Etiket arşivi: Toprak Reformu

CHP’nin 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
11 Eylül 2023 Cumhuriyet

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kökeni, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dayanır.

Bu cemiyet 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde gerçekleşen Sivas Kongresi’nde kurulmuştur. Kurucusu ve lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür.

  • Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti,
    Kurtuluş Savaşı’nı, halkın egemenliği ilkesi üzerinden yürüten siyasi örgütlenmedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de katkılarıyla, 23 Nisan 1920’de kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

CHP, bir siyasal parti olarak, 9 Eylül 1923’te kuruldu.

CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

1920’lerdeki, 1930’lardaki ve 1940’lardaki CHP iktidarında büyük devrimler gerçekleştirildi.

3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı, bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu kabul edildi.

17 Şubat 1926’da, kadın ve erkek eşitliği dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun kabul edildi.

15 Ekim 1927’deki CHP Kurultayı’nda;

cumhuriyetçilik,
halkçılık,
laiklik ve milliyetçilik ilkeleri,

10 Mayıs 1931’deki CHP Kurultayı’nda,

devletçilik ve devrimcilik ilkeleri,

parti programındaki temel ilkeler olarak kabul edildi.

Devletin dini İslamdır” ifadesi 10 Nisan 1928’de anayasadan çıkarıldı. Böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi anayasa maddesi haline geldi.

1920’li yılların başından 1940’lı yılların sonuna dek, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de geçildi.
***
CHP muhalefette olduğu dönemde de uzun yıllar devrimci ruhunu korudu.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi” ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***
CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950 seçimlerinde %39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde %41, 1961 seçimlerinde %37, 1973 seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oy aldı.

CHP, parti içi demokrasi sürecini işlettiği ve partinin ilkelerine ve kurumsal kimliğine sahip çıktığı yıllarda, ender olarak %30’un altında oy aldı.

1973 ve 1977 yılında CHP, 1. parti olarak hükümet kurdu.

CHP 12 Eylül askeri darbesi tarafından 1981 yılında kapatıldı.

CHP’nin oyları, 1992 yılında yeniden açıldığından beri %26’nın üzerine çıkmadı. Bu aynı zamanda,
– CHP’de parti içi demokrasinin rafa kaldırıldığı ve
– partinin kendi kurumsal kimliğinden ve ilkelerinden uzaklaştığı

dönemdir.

CHP’nin kuruluşunun 100. yılında alınacak ders bellidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin 100. yılı11 Eylül 2023
Politika nedir?4 Eylül 2023

CHP’nin onurlu tarihi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

CHP, 9 Eylül 1923’te kuruldu. CHP’nin kökeni, 7 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde kurulan ve emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. İki örgütün de kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

TBMM 23 Nisan 1920’de, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin katkılarıyla da kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

  • CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması ve bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu’nun kabul edilmesi, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit kılınması dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da CHP’nin öncülüğünde kabul edildi. (AS: 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi..)

CHP 15 Ekim 1927’deki Kurultay’da,

  • Cumhuriyetçilik
  • Halkçılık
  • Laiklik
  • Milliyetçilik

ilkelerini, 10 Mayıs 1931’deki Kurultay’da,

  • Devletçilik
  • Devrimcilik

ilkelerini, parti programındaki temel ilkeleri olarak kabul etti.

Devletin dini İslamdır ifadesi 10 Nisan 1928’de, CHP’nin öncülüğünde anayasadan çıkarıldı ve böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi, laikliğin uygulanması ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı, CHP’nin öncülüğünde tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi, CHP’nin öncülüğünde anayasa maddesi haline geldi.
***
1920’li, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler, CHP’nin öncülüğünde gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta CHP’nin öncülüğünde kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de CHP’nin öncülüğünde, CHP iktidarında geçildi.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen İlk Hedefler Beyannamesi ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***

  • CHP, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki statükoyu, yani monarşiyi, teokrasiyi
    ve feodalizmi yıkan, devrimci bir partidir.

CHP aynı zamanda, kapitalizmin yol açtığı ekonomik ve sosyal adaletsizlikleri asgari düzeye çekmek için mücadele veren merkez sol bir partidir.

CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950’li, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, kimi seçimleri yitirmiş olsa da, 1992’den sonra aldığı oyların çok üzerinde oy alan bir siyasal partidir. CHP 1950 seçimlerinde % 39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde % 41, 1961 seçimlerinde % 37, 1973 seçimlerinde % 33, 1977 seçimlerinde % 41 oy almıştır.

CHP 1992 yılında yeniden açıldığından beri, %26’nın üzerine çıkamamıştır!

AKP iktidarının, CHP’nin tarihine yönelik iftiralarla ve yalanlarla seçim kampanyası yürütme hazırlıkları yaptığı bir dönemde, CHP yönetiminin ve CHP üyelerinin, bu olguların ışığında hareket etmesi gerekir.

CHP, AKP’nin gölgesinde siyaset yaparak, İslamcıların, neoliberallerin ve ikinci cumhuriyetçilerin söylemleri üzerinden, kendi tarihini çarpıtarak ve inkâr ederek (yadsıyarak) seçim kazanamaz.

CHP yönetimi, örgütünü harekete geçirmek, seçmen tabanının başka partilere kaymasını önlemek ve oyunu daha da yükseltmek istiyorsa; tarihine, kurumsal kimliğine, ilkelerine sahip çıkmalıdır, halka gerçekleri anlatmalıdır.

Günümüzdeki başarısızlıkların üzeri, geçmişteki başarılar yok sayılarak örtülemez.

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

Taliban şaşkınlığı!

authorMERDAN YANARDAĞ

Afganistan’ı Taliban’a hangi güç ve oryantalist bakış teslim ettiyse, Türkiye’yi de AKP’ye aynı güç ve zihniyet teslim etti. O güç başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerdir.

Taliban şaşkınlığı!

Afganistan ve Taliban konusunda sosyal medyada, bazı televizyon ve gazetelerde yapılan yorumlar ya bir cehalet ya da bilinçli bir çarpıtma içeriyor. Örneğin, ABD’nin Afganistan siyaseti ve küresel hegemonya hesapları ile Sovyetler Birliği’nin Afganistan demokratik yönetimine askeri yardımı bir ve aynı şey gibi anlatılıyor.

Afganistan, bir imparatorluk bakiyesi olan Türkiye’den görece daha geri olsa da neredeyse eş zamanlı bir aydınlanma ve modernleşme girişimini başlatmış bir ülkeydi. Reformcu Emanullah Han liderliğinde 1919 yılında Hindistan ve Pakistan’dan önce İngiliz sömürgeciliğinden koparak bağımsızlığını kazanan Afganistan, Kemalist devrimin yolundan giderek bir modernleşme denemesine girişecekti.

