngörüleri bir bir çıkıyor. Ülke gerçek bir aydınını, bir kalpaksız Kuvayi Milliyecisini, gerçeğin peşinde koşan, korkusuz bir araştırmacı – gazetecisini yitirdi.

Hunharca öldürülmesinin ardından, dönemin en üst düzeydeki yetkilileri “namus sözü” verdiği halde, o söz hiç yerine getiril(e)medi. Mumcu suikastı aydınlatılmadı ya da aydınlatılamadı.

Mumcu iyi bir araştırmacı, sorgulayan ve çoğu zaman anlatmak istediğini herkesin anlayabileceği dille, kara mizahla anlatan usta bir gazeteci ve yetkin köşe yazarıydı. Gazeteciliğe ve köşe yazarlığına soyunanların önünde, iki seçenek vardır : Birincisi gerçeği yazmak, ikincisi çanak yalamak! O birinciyi seçti ve toplumsal çıkarlar için asla gözünü budaktan esirgemedi. Yıllarca sonra halkının O’nu unutmaması bu yüzdendir.

Uğur Mumcu cinayeti, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç gibi, seçkin aydınların katledildiği seri cinayetlerin bir parçasıdır. Birbirine benzer nitelikler taşımaktadır. Hedef, amaç ve sonuç aynıdır; hepsinin de “faili meçhul“dür.

İşleyeni bilindiği halde saklanmış, açığa çıkarılmamış, “faili meçhul” bırakılmıştır!

Aydınlatıl(a)mayan o denli çok karanlık nokta var ki, hepsi birer soru çengeli olarak insanların beyninde asılı durmaktadır.

  • “Bir tuğla çekilse, bir duvar uçar” denmişti. Fakat o tuğla bir türlü çekilemedi.
  • Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel “namus borcu” dediği halde, neden olayın sonunu getiremedi? Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de benzer sözü vermişti üstelik..
  • Bülent Ecevit “Kontrgerilla” yı dile getirdiği halde, neden olayın üzerine gitmedi, gidemedi?
  • Patlama sonrası olay yerinde kanıtlar çalı süpürgesi ile süpürüldü! Bu “olay yeri kanıtları” da, süpürenler de, süpürtenler de.. davaya katılanların belirttiğine göre sorgulanmadı.
    ****
    O sömürü, zulüm ve karanlık güçlerin üstüne üstüne gitmişti. Tanktan, toptan, kılıçtan, tüfekten korkmayanlar, O’nun kaleminden korkmuştu. O bu ülkenin konuşan dili, toplumun vicdanıydı. “Kalem” başlıklı makalesinde, söyleyeceklerini söylemişti :

“…Bir kalem susar, yerini bir başkası alır. Bu kalemler tükenmez. Ne, kelepçeler,
ne demir kapılar, ne iddianameler ve ne de beş yıldan yirmi yıla uzanan hapis cezaları,
bu kalemleri korkutamadı, bundan sonra da korkutamaz. Kalemler vardır; sömürünün, vurgunun zırhıdır… Kalemler vardır; özgürlüğün ve barışın silahıdır… Kalemler vardır, gençlerin idam kementlerinde kırılır atılırlar… Kalemler vardır; resmi belgelere durmadan imza atar ve kalemler vardır, yılmadan, usanmadan, eğilmeden, bükülmeden yazar…” 

Kalemini eğip bükemeyen karanlık ve halk düşmanı güçler, çareyi O’nu kalleşçe katletmekte buldular…

Türkiye Halkının kalbinde sonsuzluğa gömülen Uğur Mumcu, onurlu bir duruşun, yiğit bir gazetecinin adıdır.

 

 

 

 

 

Kışlalı: Türkiye’ye adanmış bir ömür…

Kışlalı: Türkiye’ye adanmış bir ömür…

Mustafa Balbay

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

21 Ekim 1999 Perşembe sabahı, 9.45 sıralarıydı. Gazetedeki günlük haber toplantımız bitmiş, Cüneyt Arcayürek’le kahve içimi gündem sohbetine tutuşmak üzereydik. 
Ahmet Taner Kışlalı’nın komşularından acı bir telefon geldi: 
“Kışlalı’nın aracına bomba koymuşlar… Az önce patladı… Hastaneye götürdüler…” 
Arcayürek’le fırlayıp çıktık. Hastaneye kaldırılmış olması, içimizde bir umut ışığı yaktı; acaba yaralı kurtulmuş olabilir mi? 
Soluğu Bayındır Hastanesi’nde aldık. Kapının önündeki görevlilerden umutlu bir haber beklerken, iki kişi sarıp sarmalanmış bir şeyle içeri girdi. Kışlalı’nın kopan kolu araçta kalmıştı! Birden bir yere çarpmışım gibi iki elimi başıma götürdüm… Çok geçmedi görevliler, başsağlığı dilediler. 1990’lı yılların başında art arda yitirdiğimiz Prof. Muammer AksoyÇetin Emeç, Turan Dursun, Doç. BahriyeÜçok, Uğur Mumcu’nun ardından Kemalizm deyince ilk akla gelen isimlerden Prof. Kışlalı da alçakça bir saldırı ile aramızdan koparılmıştı.
***
İlk şokun ardından aklımıza 29 günlük kızı Nilhan Nur, eşi Nilüfer Hanım geldi. Hastanenin üst katlarında bir odada doktor gözetiminde tutuluyordu. Bir yakını, “Bebeğini düşün” diyebildi. Yaşama sırası Nilhan Nur’daydı… 
Katledilişinden 15 gün kadar önce Batıkent ADD’den Mehmet Ali Gürbüz aramıştı: 
“Sen ve Kışlalı Hoca’yla bu akşam oturmak istiyoruz… Önemli bir konuyu paylaşacağız.” 
Kışlalı’yı aradım. İşi olduğunu ya da başka bir yoğunluğunu söyleyebilirdi. Bütün içtenliğiyle, sıcak bir ses tonuyla, gülümser bir ifadeyle şöyle dedi: “Bu akşam bebeğimi seveceğim…” 
Kışlalı bütün özelliklerinden öte, insandı. İnsan kimliğini düşüncelerine 180 derece zıt kişilerden de esirgemezdi. Düşüncelerinde militan, davranışlarında centilmendi. 
Centilmen bir devrimciydi.
***
Kışlalı’nın kıyımı 1990’lı yıllar karanlığının en acı olaylarından biridir. Önceki katliamlarla birlikte O’nun da öldürülmesiyle fikirsel çölleşme daha da büyüdü. 
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu ve Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy… 
Kalpaksız kuvvacı Uğur Mumcu… 
Kemalizmin kale burcu Prof. Kışlalı… 
Atatürkçü olmanın hedef olmakla eşanlamlı olduğu bir dönem… 
Devamında AKP iktidarı geldi. 
Bugün Kışlalı’yı aramızdan koparılışının 19. yılında anacağız. Kendisini Türkiye’nin aydınlık geleceğine, Atatürkçülüğe adamış Kışlalı’yı unutmamak, unutturmamak hepimizin ortak sorumluluğudur. 
Atatürk’e, katledilen aydınlarımıza olan borcumuzu ancak onların düşüncesini bu ülkenin yönetimine taşıyarak ödeyebiliriz. Son noktayı Kışlalı’nın eskimeyen cümleleriyle koyalım: 

