Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Yoksulluğa acil çözüm

Yoksulluğa acil çözüm

Bartu Soral
Cumhuriyet
, 13.11.18

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Vatandaşın gelir düzeyi ortada. Çalışanların ortalama maaşı 2 500 lira dolayında. Olanağı olan aile büyükleri, çocuklarına ufak tefek destek veriyor. Geliri yetmeyen kredi kartına yükleniyor, tüketici kredisi çekiyor. Bunlar gelirler bölümü. Bir de giderler var. Son dönem fiyat artışları ile giderler çok yükseldi. Gıda enflasyonu %40. Elektrik ve ısınma da aynı, %40. Kısa vadede, hele “%10 indirim yaptık gibi sloganlarla” enflasyona çözüm bulunamaz. Üretimi değil ithalatı teşvik eden ekonomi politikalarının sonucu bu… Uyarmıştık… Yoksulluk sınırı 6 bin lirayı geçti. Giderler kısmında diğer yük ise vergiler. İşte burada, kısa vadede yapılabilecekler var.

Patron da işçi de aynı vergiyi öder mi? 
Devletin en önemli gelir kaynağı temel olarak ikiye ayrılan vergilerdir; 1) dolaylı vergiler; yani, günlük harcamalara ödenen KDV, ÖTV, alım-satım vb. vergiler. 2) dolaysız yani doğrudan vergiler; yani, gelir ve kurumlar vergisi. Dolaylı vergiler adaletsizdir. Çünkü yiyecek, giyecek, barınma, ısınma gibi tüketim miktarları belli bir sınırı aşmayan, temel ihtiyaçlara, gelirleri ne olursa olsun herkes aynı vergiyi öder. Belirli sınırı aşmayan dedim, çünkü zengin olsanız da kişi olarak günde bin yumurta yiyemezsiniz, gıdaya ayda 50 bin lira harcamazsınız, günde 40 bin km yol yapamazsınız. Yani aylık 1.600 TL asgari ücret alan bir çalışan da, aylık 500 bin TL ortalama geliri olan müteahhit de ekmeğe, süte, benzine, ısınmaya, telefona, elektriğe aynı fiyatı ödüyor, aynı oranda vergi veriyor. Gelirine bakılmıyor. Bu nedenle dolaylı vergiler adaletsizdir.

1980-2017 farkı
1980 yılında toplam vergi gelirlerinin %37’si dolaylı vergilerden oluşuyordu. 2017’de toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payı %67 oldu. Yıllar içinde ülke ekonomisinde imalat sanayisinin payı düşerken finansal işlemlerden kazançlar arttı. Son 10 yılda ise büyük kazananlar listesine “yandaş inşaat sektörü” de eklendi. Bu kazançların doğru dürüst vergilendirilmediği ise dolaylı vergilerin payının toplam içinde %67’ye ulaşmasından anlaşılıyor. Daha önce de yazdım; Türkiye’de borsada alım satım yaparak kazanç sağlayan yabancılardan bu kazançları için alınan vergi oranı sıfır. Borsada yabancıların payı %65. Yani çoğunluğu yabancıların elinde olan borsadaki kazançlardan vergi alınmıyor. Bankacılık kesimi son beş yıldır kârını her yıl artırıyor. 2017’de toplam kâr 49.1 milyar TL oldu. Bankaların da % 47’si yabancıların elinde.
2017’de kurumlar vergisinden elde edilen gelir 53 milyar TL. Buna karşılık ÖTV’den elde edilen 138 milyar TL, bunun 64 milyarı petrol ve doğalgaz, 34 milyarı tütün ürünleri!.. Rakamlar açık; hükümet vergiyi “büyük kazananlardan” değil, vatandaştan alıyor.

Çözüm
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aylığına %26 zam yapıldı.

1) Asgari ücretten başlayarak bütün çalışan kesim için en az bu oranda zam yapılması zaten artık zorunlu. Kaldı ki temel harcama kalemlerine gelen %40 dolayında zam göz önüne alınınca, bu oran bile geçen yıla göre dar ve orta gelirli kesimin alım gücü yitiğini gidermiyor. Bu, gelir kısmındaki iyileştirme.

2) Buna ek olarak, giderleri düşürmek için; bütün gıda ürünleri, ısınma ve elektrikte vergi oranları sıfırlanacak. Ulaşım ve iletişimde ise vergi oranları indirilecek. Dikkat edin otomobil satışları artsın diye yapılan ÖTV indiriminden söz etmiyorum!.. Peki, bu iki uygulamanın bütçeye getirdiği yük ne olacak? Onun da çözümü hazır;

1) Vergilendirilmeyen finansal kazançlar vergilendirilecek.
2) Düşük oranda vergilendirilen finansal kazançların vergi oranı artacak.
3) Yandaş müteahhit olarak son 10 yıldır bütün devlet ihalelerini alan grubun birikmiş kazançları vergilendirilecek. “Bu milletin a… koyacağız” diyen müteahhitler, taşın altına elini koyacak.
4) Hükümet tasarruf yapacak.
5) Kayıt dışı büyük kazançlar, nereden buldun yasası ile takip edilerek vergilendirilecek.

Haydi bakalım…  Buradan bırakın bütçe yükünü hafifletmeyi, yeni bir tarım ve sanayi planını uygulayacak kaynak doğar. Herkes çalışmaya, üretmeye, kazanmaya ve insanca yaşamaya başlar.
====================================
Dostlar,

REJİM TIKANMIŞTIR!

Değerli ve birikimli ekonomist (kalkınma iktisatçısı) Sn. Bartu Soral, 2 gün önce de Cumhuriyet‘te önemli bir makale yayınladı, üstünde tıklanarak okunmalı bu yazı ile birlikte.

Halkın Yoksulluğu..

AKP iktidarının yoksuldan yana olmak gibi bir derdi olmadığı açık seçik ortada. 2017’de toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payının %67’ye erişmesi önemli bir kanıt! AKP döneminde Dolar milyarderlerinin sayısının 15’ten 3 katına erişmesi de..
Tek adam rejimi ekonomik çöküntü – yoksulluk – hukuksuzluk… doğurdu. Başkası da beklenemezdi. Tek adam korkunç yetkilere sahip ama rejimin kalbi olması gereken TBMM’de kendisine tek 1 soru bile sorulamıyor.. Hesap vermesi neredeyse olanaksız kılınmış. Oysa evrensel yönetim kuralı yetki ve sorumluluğun birlikte bulunmasıdır.
TEK ADAM’ın ilk 100 günü tam bir fiyasko! Elektirik 5 kez, doğal gaz 4 kez zamlandı. 100 liralık ücret enflasyon canavarı ile 70 liraya indirildi. Resmi işsiz sayısı 6 milyonu aştı..

Şimdi sıra, bu açık çıplak gerçekleri yazıp hesap sorma isteyenleri türlü biçimlerde susturmakta. Yazılamayan öyle çok şey var ki.. Örneğin Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti.. Fransız Dışişleri Bakanı Erdoğan’ı bu konuda “oyun oynamakla” suçlayınca bizimkiler küplere bindi!? Neler olup bitiyor acaba?? 35 milyar – 50 milyar Dolar dolayında bir pazarlık doğru mu? Yönetim saydam ve hesap sorulabilir  – hesap veren durumda olmayınca fısıltılar yayılıyor.

Cumhurbaşkanı hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebiliyor (Anayasa md. 105). Bu 301 vekil demek. Görüşme sonunda soruşturma kararı verilebilmesi 3/5 yani 360 vekilin gizli oyu ile olanaklı. Bu baraj da geçilirse, Yüce Divan’a sevk için 2/3 yani 400 vekilin gizli oyu gerek. Bu baraj da aşılabilirse, Yüce Divanda yargılanırken Cumhurbaşkanlığı görevi eskisi  gibi düşmüyor, bu sıfatla yargılama sürdürülüyor.. Oysa en küçük olayda sahipsiz kamu görevlileri ünlü “soruşturmanın selameti” gerekçesiyle açığa alınıyor ya da yurttaşlar tutuklanıyor.

Bütün bu çelik zırhlar nedendir??
Hesabını veremeyeceğiniz işler yapabilmek için midir?
Öyle ya, tersinden bakarsak, abdestinden kuşkusu olmayan namazını neden sorgulasın ki?

AKP = Erdoğan‘ın ülkemize dayattığı dış kurgulu ucube rejimin demokrasi ile zerrece ilgisi yoktur!
TBMM iğdiş edilmiştir
.
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Saraydan alıp Meclise verdiği yetkiler yani HALK EGEMENLİĞİ yeniden ters yüz edilmiş,

  • Ulusun egemenliği gasp edilerek Beştepe Sarayı sakinine devredilmiştir.

Ülke her bakımdan yanıp kavrulmakta ancak sorumlularından demokrasi içinde hesap sorularak iktidardan uzaklaştırılması olanaklı olamamaktadır.

  • Anayasa’nın değiştirilmesi bile önerilemeyecek ilk 3 maddesi, hülle ile başkalaştırılmıştır.
  • Bu girişim bir “darbe” dir ve Türk Ceza Yasası’nın 309. maddesinde tanımlı Anayasayı çiğneme suçudur.
  • Rejim tıkanmıştır.

24 Haziran 2018 seçimlerinin ve 9 Temmuz 2018 hanedan rejiminin tahta çıkmasının üzerinden 5 ay geçmeden Türkiye çok yönlü ve derin bir açmaza sürüklenmiştir.
Çözüm önerecek herkesin bu çok acı verili gerçeği asla akıldan çıkarmaması gerekiyor..

Ekonomist Sayın Bartu Soral’ın da..
Salt (izole) ekonomik önlemler, çok yönü rejim bunalımından çıkmak için
ne denli rasyonel olabilir ki?

Sevgi ve saygı ile. 13 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

TLB imza kampanyası başlattı: Andımız yeniden okutulsun

TLB imza kampanyası başlattı: Andımız yeniden okutulsun

https://www.aydinlik.com.tr/tlb-imza-kampanyasi-baslatti-andimiz-yeniden-okutulsun-turkiye-kasim-2018-2, 9.11.2018

TLB, Türkiye Gençlik Birliği (TGB) Genel Merkezi’nde Andımız’ın okullarda okutulmamasıyla ilgili basın açıklaması düzenledi. Türkiye Liseliler Birliği (TLB) Genel Başkanı Hakkı Erman Ergincan, Andımız’ın okullarda tekrar okutulmasına yönelik imza kampanyası başlattıklarını açıkladı.

TLB, Türkiye Gençlik Birliği (TGB) Genel Merkezi’nde Andımız’ın okullarda okutulmamasıyla ilgili basın açıklaması düzenledi. Açıklamayı TLB Genel Başkanı Hakkı Erman Ergincan yaptı. Ergincan,

Ülkemiz bugün de emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir ölüm-kalım savaşı vermektedir. Amerika’nın tankla, topla, tüfekle donatarak Türk milletinin üzerine saldığı bölücü unsurlar her fırsatı değerlendirmektedir. Yalnızca silahlı yönüyle değil ekonomik, kültürel, teknolojik, ahlaki boyutlarıyla bu çok yönlü savaş milletimizin geleceğine dönük en önemli tehdittir. Bu koşullarda milletimizi bölen her türlü açıklama, çıkış ve uygulama yanlıştır. Milletimiz bu savaştan ancak milli kimliğine, değerlerine ve hassasiyetlerine sarılarak başarıyla çıkabilir.” dedi.