Revalpindi Antlaşması ile 8 Ağustos 1919’da bağımsızlığını kazanan Afganistan, 1921’de Sovyetler Birliği ve Türkiye ile dostluk, 1922’de İran’la saldırmazlık antlaşması yapacaktı. Daha önemlisi, 1921 Türkiye Anayasası’nı örnek alarak hazırlanan Afgan Anayasası, 1923’te yürürlüğe girecekti. Ancak 1928’de başlayan ve Hindistan’daki İngiliz sömürge yönetiminin de desteklediği gerici aşiret ayaklanmaları ile bu süreç kesintiye uğrayacaktı.
***
Modernleşme ve aydınlanma süreci kesintiye uğrasa da bütünüyle tasfiye edilemeyecek, çağı yakalama girişimi yavaş da olsa devam edecekti. Muhammed Davud Han 1973’te Muhammed Zahir Şah’ı devirerek monarşiye son verecek ve cumhuriyet ilan edecekti. Cumhuriyetin ilanı, solun da önünü açacak, birçok sosyalist aydın yönetimde görev alacaktı. Ancak, Davud Han, aşiretlerden gelen baskı nedeniyle 1975 yılında solcuları yönetimden uzaklaştırmak için sert önlemler almaya yönelecekti. Babrak Karmal ve Nur Muhammed Tereki gibi ileri gelen Afganistan Halk Partisi yöneticisi tutuklanarak hapse atılacaktı. Davud Han’ın bu politikası tepkilere neden olacak, aydınların ve ordunun desteğini kaybedecekti.

Marksist eğilimli Nur Muhammed Tereki liderliğindeki Afganistan Halk Partisi’nin öncülük ettiği devrimle 1978’de demokratik, laik ve halkçı bir rejim kurulacaktı. Hapisten çıkan Afaganistan Halk Partisi Genel Sekreteri Nur Muhammed Tereki, devlet başkanı olacaktı. Afganistan Halk Partisi, içinde marksistler de bulunmakla birlikte, esas itibarıyla ilerici, demokratik ve halkçı bir programa sahipti. Ülkenin adı Afganistan Demokratik Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Laiklik ilan edilecek, anayasada ve yasalarda kadın-erkek eşitliğini sağlayan düzenlemeler yapılacak, radikal bir toprak reformu programı uygulanmaya başlanacaktı.
***
Afganistan’dan sonra 1979’da İran’da Şah rejiminin yıkılması, ABD ve Batı’yı endişelendirdi. Batı uygarlığı ya da kapitalist ülkelerde, sosyalist dünyaya karşı yürütülen mücadeleyi kaybetmeye başladıkları yolunda büyük bir endişe oluştu. Daha sonra ABD’yi yöneten egemen akım haline gelecek neo-con hareketin ideologları, bunu açıkça yazmaya, lokal nükleer savaşları da göze alan bir karşı saldırı siyasetini savunmaya başlayacaklardı.

Sovyetler Birliği’ni kuşatmak, ilerici dünyanın kazandığı mevzileri geri almak ve kapsamlı bir küresel karşı saldırı başlatmak için geliştirilen siyaset yürürlüğe kondu. İlk etapta, Latin Amerika’da Nikaragua, Honduras ve El Salvador’a karşı, Doğu’da ise Pakistan, İran ve Türkiye’ye yönelik karşı devrimci bir operasyon başlatıldı. Önce 1980 başında Pakistan’da Amerikancı bir darbe yapıldı. Afganistan Halk Partisi ile neredeyse aynı programa sahip olan, -yine Türkiye’nin 1923 laik devrimini izleyen- Pakistan Halk Partisi iktidarı yıkıldı. Parti lideri ve Başbakan Zülfükar Ali Butto idam edildi. Darbeci General Ziya-ül Hak Pakistan’da şeriat ilan etti.

Solun ve sınıf mücadelesinin yükseldiği, sadece yerel iktidarı değil, emperyalizmi de tehdit ettiği -biz pek farkında değildik- Türkiye’de de aynı yıl, 12 Eylül 1980’de General Kenan Evren liderliğinde askeri-faşist bir darbe yapıldı. Cunta da NATO’nun “Yeşil Kuşak” doktrini gereğince Türkiye’de siyasal İslamcı hareketlerin önünü açtı. AKP gerçekte bu sürecin bir ürünü ve sonucudur. Türkiye’deki darbe de küresel karşı saldırının bir parçasıydı. ABD Başkanı J. Carter bir röportajında, “Afganistan ve İran’dan sonra Türkiye’nin kaybedilmesini göze alamazdık” diyecekti.
***
Pakistan cuntası, CIA desteğiyle Afganistan sınırında medreseler kurarak, bu ülkede başlayan gerici aşiret isyanına destek vermeye başladı. Medreselerde yetişen talebeler, silahlandırılarak Afganistan’a saldırtıldı. Taliban (Talaban) medrese öğrencisi (talebe) demekti. Sovyetler Birliği ise, kapitalist-empearyalist blokun saldırısını doğru okuyamadı. Siyasal hedefi belirsiz, soyut ve anlamsız barış kampanyaları yürüttü. Batılı ülkelerdeki komünist ve sosyalist partiler, Regan yönetiminin “Yıldızlar Savaşı” siyasetine karşı, sadece “barış” dedi, başka da bir şey yapmadı.

ABD, Pakistan’daki islamo-faşist cunta aracılığıyla Afganistan toprak ağaları ve ruhban sınıfıyla işbirliği yaparak demokratik rejime saldırdı. CIA bu saldırıları doğrudan organize etti. Sovyetler Birliği, ABD ve Pakistan’ın saldırısına uğrayan Afganistan demokratik hükümetinin çağrısı ile bu ülkeye askeri destek verdi.
Sovyet askerleri, rejimi korumaya çalışan Afgan ordusu ve halk güçleriyle birlikte sadece gerici güçlerle değil, ABD ve Pakistan’a karşı da savaştı.

Ancak, Sovyetler Birliği’nde 1985’te iktidara gelen Gorbaçov, 1988’den itibaren Afganistan’dan Sovyet askerlerini geri çekti. Askerler, halkın katıldığı törenlerle ülkeyi terk etti. Yani ortada ne bir işgal ve ne de bir işgalci güç vardı. Demokratik Afganistan cumhuriyeti kendi gücüyle 1992’ye kadar direndi. Sovyet desteğini kaybeden ülke, sonunda ABD, Pakistan ve gerici aşiretler koalisyonuna yenildi. ABD ve Pakistan destekli İslamcı güçler demokratik rejimi yıkarak 1993 yılında şeriat ilan etti.

  • Özetle bugünün Afganistan, ABD ve Batı’nın ürünüdür. Sovyet desteği ile emperyalizmin arasındaki fark budur.

***
Batı’nın “ulus inşa” etmeye çalıştığı Afganistan’da 300 bin kişiden oluşan ve her türlü gelişkin silahla donatılan ordunun, 70 bin kişilik derme çatma Taliban güçlerine teslim olmasının arkasında da yine Batılı, oryantalist beyaz adam kafası vardır. Taliban, Kabil dahil bütün büyük kentlere neredeyse tek kurşun atmadan elini kolunu sallayarak girdi. Devlet hızla çözüldü. Ordu adeta buharlaştı. Yaşanan büyük şaşkınlığın altında da bu olgu yatıyor.