  • “Laikliği kabul etmemiş olan İslam ülkelerinin, bilimin ve teknolojinin gelişimine katkısı sıfır düzeydedir. Bütün Arap ülkelerinin bu alana katkısı İsrail’in %4’ü kadardır. Bir zamanlar tersiydi. Batı, Türkiye’yi ne tümüyle içine almak ister, ne tümden dışlamak… İçine alırsa ‘eşit’ hale gelir, dışına alırsa ‘kullanamaz’ olabilir. 
  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”
    ===================================
    Dostlar,

    Yüreğimiz yangın yeri..
    O tarihte biz ADD Edirne Şubesi Başkanı ve Genel Merkez Onur Kurulu üyesi idik.
    Merhum Kışlalı ile yoğun işbirliğimiz vardı. Edirne’ye davet etmiştik ve nefis bir konferans vermişti 75 dakika boyunca. Ardından, bitmeyen sorulara yanıt vererek.. Yumuşak, sevecen, bilgiye ve insan sevgisine dayalı bir içerik, ses tonu ve beden diliyle..

ADD Genel Başkan Yardımcısı idi kendisi ve İzmir’de Uluslararası Atatürk Kurultayı (Simpozyumu) düzenlemişti. Edirne’den bir minibüs dolusu genci oraya götürmüştük. Bize İngilizce – Türkçe çevirilere 2 yönlü dikkat etme görevi vermişti; alanın özel terimleri – kavramları vardı ve çevirmenler genç, bir ölçüde alana yabancı olabilirlerdi.. (Nitekim “AYDINLANMA” ‘lightening’ diye çevrilince yabancıların suratı ekşimiş ve uygun biçimde “Enlightenment” diye düzeltmiştik.. Kişinin yabanı dil bilgisi anadilindeki bilgi birikimini aşamıyor..)

Kışlalı’nın 19 yıl önce bu gün, 21 Ekim 1999 sabahı alçakça öldürülmesinin ardından biz de 1 yıl süre ile yakın polis korumasına alınmıştık. Edirne Valisi Koru Engin beyefendi bizi makamına davet ederek, İl Jandarma Alay Komutanı Albay ve İl Emniyet Müdürünün varlığında uyararak yakın tehdit ve tehlikeyi açıklamıştı.. (Sayın Vali Engin, ADD Edirne şubesinin yeni yerine taşınmasında davul – zurnalı şenliğimize katılmış ve oyun oynamıştı!)

ADD çalışmalarımızı hiç kesmemiş, Türkiye’nin her yerinde konferanslarımıza devam etmiştik yakın polis koruması altında.. İzleyen yıl Şube Başkanlığını bırakıp Genel Merkez yöneticisi olduğumuzda ülkemiz ve yurt dışında Aydınlanma çabalarımızı daha da artırarak sürdürmüştük. O’nun yerini doldurmak haddimiz değildi ama en azından vargücümüz ve içtenliğimizle çaba gösteriyorduk.. Ülke içinde – dışında, imamhatipler dahil okullarda, salonlarda, meydanlarda, askeri birliklerde, emniyette, jandarmada, radyoda, TV’lerde, üniversitelerde 1996’dan bu yana 1510’u aşan görsel (yansılarla) konferanslar verdik..

Merhum Kışlalı’nın ruhu şad olsun..

O bize aşağıdaki altın öğüdü bıraktı..

  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür!”

Bu yalın bilimsel saptama günümüzde, dün olduğundan çok daha geçerli..
Kadim – Aydınlık Anadolu halkı “hancı” dır..
Kervana aykırı olanlar dökülecek / ayıklanacak ve aydınlık tarihe – geleceğe diyalektik yolculuk asla engellenemeden sürdürülecektir.

Türkiye’nin ve insanlığın geleceği kesin olarak bilimsel akılcılıkla kurulacaktır ki bu olguya Mustafa Kemal ATATÜRK neredeyse 100 yıl önce işaret etmişti :

  • Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve fendir..
  • Bilim ve fen dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, sapkınlıktır..
  • Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir..

Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır; hiç kimse bu gerçeği aklından çıkarmamalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

HALK KÜLTÜRÜNDE AĞITLAR

Konuk yazardan kitap tanıtımı..
Mustafa AYDINLI

HALK KÜLTÜRÜNDE AĞITLAR

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ağıtlar geçmişten geleceğe halk kültürümüzün bir parçasıdır. İslamiyet öncesinde toplumun önde gelen ve sevilen kişilerin ölümü üzerine söylenen şiirlere SAGU denilmekteydi. Sagular Türk Halk şiirinde AĞIT temalı şiirlerin temelini oluşturmaktadır. Ağıtlar Türk halk şiirinde önemli bir yere sahiptir. Televizyon, internet gibi iletişim kanallarının olmadığı dönemlerde başlı başına kültürel etkinlik olarak kullanılan bir yazın türüydü. Elli yaş üzeri pek çoğumuz bilir ve anımsarlar ki ağıtlar destanlara dökülür, destanlar pazarlarda sesli olarak okunarak satılır. Pazara gelen halk tarafından önemli ilgi görür ve alınırdı. Pek çok köy evinde bu destanlardan, aynen halk hikayeleri kitapları gibi birkaç tane bulunurdu. Soğuk ve uzun kış geceleri bu kitaplar ve destanlar okunurdu.

Ağıtlar yalnızca önemli ve sevilen bir kişinin ölümü veya dramından ibaret değildi. Aynı zamanda toplumsal ve doğal olaylar da destanlaştırılabilir, ağıtlar yazılabilirdi. Deprem, dolu yağması, kuraklık, sel gibi toplumu etkileyen ve kötü sonuçları olan olaylar karşısında ağıtlar yazılabilmektedir. İletişimin zayıf olduğu dönemlerde ağıtlar ve destanlar üzüntünün belirtilmesi ile birlikte bir tür ve haber duyurma özelliği de taşımaktaydı. Destan satışları hem bir sektör, hem iletişim kaynağıydı. Toplumların sosyo- ekonomik, kültürel ve iletişim kanallarının değişimi ile birlikte Kültürel etkinlikleri de doğal olarak değişmektedir. Destanlar fiziksel olarak tümüyle yok olmuş gibi gözükse de ağıt nitelikli yazında konusuna göre rastlamak olasıdır. Örneğin Mustafa KEMAL için binlerce ağıt yazılmasına karşın, ozanlık yaşamına başlayan pek çok yeni halk ozanları bu geleneği sürdürebilmektedir. Yine Deniz GEZMİŞ ve arkadaşları için, Uğur MUMCU için yazılan ağıtlar, İbrahim KAYPAKAYA için annesinin yazdığı ağıt, belleklerimize en çok yer etmiş olanlardır. Pek çoğunun da bestelenerek okunduğuna sık rastlıyoruz.