TLB%20Genel%20Ba%C5%9Fkan%C4%B1%20Hakk%C4%B1%20Erman%20Ergincan
TLB Genel Başkanı Hakkı Erman Ergincan

‘ANDIMIZ TÜRK MİLLETİNİN KİMLİK BEYANIDIR’

Andımız, Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yoldur, gösterdiği hedeftir diyen Ergincan,

  • “Andımız, vatanımızın ve milletimizin ebedi varlığını korumak ve yüceltmek için Mustafa Kemal Atatürk’ün belirlediği ve anayasamızca korunan ilkeler doğrultusunda kaleme alınmıştır. 2013 yılına kadar her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının milli bilincinin oluşmasında ve gelişmesinde büyük faydası olmuştur. 2013 yılında Andımız okullardan kaldırılmasına rağmen Türkiye Liseliler Birliği ve Türkiye Gençlik Birliği bu geleneği devam ettirmiştir. Doğruluk, çalışkanlık ve vatanseverlik Türk gençliğinin en büyük erdemlerindendir” ifadelerini kullandı.
Bu topraklar Çanakkale’de kendini milletin varlığına armağan eden 15’lilerden, Kurtuluş Savaşı’nda mezun veremeyen liselere (AS: İstanbul Tıp Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinin hepsi Çanakkale savunmasında şehit oldular!), Türk gençliğinin fedakârlığıyla vatanlaşmıştır. Andımız, bugün de ülkemizin içeride ve dışarıda savaş verdiği koşullarda Türk gençliğinin fedakârlık arzusunu, bağımsızlık isteğini perçinlemektedir. Türkiye’nin kendisinden başka bir şeyi düşünmeyenlere değil varlığını milletinin varlığına feda etmekten çekinmeyen gençlere ihtiyacı vardır” dedi.

‘VATAN DÜŞMANLARINI SEVİNDİRMEYELİM; ANDIMIZI TEKRAR OKUTALIM’

Andımız kararının kaldırılması isteminin düşmanları sevindirdiğini ifade eden Ergincan,

Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimlerinin ışığında yürüyen Türk Gençliği olarak bütün yetkililere sesleniyoruz: Vatan düşmanlarını tekrar sevindirmeyelim, milletimizin ihtiyaçları doğrultusunda hukukun gereğini yerine getirelim, Andımızın okullarda yeniden okutulmasını sağlayalım.” sözlerini kaydetti.

Ergincan, “Temyiz davasına dair Türk milletinin de davanın taraflarından biri olduğunu, bu sebeple söz hakkı olduğunu herkesin bilmesini isteriz. Türkiye Liseliler Birliği ve Türkiye Gençlik Birliği olarak milletimizin isteğini yetkili organlara taşımak ve emperyalizmin saldırısı altındaki Türk milletinin milli kimliğini korumak için Andımızın okullarda tekrar okutulmasına yönelik imza kampanyamızı bugün başlatıyoruz.” diyerek Türk milletini kampanyalarına destek vermeye çağırdı.

95. YILIMIZ

95. YILIMIZ

 Konuk yazar :
Suay Karaman

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cumhuriyetimizin 95. yılını kutladığımız bu gün, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygıyla anıyoruz. Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençler olarak, bu emaneti iyi koruyamamanın ezikliği ve burukluğu içinde kutluyoruz Cumhuriyetimizin 95. yılını.

Cumhuriyetimizin 95. yılını, ülkemizin Atatürk ilke ve devrimleriyle belirlenen hedeflerden, çağdaş uygarlık yolundan her geçen gün hızla uzaklaştırıldığı bir dönemde kutluyoruz. Cumhuriyetimizin 95. yılını, demokratik ve laik cumhuriyetin temellerinin yok edildiği, parlamenter demokratik sistemin terk edildiği, içte ve dışta ülkemizin çok büyük sorunlarla karşı karşıya kaldığı zor günlerde kutluyoruz.

Siyasal iktidar 95. yıl kutlamalarını Başkent Ankara yerine cumhuriyet tarihinde ilk kez İstanbul’da yapmak için karar aldı. Siyasal iktidarın Osmanlılık özentisi ile Atatürk ve cumhuriyet yok sayılmaktadır.

  • Bunun yanında, Andımız tartışmaları ile ekonomik sıkıntı gölgelenmektedir.

Andımızdaki “Türk’üm” kelimesi, birilerine batmaktadır ve gerekçeleri de komiktir; ‘bu ülkede yalnızca Türk yokmuş.’ Ulu önder Atatürk’ün

  • “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir”
    tanımını anlayamayan boş kafalara,
  • “Bu ülkede yaşayanlar Arap değil, o halde neden ezan Arapça okunuyor?”
    diye sormak gerekir.

    Andımızdaki amaç çocuklarımıza vatan sevgisini aşılamaktır.
    Bundan gocunmanın anlamı yoktur.

Cumhuriyetimizi kuran Atatürk’ün ana hedefi çağdaşlaşmaktı. Cumhuriyet yönetimi, Atatürk ilke ve devrimleriyle bu hedefi gerçekleştirerek, Ortaçağ karanlığına son verdi. Cumhuriyet ile kul olmaktan kurtularak yurttaş olan millet, yoksuldu ancak azimli ve çalışkandı. İçinde vatandaş olmanın kişisel heyecanı, özgür olmanın milli heyecanı (AS: ulusal coşkusu) vardı. Osmanlı’nın borçlarını da ödeyen cumhuriyet yönetimi hiç dış borç almadan, sürekli denk bütçe yaparak, her şeyi kendisi üretiyor ve hızlı kalkınma sağlıyordu. 1929 ile 1939 yılları arasında ortalama kalkınma hızı %10 olarak gerçekleşmişti. (AS: 1923-38 arası ortalama %6,5 büyüme)

Cumhuriyet kurulduktan sonra on beş yıl gibi kısa bir sürede bilim, sanat, sanayi, tarım ve hayvancılık gibi birçok alanda büyük gelişmeler gösteren Türkiye Cumhuriyeti, eşsiz liderimiz Atatürk’ün ölümünden sonra her alanda geriletilmeye başlatılmıştır. Bugün geçmişe baktığımızda ülkemizin, içten ve dıştan nasıl çökertildiğini daha iyi görebilmekteyiz, emperyalist işbirlikçilere tanık olmaktayız.

Bir kurtarıcı beklemeyin anlamına gelen “milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” söylemi (AS: 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi), bizlere bugün içinde bulunduğumuz tüm sıkıntıları aşmamıza yardımcı olacaktır. Cumhuriyetimizin 95. yılında, ülkemizin içinde bulunduğu olumsuz koşullar nasıl aşılabilir, bununla ilgili hedeflerimiz ve beklentilerimiz için neler yapılabilir konusunda düşünmek ve gereğini yapmak zorundayız. Bugün en büyük bayramımız olan kimsesizlerin kimsesi cumhuriyetimizin 95. yılını kutlarken, cumhuriyeti ve kazanımlarını sonsuza dek korumak için;

– yaşasın Mustafa Kemal Atatürk! 
– yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! 

dileklerimizi bir kez daha haykırıyoruz.. (29.10.18)

  • “Ne Mutlu Türküm Diyene!”

(Not   : Yazı elimize geç ulaştı ancak önemi nedeniyle paylaşıyoruz…/ A. Saltık)
=====================================
Dostlar,

Erdoğan ANDIMIZA karşıt çıkışlarını özellikle yükseltiyor… 3 amacı var :

1- Danıştay’a gözdağı vererek İdari Dava Daireleri Kurulunda görüşülecek olan Milli Eğitim Bakanlığı temyiz davasını etkilemek istiyor.. Bu açıkça Anayasaya aykırı!

Anayasa md. 138/2 : “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”

2- Erdoğan ayrıca, AKP’nin akıldışı politikaları ile yaratılan, Ülkemizi – Ulusumuzu YAKAN – YIKAN EKONOMİK BUNALIMI mutlaka kamuoyu gündeminden düşürmek istiyor..

3. olarak Erdoğan, yaklaşan yerel seçimlerde MHP ile olası sorunlar nedeniyle hem HDP’ye göz kırparak flört öneriyor, hem de HDP tabanından oy devşirmek istiyor..

Sevgili dostumuz Suay Karaman yeterince etkili bir yazı yazmış, yukarıda okudunuz..
Çok akıllıca kaleme alınan kısa bir bölümü yinelemekte yarar var :
****
Andımızdaki “Türk’üm” kelimesi, birilerine batmaktadır ve gerekçeleri de komiktir; ‘bu ülkede yalnızca Türk yokmuş.’ Ulu önder Atatürk’ün

  • “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir”
    tanımını anlayamayan boş kafalara,
  • “Bu ülkede yaşayanlar Arap değil, o halde neden ezan Arapça okunuyor?”
    diye sormak gerekir.

Sevgi ve saygı ile. 05 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

CUMHURİYETİ SEVİYORUZ

CUMHURİYETİ SEVİYORUZ

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

Cumhuriyet deyince, hemen aklımıza O geliyor; Mustafa Kemal Atatürk!

Ülkemiz için birbirini tamamlayan, ayrı düşünemeyeceğimiz 2 gerçeklik. Bugün uygar ve çağdaş yaşam biçimimizi, yaşam kalitemizi, iyiden güzelden, doğrudan yana her şeyi, Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal ATATÜRK’e borçluyuz.

Ülkemiz önce sıcak – eylemli (fiili) düşman işgalinden kurtarılmış, ardından Cumhuriyet ilan edilerek uygar dünyada varolabilme savaşımı verilmiştir. Yaşama tutunabilmek için zorunlu Devrimler peş peşe yaşama geçirilmiştir. Eğitim, ekonomi, sağlık, tarım sanayi, bilim, sanat… alanlarında ciddi gelişmeler sağlanmıştır. Bir bütün olarak Ulusal Kültür canlandırılmaya çalışılmıştır çünkü Mustafa Kemal Paşaya göre;

  • Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Kültürdür!

1. Dünya Paylaşım Savaşından sonra, ülkemiz işgal edilmiş, Emperyalist güçler ülkemizi parça parça bölüşmüştür (30 Ekim 1918, Mondros Ateşkesi). Son Padişah 6. M. Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti işgalci devletlerle işbirliği yapmıştır. Ordunun silahları elinden alınmış, halk ezik, güçsüz, başsız ve perişandır. Anadolu’yu ve Türk halkını tarih sahnesinden silme amaçlı Sevr Anlaşması dayatılmış ve yine Osmanlı Hanedanınca imzalanmıştı (10 Ağustos 1920)..

Tüm bu emperyal kuşatmaları alt ederek önce Kurtuluş Savaşını kazanmak, ardından Kuruluş aşamasında Cumhuriyet ilanı, insanlık tarihinde benzersiz bir atılım ve görkemli bir başarıdır.

Her türlü engele karşın, Emperyalizmin iç ve dış güçlerine karşın, Mustafa Kemal Paşa’nın dehası ve kurucu iradenin amansız uğraşları sonucu Cumhuriyet idaresi kurulmuştur. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasıyla yeni Türkiye’yi kurtarma ve yeniden kurma girişimi başlatılmış oluyordu. Bu arada, İzmir (15 Mayıs 1919) ve sonra da İstanbul işgal edilmişti (16 Mart 1920). Padişah Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti açıkça ihanet içindeydi. Bu yıkımlar karşısında Türk halkı 7’den 70’e tüm genci-yaşlısıyla, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Ordusunu yoktan varetmiş, kanı ve canıyla Kurtuluş Savaşını kazanmış, Cumhuriyete giden yolları açmıştır.

Emperyalizm ve maşası işgalci Yunan ordusu Büyük Taarruzla İzmir’de denize dökülmüştü  (9 Eylül 1922), eylemli işgal sonlandırılmış, Lozan Barış Anlaşmasıyla uluslararası toplumda tanınma bile sağlanmıştı (24 Temmuz 1923). Ancak bunlarla yetinmemek, ülkenin çağdaşlaşma savaşımını da kazanmak zorunluydu. Lozan görüşmelerinden hemen önce Saltanatın kaldırılması zorunlu olmuştu (1 Kasım 1922). Lozan Anlaşmasının hemen ardından, yalnızca 3 ay sonra Cumhuriyetin ilanı, genç Türkiye Devletinin Batı uygarlığına dönük rotasının kanıtıydı.

Mustafa Kemal Paşa, kafasında tasarladığı çağdaş, uygar, güçlü ve dünyada sözü geçen bir ülke olabilmek için stratejik Cumhuriyet kararını veriyordu. Yasa önerisinin sunulmasından çok kısa süre sonra, dakikalar içinde, TBMM’de “Yaşasın Cumhuriyet” çığlıkları yankılandı 1. Meclisin mütevazi salonunda.