Neden böyle olduğu bir türlü anlaşılamıyor. Yıllardır eğitilen, ellerinde gelişkin silahlar bulunan, bir ordu ve devlet nasıl oldu da direnemedi? Direnemezlerdi! Çünkü kurulan ordu, iç dinamiklerden beslenen ulusal bir güç değil, emperyalizmin bir oluşumuydu. İşbirlikçilerin savunacakları bir vatanı olmaz. Nitekim olmadı da. ABD ve Batı, Taliban ile anlaşıp çekilmeye karar verince, devlet de ordu da çözüldü. Olay bundan ibarettir.

Son olarak belirtelim                      :

  • Afganistan’ı Taliban’a hangi güç ve oryantalist bakış (siyaset planlaması) teslim ettiyse, Türkiye’yi de AKP’ye aynı güç ve zihniyet teslim etti.
  • O güç başta ABD olmak üzere, emperyalizmdir. O zihniyet ise Batı’lı sömürgeci beyaz adam kafasıdır.

Kuruluşunun 80. yılında yaşayan efsane: Köy Enstitüleri

Kuruluşunun 80. yılında yaşayan efsane: Köy Enstitüleri

Ayşe Gülsün Bilgehan kimdir? - Yeni Akit Gazetesi

Gülsün Bilgehan
İnönü Vakfı Başkan Yardımcısı
18 Nisan 2020, Cumhuriyet

2020 yılında koronavirüs salgını dünyaya ilim ve bilime olan gereksinimin önemini tekrar hatırlattı. Her şeyi yeniden düşünüp geçmişten ders almanın tam zamanı.

Bundan tam bir yıl önce, Köy Enstitülerinin kuruluşunun 79. yıldönümü etkinliği, eğitimci-müfettiş Mehmet Ayhan’ın girişimi ile Pembe Köşk’te yapıldı.

“Atomu parçalamaktan zor olan halkın aydınlatılmasını ve geliştirilmesini amaçlayan bu kurumların yaşama geçirilmesinde, eğitime, sanata yönelik tutum ve davranışıyla 1. derecede yetkili ve etkili 2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün bıraktığı canlı kültür ortamında, yaşadığı evde ve piyanosu başında, ona saygı ve şükranlarımızı sunmak içindir” diye açıklamıştı günün programını Ayhan. 80. yılda buluşmak üzere sözleşirken, dünyayı kasıp kavuracak bir virüsün tüm yaşamları vuracağını kimse bilmiyordu.

Halk imecesi katkısı

1939 yılının son günlerinde, Türkiye yine büyük bir doğal felaket yaşamıştı. Erzincan depreminde 16 bin can kaybı vardı. Diğer yandan dünya yeni bir büyük savaşın içine girmişti. 17 Nisan 1940 Çarşamba günü, 429 kişilik TBMM’den 287 milletvekilinin oyları ile kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası bu zor koşullarda hazırlanmıştı.

Atatürk’ün direktifleri ile köylere hizmet götürmek için 1936’da başlatılan Köy Enstitüleri hareketi, ülkenin o günkü gerçeklerinden ve gereksinmelerinden yola çıkılarak, kendi yönetici ve eğitimcilerimizce, öğretmen öğrenci katılımı ve halk imecesi katkısıyla, kalkınmayı ve demokratikleşmeyi destekleyici yerli bir eğitim düzenlemesiydi. Yasa tasarısı İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in gayretleriyle hazırlanmış, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün büyük desteği ile güç kazanmıştı. Tonguç, “O’nun konuyu benimsemesi, desteklemesi, siyasal ağırlığını koyması, tarihsel bir önem taşıyordu. Bu olmadan Köy Enstitülerini, ilköğretim atılımını gerçekleştirmek söz konusu olamazdı.” diyordu. Erdal İnönü, “babasının Köy Enstitüsü raporunu günlerce yanında taşıdığını, tekrar tekrar incelediğini” anlatacaktı.

‘Kamuoyunda bir değer’

“İyi niyetli, maksadı belli olan bir eğitim yasasına kimsenin karşı çıkmayacağını sanmıştım. Ama akşam sofrada Yücel’den duyduk ki bazı milletvekilleri yasanın uygulama planına itirazlar yöneltmişler. Bu eleştirileri değerlendirirken Yücel’in de babamın da vardıkları ortak kanı, bu itirazları yapanların aslında büyük bir vatandaş kitlesinin okumasını, aydınlanmasını istemedikleri şeklinde idi. ‘Asıl engel yine aydınlardan geliyor’ demişti babam ve ben bu söze çok şaşırmıştım. ‘Aydın olur da halkının iyiliğini istemez mi?’ diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Sonradan çıkar çatışmalarının çeşitli etkilerini gördükçe bu şaşkınlığım geçti ve eğitimcilerimizin hangi zorluklarla karşı karşıya olduğunu daha iyi anladım” diye yazacaktı yıllar sonra anılarında.

İnönü, tarihten edindiği deneyimlerle, sürecin ne kadar acil olduğunu görüyordu. İki yıl sonra Tonguç’a: “Köy Enstitülerinin sayısı neden 25’e kadar çıkarılıp orada kalacak?” diye sordu. “Enstitü sayısını 60’a çıkarmak gereklidir. Buralarda bir kısım öğrenciler tarımcı olarak yetiştirilmelidir. Para sorunu diye bir şey ileri sürme” dedi ve en çok önem verdiği konuyu belirtti: “Köy kızlarını, köy kadınını işte bu feci durumdan kurtarmak için haysiyetli insanlar olarak yetiştirmemiz lazım. Bu kızları çok tutacağız gerekirse. Cumhuriyet kızları gibi özel bir ad vererek onları kamuoyunda bir değer durumuna sokmaya çalışacağız.”

‘Bir iz, bir söz’

Cumhurbaşkanı İnönü, özellikle Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne eşi Mevhibe Hanım ve kızı Özden’le birlikte gidiyordu. “İnönü’nün konukluğu, Enstitülere büyük bir zenginlik katar, gittiği her Enstitüde bir iz, bir söz bırakırdı. Bu zengin görünümün bir yanı, devletçe bize önem verildiğini yansıtan bir güven yaratmasıydı. Bunu duyumsamak biz öğrencilerin yurt ve ulus sevgimizi kamçılar, gururlanırdık” diye anlatıyor Aksu ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu Pakize Türkoğlu. “O yıllarda gerek İnönü’nün, gerek öteki büyük adamların eşlerinin hali tavrı da başkaydı. Bu bizim çok ilgimizi çekerdi kız öğrenciler olarak. Giyim kuşamlarında bile başkalık vardı. Devlet büyüğü eşi olduklarını yansıtan bir tavır içinde olurlar, şapkalarıyla, taranmış açık başlarıyla eşlerinin yanında saygıyla yer alırlardı.