Daha önce halk ozanı olarak şiirleri ile tanıdığımız Hasan KORKMAZ’ı (Korkmazi) bu kez bir araştırmacı olarak görüyoruz. Uzun emekler sonucu ÖYKÜLERİYLE ÇORUM YÖRESİ AĞITLARI kitabını ortaya koymuş. Kitap, Kültür Ajans tarafından basılmış. Yöresel anlamda önemli bir kültürel boşluğu gidermiştir. Bu övülmeye değer bir kültürel çalışma ve hamaratlıktır. Geleceğe duyulan kültürel sorumluluktur. Kim bilir pek çok yörenin ne çok ağıtları – destanları vardı. Fakat bir Hasan KORKMAZ’ı yoksa hepsi yok olup gidiyor. Arşivlere giremiyor. Gelecekteki araştırmacıların eline bir rehber verilemiyor. Bizi biz yapan değerler de silinip gidiyor.

Kitaba önsöz yazan Sayın Prof Dr. Hayrettin İVGİN “Türk halk şiirinin ve türkülerin ana kaynağı ağıtlardır. Şuna inanın, özellikle türkülerin sözlerine bakın, büyük oranda ağıt parçalarıdır. Ağıtların derlenmesi toparlanması bir araya getirilmesi önemlidir. Önemlidir çünkü bu parçalar, bizim kaynağımızdır. Literatürümüzdür.” diyor.

Yine ülkemizin saygın şair ve yazarlarından sayın Can YOKSUL kitap için şöyle diyor : “Ağıtlar insanların dünyaya gelişiyle başlar. Ölünceye dek sürüp gider. Her toplumun kendisine özgü ağıtları olduğu gibi insanların, öbür canlıların da kendine özgü ağıt biçimleri vardır. Yalnız insanlar değil, birçok hayvan da ağlarken gözyaşı döker. Kesilen bir ağacın koparılan bir bitkinin de ağıdı kendine özgüdür.”

Tarihin en eski boylarından olan Türklerin başından hep destansı olaylar geçmiştir.

Acıyı, sevinci, mutluluğu, mutsuzluğu iç içe yaşamıştır. Bitip tükenmeyen göçler, doğal yıkımlar (afetler), savaşlar, kıtlıklar ve ölümler vardıkları coğrafyada hep ağıt olarak dile gelmiştir.  Ağıtlar yalnız bir kişinin, bir ailenin değil, bütün toplumun yüreğinin sesidir.’’

Ağıtlar bir yürek burkulması, titremesi sonucu oluşan duyguların dizelere dökülmesi, hatta sazla – sözle destanlaşmasıdır. Ağıt yazmak yerine, ağıt yakmak deyimini kullanıyoruz. Bu, Türk halk ozanlarına özgü bir terimdir. Yanmayan yürek ağıtı nasıl yakıp tutuşturabilir. Yanmayan yüreğin alevi olmaz ki, ağıtı yakabilsin.

Dileriz ki hiçbir canlı ağıt yakılacak duruma düşmesin.
===============================================
Dostlar,

Bu önemli kültür hizmetini bize ulaştıran dostumuz, sitemizin konuk yazarlarından Sn. Mustafa Aydınlı‘ya teşekkür ederiz. Sn. Aydınlı bu kitabı okuyarak bize özetleyip tanıtıyor. Bir o denli teşekkürümüz de elbette bu kültür kaynağını derleyip yazan Sn. Hasan Korkmaz‘a.

Ağıt sürecinin ve kavramının sosyo-ekonomik, kültürel, antropolojik.. tarihsel boyutlarını somut örnekleriyle irdeleyen yapıtın okunmasını, okutulmasını dileriz..

Uzamış yas sendromu” Psikiyatride iyi bilinen bir sorundur. Kerbela‘ya ne demeli? 1380+ yıldır insanlar Hz. Muhammet’in soyu olan Hz. Hüseyin ve ailesine (Ehli Beyt’e) Kerbela’da yapılan tarifsiz zulmü ve katliamı unut(a)mamakta ve yasını, Muharrem orucunu tutmaktadır.

Elbette asıl olan bu tür insanın insana – doğaya – hayvanlara zulmünü / şiddetini önlemek, en aza indirmektir. Bu bağlamda erdem eğitimi insanlara verilmeli ve değerler kazandırılmalıdır. Dolayısıyla insan davranışında şiddetin en ağır derecesi olan zulmün ve savunma – tepki aracı olan AĞIT kurumunun tüm boyutlarının bilimsel araştırmalarla aydınlatılması gereklidir.

Yakın tarihimizde, 1980’ler başında Çorum’da Alevi kardeşlerimize dönük ölçüsüz vahşet ve yüzü aşkın savunmasız insanın hunharca öldürülmesi belleklerden haklı olarak silin(e)memiştir.. Dolayısıyla uzayan yas sendromunu, insanların çok ağır örselenmeleri (travmaları) belleklerinden uzun yüzyıllar sonra bile silemeyişlerini  doğal ve insancıl karşılamak olanaklıdır ve gereklidir. Mazlum ve savunmasız insanlar Devletten bile can güvenliği sağlayamadıklarında, bir tür ortak (kollektif) savunma – dayanışma refleksi olarak, yaşadıkları örselenmeleri unut(a)mayarak uyanık kalma zorunluğu duyumsamakta, içlerine kapanmakta ve şizoid – introvert (içe dönük) tutum ve davranışlar geliştirebilmektedirler.

Bu olgu öte yandan, toplumsal kaynaşmaya, bütünleşmeye hatta Uluslaşmaya ciddi engeldir.

Mustafa Kemal Paşa gene yol gösteriyor 100 yıl öncesinden :

  • YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ
  • YAŞAMDA EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ AKIL VE BİLİMDİR..

Dileriz bu Ulus bir daha, şanlı Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı gibi görkemli yapıtlarına gerek duymasın.. İnsanlık da..

Sevgi ve saygı ile. 25 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

24 Ocak… Çoook Olumsuz Bir Gün…

24 Ocak…  Çoook Olumsuz Bir Gün…

Dostlar,

Tarihimizde 24 Ocak birçok olumsuzluğun yaşandığı bir gün.
Geçtiğimiz yıl bu gün sitemizde yayımladığımız kapsamlı dosyayı, güncelliğini koruduğu için bir kez daha paylaşmak istiyoruz hoşgörünüzle.. Aynen aşağıda..
Özellikle, 12 Eylül 1980 darbesinin öncülü, gerekçelerinden olan, ülkemizin belini kıran
24 Ocak 1980 Kararlarına dikkat çekmek istiyoruz..
Osmanlı döneminin 1838 Baltalimanı Andlaşması gibi, kritik bir kırılma noktası ikisi de.