Ne var ki işler bununla da bitmiyordu. Yarınlar için  “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nu çıkarmak, öğretim birliğini oluşturmak, Halifeliği kaldırmak, şapka devriminden, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına, laik Medeni Yasa çıkarılmasına, hukukun çağdaşlaştırılmasına, Arap abecesi (alfabesi) yerine Latin harfleri ile yazılan yeni Türk Abecesinin kabulüne… dek uzanan bir dizi devrimci tasarımı yaşama geçirmek gerekiyordu. Anadolu Rönesansı‘nın 15 yıla sığdırılan görkemli Devrimler dizisini Laikliğin Anayasa’ya konması izledi (10 Nisan 1937) Batı’dan 300 yıl sonra Anadolu Aydınlanması, Atatürk – Türk Devrimleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nde sarsılmaz temellere kavuşturuluyordu.. Osmanlı Aydınlanmaya sırtını dönmüş ve böylelikle kaçınılmaz olarak kendi yıkımını adeta kendisi sağlamıştı.

Mustafa Kemal Paşa;  10. Yıl Söylevinde (29 Ekim 1933);

  • “Az zamanda çok büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Buradaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürüyüşüne borçluyuz.” demektedir.Yine “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” saptamasını yaparken, Cumhuriyetin bilim, fen temelinde, dogmalardan uzak, erdemli (faziletli) bir rejim olduğunu vurgulamaktadır.. Dahası, açık seçik “Cumhuriyet fazilettir” tanımı yapmaktadır.

Yurtta barış, dünyada barış” özlemi ve kararlılığı ile Dünya barışına da ilkesel katkı vermiştir.
………

Tüm bu nedenlerle çok Cumhuriyeti seviyoruz ve sonsuza dek onurla yaşatmaya kararlıyız.

Hiç unutmamak gerekir ki, bütün insanlar özgür doğarlar (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 1) ancak özgür yaşayamayabilirler. Özgür ve onurlu yaşayabilmek için sürekli ve ciddi bir ulusal (topyekun) uğraş vermek gerekir.

Atatürk Cumhuriyeti‘nin ilke ve idealleri yolunda yürüdüğümüz sürece, hiç kimse özgürlüğümüze ve ulusal onurumuza dokunamayacak; Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün öngördüğü ve vasiyet ettiği üzere sonsuza dek (ilelebet) yaşayacaktır (payidar kalacaktır)!

 

Cumhuriyet’in anlamı

Cumhuriyet’in anlamı

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 29.10.18
19 Mayıs, 30 Ağustos, 23 Nisan ve 29 Ekim ulusal bayramlardır.
Bu bayramlar, din, mezhep, etnik kimlik ögelerini aşan bayramlardır.
O nedenle de, Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı, Nevruz Bayramı, Noel Bayramı, Paskalya Bayramı, Yom Kipur Bayramı, Hanuka Bayramı gibi bayramlardan yapısal olarak farklıdırlar.

Bir Müslüman, Noel, Paskalya, Hanuka, Yom Kipur bayramlarını; bir Hıristiyan, Ramazan, Şeker, Hanuka, Yom Kipur bayramlarını; bir Musevi, Ramazan, Şeker, Noel, Paskalya bayramlarını kutlamaz; bir ateist, agnostik ve deist, dini bağlamda bu bayramların hiçbirisini kutlamaz. Trakyalılar, Egeliler ve Karadenizliler, Nevruz Bayramı’nı kutlamazlar. Din, mezhep ve etnik kimlik ile ilgili bayramlar, belli bir dine, mezhebe ve etnik kimliğe ait insanları ilgilendiren bayramlardır. Ulusal bayramlar ise tüm vatandaşları ilgilendirir.

19 Mayıs 1919’da, emperyalist güçlerin işgaline karşı verilen Kurtuluş Savaşı başlamıştır.

30 Ağustos 1922’de bu savaş zaferle sonuçlanmıştır.

23 Nisan 1920’de, halkın egemenliğinin sağlanması amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuştur.

29 Ekim 1923’te, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Bu tarihler ve olaylar, dünya görüşü, dini, mezhebi, etnik kimliği ne olursa olsun, bütün vatandaşları ilgilendirir, bütün vatandaşların yaşamını etkiler. “Bu bayramlar beni ilgilendirmiyor” diyen kişi, bedenen bu ülkede yaşayıp, ruhen bu ülkenin parçası olmayan kişidir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen bu gelişmeler, bir yandan dış güçlerin sömürü düzenine, yani emperyalizme son vermiştir, bir yandan da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi vatandaşlarına uyguladığı sömürü ve baskı düzenine, yani monarşik, teokratik ve feodal düzene son vermiştir.

1922’de Saltanatın, yani Padişahlığın kaldırılması;

1924’te Hilafetin kaldırılması ve Öğretim Birliği Yasası’nın yürürlüğe girmesi, medreselerin kapatılıp bilimsel ve laik eğitim sistemine geçilmesi; 1925’te toprak reformu hareketlerinin başlaması; 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilerek, yasaların din kurallarından arındırılması ve kadınların gasp edilen bazı haklarına kavuşması; 1928’de anayasadan, 1876’daki Kanun-i Esasi’den kalma “devletin dini İslamdır” ifadesinin çıkarılarak, devletin değil, kendi özgür iradesine göre, vatandaşın dindar veya dinsiz olmayı seçmesinin sağlanması; 1934’te, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; 1937’de, laiklik ilkesinin anayasa maddesine dönüşmesi; tüm bunlar, Cumhuriyetin özünde yer alan, halkın cehaletten kurtulup ilerlemesi ve özgürleşmesi için yapılan devrimlerdir.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi ile başlayan bu süreç, Atatürk’ün öncülüğünde Osmanlı topraklarında 20. yüzyılın başında yaşanmıştır. Batı Avrupa, 15. ve 18. yüzyıllar arasında, Reformasyon, Rönesans ve Aydınlanma devrimleriyle ortaçağdaki teokratik ve despotik yapıyı aşarken, Osmanlı İmparatorluğu, ortaçağda geçerli olan Bizans yapılanmasını aynı yüzyıllarda devam ettirmeye çalışarak kendi sonunu hazırlamıştır.

  • Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin, bir karşıdevrim hareketiyle Osmanlı’ya 21. yüzyılda geri dönmeye çalışması, “Yeni Türkiye” adı altında eski ve çürümüş bir yapıyı mezardan diriltmeye çalışması, tarihin akışına aykırı olduğu gibi, Osmanlı’nın içine düştüğü hatanın tekrarından başka bir şey değildir. 
  • Erdoğan’ın ve AKP’nin yapmaya çalıştığı şey, Yunanistan’ın Bizans İmparatorluğu’na, İtalya’nın Roma İmparatorluğu’na dönmeye çalışması gibi bir şeydir. Bu traji-komik bir durumdur. 

Şu anda yeryüzünde, kendi ülkesinin kurucusundan bu kadar nefret eden, kendi ülkesini kuran kişinin adını her yerden silen, kendi ülkesinin kurucu ilkelerinin temeline dinamit koyan, kendi ülkesinin kuruluş yıldönümünü ve ulusal bayramını kutlayanlara sınırlama getiren, bu yöntemle emperyalizmin oyuncağına dönüşen başka bir iktidar yoktur! 

Erdoğan ve AKP, kaç havalimanı açarsa açsın, tarihe böyle geçecektir.

Sapere Aude

Sapere Aude

Enver Aysever
Cumhuriyet
, 18.10.18
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..
Yaygın umutsuzluğu salt iktisadi gerekçelere, içinden geçtiğimiz siyasal sürece bağlamak yeterli bir açıklama olmaz. Kaç gündür, özellikle sosyal medya ahalisinin gevezelikleri üzerinden, itiş kakış yapılan tartışmalara bakıyorum, içim sıkılıyor. Köksüz, içeriksiz, uçuşan kavramlar üzerinden savrulan fikir kırıntıları, bütünlüklü bir düşünce doğuramıyor. Ülke aklı askıya aldığı, düşünmekten vazgeçtiği için açmazda. Ağzına gelen her sözü değerli sanan insanlar arasında kaybolur yaratıcı, özgün fikirler. Hep böyledir, gürültü altında eziliyoruz. 
Aydınlanma akşamdan sabaha gerçekleşmiş dönüşüm değildir. Doğayı anlama, bilimle yön bulma, aklı mutlak egemen kılma insanlık için zorlu, kanlı süreçtir. Farklı düşünürlerin yaklaşımlarıyla uzun zamanla gelinmiş felsefi, toplumsal düzeyden söz ediyoruz. İnsan aklının üzerinde herhangi bir gücü, iradeyi kabul etmemek cesaret işidir. Bugün yığınların bunu başardığını düşünmek saflık olur. İnanmak kolaydır, sorgulamak güçtür. Temel çelişki burada başlar. Biri, başına geleni yazgı olarak görür, Tanrı’nın emri sayar. Diğeri edimleri ile sonuca varır. Nedenlerle meseleleri kavrar ve sorumluluktan kaçmaz. 
KantAydınlanma, insanın kendi ayağıyla içine düştüğü toyluktan kurtulmasıdır.
Toyluk, insanın kendi aklını bir başkasının rehberliğine ihtiyaç duymaksızın kullanamamasıdır. İnsanın bu toyluğa kendi ayağıyla düşmesinin nedeni de akılsız olması değil, aklı başkasının rehberliği olmaksızın kullanma kararlılığı ve cesaretini
gösterememesidir” der. 
Bundan dolayı, Aydınlanma’nın sloganı şudur: 
* “Sapere aude! (Kendi aklını kullanma cesareti göster)” 
“Toyluk” özenle seçilmiş sözcük. Suçlama yok, erken dönem zaafı olarak görüyor Kant bunu. İnsanlık öğrendikçe, geliştikçe bu toyluktan kurtulacak, iradesine sahip olarak, tercihlerini buna uygun yapacak, beklenti bu yönde. Peki, öyle mi? Tanrı fikrinin bir tarihi var. İnanç belli ki insanın doğasında var. Bunu belli dengede tutmak mümkün… Eğer aklın egemenliğini baskılarsa sonu felaket oluyor. Devrimler çağına yakından bakmak gerek. Bahis uzun, bize dönelim… 
Cumhuriyet aydınlanma fikri üstüne inşa edildi. Kapitalistleşmeyle birlikte kaçınılmazdı Osmanlı’nın yıkılması. Yerine ne konacağı önemliydi. Cumhuriyet ancak devrimle kurulabilirdi, öyle oldu. Mustafa Kemal başardı. Osmanlı’yı onarma fikri gericidir, Cumhuriyet kurmak ilericidir! Namık KemalŞinasi gibi isimler aydınlanmacıydı, devrimci değillerdi. Her devrim yeni sorular, sorunlar getirir kuşkusuz… Genç Cumhuriyet bu çatışmaları yaşadı, üzücü olan ilerleme beklentisinin boşa çıkmasıdır, uzun zamandır ricat söz konusu. 
Kapitalizm feodal toplumsal yapıya yönelik ciddi itirazdı başlangıçta. Endüstrileşme işçi sınıfını doğurdu, Aydınlanma etkisiyle kapitalizm ilerici rol üstlendi. Demokrasi bunun ürünüdür. Tanrı’dan güç alan hükümdarın egemenliği altında herkes onun kulu, kölesi, mülküydü. Kapitalizm mülkiyeti Tanrı eliyle kullanmak yerine, akılla elde edilen beceri sonucunda yurttaşlara dağıtmayı vaat etti ve başardı. Demokrasi burada önemli işlev gördü. Lakin insanlar eşit değildi. Uluslar aynı güce sahip değildi. Mülk/para güçlü olanın elinde birikti. Eşitsiz toplumsal yapı, patronların hızla güçlenmesine neden oldu. Mülkiyeti elinde bulunduran yeni, büyük başka güçler doğdu. Buna karşılık işçi sınıfı oluştu ve onun hak mücadelesi başladı. Kapitalizm muhafazakârlaştı, gericidir.
* İşçi sınıfı, kavgası doğası gereği ilericidir, sosyalist olmak zorundadır. 
Cumhuriyet aydınlanmanın ürünü insanlar yarattı, bu toplam, kaçınılmaz biçimde sınıfsal bilinç edinmeye başladı. Köy Enstitüleri bunun somut örneğidir. Üreten, okuyan, bilime uygun davranan insan elbet soracak, itiraz edecekti. Kapitalizm bu insandan korkar. Aklı, aydınlanmayı askıya almak ister. Patronlar saltanatları yıkılacağı için komünizmi öcü olarak sundu. Gericiliği beslemeye başladı düzen. Bunun sonucudur 1954’te Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulması. İlk başkanı ülkücü İlhan Darendelioğlu’dur. Fahri başkan Cemal Gürsel’dir. 
Komünizmle Mücadele Dernekleri ülke siyasetini o günden bu tarafa yönetmektedir. Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Recai Kutan, Abdullah Gül, Numan Kurtulmuş, Ahmet Davutoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan bu derneğin üyesidir. Sıkı durun, Fethullah Gülen Erzurum kurucu üyesidir. Aydınlanmanın okullarında yetiştiler, ancak kapitalizme uygun düşündüler. Akla uygun davranır gibi görünseler de sorgulanması pek mümkün olmayan ilahi bir güce dayandırdılar iktidarlarını. Kapitalizm bunu istemekteydi, piyasa koşullarının egemenliği için işçinin düşkün kalması zorunluydu. Milliyetçilik, dincilik buna uygundur.
* İlerici ilkelerle yola çıkan Cumhuriyet gericileşti. Çöküşün nedeni budur! 
Son günlerde mülkiyet tartışması sürerken yukarıdaki verilere iyi bakmak gerek. AB, NATO, BM türü kurumlar neden gericidir anlamak için hangi egemen güce hizmet ettiğini görmek gerek. Elbet küçük mülkünü korumak kaygısıyla Komünizmle Mücadele Derneği önderleriyle yan yana düşmemeye de dikkat etmek gerek.
Dediğim gibi, ilericiliği biçime indirgerseniz yanılırsınız!
RTE muhalifliği ilerici olmaya yetmez!
======================================
Dostlar,
Cumuriyet‘in yeni yazarlarından Enver Aysever, uygarlık tarihinin kilit kavramlarından AYDINLANMA‘yı, Aklı, Sorgulamayı…. ve Siyasal Düşünce Tarihinin – Siyaset Felsefesinin en parıltılı düşünürlerden ünlü Alman filozof İmmanuel Kant’a yer veriyor bu önemli yazısında.
SAPARE AUDE“, Aydınlanma Felsefesinin 1784’e tarihlenen bir çığlığıdır adeta.
Bizim de doğrusu kulaklarımızdan hiç eksilmiyor..
Kant, 1784’te bir “Aydınlanma mektubu” yazar insanlığa.. Yaklaşık 5 sayfa olan bu metnin erişkesini (linkini) sunuyoruz, okunmasını ve paylaşılmasını, üzerinde düşünülmesini dileriz :
Çağdaş bağlamda Aydınlanma (Enlightenment);
Aklın inançtan, Bilimin de dinden özgürleşmesidir. 