Özellikle Mevhibe Hanım, modernlikle kendi kültürümüzün bireşimini kişiliğinde olduğu kadar, giyim kuşamıyla da yansıtan bir örnekti. Eğitmenler, öğretmenler, öğrenciler enstitülerde canla başla, şevkle çalışıyorlardı. O günleri unutmadılar: “Genç, yaşlı, kadın ve erkek profesörlerin, doçentlerin, ses telleri kıymetli şan ustalarının, piyanistlerin, tiyatrocuların, bilim kültür ve sanat insanlarının, değerli eğitimcilerin, karda kışta, Hasanoğlan kırına nasıl koştuklarını hâlâ konuşuruz arkadaşlarımızla.” Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet tarihinin görevde en uzun süre kalan Milli Eğitim Bakanı oldu (1938-1946). İsmail Hakkı Tonguç, 11 yıl boyunca bütün Türkiye’yi gezdi.

En büyük pişmanlığının, İnönü’nün enstitülerin çoğaltılması ve tarımcı yetiştirilmesi konusundaki beklentisini karşılayamamak olduğunu söyleyecekti: “Bir süre sonra, Yücel’le birlikte, İnönü’ye işin ne yazık ki olamayacağını bildirmek zorunda kaldık. İnönü’nün yanıtını yaşamım boyunca unutmadım: İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı kaçırıyorsunuz!”

İlk kurban Köy Enstitüleri

Sıcak savaş bitmiş, Soğuk Savaş başlamıştı. CHP içindeki fikir ayrılıkları özellikle Toprak Reformu görüşmelerinde belirginleşmişti. Bu sıralarda Stalin liderliğindeki Sovyet Rusya’nın Boğazlar üzerinde egemenlik hakkı istemesi ve doğu sınırımızdan toprak talepleri eğitim çabalarının sürdürülebilmesi için gerekli ortamı değiştirmişti. Erdal İnönü’ye göre: “Köy okullarının yapımında köylülerin bazı yerlerde zorla çalıştırılmış olmaları, Köy Enstitülerinde verilen kültürün evrensel ve hümanist karakterinin yadırganması, solculuk hatta komünistlik suçlamaları, hepsi bir araya gelince çok partili rejimin ilk kurbanlarından biri Köy Enstitüleri oldu.”

Ders alma zamanı

İsmet İnönü de, yıllar sonra, gazeteci Mustafa Ekmekçi’ye, “Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi ve sevgilisi” diye nitelediği Köy Enstitüleri konusunda şunları söylemişti: “Ben Köy Enstitüsü düşününe inanmışımdır. İnanmış bir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben gücüme göre, gücümün var olduğu yerde, gücümü gösterebilirim. Ben dâhi değilim, gücümle, deneyimimle, ülke çıkarlarını en üst düzeyde tutarak sorunlara çözüm bulurum.

Köy Enstitüsü konusu da böyle olmuştur. Benim gücüm o zaman nereden geliyordu? Partiden, parti meclis grubundan. Bu konuda, tüm organlarda gücümü yitirmiştim. Ordunun üst kademesinde de huzursuzluk başlamış, onun için bir süre, bu konuda en çok saldırıya uğrayan, Yücel’le Tonguç’u, onların da gönlünü alarak, bir süre için bu şimşekleri bu olay üzerinden uzaklaştırmak istedim. Fakat sonradan demokratik hareketler de başlatılınca, olaylar öyle gelişti ki, kendi akımında yürüdü ve bir an geldi ki artık Köy Enstitülerini eski gücüyle, eski ruhuyla sürdürmek olanakları benim elimden çıktı. Bugün, şimdi yeniden bu kurumları, daha gelişmiş, aradan geçen zaman içinde, daha bugüne uygun bir biçimde kurmak için hep birlikte çalışacağız.” Kim bilir, belki de o gün gelmiştir!

  • 2020 yılında koronavirüs salgını dünyaya ilim ve bilime olan gereksinimin önemini tekrar hatırlattı.
  • Her şeyi yeniden düşünüp geçmişten ders almanın tam zamanı.

Cumhuriyet’in anlamı

Cumhuriyet’in anlamı

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 29.10.18
19 Mayıs, 30 Ağustos, 23 Nisan ve 29 Ekim ulusal bayramlardır.
Bu bayramlar, din, mezhep, etnik kimlik ögelerini aşan bayramlardır.
O nedenle de, Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Nevruz Bayramı, Noel Bayramı, Paskalya Bayramı, Yom Kipur Bayramı, Hanuka Bayramı gibi bayramlardan yapısal olarak farklıdırlar.

Bir Müslüman, Noel, Paskalya, Hanuka, Yom Kipur bayramlarını; bir Hıristiyan, Ramazan, Şeker, Hanuka, Yom Kipur bayramlarını; bir Musevi, Ramazan, Şeker, Noel, Paskalya bayramlarını kutlamaz; bir ateist, agnostik ve deist, dini bağlamda bu bayramların hiçbirisini kutlamaz. Trakyalılar, Egeliler ve Karadenizliler, Nevruz Bayramı’nı kutlamazlar. Din, mezhep ve etnik kimlik ile ilgili bayramlar, belli bir dine, mezhebe ve etnik kimliğe ait insanları ilgilendiren bayramlardır. Ulusal bayramlar ise tüm vatandaşları ilgilendirir.

19 Mayıs 1919’da, emperyalist güçlerin işgaline karşı verilen Kurtuluş Savaşı başlamıştır.

30 Ağustos 1922’de bu savaş zaferle sonuçlanmıştır.

23 Nisan 1920’de, halkın egemenliğinin sağlanması amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuştur.

29 Ekim 1923’te, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bu tarihler ve olaylar, dünya görüşü, dini, mezhebi, etnik kimliği ne olursa olsun, bütün vatandaşları ilgilendirir, bütün vatandaşların yaşamını etkiler. “Bu bayramlar beni ilgilendirmiyor” diyen kişi, bedenen bu ülkede yaşayıp, ruhen bu ülkenin parçası olmayan kişidir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen bu gelişmeler, bir yandan dış güçlerin sömürü düzenine, yani emperyalizme son vermiştir, bir yandan da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi vatandaşlarına uyguladığı sömürü ve baskı düzenine, yani monarşik, teokratik ve feodal düzene son vermiştir.

1922’de Saltanatın, yani Padişahlığın kaldırılması;

1924’te Hilafetin kaldırılması ve Öğretim Birliği Yasası’nın yürürlüğe girmesi, medreselerin kapatılıp bilimsel ve laik eğitim sistemine geçilmesi; 1925’te toprak reformu hareketlerinin başlaması; 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilerek, yasaların din kurallarından arındırılması ve kadınların gasp edilen bazı haklarına kavuşması; 1928’de anayasadan, 1876’daki Kanun-i Esasi’den kalma “devletin dini İslamdır” ifadesinin çıkarılarak, devletin değil, kendi özgür iradesine göre, vatandaşın dindar veya dinsiz olmayı seçmesinin sağlanması; 1934’te, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; 1937’de, laiklik ilkesinin anayasa maddesine dönüşmesi; tüm bunlar, Cumhuriyetin özünde yer alan, halkın cehaletten kurtulup ilerlemesi ve özgürleşmesi için yapılan devrimlerdir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi ile başlayan bu süreç, Atatürk’ün öncülüğünde Osmanlı topraklarında 20. yüzyılın başında yaşanmıştır. Batı Avrupa, 15. ve 18. yüzyıllar arasında, Reformasyon, Rönesans ve Aydınlanma devrimleriyle ortaçağdaki teokratik ve despotik yapıyı aşarken, Osmanlı İmparatorluğu, ortaçağda geçerli olan Bizans yapılanmasını aynı yüzyıllarda devam ettirmeye çalışarak kendi sonunu hazırlamıştır.

  • Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin, bir karşıdevrim hareketiyle Osmanlı’ya 21. yüzyılda geri dönmeye çalışması, “Yeni Türkiye” adı altında eski ve çürümüş bir yapıyı mezardan diriltmeye çalışması, tarihin akışına aykırı olduğu gibi, Osmanlı’nın içine düştüğü hatanın tekrarından başka bir şey değildir. 
  • Erdoğan’ın ve AKP’nin yapmaya çalıştığı şey, Yunanistan’ın Bizans İmparatorluğu’na, İtalya’nın Roma İmparatorluğu’na dönmeye çalışması gibi bir şeydir. Bu traji-komik bir durumdur. 

Şu anda yeryüzünde, kendi ülkesinin kurucusundan bu kadar nefret eden, kendi ülkesini kuran kişinin adını her yerden silen, kendi ülkesinin kurucu ilkelerinin temeline dinamit koyan, kendi ülkesinin kuruluş yıldönümünü ve ulusal bayramını kutlayanlara sınırlama getiren, bu yöntemle emperyalizmin oyuncağına dönüşen başka bir iktidar yoktur! 

Erdoğan ve AKP, kaç havalimanı açarsa açsın, tarihe böyle geçecektir.

CUMHURBAŞKANI ADAYLARINA ÇİFTÇİ SORULARI

CUMHURBAŞKANI ADAYLARINA
ÇİFTÇİ SORULARI

Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı ile ilgili görsel sonucu

Konuk yazar : Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
mustafa.kaymakci68@gmail.com

Cumhurbaşkanı Adaylarına Ekonomi-Politik Sorular” adlı yazımda; Cumhurbaşkanı adaylarına “İşsizlik, yoksulluk, gelir dağılımındaki dengesizlik gibi sorunlarımız hangi “ekonomi-politikalar “dan kaynaklanıyor ve Siz,anılan sıkıntıları hangi ekonomi-politikalarla aşacaksınız?” gibi sorular sorulması gerektiğini belirtmiştim.

İşsizlik, yoksulluk, gelir dağılımındaki dengesizlik gibi sorunlarla birlikte ortaya çıkan gıda maddelerine pahalıya erişim de en güncel sorunlarımızın başında geliyor.

Nedeni şu; çiftçi para kazanamıyor, kazanamadığı için tarımsal üretiminde önemli düşüşler yaşanıyor.

Tarımda Manzara-i Umumiye Ne?

Son 10 yıl içinde tarım yapılmakta olan alanlarda 2.6 milyon ha’lık azalma olmuş. Bir başka deyişle toplam tarım topraklarının %10’dan fazlası ekilememiş. Üretici sayısı da  %23 azalmış ve üretim düşmüş.

Çare olarak tarımsal ithalat patlama yapmış durumda. Türkiye, son 14 yılda 18 milyar dolarlık tahıl, 17 milyar dolarlık pamuk lifi, 37 milyar dolarlık yağlı tohum ve türevleri ve  3.5 miyar doları geçen bakliyat ithal edilmiş. İthalat yapılan ülke sayısı 126‘ya ulaşmış.

Hayvan sayısında da hem miktar hem de nüfus başına önemli azalma olmuş. Türkiye kırmızı et ithalatında sürekli bağımlı ülke durumuna  gelmiş.

Bir başka olumsuzluk, tarım deseninin değiştirilmesinde gözlemleniyor. Kimi çiftçiler tarım desenini değiştirmek zorunda kalmışlar.

Dolaysıyla bizi doyuran ve giydiren tarım sektörü giderek en önemli ve en sorunlu sektör olmuş.

Bu bağlamda “Cumhurbaşkanı Adaylarına Çiftçi Soruları” yaşamsal  bir öneme sahip. Belki de bir beka sorunu.

Cumhurbaşkanı Adaylarına Çiftçi Soruları

  • Tarımsal desteklemeler, Tarım Yasası’nın temel ölçütleri düzeyinde gerçekleştirilecek mi? Tarım Yasası’nın bu hükmü neden uygulanmıyor?
  •  Çiftçilerin borçlanması, neden özel bankalara yönlendirildi? Ziraat Bankası ya da Tarım Kredi Kooperatifleri işlevlerini neden yitirdi?
  • Tarımsal girdilerden alınan KDV ile Özel Tüketim Vergisi ne zaman düşürülecek?
  • Tarımsal amaçlı kooperatifleri güçlendirici yasalar ne zaman çıkarılacak? Üreticiler neden sanayici ol(a)muyorlar?
  • Kooperatifler, ürünlerini aracısız olarak pazarlayamazlar mı? Bu konuda kooperatiflere gerekli olanaklar niçin sağlan(a)mıyor?
  •  Kırsal kesimde örgüt fazlalığı hatta örgüt kirliliği ne zaman sonlanacak? Kurulan örgütlerin işlevleri neden karıştırıldı?
  •  Tarım topraklarının yabancı ya da yabancı denetimli bankalar tarafından alınmasını engelleyici yasalara gereksinme duyuyor musunuz? Bu konuda bir sınırlama getirilecek mi?
  • Topraksız ve az topraklı köylüler için örgütlenme temelinde toprak reformu konusu gündeminizde var mı?
  • Türkiye lider durumda olduğu fındık, üzüm, kayısı gibi ürünlerde uluslararası borsaları neden kuramıyor?
  • Çiftçilere tohum ve damızlık üreten devlet tarım işletmeleri neden satılıyor? Bunların korunarak geliştirilmeleri olası değil mi?
  •  Tohumculuk Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi üretici ve tüketicilerin aleyhine olan yasaları değiştirmek istiyor musunuz?
  •  Mazot, gübre, yem gibi girdi fiyatları Batı ülkelerine göre neden kat kat fazla? Girdi fiyatları artarken çiftçi eline geçen ürün fiyatları neden düşüyor?
  • Özelleştirilen Tarımsal Kitler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu soruların kimilerini yanıtlayanlar var.
Ancak sorunun temel çözümü, salt girdi fiyatlarının düşürülmesinden geçmiyor.
Konuyu bütün olarak ele almak gerekiyor.