Dr. Ahmet SALTIK
24 Ocak 2018, Ankara
=====================================

24 Ocak 1980 Kararları bu gün 37. yılını tamamladı.
Dönemin Başbakanı S. Demirel‘in “Devlet 70 Cent’e muhtaç” sözleri kulaklarda hala yankılanıyor. 4 yıl önce bu gün, bu Kararlar ile ilgili bizim çıkardığımız bir kitap özetine sitemizde yer vermiştik. 4 A4 sayfası oylumlu bu metnin bir kez daha okunmasında çok yarar görmekteyiz.

http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Bu Kararların olağan bir rejimde yürütülmelerinin olanaksızlığı çok geçmeden anlaşılmış ve 12 Eylül 1980’de ansızın Sıkıyönetim gelivermişti! Sıkıyönetim “kardeş kanı dökülmesine” 1 gecede son verdiği gibi (!), CHP dahil tüm siyasal partileri, sendikaları, kimi dernekleri. kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarını (Türk Tabipleri Birliği vd.).. kapatmıştı.

Kararların tüm ekonomik faturası gene emekçi halka çıkarılmaktaydı :

– Kamu harcamaları kısılıyor,
– Sosyal devlet geriye çekiliyor,
– Vergi tabanı genişletilerek oranlar yükseltiliyor,
– Yeni vergi türleri ekleniyor (KDV 1985’te kondu!),
– KİT ürünlerine okkalı zamlar yapılıyor ve şirket gibi yönetilmelerine geçiliyor,
– Özelleştirme (=talan!) hız kazanıyor ve
– Dış ticaret kısıtları tümüyle kaldırılarak tam liberasyon ile
ithal ikamesi rejimi terk ediliyordu..

Ne hazindir ki, 45. ABD Başkanı D. Trump, dış ticarette özellikle olmak üzere ekonomide bütünüyle korumacı politikalara geçiyor ve Küresel emperyalizmin de-regülasyon – mutlak serbest ticaret vb. putlarını kırmaya başlıyor 20 Ocak 2017’de Oval Office’i henüz devralmadan (20.01.2017) önce..

Küresel emperyalizmin maşası IMF, ancak bu koşullarda (24 Ocak kararları dayatması!) “can yeleği” atıyordu Türkiye’ye. Ardından da bir dizi “yapısal reformlar” (!) yapılacak ve alınan önlemler kalıcılaştırılacak, ekonominin – devletin DNA’sı değiştirilecekti (SAP-structural adjustment programs) .. Bunlar çok büyük ölçüde Askeri yönetimin gözetimi altında “çifte müsteşar” (DPT ve Başbakanlık) elektrik mühendisi Turgut Özal tarafından kotarıldı ve piyasa ekonomisine – dış ticarette gümrük korumasının hemen hemen hiç kalmadığı
bir düzene geçildi.. Çiçeği burnunda 45. ABD başkanı D. Trump, Meksika’daki Ford fabrikasını tehdit ederek ”ya sök fabrikanı ABD’ye getir ya da %45 dışalım (ithalat) vergisi koyacağım!”  buyurdu.. Fabrika tıpış tıpış emre uyuyor..

Borç ve de emir alındı aynı anda..

1982 Anayasası da bu bağlamda içeriklendirildi. Örn. sağlık hizmetleriyle ilgili
56. maddede Devletin sağlık hizmetlerini “denetleme ve düzenleme” üzerinden yürüteceği belirtildi.. Sosyalleştirilmiş sağlık sistemine son verme olanağı sağlandı ve bu AKP eliyle yapıldı! Özelleştirme ve taşeron devlete kapı aralandı ve son 35 yılda sonuna dek açıldı. Özellikle AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm programıyla.. On milyarlarca Dolar servetimiz yerli – yabancı – yandaş sağlık sektörü patronlarına aktarıldı; ”Tayyip beyin rüyası” Şehir Hastaneleri ile bu rant aktarımı daha da büyütülüp hızlandırılarak sürdürülecek.. Üstlenilen işlev bu!

35 yıl sonra geldiğimiz yer, küresel ekonomiye neredeyse tümüyle eklemlenmiş
yarı-sömürge sınırlarını aşmış bir Türkiye’dir. Sorunlar süregenleşmiş (kronikleşmiş), kalıcılaşmış, ekonomi bir şeytan üçgeninin içinde tutsak edilmiştir :

Ekonominin_Seytan_Ucgeni

 

– Bütçe açığı
– Dış ticaret açığı
– Cari açık…

 

 

AKP, 2002 sonunda devraldığı toplam 221 milyar $ borcu 3+ katına (600+ milyar $!) çıkarmıştır. 1,60 TL’de devraldığı Doları 3,80 TL’ye getirmiştir!
Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksullaşTIRma tüm vahşetiyle sürdürülüyor. Üstüne bir de dinci baskı rejimi ve bölünme tehlikesi.. AKP hükümeti sözcüsü Numan Kurtulmuş açık açık halkı tehdit ederek, Başkanlık halk oylamasında onanırsa terörün azalacağını söyleyebiliyor. Haziran 2015 genel seçimi sonrası aynı söylem RTE’den gelmişti ve ”verin 400 vekili terör bitsin” buyurmuştu, Kasım 2015’te genel seçim yinelenene dek 4 ay ülkeye ”kan ve can” diyeti ödetilmişti. Filmin benzeri yinelenecek önümüzdeki 2 ay boyunca ve uzun boylu yakışıklı profesör, hükümet sözcüsü Kurtulmuş üvertür ile görevli anlaşılan?? İlgilisinden daha yüksek perdeden uyarılar yolda ?!

“Yeni anayasa” dayatması ise, Türkiye’nin küresel sermaye birikimi sürecinde uysal bir ülke olarak rolünü sürdürebilmesi için Anayasa’da yer alan son birkaç “engelciğin” kaldırılması hedeflidir özünde.. Sosyal devlet, hukuk devleti, yurttaşların ekonomik ve sosyal hak ve özgürlükleri – devletin görevleri… falan.. Ne demekmiş bunlar?

Ayrıca Başkanlık! Federatif hatta olursa daha iyisi bölünmüş bir Türkiye..
Bağımsız Cumhuriyet direnci kırılmış, Misak-ı Milli onuru zedelenmiş, ekonomik – siyasal bakımdan tama yakın sömürge kılınmış, “Sevr benzeri” (Quacy Sevres!) koşullar dayatılarak uygulanmış ve teslim alınmış bir Türkiye..