* İnsanın Aydınlanmasına ömürlerini, canlarını – yaşamlarını veren tüm erenlere selam olsun..

Hallac-ı Mansur’dan Giardano Bruno’ya,
İbni Sina’dan Galileo Galile’ye,
İbni Haldun’dan Jan Huse’a,
Farabi’den Copernicus’a..
……………
Türkiye Cumhuriyetini kuran ve Anadolu Aydınlanmasını başlatan başta Mustafa Kemal ATATÜRK olma üzere dava yoldaşlarına,
Son dönemlerin Aydınlanma bilgesi İlhan Selçuk‘a ve 19 yıl önce bu gün kalleşçe öldürülen Ahmet Taner Kışlalı‘ya…. selam olsun, selam olsun, selam olsun!

İnsanlığın geleceği, hiç ama hiç, zerrece kuşku olmaksızın “bilimsel akılcılığın” egemen olacağı bir eksende kurulacak ve yükselecektir..

Sevgi ve saygı ile. 22 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kışlalı: Türkiye’ye adanmış bir ömür…

Kışlalı: Türkiye’ye adanmış bir ömür…

Mustafa Balbay

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

21 Ekim 1999 Perşembe sabahı, 9.45 sıralarıydı. Gazetedeki günlük haber toplantımız bitmiş, Cüneyt Arcayürek’le kahve içimi gündem sohbetine tutuşmak üzereydik. 
Ahmet Taner Kışlalı’nın komşularından acı bir telefon geldi: 
“Kışlalı’nın aracına bomba koymuşlar… Az önce patladı… Hastaneye götürdüler…” 
Arcayürek’le fırlayıp çıktık. Hastaneye kaldırılmış olması, içimizde bir umut ışığı yaktı; acaba yaralı kurtulmuş olabilir mi? 
Soluğu Bayındır Hastanesi’nde aldık. Kapının önündeki görevlilerden umutlu bir haber beklerken, iki kişi sarıp sarmalanmış bir şeyle içeri girdi. Kışlalı’nın kopan kolu araçta kalmıştı! Birden bir yere çarpmışım gibi iki elimi başıma götürdüm… Çok geçmedi görevliler, başsağlığı dilediler. 1990’lı yılların başında art arda yitirdiğimiz Prof. Muammer AksoyÇetin Emeç, Turan Dursun, Doç. BahriyeÜçok, Uğur Mumcu’nun ardından Kemalizm deyince ilk akla gelen isimlerden Prof. Kışlalı da alçakça bir saldırı ile aramızdan koparılmıştı.
***
İlk şokun ardından aklımıza 29 günlük kızı Nilhan Nur, eşi Nilüfer Hanım geldi. Hastanenin üst katlarında bir odada doktor gözetiminde tutuluyordu. Bir yakını, “Bebeğini düşün” diyebildi. Yaşama sırası Nilhan Nur’daydı… 
Katledilişinden 15 gün kadar önce Batıkent ADD’den Mehmet Ali Gürbüz aramıştı: 
“Sen ve Kışlalı Hoca’yla bu akşam oturmak istiyoruz… Önemli bir konuyu paylaşacağız.” 
Kışlalı’yı aradım. İşi olduğunu ya da başka bir yoğunluğunu söyleyebilirdi. Bütün içtenliğiyle, sıcak bir ses tonuyla, gülümser bir ifadeyle şöyle dedi: “Bu akşam bebeğimi seveceğim…” 
Kışlalı bütün özelliklerinden öte, insandı. İnsan kimliğini düşüncelerine 180 derece zıt kişilerden de esirgemezdi. Düşüncelerinde militan, davranışlarında centilmendi. 
Centilmen bir devrimciydi.
***
Kışlalı’nın kıyımı 1990’lı yıllar karanlığının en acı olaylarından biridir. Önceki katliamlarla birlikte O’nun da öldürülmesiyle fikirsel çölleşme daha da büyüdü. 
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu ve Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy… 
Kalpaksız kuvvacı Uğur Mumcu… 
Kemalizmin kale burcu Prof. Kışlalı… 
Atatürkçü olmanın hedef olmakla eşanlamlı olduğu bir dönem… 
Devamında AKP iktidarı geldi. 
Bugün Kışlalı’yı aramızdan koparılışının 19. yılında anacağız. Kendisini Türkiye’nin aydınlık geleceğine, Atatürkçülüğe adamış Kışlalı’yı unutmamak, unutturmamak hepimizin ortak sorumluluğudur. 
Atatürk’e, katledilen aydınlarımıza olan borcumuzu ancak onların düşüncesini bu ülkenin yönetimine taşıyarak ödeyebiliriz. Son noktayı Kışlalı’nın eskimeyen cümleleriyle koyalım: 

  • “Laikliği kabul etmemiş olan İslam ülkelerinin, bilimin ve teknolojinin gelişimine katkısı sıfır düzeydedir. Bütün Arap ülkelerinin bu alana katkısı İsrail’in %4’ü kadardır. Bir zamanlar tersiydi. Batı, Türkiye’yi ne tümüyle içine almak ister, ne tümden dışlamak… İçine alırsa ‘eşit’ hale gelir, dışına alırsa ‘kullanamaz’ olabilir. 
  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”
    ===================================
    Dostlar,

    Yüreğimiz yangın yeri..
    O tarihte biz ADD Edirne Şubesi Başkanı ve Genel Merkez Onur Kurulu üyesi idik.
    Merhum Kışlalı ile yoğun işbirliğimiz vardı. Edirne’ye davet etmiştik ve nefis bir konferans vermişti 75 dakika boyunca. Ardından, bitmeyen sorulara yanıt vererek.. Yumuşak, sevecen, bilgiye ve insan sevgisine dayalı bir içerik, ses tonu ve beden diliyle..

ADD Genel Başkan Yardımcısı idi kendisi ve İzmir’de Uluslararası Atatürk Kurultayı (Simpozyumu) düzenlemişti. Edirne’den bir minibüs dolusu genci oraya götürmüştük. Bize İngilizce – Türkçe çevirilere 2 yönlü dikkat etme görevi vermişti; alanın özel terimleri – kavramları vardı ve çevirmenler genç, bir ölçüde alana yabancı olabilirlerdi.. (Nitekim “AYDINLANMA” ‘lightening’ diye çevrilince yabancıların suratı ekşimiş ve uygun biçimde “Enlightenment” diye düzeltmiştik.. Kişinin yabanı dil bilgisi anadilindeki bilgi birikimini aşamıyor..)

Kışlalı’nın 19 yıl önce bu gün, 21 Ekim 1999 sabahı alçakça öldürülmesinin ardından biz de 1 yıl süre ile yakın polis korumasına alınmıştık. Edirne Valisi Koru Engin beyefendi bizi makamına davet ederek, İl Jandarma Alay Komutanı Albay ve İl Emniyet Müdürünün varlığında uyararak yakın tehdit ve tehlikeyi açıklamıştı.. (Sayın Vali Engin, ADD Edirne şubesinin yeni yerine taşınmasında davul – zurnalı şenliğimize katılmış ve oyun oynamıştı!)

ADD çalışmalarımızı hiç kesmemiş, Türkiye’nin her yerinde konferanslarımıza devam etmiştik yakın polis koruması altında.. İzleyen yıl Şube Başkanlığını bırakıp Genel Merkez yöneticisi olduğumuzda ülkemiz ve yurt dışında Aydınlanma çabalarımızı daha da artırarak sürdürmüştük. O’nun yerini doldurmak haddimiz değildi ama en azından vargücümüz ve içtenliğimizle çaba gösteriyorduk.. Ülke içinde – dışında, imamhatipler dahil okullarda, salonlarda, meydanlarda, askeri birliklerde, emniyette, jandarmada, radyoda, TV’lerde, üniversitelerde 1996’dan bu yana 1510’u aşan görsel (yansılarla) konferanslar verdik..

Merhum Kışlalı’nın ruhu şad olsun..

O bize aşağıdaki altın öğüdü bıraktı..

  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür!”

Bu yalın bilimsel saptama günümüzde, dün olduğundan çok daha geçerli..
Kadim – Aydınlık Anadolu halkı “hancı” dır..
Kervana aykırı olanlar dökülecek / ayıklanacak ve aydınlık tarihe – geleceğe diyalektik yolculuk asla engellenemeden sürdürülecektir.

Türkiye’nin ve insanlığın geleceği kesin olarak bilimsel akılcılıkla kurulacaktır ki bu olguya Mustafa Kemal ATATÜRK neredeyse 100 yıl önce işaret etmişti :

  • Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve fendir..
  • Bilim ve fen dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, sapkınlıktır..
  • Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir..

Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır; hiç kimse bu gerçeği aklından çıkarmamalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Atatürk ve anti-emperyalizm

Atatürk ve anti-emperyalizm

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 18.10.18
Emperyalizm, güçlü olan bir ülkenin güçsüz bir ülkeyi sömürmesi olarak da özetlenebilir. Ancak emperyalizm tek başına hareket edemez ve tamamlayıcı bir temel sömürü düzenine de gereksinim duyar. Sanayi devriminden önce bu işlevi feodalizm yerine getiriyordu. Sanayi devriminden sonra bu işlevi kapitalizm yerine getirmeye başladı. Emperyalizm ve kapitalizm birbirini besleyen iki düzendir. Kapitalizmden bağımsız olarak emperyalizmi, emperyalizmden bağımsız olarak da kapitalizmi anlayamayız.
Dünyada emperyalizme karşı samimi ve gerçek bir mücadele vermiş sayılı lider vardır. Rusya’da Vladimir Lenin, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk, Hindistan’da Mahatma Gandhi, Küba’da Fidel Castro ve Che Guevara, Vietnam’da Ho Chi Minh bunların arasında sayılabilir. Lenin, Castro, Che Guevara ve Ho Chi Minh komünizm için mücadele verdiler. Kapitalizmin anti-tezini savunmaları bağlamında, emperyalizme karşı en tutarlı mücadeleyi onların verdiği söylenebilir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Hindistan’ın kendi tarihsel bağlamı ve sosyal koşulları dikkate alındığında, Atatürk’ün ve Gandhi’nin verdiği anti-emperyalist mücadeleyi küçümsemek olanaklı değildir.
Onların, emperyalist işgalci ülkelere karşı cephede verdikleri savaş ve alanda gösterdikleri direniş, elbette emperyalizme karşı verdikleri mücadelenin temel unsurlarından birisiydi. Ancak bunun da ötesinde, Atatürk ve Gandhi, her ne kadar, üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kalktığı sınıfsız toplum modeli olan komünizmi savunmuş olmasalar da komünistlerle sık sık işbirliği yapmışlardır, ayrıca, serbest piyasa ekonomisini savunmak yerine, sosyal demokrasiye yakın olan karma ekonomik modeli ve güçlü bir kamu sektörünü savunmuşlardır.
Atatürk’ün Lenin ile yazışmaları, Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden aldığı destek, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra kalkınma ve planlama alanlarında SSCB ile gerçekleştirdiği işbirliği, ideoloji bağlamında ortaya koyduğu halkçılık ve devletçilik ilkeleri, bunun en açık göstergeleri arasındadır.
Atatürk bunlarla da yetinmemiştir. Laiklik ilkesiyle, ülkesini teokrasiden ve ortaçağ karanlığından çıkartmış, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerini dinden arındırmış, eğitim sistemini dine değil, bilim, matematik, felsefe ve sanat üzerine inşa etmiş, kadınları eğitim ve çalışma yaşamına katmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkını vermiş, çağdaş uygarlığı bir hedef olarak ortaya koymuştur.
Atatürk, işgalci Batı Avrupa ülkelerine karşı cephede savaşmış birisi olduğu halde, çağdaş uygarlığın değerlerini reddetmemiş, uygarlık mücadelesini, Batı ve Doğu kültürü karşıtlığı üzerine yapılandırmamış, çağdaş uygarlığı, insani değerler ve ilkeler üzerinden anlamıştır. Atatürk, emperyalizme karşı mücadelenin de ancak böyle kazanılabileceğini biliyordu. Atatürk için emperyalizme karşı mücadele, cephedeki savaştan ibaret değildi. Onun için, cephedeki savaşın kazanılması durumunda kurulacak olan devletin siyasi yapısı, emperyalizme karşı verilecek mücadelenin sonucunu belirleyecek yaşamsal bir unsurdu. Çünkü, cahil ve geri kalmış olan bir milletin, emperyalizme karşı savaşı kazanma olasılığının sıfır olduğunu biliyordu. Emperyalizmin, güçlü olanın güçlü olanı değil, güçlü olanın zayıf olanı sömürdüğü bir düzen olduğunu anlayacak kadar akıllı ve bilgiliydi.
O nedenle, İslamcı siyasetle, dinci devlet yapısıyla, imam hatip okulu, Kuran kursu, ilahiyat fakültesi enflasyonuyla, “4+4+4” adlı eğitim ucubesiyle, Atatürk’ün adını stadyumlardan, kültür merkezlerinden, havalimanlarından silmekle, 29 Ekim’i yok saymakla, Atatürk’ün vasiyetiyle uğraşmakla, emperyalizme karşı mücadele verilemez.
“One minute!” diye bağırmak, “Dünya beşten büyüktür” demek, terör örgütüne karşı sınır ötesi askeri operasyon yapmak yetmiyor. Kolay kolay anti-emperyalist olunmuyor!

Laiklik ve eğitim

Laiklik ve eğitim

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 08.10.2018
– Toplumda birliğin ve bütünlüğün sağlanması, önemli bir ölçüde eğitime bağlıdır. Eğitimde birliğin ve bütünlüğün olmadığı ülkelerde, toplumda da birlik ve bütünlük sağlanmaz, aksine bölünme ve kutuplaşma yaşanır. Türkiye’de yaşanan da budur. Farklı eğitim sistemlerinde yetişen insanlar, aynı ülkenin vatandaşları oldukları halde, başka dünyaların insanları olarak karşı karşıya gelmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği ilk devrimlerden bir tanesi, bu nedenle, eğitim alanında olmuştur. 1924 yılında kabul edilen Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile birlikte, bilim, felsefe, sanat temelli laik eğitim sistemine geçilmiş, bölünmüş eğitim modeline ve bunun içinde yer alan medrese tarzı din temelli eğitime son verilmiştir. 
Laik eğitim sisteminde, dincilerin iddia ettiği gibi, tek tip insan yetişmez. Tek tip insan, medrese tarzı din temelli eğitim sisteminde yetişir. Çünkü bu eğitim sisteminde, eleştirel, sorgulayıcı, yaratıcı ve analitik düşünce diye bir şey yoktur. Bu eğitim sisteminde, zorla dayatılan dogmalar vardır. 
Öğretim Birliği Yasası, önce merkez sağ hükümetler, daha sonra da dinci AKP hükümeti tarafından yerle bir edilmiştir. Camilere imam yetiştirmek amacıyla bir meslek lisesi olarak kurulan imam hatip okulları, meslek lisesi olmaktan çıkıp, genel eğitim sisteminin bir parçasına dönüştürülmüştür. 

  • AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde 450 imam hatip lisesi vardı. Günümüzde, imam hatip orta okullarının ve liselerinin toplam sayısı 4 bini aştı.
  • Türkiye’de yaklaşık 87 bin cami varken, bir milyondan fazla öğrenci imam hatip okullarında okumaktadır. Bu okulların camilere imam yetiştirmek amacıyla hizmet vermediği açıktır. Amaç, camiye imam yetiştirmek değil, herkesi imam yapmaktır. 

İmam hatip okullarında, ders programının neredeyse yarısı dini eğitimden oluşmaktadır. Orta-okulda, Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri, Sosyal Bilgiler, Yabancı Dil gibi derslerle birlikte, Kuranı-kerim, Arapça, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler dersleri; lisede, Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Yabancı Dil gibi derslerle birlikte, Kuranıkerim, Mesleki Arapça, Temel Dini Bilgiler, Siyer, Fıkıh, Tefsir, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Hadis, Kelam dersleri verilmektedir. 

AKP döneminde yürürlüğe giren “4+4+4” eğitim sistemiyle, imam hatip benzeri bir eğitim, seçmeli olarak, genel eğitim sisteminin de içine sokulmuştur. Bu sistemle, çocuk beşinci sınıfa geçmeden önce, daha on yaşındayken, dini içeriği daha fazla olan ders programı ile bilimsel ağırlıklı ders programı arasında seçim yapmak zorunda bırakılmaktadır. Bu seçimi de genellikle çocukların kendisi değil, velileri yapmaktadır. Bu sistem, sekiz yıllık standart zorunlu eğitimin dört yıla inmesi anlamına da gelmektedir. 

Bunlara ek olarak, 12 Eylül askeri yönetimi tarafından yürürlüğe konan, ilköğretim ve lise eğitimindeki zorunlu din dersi uygulaması, 1982 yılından beri devam etmektedir

Bunun dışında, Diyanet İşleri Başkanlığı verilerine göre, bu kuruma bağlı 15 bini aşkın Kuran kursu bulunmaktadır. Bu aynı zamanda, eğitimin dinselleşmesi bağlamında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eğitim sistemine müdahale etmesi anlamına gelmektedir.

Üniversitelere gelince, bugün üniversitelerde 80’i aşkın ilahiyat fakültesi bulunmaktadır. Nüfusu Türkiye’ye yakın olan ülkelere bakıldığında, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bu kadar çok sayıda ilahiyat fakültesi yoktur. 

  • Böyle bir tabloda, Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak olanaksızdır.

Bu konuda, üç maymunu oynayan mevcut CHP yönetimini de, tarih hiçbir zaman affetmeyecektir.

ODATV’de ŞARBON HAKKINDA SÖYLEŞİ

Nurzen Amuran sordu, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Saltık yanıtladı...

https://odatv.com/diyanet-halka-namuslu-aciklamalar-yapmalidir-30091819.html 30.09.2018
veya pdf metni için : ODATV_SARBON_SOYLESISI_30.9.18_tam_metin

ODATV SÖYLEŞİSİ İÇİN ŞARBON HAKKINDA
SAYIN AHMET SALTIK’a YÖNELTİLEN SORULAR

Prof. Dr. Ahmet Saltık / Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Ankara Üniv. Mülkiye – SBF mezunu (Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi)
Sağlık Hukuku Uzmanı / www.ahmetsaltik.net     profsaltikgmail.com

Soru 1 : Bu hafta sizinle gıda güvenliği ve şarbon hastalığı üzerinde duracağız.
Şarbon hastalığının ortaya çıkması pek çok sorunu gündeme getirdi. Hayvan sağlığıyla uğraşan veteriner hekimlerimizin, toplum sağlığıyla ilgilenen tıp doktorlarımızın önemini bir kez daha ortaya çıkardı. Gıda güvenliğine ne kadar titizlik gösterdiğimizin göstergesi oldu. Tarım ve hayvancılıkta kendine yeten fazlasını ihraç eden bir ülkeydik. Bugün ithalatımızın çoğu gıdalara dayanıyor. Toplumu en çok tedirgin eden konulardan biri ithal edilen gıdalardır değil mi?

YANIT 1 : Türkiye, AKP’nin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından, 2003-17 arasında 175 milyar Doları aşkın hazır gıda ve tarımsal hammadde dışalımı yaptı. 15 yıla bölündüğünde yıllık ortalama tarımsal dışalım yaklaşık 12 milyar $ ve bu rakam zaman içinde artma eğiliminde. Bir yandan da nüfus artışı çok ciddi. Yine AKP’nin iktidar yıllarında nüfus
66 milyondan 82 milyona erişti ki bu da yıllık ortalama 1 milyon dolayında doğal (göçleri katmadan) artıştır ve son derece yüksek bir nüfus artış hızıdır. Yerli tarımsal üretimde yetersizliğin, giderek daha çok dışalımın nüfusun sorumsuzca artışını teşvik politikalarıyla elbette bağı var. Türkiye, 82 milyon vatandaşını, 4 milyon dolayında Suriye – Iraklı sığınmacıyı, son verilerle yaklaşık 32 milyon/yıl turisti ve 1 milyon dolayında kaçak – kayıt dışı nüfusu besleyebilecek yerli tarımsal üretim yapamıyor. Buğday dahil tarımsal ve hayvansal temel gıda ürünlerinde dışa bağımlı. Dolayısıyla milyonlarca ton gıda ürünün dışalımında
gıda gümrüklerinde hijyen standartlarının sağlanması yaşamsal önem taşıyor..

Bu alanda uygun örgütlenme, teknik altyapı, yetişmiş insangücü, güncel mevzuata dayalı bir iyiyönetime (Good Management Practice) gerek var.  Ulusal çıkarların ve Halk Sağlığının korunması ancak böylelikle olanaklı. Ancak küresel neo-liberalizm kendi çıkarları – en çok kârı adına her türlü denetimi, kuralı dışlamak istiyor; de-regülasyonu, anomiyi (kuralsızlığı) dayatıyor. Nitekim canlı hayvan dışalımında son aylarda veteriner hekim denetiminin dışlanması tipik ve sonuçları ağır olabilecek bir politik karar. Tüm bunlar, halkın “yeterli – dengeli beslenme” ve “gıdaya erişim hakkı” gıda güvencesini (food safety) ciddi düzeyde tehdit etmekte. At başı eşlik eden ikiz sorun da “gıda güvenliği” (food security); gıda maddelerinin hijyenik standartlarının gereğince sağlanamaması oluyor. Oysa giderek artan dışalım milyonlarca tona eriştiğinden ve tüm Türk toplumunu ilgilendiren boyutları nedeniyle, alınacak koruyucu sağlık – güvenlik önlemlerinin de o ölçüde titiz, özenli, eksiksiz, tartışılmaz biçimde bilimsel olması zorunludur. Şarbon, bu zincirde birkaç halkanın zayıflığının ürünüdür ve politik sorumluluk gerektirir.