Çiftçiler aldıkları yanıtlara göre oylarını yönlendirsinler derim.
================================================

Değerli dostumuz, Ege Üniv. Ziraat Fak. öğretim üyesi (E) Sayın Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı‘ya önemli yazısı ve paylaşımı için teşekkür borçluyuz.

O’nun emekliliği salt biçimsel ve yasa gereği..
Aynı hız ve üretkenlikle ülkemize – bilime katkı vermeyi sürdürüyor..

O, bir Cumhuriyet Türkiye’si aydını..

Sevgi ve saygı ile.
17 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
profsaltik@gmail.com         www.ahmetsaltik.net

Tarım işçileri daha ne kadar eziyet çekecek?

Tarım işçileri daha ne kadar eziyet çekecek?

Prof. Dr. Tayfun Özkaya

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
08 Eylül 2017, YURT Gazetesi

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Tarım işçileri daha ne kadar eziyet çekecek? Çanakkale Adalet Kurultayında tarım işçileri konusunda da bir çalıştay yapıldı. Bu alanda da derin bir sömürü var. Alışılmış da olsa dayı- başı veya elçiler denilen aracılar işçinin aldığı ücrete % 40’ına varan oranlarda el koyuyorlar. Bakanlıkların bu konuya buldukları çözüm ise bunları resmileştirmek. Örneğin bu yıl tarım işçileri konusunda başbakanlık tarafından yayınlanan genelgenin 13. maddesinde bu aracılık işinin özel istihdam büroları veya İŞKUR’a kayıtlı tarım aracıları ile yapılmasının teşvik edileceği yazılmıştır.
(Mevsimlik Tarım İşçileri Hakkında Başbakanlık Genelgesi http://www.basbakanlik.gov.tr/genelge_pdf/2 017/2017-24931.pdf)

Bu bir çözüm olamaz. Sömürüyü resmileştirmeye yol açar. Katılımcılar bu konunun sendika veya dernek şeklinde işçilerin kendi kuruluşları tarafından halledilmesi gerektiğini önerdiler.

Tarım işçilerinin kaldığı geçici alanlardaki durumu oldukça vahim. Bu konuda katılımcılar çeşitli bilgiler verdiler. Doğru dürüst bir tuvalet, içilebilecek sağlıklı su, elektrik olmayan yerler çoğunlukta. Sağlık hizmetleri perişan. Ancak 19 Nisan 2017’de Resmi Gazetede yayınlanan bu genelgeye bakarsanız Valiliklerin sel tutmayan, elektriği, suyu, kanalizasyonu olan geçici yerleşim alanlarının oluşturulmasını öngörmüştür. Buralara sağlık hizmeti getirilmesi de bu genelgede yazılmış. Genelge böyle ama gerçek böyle mi? Ne yazık ki değil. Uludağ Tıp Fakültesinde öğretim üyesi olan Prof. Kayıhan Pala Bursa’da yaptıkları araştırmada bu genelgeye rağmen 2012’de Bursa’da hiçbir geçici yerleşim alanında elektrik olmadığını, sonradan bazılarına elektrik geldiğini ama çadırlara elektrik alınamadığını, ikametgâh belgesi istendiğini söyledi. Pala sekiz yıldır sağlıklı su sağlanamadığını, Bursa’ya yılda 10 bin mevsimlik tarım işçisi geldiğini, ildeki geçici yerleşim alanları sorununun çözümü için 10 milyon TL’nın yeteceğini hesapladıklarını belirtti.

Tarım işçilerinin çoğu Güneydoğu Anadolu’dan geliyor ve çoğu ya topraksız veya çok az toprak sahibi. Bu bölgede gerçek bir toprak reformu yapılması gerektiğini belirttik. Bu bölge içinde ücreti belirleyen, dinbaz örgütlenmeleri destekleyen ağalar var olan düzenden çok yararlanıyor.

  • Toprak reformu çağdışı gericiliğin de darbe almasına yol açacaktır.

Suriye’li göçmenler de tarım işçisi olmakta ve bunlar çifte sömürülüyor. Bunların sağlık sorunları daha da ağır. Ülkemizde yok olmuş olan şark çıbanı bile bu işçiler arasında görülüyor. Kamunun tarım işçilerinin sorunlarını çözmek için ulaşım da içinde olmak üzere bir sistem getirmesi gerektiği üzerinde duruldu.
======================================
Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Tayfun Özkaya dostumuzun (Ege Üniv. Ziraat Fak. Tarım Ekonomisi Bl.) insan duyarlığı ve bilim insanı kimliği ile YURT Gazetesinde yazageldikleri çok öğretici ve yol gösterici. Biz ara ara yazılarını sitemizde paylaşıyor ve kendisinden öğreniyoruz. Bu makaleleri başta AKP iktidarı olmak üzere ilgili çevrelerin özenle izlemesini, yararlanmasını öneririz.

Suriyeli göçmenlerin sağlık sorunları da öbür pek çok temel – yakıcı sorunları gibi çözülebilmiş değil.. 2011’den bu yana harcandığı ileri sürülen birkaç on milyar dolara karşın!? Bu kitle dahil öteden beri ülkemizde mevsimlik işçilerin sorunları süregelmektedir. Sağlık Bakanlığı son yıllarda TSM (Toplum Sağlığı Merkezi) bünyesinde gezici sağlık hizmetleri verme çabasındadır.
Aile planlaması ve bağışıklama başta olmak üzere temel hijyen (su, gıda!) ve sağlıklı – güvenli barınma koşulları yaratılamamıştır. Bu durum günümüzde ve yakın gelecekte sn derece ciddi ve çok boyutlu sosyal, ekonomik, sağlık, politik, demografik, kriminal…. sorunlar doğurmaktadır, doğuracaktır.

AB’nin de BM Mülteciler Yüksek Komiserliği‘nin (UNRHC), ilgili uluslararası kuruluşların ve başkaca devletlerin akçalı katkıları göstermelik kalmıştır.
Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Bangladeş, Endonezya.. gibi büyük Müslüman nüfuslu ülkeler de içinde olmak üzere..

Kalıcı çözüm Türkiye’nin Suriye ile savaşmak yerine doğrudan görüşmelere geçmesi ve ikili barış sağlayarak bu insanların ülkelerine dönmeleri için çaba gösterilmesidir. Bu yapılamayacaksa, ülkemizdeki Suriye + Irak kökenli 4 milyona varan nüfusun ülkemiz ile BÜTÜNLEŞTİRİLMESİ (İntegrasyonu) yaşamsal önemdedir.. Bu bağlamda atılan adımlar, geliştirilen politikalar son derece yetersizdir.. Ülkemizin gündeminde değildir her şeyden önce!

Vatandaş yapılacakları ve 2019’da oy kullanacakları söylemleri çok tehlikeli!

Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dünya ve Türkiye’de arazi gaspı ne durumda?

Dünya ve Türkiye’de arazi gaspı
ne durumda?

portresi

Prof. Dr. Tayfun Özkaya
YURT Gazetesi, 09.09.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Küresel iklim değişikliği yoğunlaştıkça kimi ülkeler ve şirketlerin dünyanın değişik ülkelerinde arazi gaspı yönündeki çabaları da artıyor.