37 yıl sonra, “24 Ocak 1980 Kararları sistematiği” nin orta erimde ülkemizi taşıdığı yer böyledir. Tarihsel miyopların, burnunun ucun göremeyen ve 3 sayfa yakın tarih okumamış ülke yöneticileriyle politikacıların dikkatine sunsak ne olur, sunmasak ne olur?
*****
Bu yazdıklarımız daha çok gençleredir..
Büyük ATATÜRK‘ün Cumhuriyetini emanet ettiği Gençlerimiz…
Bütün umudumuz onlardadır. Mustafa Kemal Paşa da öyle demekteydi :

– Bütün ümidim gençliktedir..

Sürdürülemez ve insanlık onuruna aykırı bu gidişi gençler durduracaktır.
Daha yaşanası, insanlık onuruna dayalı bir düzeni onlar mutlaka kuracaklardır.
Biz kıdemli kuşaklar, onların yaratıcılığına ve devingenliğine (dinamizmine) ket vurmadan birikimlerimizi – deneyimlerimizi onlara hep sunacağız, omuz omuza olacağız evlatlarımızla.. Ama 18 yaşını yeni bitirmiş çocuğu göstermelik TBMM üyesi yapma popülizmine, yozluğuna kapılmadan.. Önce onlara sıkı bir eğitimle iş ve gelecek sağlayarak.. 25 yaş sonrası da dilerlerse siyaset yolu zaten açık.

İnsanlık onuru mutlaka kazanacak.. Kapitalizm – emperyalizm de yeryüzünden
yok edilecek.. Bu hedef, Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın da öngörüsü idi..
*****
Bu gün, 24 Ocak 2017 günü..
Uğur Mumcu‘yu 24 Ocak 1993’ten bu yana bir kez daha acıyla andık..

– Bu gün, Diyarbakır Emniyet müdürü A. Gaffar Okkan ve 5 polisin şehit edilişini 16. kez daha andık (24 Ocak 2001).. Devletin emniyet müdürünü arabasıyla ve 5 korumasıyla havaya uçuracak gücü “birilerinin” Diyarbakır’da nasıl elde edebileceğini sorgulamayı sürdürdük.. Ama Devlet sor(a)madı!

Her 2 cinayetin (ve daha yüzlercesinin!) gerçek işletenlerinin “hala” yakalanamayışına sardonik (acılı) gülüşlerle tepki (!) verdik.. Devletimizden umudumuzu kesmek istemiyoruz inat ve dirençle.. Bir gün mutlaka..
Ama ne zaman??

– Bu gün laik sermayenin, Atatürk Türkiye’sinin yarattığı ulusal burjuvazinin
Atatürk’e saygılı eliti Mustafa Vehbi Koç‘u toprağa verdik..

(Mustafa Koç, Küba’nın başkenti Havana’da Atatürk yontusu yanında)

– Bu gün Kamer Genç nam bir yiğit – Atatürkçü – ulusalcı Tunceli milletvekili hemşehrimizi uğurladık.. Vasiyeti gereği Türk bayrağına sardık ve Tunceli toprağına uğurladık..

– Bu gün, Cumhuriyet kuşağı ve onun ürünü – onuru devrimci dilbilimci, yazar, düşünür.. Atatürk aşığı Prof. Tahsin Yücel‘i sonsuzluğa uğurladık..

Lütfen bakınız : TAHSİN YÜCEL’İ YİTİRDİK.. Mustafa Koç ve Kamer Genç’i de!(http://ahmetsaltik.net/2016/01/23/tahsin-yuceli-yitirdik-mustafa-koc-ve-kamer-genci-de/)
*****
“24 Ocaklar olmasın!” diye haykırmak geliyor içimizden…
Merhum bilge Oktay Akbal’ın “Hiroşimalar Olmasın” özlemi ve isyanı gibi..

Dayan yüreğim dayan..
İlk taktik hedef, TBMM’yi işlevsiz kılıp halk egemenliğini tek adama =
post-modern sultana devreden anayasa değişikliğini halkoylamasında reddetmek.. Nisan 2017 içinde.. Bir kez daha başaracağız.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ocak 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Savaş, özgürlükler ve ciddiyet

Savaş, özgürlükler ve ciddiyet

Özgür Mumcu
Cumhuriyet 
24 Ocak 2018
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)
Savaş pek ciddi iştir. Haliyle demokratik düzenlerde yurt dışına asker göndermek, silahlı kuvvet kullanmak için özel hukuki usuller öngörülür. Mesela zamanında ABD öncülüğündeki Irak işgaline katılmamamızı, anayasanın yurt dışına asker göndermek için nitelikli çoğunluk aramasına borçluyuz.

Afrin’e yapılan Zeytin Dalı operasyonunun uluslararası hukuk açısından tartışılması başka bir konu. Ancak kamuoyunda Irak-Suriye tezkeresi diye bilinen, Irak ve Suriye’ye sınır ötesi operasyon konusunda hükümete verilen yetkinin bir yıl daha uzatılmasına ilişkin tezkere,
eylül ayında AKP, CHP ve MHP oylarıyla geçmişti. 

Bu üç parti, Afrin operasyonuna verdikleri destekle, askeri müdahalenin eylül ayındaki tutumlarıyla uyumlu olduğunu göstermiş oldu. 
Demokratik düzenlerde, her kararın kamuoyunda enine boyuna tartışılması esastır. Hele söz konusu olan Meclis’te nitelikli oy çoğunluğu aranan kuvvet kullanma kapsamındaysa. Yetki hükümete sonsuza dek verilmez. Dolayısıyla hükümet yetki sahibi olmasına yetki sahibidir ancak askeri müdahalenin yerindeliği ve muhtemel etkileri hakkında eleştirilerin serbest olması demokrasinin gereğidir.

Gelgelelim, bugün Afrin operasyonunu eleştirenlerin toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının bulunduğu söylenemez. Miting düzenlemeye çalışanların gördüğü sert baskı bunu ispat etmekte. TCK’nin devletin güvenliğine ilişkin suçlar bölümünde yer alan suçların bir askeri operasyonun yerindeliğine yönelik eleştirileri kapsadığını söylemek, en fantastik hukuki yorumla dahi mümkün değildir.

Gelişmiş demokratik düzenlerde, toplumun bazı kesimlerinin hükümetlerin aldığı ya da almayı planladığı kuvvet kullanma kararları aleyhine gösteri yaptıkları malum. Toplumların gelecekleri hakkında en doğru karara ulaşmaları için her kesimin sesinin kamuoyuna ulaşabilmesi demokrasinin en temel kurallarından biri. 1991’in Ocak ayında Refah Partisi’nin genç il başkanı olarak Turgut Özal’ın ABD’nin Irak operasyonuna katılma kararı aleyhine, aralarında Kürt siyasi hareketinin ilk partisi HEP’in de olduğu muhalefet partilerini, Refah Partisi İl Başkanlığı’nda toplayarak ortak basın toplantısı düzenleyen sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın o vakitler faydalandığı bir kuraldan bahsediyoruz.