Türkiye, Gıda Gümrüklerini uluslararası standartlara hızla ulaştırmak zorunda.

Soru 2 : Sizin de sık sık değindiğiniz gibi BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin
25. maddesi şöyle diyor: “Herkesin gerek kendisi gerek ailesi için yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim olanaklarından iradesi dışında yoksun bırakacak öbür durumlarda güvenliğe hakkı vardır.” Bu düzenlemeye uygun politikalar üretebiliyor muyuz?

YANIT 2 : Türkiye BM’nin kurucu üyelerinden. Dolayısıyla 10 Aralık 1948 tarihli, bu yıl
70. yılını dolduracak olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni içselleştirmiş bir ülke.
Bu Bildirge, insan hak ve özgürlüklerinin evrensel kabul gören yüksek ilke ve değerlerinin
(Jus Cogens) somutlaşmış biçimi. Bu bağlamda tüm insanların 4 temel hakka dayanan,
çelik çekirdek sayılacak vazgeçilmez – ertelenemez – devredilemez – kamusal olarak karşılanması gereken kalkanı var :

1) Aç kalmayacak (beslenme),
2) Çıplak kalmayacak (giyinme),
3) Açıkta kalmayacak (barınma) ve
4) Doktorsuz kalmayacak (sağlık hakkı)!

Görüldüğü gibi temel insan hak ve özgürlüklerinin 4 temel kolonunun ilki AÇ KALMAMAK! Devletin, ülkesindeki insanların tümünün yeterli – dengeli beslenmesini sağlayacak bütüncül politikaları yaşama geçirmesi öncül (a priori) bir varlık yükümü. Türkiye’de değişik kaynaklarda milyonlarca insanımızın AÇLIK SINIRI ALTINDA yaşamaya çalıştığı yayınlanmakta. Son yakıcı ve yıkıcı ekonomik bunalımın öncesinde 8-9 milyon arasında yurttaş,
SGK tarafından 5510 sayılı yasa uyarınca “yoksul” kabul edilmiştir ve kendilerinden “prim” = ek vergi alın(a)mamaktadır. “SGK yoksulu” tanımı, brüt asgari ücretin 1/3’ünden daha az aylık gelir sahibi olmak demektir ki, söz konusu rakam 680 TL’dir. Ayrıca özellikle sendikaların her ay yayınladığı rakamlarda net asgari ücret (1604 TL), 4 kişilik ailenin salt beslenmesine
(aç kalmamasına!) bile yetmemektedir. Asgari ücretli çalışan sayısı 7 milyon dolayındadır ve aileleriyle 20 milyona erişmektedir. Kayıt dışı sektör ekonominin 1/3’ü dolayındadır.

AKP iktidarı 20 milyona yakın yurttaşa her ay düzenli sosyal – mali yardım yapmaktadır. Dolayısıyla yoksulluğu giderecek ya da en aza indirecek sosyal politikaları Türkiye, özellikle son 16 yıldır izlemiyor. İktidarın politik tercihi tam tersi ve “sadaka toplumu” na dayalı. Gelir dağılımı adaletinin bilimsel ölçütü olan Gini katsayısı iyileşmiyor, kötüleşiyor.. 36 OECD ülkesi içinde gelir dağılımı adaletsizliğinde 3’üncü sıradayız. Bu katsayı (0.411), OECD ortalamasının epey (0.316) üzerinde. Üstelik son çok ağır ekonomik bunalımın faturasının da orta – alt gelir dilimlerine yüklenmekte olduğunu acı duyarak izliyoruz. Yoksulluk yatay (oransal) ve dikey eksenlerde (yoksul daha da yoksul) giderek ağırlaşıyor, ağırlaşacak ülkemizde. Halk arasında bir söz var; “işten artmaz, dişten artar” diye. Halkımız ilk olarak ne yazık ki beslenmesinden – yiyeceğinden kesmekte ve bunun zincirleme çok olumsuz sonuçları doğmakta. Hastalıklara direncin azalması, ömrün kısalması, çalışma veriminin düşmesi, bebek – küçük çocuklarda zeka gelişiminin olumsuz etkilenmesi, karbonhidrat (ekmek!) ağırlıklı beslenme ile şişmanlık! Neo-liberal yabanıl (vahşi) küresel politikalar devleti yaşamdan dışlayıp yerine sermayeyi – şirketleri – kârı koydukça halk, kurgulu olarak yoksullaşTIRılıyor, yoksunlaşTIRılıyor.

Soru 3 : Ülkemizde, gıda güvenliğinin korunmasını sağlayan hukuksal düzenlemelerde yaptırımlar yeterli mi, hangi kurumlar sorumlu ve sözü edilen kurumların sorumluluk alması yerinde bir seçim mi? Sözgelimi gıdalarla bulaşan hastalıkların kaynağının bulunmasıyla hangi kurumlar ilgileniyor?

YANIT 3 : Türkiye’de Gıda Güvenliğinden (food safety) 9 Temmuz 2018 sonrası düzenleme ile Tarım ve Orman Bakanlığı (öncesinde Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı) sorumlu. Adında “gıda, beslenme, besin, hayvancılık..” vb. bir sözcük olmayışı yeter fikir veriyor sanırım; “Tarım ve Orman Bakanlığı”. Temel mevzuat ise Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Yasası (13.06.2010 tarihli ve 5996 sayılı, RG: 27610). Adı “Tarım ve Orman Bakanlığı” olan birim, adında bile geçmeyen temel alanlarda da sorumlu! Oysa Bakanlığa verilen ad, temel hedefleri ve yetki – sorumluluk alanını da kodluyor gerçekte. Öncesinde 5179 sayılı “Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararname” yürürlükte idi (2004-2010 arasında.) 5996 sayılı yürürlükteki son yasanın konumuzla ilgili 40 ve 41. maddeleri şöyledir :

MADDE 40- (1) Gıda ve yem ile ilgili yaptırımlar aşağıdadır :

a) İnsan tüketimine uygun olmayan gıdalar, giderleri sorumlusuna ait olmak üzere piyasadan toplatılır ve mülkiyeti kamuya geçirilir. Bu ürünleri üreten veya piyasaya sunanlar hakkında kamunun sağlığına karşı suçlar kapsamında Cumhuriyet savcılığına suç duyurusu yapılır.

MADDE 41/e : Yapılan resmi denetimler sırasında, işyerinin tümünün veya bir bölümünün insan sağlığı ve gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve yem güvenliği açısından tehlike oluşturur ve ivedi önlem gerektirirse; Üretimin tümü veya tehlike oluşturan bölümünün çalışması durdurulur. Üretim yerlerine beş bin TL, perakende işyerlerine bin TL para cezası verilir.
Eksiklikler giderilene dek çalışmaya izin verilmez. (Para cezası güncelleniyor..)

Ayrıca Türk Ceza Yasası’nın 185-196 arasında 12 maddesi, Kamunun sağlığına karşı işlenen suçlara ilişkindir. Bu düzenlemeler yeterli ve caydırıcı yaptırım içermektedir ancak yasaya aykırılıkların öncelikle etkili ve sürekli denetim – eğitimlerle önlenmesi, ardından da zamanında saptanması gereklidir bu yaptırımların uygulanabilmesi için. Gıda işleme sanayisinin bölünmüşlük ve kayıtdışılık sorunları var. Tarım – gıda kuruluşlarının kesin sayısı bilinmiyor. Örneğin TÜİK ve TOBB farklı sayılar veriyor ancak gıda – tarım işletmelerinin %90′ı KOBİ. Bu dağınıklık ve ölçek sorunu, etkin denetimi çok güçleştirmekte. Sorumlu Bakanlığın denetim için insangücü ve teknik altyapısı (laboratuvar desteği) yetersizdir.
Onbinlerce işletmenin denetlenemediği – etkin denetlenemediği ve caydırıcı yaptırım görmediği biliniyor ve zaman zaman basında çarpıcı örnekleri izleniyor.

Besin kaynaklı sağlık sorunu nedeniyle sağlık hizmeti için başvuranlarda tıbbi tanı bu yönde ise, Tarım Orman Bakanlığının il – ilçe müdürlüklerine Sağlık Bakanlığı birimlerince bildirim yapılmakta ve kuşkulu besinlerin analiz raporu istenmektedir. Besin örnekleri kimyasal – mikrobiyolojik inceleme amacıyla Tarım Orman Bakanlığı çalışanlarınca alınmakta ve bu Bakanlığın laboratuvarlarında çalışılmaktadır. Böylelikle hastalığın filyasyonu (kaynağı) bulunmaktadır. Bu yolla, 2017 içinde 37 insan Şarbonu tanısının kaynağı araştırılmıştır iki Bakanlığın ortak çalışması ile. Ne var ki bu alanda ciddi eşgüdüm sorunları yaşanmaktadır. 560 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hükmünde Kararname ile (R.G. 28.06.1995; 22327) 1995’ten bu yana Gıdaların denetimi Sağlık Bakanlığından alınarak (öncesinde 1930 tarihli 1593 s. Umumi Hıfzıssıhha Yasası ile bu yetki Sağlık Bakanlığının idi) Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığına bırakılmıştır. 23 yıldır iki Bakanlık arasında yeter eşgüdüm sağlanamamıştır. Gıda – hayvan kökenli hastalıklarda Tıpta
tanı konması için Tarım Orman Bakanlığının desteğine gereksinim yoktur. İnsan biyolojik materyalinde kesin tıbbi tanı konabilmektedir. Örneğin Şarbonda hastanın kan kültürü
ya da deri lezyonlarında hastalık etmeni olan Bacillus anthracis gösterilebilmektedir.

Ancak kaynağın bulunması (Filyasyon) ve uygun tıbbi yöntemlerle kaynak olmaktan çıkarılması zorunludur bulaş zincirinin kırılabilmesi için. Şarbon örneğinde kaynak
temel olarak hastalıklı hayvanlar olduğundan (Şarbon bir Zoonoz!), burada veteriner hekimlik hizmeti kaçınılmazdır. Kaynak araştırması raporunun sağlık birimlerine zamanında ulaştırılması, kişi ve toplumun (halk) sağlığını korumak açısından zorunludur.

Tarım Orman Bakanlığının sayılan işlevler açısından yetkin olabilmesi için ilk adım
adının tamamlanması, “Hayvancılık” sözcüğünün eklenmesi ve örgütlenmesinin
yeniden düzenlenmesi gerekir. Tarım, Orman ve Hayvancılık işleri için 1’er Bakan Yardımcılığı düşünülebilir. Sağlık Bakanlığı ile yukarıda açıkladığımız etkin, hızlı işbirliği için mutlaka
bir eşgüdüm birimi kurulmalıdır.

Soru 4 : Gelişmiş ülkelerde gıda güvenliğiyle ilgili sistem nasıl kurulmuş,
nelere özen gösteriliyor?

YANIT 4 : ABD ve AB sistemi incelenebilir bu amaçla. ABD’de FDA (Food & Drug Administration) adlı özerk kurum, Gıda ve İlaç işlerinden sorumlu bilimsel ve yönetsel
bir yetke (otorite). İlaç ruhsatları ve gıda ürünlerinin üretim lisansları, denetimi bu bağımsız – bilimsel ve yönetsel özerk bu Kurumca yürütülmektedir. Buna benzer bir kurumsal yapılanmayı AB’de EFSA (European Food Safety Agency) olarak görüyoruz. Her ikisi de klasik, katmanlı (hiyerarşik) Bakanlık örgütlenmesi dışında, katı bürokrasiden arındırılmış,
bilimsel olarak özgür, yönetsel – akçal (mali) açıdan özerk statülü.

Ayrıca ABD (Atlanta-Georgia merkezli), bulaşıcı olan – olmayan tüm hastalıkların izlenmesi, denetlenmesi ve korunma için son derece başarılı işleyen bir başka kurumlaşmaya daha sahip : CDC.. Hastalıklar Koruma ve Kontrol Merkezleri. Elli Eyalette de yapılandırılmış olan Centers for Disease Control and Prevention örgütü, FDA ve Sağlık Bakanlığı ile işlevsel bir işbirliği içinde sağlık hizmetlerini yürütüyorlar. 2004’te AB de CDC benzeri bir yapılanmayı Euroland’de (AB ülkesinde) kurdu, adı E-CDC, European CDC oldu.