Devlet veya şirketler geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde çok uzun süreler için toprak kiralıyorlar veya satın alıyorlar.

Tarım ürünleri, petrol, enerji üretiyorlar. Açıkça işgal etmenin yanında, şimdi bir de böylece ülkelerin topraklarına çok şık (!) yöntemlerle el koyuyorlar. Küresel ısınma ve petrolün tükeniyor olması artık görünür bir gerçek.

Ülkemiz de her iki yönüyle bu olayın dışında değil. Büyük devlet olmanın bunu gerektirdiği açıklanmıştı.

Bu aslında düpedüz emperyalizm

Yurt dışında tarım yapan bir şirketin ülkemize faydası yok. Onun yurt dışındaki herhangi bir şirketten farkı yok. Mutlaka ürünleri Türkiye’ye getirmesi gerekmiyor. Getirse bile bunun yerli üreticiyi baltalamaktan başka pek bir yararı olacağını sanmam.

Grain adlı kuruluş bu konuda Haziran 2016’da yeni bir rapor yayınladı. https://www.grain.org/article/entries/5492-the-global-farmland-grab-in-2016-how-big-how-bad

Bir önceki raporu 2008 yılında idi. Grain’in saptamalarına göre 2016’da dünyada 78 ülkede 30 milyon hektar alanda, 491 büyük ölçekli arazi gaspı yapılmıştır. Çin 115 gasp yapmış. ABD 128, İngiltere 124, Singapur 61, Suudi Arabistan 27, Japonya ise 24 gasp olayında yer almış.

Grain dışında Land Matrix adlı bir kuruluş da veri yayınlıyor. www.landmatrix.org  web sayfasında ülkeler, şirketler hakkında geniş bilgi var.

Grain verilerine göre Türkiye’de Al Tijaria adlı bir Kuveyt şirketi 1000 hektarlık bir alanda ürün yetiştirmek üzere arazi gaspı yapmak istemektedir.

Land Matrix verilerine göre ise güncel açıdan hedef ülke olarak Türkiye bulunmamaktadır. Ancak ikinci yatırımcı olarak Türkiye yedi olayda yer almaktadır. Hedef ülkeler arasında Rusya Federasyonu, Tanzanya, Uganda ve Etiyopya (dört olayda) yer almaktadır.

Grain raporunda arazi gaspının suya el koymakla çok yakından ilgili olduğu açıklanmıştır.

Gaspa karşı direnç de artmaktadır. Değişik guruplar arasında (köylüler, göçebe hayvan yetiştiricileri, kentliler) dayanışma gelişmektedir.

Arazi gaspı ülkemizde henüz güncel bir konu değil. Ancak her bakımdan hazırlıklı olmakta yarar var.

==================================

Dostlar,

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinden değerli bilim insanı Prof. Dr. Tayfun Özkaya,
YURT
Gaztesinde çok önemli haftalık yazılar yazmakta. Sık olmasa da yazılarını paylaşıyoruz web sitemizde.. Geçen haftaki yazısını “Bayram” (!?) telaşında atlamışız. Görüldüğü gibi nüfus anormal hızla ve son derece gereksiz – tehlikeli – riskli biçimde artarken; tersine, giderek azalan Dünya kaynakları, -başta toprak olmak üzere- şiddetlenen bir küresel kapışma konusu. Türkiye ise tarımsal üretimde giderek geriliyor. Buna bir de finans-kapitalin toprak talanı boyutu eklenirse vay halimize. 80 milyon nüfusumuzu tarımsal – hayvansal üretimle besleyemiyoruz. Pek çok temel gıdayı ithal ediyoruz. Ciddi bir Tarım Reformuna ve stratejik sektör kabulüyle yoğun kamusal desteğe gereksinim var.

1. sınıf tarımsal alanlarını bile yapılaşmaya, sanayiye açan, yabancılara önemli düzeye varan toprak satışı yapan bir ülkedeyiz. Yabancı, alıp götürmüyor ama ülke topraklarının makro bir master plan çerçevesinde yönetimi (tasarrufu) elden çıkıyor. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden emekli Sayın Orhan Özkaya bu ciddi sorunu kitaplaştırdı..

Orhan Özkaya Yabancıya Toprak Satışı ile ilgili görsel sonucu

Sorun ciddi ve Türkiye 1 karış toprağını bile yabancılara satmamalı!..
Sınırlı koşullarda kullanım (intifa) hakkı olabilir karşılıklılık ilkesine dayalı olarak.
TOPRAK REFORMU yapmayarak topraksız köylüsünü üretken kıl(a)mayan bir ülkenin topraklarını yabancılara satması anlaşılır şey değildir. Bu, Türkiye’yi yöneten sağcı – yerel / uluslararası sermaye güdümlü siyasal iktidarların utanç verici ihanetidir!
Ayrıca tarımsal üretimi nitelik ve nicelik açısından iyileştirmek stratejik bir sorundur.

Unutulmasın; İsrail, Filistinlilerden parayla satın alınan toprakların birleştirilmesi ve etrafının çevrilerek “Burası İsrail Devleti topraklarıdır” diye bayrak çekilerek kuruldu!

Sevgi ve saygı ile.
18 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

KÜRT MESELESİ

KÜRT MESELESİ

“Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu
tavsiye ederim ki:
sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar
çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i aslîyi,
çok iyi tahlil etmek dikkatinden,
bir an dahi feragat etmesin!...”
Mustafa Kemal Atatürk

 
Portresi_gulumseyen

Prof. Dr.. D. Ali ERCAN
Değerli arkadaşlar, 
Kısa süre önce sizlerle paylaştığım bir iletide,
Ülkemizdeki Kürt sorununa ve HDP’nin seçim başarısına değinmiştim. (Kurtler_ve_HDP_Ali_Ercan
Kürt sorunu aslında 100 yıllık bir sorundur.. 1. Dünya savaşında donanmasını petrol gücüyle yürütmek isteyen ve bu nedenle Orta Doğu petrollerine gözünü dikmiş olan İngilizlerin yardım ve desteğini alan “Kürdistan Teali Cemiyeti” ve “Kürt Azadi Cemiyeti” (Kürdistan Bağımsızlık Komitesi) … gibi İngiliz muhibbi (sempatizanı) dernekleri, Ali Galipleri,
Yusuf Ziyaları, Şeyh Saitleri unutmayalım..  
İstiklal Savaşı sırasında ve Cumhuriyet döneminde bir düzine Kürt isyanı çıkmıştır.
Bu isyanlarda ölen asker sayısı İstiklal Savaşı sırasında 
(İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ölen asker sayısının yaklaşık 2 katıdır; yani Batı cephesinden çok Doğu cephesinde savaştı Türk Ordusu.
 