Savaş konusunda başka bir mesele ise devlet ciddiyeti. Devlet Bahçeli, Afrin için “Ya Afrin yıkılsın ya teröristler yakılsın” dedi. Silahlı çatışma hukukuna göre şehirleri yıkmak da
sıfatı ne olursa olsun insan yakmak da ağır ihlaldir. Silahlı çatışma, aynı zamanda her türlü manipülasyonun yapıldığı uluslararası bir propaganda mücadelesi. Bir iktidar ortağı niteliğindeki Devlet Bahçeli, müthiş bir devlet ciddiyetsizliği sergileyerek iktidarın uluslararası kamuoyu yaratma ve destek arayışını baltalamaya başlamış görünmektedir. Bunu şuurlu yapıp yapmadığını ise söz konusu Devlet Bahçeli olduğu için anlamak elbette mümkün değil. 
Güvenlik-özgürlük dengesinde ağırlığınızı sürekli şekilde güvenlik kefesine koyarsanız,
devlet idaresi de uluslararası ilişkilerdeki güç ve pozisyonunuz da dengesizleşir. 


25. yıldönümü                                 :
Bu gün, babam Uğur Mumcu’nun katledilmesinin “25. yıldönümü”.
25 yıldır her yıl olduğu gibi evimizin önünde O’nu anacağız.
Ölümünden çeyrek asır sonra en azından hayal ettiği ülkeye yaklaştığımız avuntusunu hissetmeyi umardım.
Ancak çeyrek asırdır düşüncelerini ve hayalini kararlılıkla savunanların dost varlığı da
az avuntu değildir.
=============================================
Dostlar,
Sevgili Özgür,  kızkardeşi ve annesi Güdal hanım bize Uğur Mumcu’dan emaneti, armağanıdır.
Uğur  Mumcu, yaşamını ülkemizin geleceği – esenliği – Atatürk Devrimleri.. için gözünü kırpmadan feda etmiş bir yiğit – namuslu – yurtsever gazeteci – yazar – Ulusun hukukçusudur.
Oğul Özgür’ün de babasının yolunda giderek gazetemiz Cumhuriyet‘te nitelikli – yetkin bir yazar olması sevinç ve teselli kaynağıdır.
Ailenin kurduğu Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı UM:AG da saygı ve özverili bir çabadır. Bu Vakıf bir yandan Uğur Mumcu’nun açtığı – yarattığı ekol doğrultusunda araştırmacı gazeteci – yazar yetiştirmeye çabalamakta, bir yandan Uğur Mumcu’nun basılamamış yazı – araştırma -dosyalarını yayınlaştırmakta, bir yandan da Aydınlanma çabamıza emek vermektedir.

um:ag vakfı web sitesi ziyaret edilerek destek verilebilir – verilmelidir: http://www.umag.org.tr

um:ag, 24 Ocak 1993 tarihinde öldürülen yürekli gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun gazetecilik anlayışını sürdürecek genç gazetecileri basına kazandırmak ve edebiyat, felsefe, sinema, resim ile görsel sanatta sıradanlığı reddedenlerin bir araya gelebileceği, kendilerini geliştirebileceği bir kültür ve sanat merkezi olma amacıyla kurulmuştur.

um:ag yayınları, dünü değerlendirmek ve bugünü anlayabilmek amacıyla Uğur Mumcu’nun bütün yapıt ve yazılarını kitaplaştırarak okurlara sunuyor. Her yıl eklenen yayınlarıyla da okuyucuları araştırma dizileri, özel diziler ve yeni yapıtlarla buluşturmaktadır.

um:ag ayrıca, “faili meçhul” bırakılan cinayetlerin yaşandığı ülkemizde adalet ve demokrasinin, ancak, dayatmalara, baskılara, hoşgörüsüzlüğe, işkenceye, haksızlığa direnen yurttaşların çoğalmasıyla yerleşebileceği bilincini demokratik kitle örgütlerinin de katılımıyla, her yıl 24 Ocak – 31 Ocak günleri arasında gerçekleşen ‘Adalet ve Demokrasi Haftası’yla hayata geçirmektedir.

um:ag Akademi, 2011 yılından itibaren İstanbul’da Kadir Has Üniversitesi Yaşam Boyu Eğitim Merkezi’nde çalışmalarına başlamıştır.

Bugün um:ag Araştırmacı Gazetecilik eğitim programı ile yazma-felsefe-sinema atölyeleri seminerleri ve siyasal düşünceler tarihi seminerleri insanların özgürce bir araya gelebildikleri, paylaşabildikleri ve üretebildikleri farklı bir kültür ve sanat merkezidir.

25. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinlikleri programına Vakıf sitesinde şu adresten erişilebilir.

http://www.umag.org.tr/tr/etkinlikler/1/25-adalet-ve-demokrasi-haftasi

Uğur Mumcu‘ya, kendimizi ödenemeyecek borç altında duyumsayarak selam gönderiyoruz.

AKP iktidarının 16. yılında tek başına muktedir (!?) olmasına karşın cinayetin içyüzünü
neden aydınlat(a)madığını hem anlıyor hem de anlayamıyoruz..

Ama biliyoruz ki; insanlık onuru her zaman, er ya da geç karanlıkları aşmakta ve insanlık yavaş adımlarla da olsa, erdemli bir yaşam ve gelecek kurma yolunda Uğur Mumcu gibi bilgelerin öncülüğünde ilerlemektedir, ilerleyecektir.

  • Bir an bile olsun akıldan çıkarılmamalıdır ki;
    Uğur Mumcu, ATATÜRK Cumhuriyeti’nin ürünüdür.

Sevgi ve saygı ile. 24 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Özgür Mumcu : Ne yapmalı

Ne yapmalı?