Görülüyor ki, gelişmiş ülkelerde kamu yönetimi, katı – hiyerarşik bürokratik örgütlenme ile özerk – bilimsel birimleri birlikte ve eşgüdümlü yapılandırıyor. Türkiye’de de benzer yapılanma düşünülebilir. Şubat 2015’te, 663 s. KHK’ye dayanarak çıkarılan bir Yönetmelikle kurulan TSM’ler (Toplum Sağlığı Merkezi) ABD – CDC sisteminden esinlenmişti. Ancak
Ağustos 2017’de, büyük ölçüde İSM’lere (İlçe Sağlık Müdürlüğü) sistemine geri dönüldü. Türkiye yönetsel – akçal olarak özerk, bilimsel olarak özgür kamu kurumlarından ürküyor. Özelleştirilen kamu hizmetlerinde ise tam tersine ilgili birimler – şirketler olabildiğine
kamu müdahalesine kapalı!?

Soru 5 : Şarbon hastalığı yeniden gündeme gelince sorunlar ardı ardına tartışılmaya başlandı. Kuşkusuz hayvan ithalatında uygulanması gereken uluslararası kurallar var. Bu kuralları içeren düzenlemeler neler, sizce hangi kurallara uygun ithalat yapılmadığı için bu sonucu yaşadık?

YANIT 5 : Gıda maddelerinin uluslararası standartları, BM’nin bağlı uzmanlık kuruluşlarından olan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Gıda Tarım Örgütü (FAO) tarafından belirlenmektedir. Konan kurallar Codex Alimentarius adlı teknik metindedir (1963’ten bu yana, güncellenerek). Üye ülkeler bu metni uygun düzenlemelerle (regülasyon) iç hukuklarına aktarmıştır.

Türkiye bu amaçla Gıda Kodeksi ve buna bağlı çok sayıda (onlarca) Tebliğ çıkarmıştır.

Bir gıda ürününün uluslararası ticarete konu olabilmesi için, öncelikle Codex Alimentarius ile öngörülen teknik – bilimsel niteliklere uygun olması zorunludur. Konumuz dışında kaldığından, DTÖ’nün (Dünya Ticaret Örgütü) ticarete ilişkin düzenlemelerine (regülasyon), Uluslararası Tahkim’e burada değinilmeyecektir.

Dışsatımcı (ihracatçı) ülke, satacağı ürünün, alıcı (ithalatçı) ülkenin uluslararası ihalede başkaca koşulları yoksa, en azından Codex Alimentarius gereklerine uygunluğunu belgelemek zorundadır. Bu amaçla DSÖ – FAO tarafından yetkilendirilmiş (akredite edilmiş) laboratuvarlardan rapor alınması gerekir. Bu laboratuvarlar ilgili ülkelerde yetki verilmiş ulusal birimler olabileceği gibi, büyük gümrük kapılarında (hava, kara, deniz) kurulmuş da olabilir. Codex Alimentarius gereği HACCP (Hazardous Action Critical Control Points) süreçlerinden geçerek üretilen, denetlenen ve kalite standartları sağlanan gıda ürünleri,
alıcı ülke gıda gümrüğünde satıcının sunacağı geçerli belge ile kabul edilir. Alıcı ülke gerek duyarsa; frigorifik donanımlı (soğuk zincir) TIR, gemi ya da uçaktan kurallarına uygun örnek alarak (örneklem, sampling) hızlı laboratuvar analizleri (PCR gibi) ile doğrulamaya gidebilir. Türkiye’den Rusya ve değişik Avrupa ülkelerine gönderdiğimiz kimi yaş sebze – meyvenin
alıcı ülke gümrüklerinde kırmızı alana çekilerek böylesi bir işlem gördüklerini ve standartlara uymayan ürünlerimizin geri yollandığını anımsayabiliriz (sıklıkla aşkın kimyasal kalıntılar..).

Soru 6 : Bazı konular vardır kamuoyunda panik yaratmaması için usulüne uygun inandırıcı güven verici açıklamalar yapılmalı ama mutlaka kamuoyu bilgilendirilmelidir. Sağlıkla ilgili konularda halkın aydınlanması bilinçlendirilmesi önemlidir. Şarbon gibi hastalıkların yol açacağı sorunların en aza indirgenmesi için bilgilendirme zorunlu olmalıdır. Bu konuda neler diyeceksiniz?

YANIT 6 : Kurban Bayramı öncesi Brezilya’dan satın alınan binlerce büyükbaş hayvanın nasıl Şarbon olduğu açığa kavuşmadı. Tarım Orman Bakanı Pakdemirli, Türkiye’deki meralardan bulaştığını söyledi. Türk Veteriner Hekimler Birliği, ithal hayvanların veteriner muayenesinin son 6 aydır yaptırılmadığını belirtti. Halkın doğruları öğrenme hakkı gasp edildi, bilgi kirliliği yaratıldı, kara propaganda ortamı doğdu ve halk yersiz paniğe itildi. Ancak saydam, bilimsel, yandaş şirketlerin – sermayenin bağsız koşulsuz savunucusu olmayan bir siyasal iktidar ile
bu sorunlar önlenebilir ve gerçekler öğrenilebilirdi..

ABD Sağlık Bakanlığında “Surgeon General” adlı bir yetkili tanımlanmıştır. Bu kişi,
Sağlık Bakanlığı adına kamuoyuna açıklama yapmaya tek yetkilidir. Geleneksel olarak
Sağlık Bakanları bile konuşmaz, sözcülüğü bu kişiye – makama, kurumsallaştırılmış birime bırakırlar. “Surgeon General” kamuoyuna gereksinim duyulan açıklamayı zamanında ve saydamlıkla yapar, bilgileri iletir, herkes O’na kulak kabartır ve O son derece güvenilirdir,
hep bilimsel doğruları söyler. Böylelikle kamuoyu bilgi edinme hakkını doğru ve yeterli biçimde, zamanında kullanır; fısıltı gazetesi, şehir efsaneleri, fırsatçılar, algı yönetimi, istismar, yönlendirici (manüplatif) propaganda… engellenir.

Gerekli olan Demokrasi ve Hukuk Devleti; ikisi de ülkemizde yok ne acı ki!
Ve bedeli soyut, kağıt üstünde.. değil; somut! Sağlığından olmak hatta ölmek!

Soru 7 : Sağlık hizmetlerinin planlanmasında, kaynakların kullanılmasında topluma
en çok zarar veren sorunlar dikkate alınmalıdır. Böylece, halk sağlığının gelişmesine daha anlamlı katkı sağlanabilir deniliyor. Bu planlamayı kimler nasıl yapmalı?
Bu soruyu sormamın nedeni, ülkemizde yetki karmaşası var. Bazı yetkililer,
yetkili olmadıkları alanda görevlendirilebiliyor.

YANIT 7 : Her ülkenin bir Ulusal Planlama Kurumu olmalıdır. 27 Mayıs Devrimcileri ülkemize bir de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) armağan etmişti (Eylül 1960’ta 91 sayılı yasa ile). 1980’lerde başlayan, Sovyetlerin yıkılması ile 1990 sonrası iyice hızlanan sözde neo-liberal, gerçekte yabanıl (vahşi) kapitalist küreselleşme = yeni emperyalizm ideolojisi Devleti,
hele kamusal planlamayı engel gördüğünden, bu kurumların dışlanmasını ve IMF – DB – DTÖ güdümünde sözde serbest piyasacılığı ve kuralsızlaştırmayı (de-regülasyon) dayattı.
Türkiye 1963’te DPT öncülüğünde planlı kalkınma döneminde önemli başarılar sağladı.
AKP iktidarının 08.06.2011 tarihli Bakanlıkları yeniden düzenleyen Kanun Hükmünde Kararnamesi ile DPT kapatılarak Kalkınma Bakanlığına dönüştürüldü.

Ulusal Planların bütünlük içinde olması zorunludur. Bu bakımdan Sağlık Planları 5 Yıllık Kalkınma Planlarının bütüncül – ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Kuşkusuz Planlama süreci, planlama uzmanları öncülüğünde alanın uzmanları ile birlikte çok sektörlü ve halkın da mutlaka katılımı ile yürütülmelidir. KüreselleşTİRme = yeni emperyalizm kuşatması ile kamu – devlet tasfiye edilerek yeri “kapitokrasi – şirketokrasi” ye bırakıldığından, uzmanlaşmış bürokrasi planlama ve hizmet üretimi süreçlerinden dışlanmaktadır.

Dolayısıyla kamusal planlama, devlet öncülüğünde karma ekonomi, devlet memurluğunda liyakat / yaraşırlık, meritokrasi) tu kaka sayılmaktadır. Kamu sektörü, doğrudan AKP’li CB Erdoğan tarafından “anonim şirket gibi yönetilmek” istenmektedir. Bu aşamada kaçınılmaz olarak nepotizm hastalığı Devlete bulaşarak liyakati bütünüyle dışlamakta, ağır yozlaşma başlamaktadır. Bu bakımdan, Kalkınma Bakanlığı, DPT işlevi – coşkusu ile 5 yıllık kalkınma planları (+ yıllık programlar) üreterek Türkiye’nin hızla kalkınmasından çok, özelleştirme süreçlerini planlamaktadır!

Çok sayıda yabancı danışman, yurtsever ve yetkin (liyakatli – yaraşır – merit) kamu görevlisini dışlamıştır. “Chicago boys” ideolojisi ile belli yabancı okullarda eğitim alanlar, devlet memurluğu gelenekleri çiğnenerek kamuya sözleşmeli alınmakta ve Türk Kamu Yönetimi (Mülkiye) DNA’sına dek değiştirilmektedir hatta değiştirilmiş ve bu süreç 9 Temmuz 2018 günü, ucube Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile tamamlanmış görünmektedir. (Bkz. Genetiği Değiştirilmiş Kamu Yönetimi – GDKY ve / veya Genetiği Değiştirilmiş Mülki İdare – GDMİ, 31.08.2018, http://ahmetsaltik.net/2018/08/31/icisleri-bakanliginin-kurulus-gorevleri-birim-baskanliklari-ve-vali-atamalarina-iliskin-degisiklikler/)

  • Her şey ama her şey, iğneden ipliğe “TEK ADAM” a ağlanmıştır.

Böylesi çağ dışı ve anormal bir rejimde genelgeçer siyaset bilimi kavram, kural ve kurumlarıyla akıl yürütmek, öngörü üretmek olan dışıdır.

Sorunuzun yanıtı olarak,

  • Türkiye’nin bu sürdürülemez “AKP Fetret Devri” nden bir an önce çıkması – çıkarılmasının kaçınılmaz olduğunu da vurgulamalıyım.

Soru 8 : Şarbon hastalığına yol açan bakterinin dayanıklı bir bakteri olduğu hatta biyolojik silah olarak da kullanıldığı söyleniyor. Son zamanlarda pek çok yayınlar çıktı ama okurlarımızı bir kez daha bilgilendirelim diyorum. İlk belirtileri nelerdir insanlara nasıl bulaşıyor, hangi süreçte tedavisi mümkündür, kısa bir özet yapar mısınız?

Yanıt 8 : Şarbon, insan ve hayvanlarda bilinen en eski hastalıklardan biridir ve gerçekte ot yiyen (herbivor) hayvanların hastalığıdır. İnsanlara hasta hayvanlardan geçer. Bu hastalıklara Zoonoz denir ve sayıları 200 dolayındadır. Öte yandan Şarbon; veba, kolera, çiçek gibi kıtalararası salgın yaparak grip gibi kitlesel ölümlere neden olmamıştır. Yukarıda da adlandırdığımız üzere etkeni bir bakteridir; Bacillus anthracis. Bu etkenin canlı hayvan dokularında bulunan vejetatif biçimi, doğada oksijenli ortamda “sporlu” biçime dönüşür. Sporlanmış etken, vejetatif olandan farklı olarak, sıcak – soğuk, UV, kuruluk, yüksek ve düşük pH, dezenfektanlara.. son derece dirençlidir. Bu sporlar tıbbi uygulamada otoklavda 120° C’de, 2-3 atmosfer basıncında 15-20 dakikada ölür.