1921’de Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken, Koçgiri isyanını başlatan Alişer ve 3 bin silahlı adamı TBMM’ni arkadan vurmak için Tunceli üzerinden Sivas’a doğru ilerliyordu. 1925’te Mustafa Kemal, Petrol zengini bir bölgenin, Musul ve Kerkük bölgesinin Misak-ı Milli‘ye dahil edilmesi için uğraşırken, tüm planları altüst eden Şeyh Sait isyanı baş göstermiştir. Musul’u kurtarmaya gidecek kuvvetler isyanı bastırmak için kullanılınca, fırsat elden kaçmış ve 400 yıldan beri Osmanlı toprağı olan (ve gelecek umutlarını Türkiye’ye bağlamış yüz binlerce Türkmen’in de yaşadığı) bu bölge İngiliz denetiminden kurtarılamamış, topraklarımıza katılamamıştı. (Bkz. Milli Micadele’de İşbirlikçiler; Milli_Mucadelede_ Isbirlikciler_Ali_ERCAN)
 
Mustafa Kemal‘in Cumhuriyet Ordusu, bu isyanları ödün vermeden,
isyanın adına ‘terör’ diyerek sorunu saptırmadan, bütün olanaklar kullanılarak, şiddetle ve kısa sürede bastırmıştır. 1940’lara gelindiğinde, 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Doğu Anadolu’da sınırları güvene almış, asayiş ve sükûnu
tesis etmişti; “Devlete isyan” fikrini kafalardan silerek, tüm yurttaşları kucaklayan bir
Laik Cumhuriyetin eşit Yurttaşları olmak bilincine ulaştırmaya çabalamıştı… Özellikle 1940 sonrasında bölgede kurulan (Pamukpınar, Cılavuz, Erciş, Dicle, Pulur) Köy Enstitülerinin Genç Türkiye’nin çağdaşlık projesine büyük katkıları olmuştur. Her şeye karşın,
Toprak Reformunu gerçekleştiremeyen, Ortaçağ sosyal yapılarını kökünden kazıyamayan Cumhuriyet için bu bölge sürekli sorunlar yumağı olagelmiştir.
Mustafa Kemal‘in ölümünden epey sonra cesaret toplayan Ermeni Diyasporası‘nın faaliyetini, ardından Kürt ayrılıkçı hareketinin başlayışını görüyoruz. 30 yıldır süregelen bu ‘düşük yoğunluklu iç savaş’ Devlet tarafından yaklaşık 10 bin, İsyancılar tarafından yaklaşık 30 bin, toplamda 40 bin insan ölümüne mal olmuştur. Türkiye’nin bu savaş nedeniyle 30 yıllık maddi kaybının ~300 milyar $ olduğu hesaplanıyor. Bu hesaba yalnızca askeri harcamalar değil,
savaş nedeniyle yitirilen üretim, iş gücü vs. tüm ekonomik yitikler de dahildir.
Dolayısıyla 1 ‘teröristin’ * ölümü Türkiye’ye ~10 milyon dolara mal olmuş demektir
Oysa 10 milyon dolara değil bir kişiyi, dağa çıkmış olanların tümünü, -ABD, İsrail, Emperyalizm yaveleri okumadan- Devlete Millete yararlı yurttaşlar haline getirmek
işten bile değildir. Türkiye’nin yıllardan beri nasıl bir Vatan haini işbirlikçiler-acizler-vurdumduymazlar-geri zekalılar-saftirikler koalisyonu tarafından yönetildiği
apaçık görülüyor. 
 
Ve bu yitiklerin insan kaybının, zaman kayının, para kaybının, özetle ‘Ülkenin geleceğinin kaybı’ nın sonu ne zaman gelecek, akan kan ne zaman duracak, bilinmiyor… Görünen o ki; Türkiye’de Devleti yönetenlerin basiretsizliği, öngörüsüzlüğü, beceriksizliği, teknik kadroların yetersizliği, bilgisizliği böyle sürdükçe, başta silah ve petrol tacirleri, uyuşturucu kaçakçıları olmak üzere Bölge bataklığından nemalanabn grupların ve yarattıkları ‘kontrollu kaos’
(AS: denetimli karmaşa) ortamında sömürü düzenini sürdüren emperyal güçlerin planları
tıkır tıkır işleyemeye devam edecek demektir. 30 yıldır bu sorun çözülemedi.
Bu kafa ile çözüme erişileceğini de sanmıyorum.Kaygılarımla… æ
12 Eylül 2015
_____________________

* Aslında bunlara hiç gocunmadan ‘ayrılıkçı, isyancı’ veya ‘gerilla’ demek gerekir;
ama bizim her şeyi bildiğini sanan kimi aklı evvellerimiz, gerillanın özgürlük savaşçısı anlamında “kutsal bir kavram” olduğunu ileri sürerek itiraz edebilirler. Polemiğe girmemek için, ben de terörist diyeyim. Oysa Gerilla hiç de sanıldığı gibi, özel ve kutsal  bir kavram değildir. Gerilla da fırsat bulduğunda terör eylemleri yapar. PKK’nin yıllardır Türkiye’ye karşı yürüttüğü organize savaş, açıkça ayrılıkçı bir isyan hareketidir; istilacı bir yabancı güç olarak gördükleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ve onun düzenli Ordusuna, güvenlik güçlerine karşı yürüttükleri “gayr-i nizami harp” şeklidir, gerilla savaşıdır.
Terör ve terörist diyerek gerçeği görmezden gelmeyelim, kendimizi aldatmayalım.
Halktan geniş çapta destek alan, kadınlı-erkekli sayıları on binlere varan ve 30 yıldır Dünyanın en büyük 10 Ordusundan birine kafa tutan, varlığını inatla sürdüren bir örgüt var karşımızda.
***
Bu arada dikkat ettiniz mi, yukarıda, “…PKK’nin…” dedim; yani PE-KE-KE dedim.
Çünkü bizim alfabemizde KA diye bir harf yoktur.. KE vardır. 29 harfimizin okunuşları
(adları) şöyledir:
 
a, be, ce, çe, de, e, fe, ge, yumuşak ge, he, ı, i, je, ke, le, me, ne, o, ö, pe, re, se, şe, te,
u, ü, ve, ye, ze. 
Dolayısıyla alfabemizde ka, ha, er- aş, eyç, en, ti, vi, şeklinde okunan harfler yoktur..
Ce-Ha-Pe şeklinde söyleyen, Atatürk’ün alfabesini bilmeyen CHP lileri, Te-Ka diye anons
(AS: duyuru) yapan THY personelini (AS: çalışanını) , Pe-Ka-Ka veya Ka-Ka-Te-Ce veya er-aş negatif diyen Türkçe’ye saygısız cahilleri duydukça üzülüyorum. æ
(AS: Biz de Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..)

======================================

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan’a teşekkür ederek ve yazdıklarına katılarak makalesini paylaşıyoruz.
Ayrıca 2 önemli dosya da bu yazının ekleri.. Metin içinde erişkeleri (linkleri) verilmiştir.

– Kürtler ve HDP
– Milli Mücadele’de İşbirlikiler

Sevgi ve saygı ile.
12.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Ali hocamızdan daha arı bir Türkçe diliyoruz..