Özgür Mumcu
Cumhuriyet, 26 Nisan 2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Memleketimiz referandumdan “evet” cephesinin iddialarının tam aksine, güçlenerek değil zayıflayarak çıkmıştır. Seneler boyunca Gülen cemaatiyle ortak düşmana karşı mücadele amacıyla kurulan koalisyon, devlet kurumlarının çürümesiyle sonuçlandı. Bu çürüme 15 Temmuz’a giden yolu açtı. Darbe girişimi sonrası kurulan OHAL düzeni ise darbecilerle mücadeleyle sınırlı kalmadı. Denetimsiz bir “tek adam” rejiminin fiilen kurulmasına araç oldu.
Referandum eşitsiz şartlarda gerçekleşti demek bir iyimserlik. Referandum yakın siyasi tarihte görülmemiş bir baskının ve tek taraflı propagandanın etkisinde yapıldı. Kanunun açık hükmüne rağmen “mühürsüz oyların geçerli” sayılmasıyla birlikte kurumların çöküşüne hukuk devletinin sonunun gelmesi de eklendi.
Cemaatin devlete sızmasında başrol oynayan siyasetçiler hesap vermedi. Devlet kurumlarının ve hukuk devletinin çöküşünden sorumlu olan siyasi kadrolar bırakalım hesap vermeyi yarattıkları anayasa dışı fiili durumu, mühürsüz seçim eliyle bir anayasasızlığa dönüştürdü.
Hukuk devletinin değil kanun devletinin dahi olmadığı, hukuki ve siyasi denetimin sıfırlandığı, zayıflatılmış bir devletin keyfi bir şekilde tek şahıs tarafından yönetilmesiyle karşı karşıyayız.
Türkiye, popülizm dalgasıyla dövülen demokrasiler için artık önemli bir vaka incelemesidir. Daha ötesi değil.
Memleketimizin muhalif siyasetçilerinin çıkaracağı da çok ders var. Bu anayasasızlık döneminde alışılageldik siyaset yapma biçimleriyle erişilecek yer anlamlı değil. Henüz belki anlaşılamadı, ancak başkanlık seçimiyle genel seçimin beraber yapılacağı gün anlaşılacaktır.
Otoriter rejimlere karşı duranların asgari müştereklerde dağılmadan durması önemlidir.
Hele çok farklı kesimler bir aradaysa. Ayrıca iktidar cephesindeki kırılmalardan faydalanılmalıdır. Gelgelelim memleketimizin şartlarında bu çok zor. Mücadele sosyal olarak da örgütlenmeli. Özellikle boş bırakılan eğitim alanı başta olmak üzere hayatın her alanında örgütlenerek uzun soluklu bir mücadeleye hazır olmalı.

Yani mesela devlet destekli ve denetimsiz her tarikat yurdunun karşısına yurt binası dikip işletebilecek bir sosyal mücadele. Muhalefetin güçlü olduğu yerlerdeki yerel yönetimlere bütün baskılara rağmen önemli roller düşüyor.
Devasa bir baskı aracının karşısında bu sosyal örgütlenmeyi gerçekleştirmek imkânsız hatta böyle bir teklif saflık diye değerlendirilebilir. Ancak unutulmasın ki AKP-cemaat koalisyonunun hedeflerinden biri ÇYDD idi. AKP-cemaat ikilisi sosyal örgütlenme meselesini çok ciddiye almaktadır. Bir hayli uzun bir süredir siyasetin merkezde değil çevrede olduğunun artık farkına varacak olan toplumsal kesimlerin bu baskı ortamında hayatı yeniden örgütlemek dışında fazla bir seçeneği yoktur.
Bu örgütlenmenin AKP’nin güçlü olduğu, solun eski seçmenlerini temsil eden sosyo-ekonomik kesimlere ulaşma ihtimali de yabana atılmamalı.
Bütün bunlar yapılırken siyasilerin de “aman bana terörist derler”, “el âlem neder” gibi özgüvensiz kaygılardan arınması şart. Zaten ne yaparsanız yapın terörist ve vatan haini ilan edileceksiniz.
Vaziyet zordur ancak hepten umutsuz değildir. Mühürsüz seçim”in getireceği meşruiyet sorunu iktidar çevrelerini zorlayacak. Genç seçmen AKP’den uzaklaşmakta, AKP büyük şehirlerde tutunmakta güçlük çekmekte ve şehirli üretici kesimlerle arasındaki mesafe açılmaktadır. Bu potansiyel derhal kısır siyasi tartışmalarla bezdirilmeden, sosyal örgütlenmelere odaklanmak gerek.
Kim bilir, ilerde, belki bu sayede, demokrasi konusunda Türkiye örneği olumsuz bir vaka incelemesi değil olumlu bir vaka incelemesi olarak anlatılır.
===============================
Dostlar, 
Genç Mumcu’nun, babası merhum Uğur Mumcu‘nun bizlere emaneti olan yetenekli yazar Özgür’ün bu makalesini önemsedik. Özellikle aşağıdaki belirlemesi dikkate değer.
* Vaziyet zordur ancak hepten umutsuz değildir.
Mühürsüz seçim”in getireceği meşruiyet sorunu iktidar çevrelerini zorlayacak

Biz de yazdık benzer önerilerimizi                 :

Çözüm; yaratılan bunalımı – tıkanmayı aşmak gene siyaset kurumuna düşüyor. TBMM hemen toplanarak Anayasa md. 79/2/son tümceyi kaldırır ya da değiştirerek YSK kararlarını da yargısal denetime açar.. Böylelikle YSK’nın 16 Nisan 2017 halkoylaması açık hukuksuzluğu yüksek yargıda temyizden / itirazdan geçer.. Hukukun – adaletin gereği yapılır. Bu arada geçici bir anayasa maddesi ile 16 Nisan halkoylamasının sonucu kesinleşene dek yürürlüğünün ertelendiği düzenlenir.
AKP – MHP – RTE bu formülü gecikmeksizin, ciddi ciddi düşünmelidir.
Ya da “YSK’ya iktidarca mesaj verilerek” (üzgünüm ama!?) üzerindeki siyasal baskı kaldırılmalı ve 2. kez itiraz yapılarak halkoylaması sonucu iptal edilip yenilenmelidir. Çok büyük olasılıkla “HAYIR” çıkacaktır bu kez ve bu sonuç, şimdikinden çoook daha fazla AKP – MHP – RTE ve Türkiye için hayırlı olacaktır. Zararın neresinden dönülürse “kârdır” atasözüne benziyor tablo.
Ülkeyi tehlikeli serüvenlere, girdaplara, bunalımlara sürüklemeye kimsenin hakkı olamaz.
Hele bunca ağır – dolambaçlı iç ve dış sorunlarla ülkemiz kuşatılmış iken.
CHP, yaratıcı – ustalıklı yöntem ve araçlarla toplumsal muhalefeti örmeli, canlı tutmalı ve büyütmelidir. Bu hatta “hayır” oyu veren siyasal partileri, sivil toplum örgütlerini..
bir çatı altında toplamayı becermelidir; bu kritik bir görevdir.
AKP – RTE, halkoylaması öncesine göre gerçekte çok daha zor durumdadırlar ve
ülkemize bu deli gömleğini giydiremeyeceklerdir..
AKPM raporunu görmezden gelmek ya da önemsemiyor gözükmek yüzeysel ve popülisit
bir tutumdur ve çoook yan-lış-tır. AKP – RTE karanlıkta ıslık çalmaktadır adeta..Ulusumuzun Demokratik direnişi başarıya ulaşacak ve dünyaya örnek olacaktır…
Sevgi ve saygı ile. 27 Nisan 2017, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK

Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yiğit Savcı Doğan Öz’ü 39 yıl sonra saygı ve özlemle anıyoruz..

Yiğit Savcı Doğan Öz’ü
39 yıl sonra saygı ve özlemle anıyoruz..

Emperyalizmin Türkiye’de başlıca NATO eliyle yerleşik gladyosunca katledilen yurtsever Savcı merhum Doğan Öz‘ün aziz mücadele anısını saygı ile selamlıyoruz.

O tarihlerde ne yazık ki biz de Keban’da, tüm hastalarına karşılıksız gece gündüz koştuğumuz halde ölüm tehditleri alıyorduk.. Birtakım çevreler ”Cumhuriyet gazetesi almasın!” diye sözde gerekçeli tehditler savuruyordu. 1 yıl hizmet verdiğimiz ilçeden, Hacettepe Tıp Fakütesi’nde kazandığımız Toplum Hekimliği uzmanlık eğitimini yapmak üzere ayrılırken, yaşamın acı cilvesine bakınız ki, Emniyet Başkomiseri olan babamız Halis Zeki Saltık,
yakın korumamızı yapmak üzere İstanbul’dan kalkıp gelmişti..

O bizi kuvvetle olası bir suikast girişiminden korudu ama ne yazık ki 7 temmuz 1980 günü görev yeri İstanbul’da, görevi sırasında özveriyle ve cesaretle giriştiği çatışmada biz O’nu koruyamadık.. 7 kör kurşunla şehit verdik babamız Emniyet Başkomiseri Halis Zeki Saltık’ı..

Türkiye, Batı emperyalizmi ve özellikle onun iğrenç aleti NATO gladyosunca denetimli bir istikrarsızlık (controllable instability) içinde tutuluyor. Çok yönlü ve çok ağır bedelin bir bölümü ise ülkenin yurtsever aydınları (İTÜ Rektörü Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu), subayları (Jand. Gn. Kom. Org. Eşref Bitlis), gazetecileri (Abdi İpekçi, Uğur Mumcu), sanatçıları (Doç. Bedrettin Cömert..), polisleri (Diyarbakır Em. Md. Ali Gaffar Okkan..) … oluyor..

Emperyalizm, Türk toplumunu derin gaflet uykusunda tutmak istiyor..
Ne çare ki boşuna.. Attila İlhan‘ın büyük isabetle saptadığı gibi,

  • BİR MİLLET UYANIYOR!

”Türkiye Cumhuriyeti ebediyen payidar kalacaktır..” 
Emir – talimat büyük yerdendir..
Yüce ATATÜRK‘ün bu sözleri hedefe atılmış ok gibidir..

Sevgi ve saygı ile. 06 Mart 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Halife sultanlık geliyor!

Halife sultanlık geliyor!

Işık Kansu

Uğur Mumcu, amacı Müslüman ülkelerin şeriat ile yönetilmesini sağlamak olan Suudi Arabistan kökenli Rabıta örgütü ile ilgili “Rabıta” kitabında, 1976’da aynı örgüt tarafından Pakistan’da düzenlenen Seraat Kongresi’nde alınan kararları sıralar.
Aralarında “Bütün işyerlerinde mescit açılması, kadınların İslami yasaklara uyması, Arapçanın okullarda zorunlu olması” gibi konuların da yer aldığı bu kararların, hemen hemen tümü son 10 yıl içinde Türkiye’de uygulamaya girmiştir.
O kararlardan yalnızca biri, “Bütün Müslüman devletlerin bir federasyon teşkil ederek halifeliği ortaklaşa yürütmeleridiye özetlenen karar, henüz yaşama geçmemiştir.
Ancak eli kulağındadır. Uşşaki tarikatının şeyhi olduğunu duyuran Fatih Nurullah, Nurani TV’ye geçen ekim ayında yaptığı açıklamada, durumu özetlemiştir:
“Şu anda görünen zuhuratlar o ki;
1. Türkiye Cumhuriyeti son buldu.
2. Osmanlı kuruluyor, onun başı da Tayyip Bey 1. padişahımız olarak gözüküyor.
Son sahne iyi bitirilebilirse, bu iş de biter artık. Tekrar 100 senenin nihayetinde Medine-i Münevvere’de kurulan devletin devamı hüviyetindeki bir devletin yeniden ihyasıyla
asr-ı saadetin kokularının geldiği bir süreci bu ümmet, bu millet başlatsın.”

  • Önümüzdeki ilkbaharda yapılacak referandumdan çıkacak “Evet”in anlamı “halife sultanlık”tır!

Yetmez ama evetçiler için
Meclis, sultanın parmağında yüzük.
Tasan bitti mi canım!
Yürütme, sultanın sarayında harem…
Hoşuna gitti mi şekerim!
Yargı, sultanın yamacında kadı…
Derdin yitti mi nur tanem.
Cumhuriyeti de, Kemalizmi de, laikliği de, demokrasiyi de hallettiler.
Yetti mi cicim, yetti mi…

Muhalefete gel
Sultanlığı geri getiren AKP’ymiş. Hiç de değil.
Deniz Baykal, kişiye özel anayasa değişikliğine yol verdi; milletvekili, başbakan, cumhurbaşkanı oldu.
Devlet Bahçeli de, kişiye özel anayasa değişikliğine omuz verdi; padişah olacak.

Neredesiniz beyler?
Adalet ve Demokrasi Haftası nedeniyle Eğitim-İş ile ADD’nin çağrılısı olarak Denizli’deydik. Geleceği karanlık gören, aydınlatmak için var gücüyle çaba gösteren yurttaşlarımızla tanıştık. Eğitim-İş Denizli Şube Başkanı Kadem Özbay’ın çağrısı anlamlıydı:
“Cumhuriyet’in nimetleri ile üne, doruklara ulaşmış sanatçılar, yazarlar neredesiniz?
Cumhuriyet sayesinde ayakta duran üniversiteler neredesiniz?
Şimdi yoksanız, ne zaman var olacaksınız?”
Yoksa hiç mi yoklar artık?

Gericilik inadı
Eğitimi FETÖ’den kurtardıklarını ileri sürüyorlar ya…Yerini

TÜRGEV,
Ensar Vakfı,
Hizmet Vakfı,
Hayrat Vakfı,
İHH,
Furkan Vakfı ve
İlim Yayma Cemiyeti aldı.

– 15 Temmuz’dan sonra FETÖ’cü olduğu gerekçesiyle kapatılan 1060 okulun %80’i
imam hatipokuluna dönüştürüldü.
– Sübyan mektebi adı altında kurslar açıldı.
– Medreselere yasal statü kazandırılması, üniversitelerle denkliklerinin sağlanması da gündemde.

Yalnızca adlar değişti, geriye doğru gitme inadı sürüyor.
==================================
Dostlar,

Kalan eksikler de artık Nisan 2017’de halkoylamasında necip milletimizin (ÜMMETİMİZİN!)
mübarek EVET oylarıyla halife – sultan yapılacak zat-ı şahanelerince tamam edilir…

Eyyy “ceberrut T.C.” ruhuna el fatihhhaaa….

Bakalım Ulusumuz neyler, neylerse güzel eyler, bu lanetli oyunu elbette bozar!

Sevgi ve saygı ile.
31 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com