Dolayısıyla basınçlı (düdüklü!) tencerede pişirilen etler bakımından bir sorun kalmaz.
Klasik tencerede ise sıcaklık, ne denli kaynatılırsa kaynatılsın 100° C’ı aş(a)mayacağından, burada pişirme süresi öne çıkar; iyi pişirmek gerekir.

Fırın ve kuru ya da yağlı ızgarada 170-180°C çok aşılacağından, eti yakmadan
iyi pişirme ile gene sporlu şarbon basilleri ölür ve bulaşma olmaz.

  • Çiğ et ürünleri kesinlikle yenmemeli ve çıplak elle dokunulmamalıdır.
    Eldiven giymeli, et doğranan tahta, bıçak, bu eldiven.. sıcak su ve sabunla iyice yıkanmalıdır.
  • Et ve ürünlerini iyi pişirmek korunmak için yeterlidir.

Şarbon basilinin hasta hayvanın sütüne doğrudan geçtiği gösterilememiştir.

Ancak süt, çapraz kirlenme ile kirli doku, süt sağan eller, bulaşlı eldiven, kaplar.. ile kirlenebilir.
Ayrıca çok sayıda başka hastalık sütle hayvanlardan ve çevreden insanlara geçebilir.
Bu bakımdan, şarbon olsun olmasın, çiğ süt mutlaka 5-10 dakika iyice kaynatılarak ya da
en iyisi pastörize edilmiş olarak tüketilmelidir. Yeni teknoloji ultra pastörizasyon ile
birkaç atmosfer (ATU) basınç altında, 1 mm kalınlığında laminer süt katmanına 140°C
ısıl işlem birkaç saniye uygulanarak tam hijyen sağlanır. Peynir, tereyağı, dondurma gibi
süt ürünlerinin de mutlaka pastörize edilmiş sütten yapılması zorunludur.

Biyolojik silah olarak şarbon basilinin sporlu biçiminin toz halinde (liyofilize) zarf içinde insanlara yollandığı, 11 Eylül 2011’de İkiz Kule saldırısından sonra ABD’de görülmüştür.
Ancak bu tozların sağlam deriden geçmesi söz konusu değildir. Yutulmaz ve solunmaz ise hastalık oluşmaz. Bu dönemde ABD’de yaratılan panik ile 125 milyon kutu “siprofloksasin” adlı antibiyotik koruyucu amaçla satılmış ve bir ölçüde kullanılmış, eczane raflarından
evlerin ilaç dolaplarına taşınmıştır. Üretici firmanın stokları yarıya indirilmiş,
muazzam ölçekte ahlaksız bir yönlendirme (manüplasyon) ile ilaç kitlesel pazarlanmıştır. Savaşta uçaklardan bomba olarak atılabilir ancak Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmelerine
ve İnsan Hakları hukukuna bütünüyle aykırıdır.

Hastalık sıklıkla deri şarbonudur. Halk arasında kara kabarcık ya da çoban çıbanı olarak bilinir. Özellikle önkolda, ellerde yerleşir. Kuşku durumunda hekime başvurmak gerekir. Laboratuvar tanısı, bu çıbanlardan alınacak sıvı ya da kan kültüründe basilin üretilmesi ile kesin olarak 1-2 gün içinde konur. Deri şarbonunun sağaltımı (tedavisi) kolay, uygun antibiyotik ve bakım ile kısa ve başarılıdır. İnsandan insana geçiş çok zordur, hastanede ayrı oda gerekmez.

Soru 9 :  Ender rastlanmasına karşın, solunum sistemi ve barsak şarbonunun ise tedavisi zor deniliyor. Geç tedavi mi iyileştirmeyi zorluyor yoksa bu konuda henüz etkin bir tedavi yöntemi mi yok?

YANIT 9 : Sağaltıma geç başlanması ciddi bir risk kaynağı. Ancak gene de sindirim sistemi
ve solunum sistemi şarbonu deri şarbonuna göre çok daha ağır gidiyor. Ölüm oranları
yabana atılamaz. Erken başvuru ve uygun sağaltım başarı şansını çok artıracaktır.

Soru 10 : Cumhuriyet tarihimizde insan sağlığını tehdit eden salgınların önlenmesinde örnek olacak mücadelelere rastlıyoruz. Sıtma mücadelesi, tüberküloz hastalığına karşı gösterilen topyekün mücadele.. Toplum hekimliğimize verilen tarihi önemi dile getirir misiniz?

YANIT 10 : Sayın Amuran, bu çok güzel bir soru.. Ancak yanıtını kısa vermek güç.
Belki SOSYAL TIP konusunu ayrı bir söyleşi konusu yapmak gerek. Türkiye’de HALK SAĞLIĞI HİZMETLERİNİ – SOSYAL TIBBI Mustafa Kemal ATATÜRK ile başlatmak gerek. Ülke işgal altında iken ilk Meclis, 3 Mayıs 1920’de, toplanmasının 11. gününde kabul ettiği 3 sayılı yasa ile Sağlık Bakanlığını kurmuştur (Osmanlıda İçişleri Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük idi).

Çünkü Mustafa Kemal Paşa,

  • Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde durulacak ulusal sorunumuzdur. Çünkü Cumhuriyet; düşünsel, bilimsel ve bedensel bakımdan güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister.” inancındaydı.

Bu felsefe ile, bulaşıcı hastalıklardan yok olma eşiğindeki Anadolu insanı için benzersiz Kurtuluş Ulusal Savaşımıza ek olarak dünyada örneği görülmemiş bir de SAĞLIK SAVAŞI verildi ve başarıldı. Bu ayrı bir destan ve armağandır Türk ve dünya insanına.
Sağlık hizmetleri için Atatürk’ün çizdiği eksen;

  • Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi, halkın sağlığı ve sağlamlığıdır.” oldu.

27 Mayıs Devrimi döneminde Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığına getirilen Dr. H. Nusret Fişek, kalpaksız bir kuvayı milliyeci olarak şu görüşte idi :

–        “Devrimcilik; değişen toplumsal koşulların doğurduğu gereksinimleri karşılamak için, geleneksel uygulamaları bırakarak hizmetlere yeni bir yön vermektir.”

–        “5 Ocak 1961’de kabul edilen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası bir atılım, Atatürk’ün izinde bir devrimdir.”

Prof. Dr. H. Nusret FİŞEK daha sonra Türkiye’de çağcıl (modern) Halk Sağlığı Bilimlerinin kurucusu olmuştur Hacettepe Tıp Fakültesinde (1965-1982).

Biz, bu eşsiz Halk Sağlığı savaşçısı bilge hekimin öğrencisi ve asistanı olma onuruna eriştik.

Ne var ki, ülkemizde 12 Eylül 1980 gerici darbesi ile birlikte, giderek artan bir hızla sosyal tıbbın yıkılarak yerine piyasacı – özelleştirmeci – paran kadar sağlık diyen – çağdışı hacamat / sülük / kupayı… halka reva gören ve SGK’ya bedelini ödeten – sağlıkta dönüşüm maskesiyle kökü dışarıda güdümlü politikalarla sosyal tıbbı ayaklar altına alan ve şehir hastaneleri talanını halka dayatan vahşi kapitalist sağlık piyasasının yürek yakan acısına da tanık olduk.
(Bkz. Şehir Hastaneleri Talanı söyleşisi, Amuran – Saltık, ODATV;

https://odatv.com/asil-olan-aclik-grevi-yapan-insanlarla-empati-kurmaktir-0907171200.html)

  • Türkiye’nin yeniden ayağa kalkmasında Sağlık hizmetlerinin stratejik bir önemi vardır.
  • Sağlıklı ve eğitilmiş insangücü, sosyoekonomik kalkınmanın motorudur ve bu hizmetler
    halka bir lütuf değil, kalkınmada en temel itici güçtür.

Soru 11 : Genel bir deyiş vardır; tedaviye harcanacak para, hastalığı önlemek için harcanacak paradan çok daha fazladır. Bu çerçeveden bakarsak ekonomik ve sosyal açıdan bugün devletin toplum hekimliğine bakış açısı nedir, ne olmalıdır?

YANIT 11 : Yukarıda da değindiğimiz üzere, AKP iktidarı hiçbir alanda yerli ve milli olmadığı gibi, sağlık politikası da tümü ile IMF – DB güdümlü SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM, İngilizce adıyla “Health Transformation” dur. Bu politika, AKP’nin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçiminden hemen sonra Haziran 2003’te başlatılmıştır. Hedef, devleti – kamuyu sağlık sektöründe de olabildiğince geri çekmek ve serbest piyasanın acımasız işleyişiyle giderek özelleştirmektir. Günümüzde özel sağlık sektörü kamusal teşviklerle özellikle büyütülmüş, hastane sayısı 600’e (toplam 1530 dolayında hastanemiz var) ve yatak sayısı 50 bine (toplam 220 bin dolayında yatağımız var) erişmiştir.

SGK’nın sağlık giderleri onlarca milyar TL’dir ve bu kurum 2017 sonunda yirmi milyar TL’yi aşkın açık vermiş, merkezi yönetim bütçesinden aktarım (transfer) ile açık kapatılmıştır.
SGK açıkları, kurulduğu 2008’den bu yana artarak sürmekte ve bütçe açığına, borçlanmaya hatta cari açığa neden olmaktadır. 2018 bütçesinde SGK’ya 130 milyar TL’yi aşkın aktarım öngörülmüştür (2018 SGK bütçesi 312 milyar TL!). TÜİK %5 dolayında verse de TEPAV ve YASED (Yabancı Sermaye Derneği) Türkiye’de sağlık giderlerinin ulusal gelirin %10’una ve
kişi başına bin Dolara eriştiğini raporlamaktadır. Türkiye geçtiğimiz yıl kabaca 80 milyar $ sağlık harcaması yapmıştır ama pek çok sağlık düzeyi göstergesi hala Dünya ülkeleri sıralamasında 90-100 arasındadır.

Açıkça, sağlık sektöründe çok VERİMSİZ kaynak kullanılmaktadır. Niçin ??

  • Bu muazzam ulusal servetin nerelere gittiği mut-la-ka sorgulanmalıdır.

Soru 12: Toplumda oluşan bir tedirginlik var. Sözgelimi ekonomik kriz nedeniyle bir kısım tüketici kimi besinleri alamıyor ama alabilecek gücü olanlar da almaktan çekiniyor. Et ürünlerini satan esnaf sıkıntıda. Gıda güvenliği açısından okurlara neler tavsiye edeceksiniz? Nelere özen göstermeleri gerekir?

YANIT 12 : Yukarıda da açıklamaya çalıştık;

Çiğ et ürünleri kesinlikle yenmemeli ve çıplak elle dokunulmamalıdır.
Eldiven giymeli, et doğranan tahta, bıçak, bu eldiven.. sıcak su ve sabunla iyice yıkanmalıdır.

  • Et ve ürünlerini iyi pişirmek korunmak için yeterlidir.

Kırmızı et ve ürünleri özellikle büyüme – gelişme çağındaki bebek ve çocuklar, gençler, sporcular, yaşlılar, hastalar ve iyileşmekte olanlar, gebeler için vazgeçilmezdir. Kimi yerine konamaz (esansiyel) amino asitler salt kırmızı ette vardır ve bunları insan bedeni üretemediği (sentezleyemediği) gibi, başka besinlerden alınması da olanaksızdır. Beyaz et ya da balık ile bu açık kapatılamaz. Bu bakımdan, yersiz çekince yanlıştır. Yineleyelim;

  • Et ve ürünlerini iyi pişirmek korunmak için yeterlidir.

Süt ve ürünleri ise, yukarıda ayrıntılı açıkladığımız üzere, şarbon olsun olmasın her durumda pastörize edilerek tüketilmelidir. Peynir, yoğurt, dondurma, tereyağı.. vd. yapmak için de sokak sütü ise iyice kaynatılmak zorundadır. İdeal olan pastörizasyondur.

Yineleyelim, şarbonlu hayvanların sütlerine şarbon basili doğrudan geçmemektedir.

Süt dolaylı kirlenebilir bu ve daha pek çok mikroorganizma ile ve hızla çoğalır.

Beyaz et ya da balıklar işe şarbon bulaşı gösterilememiştir, risk yoktur.

Hayvanların bakımı, büyütülmesi, beslenmesi, aşıları, hastalıkları, meraları, otlak ve yaylakları, suları… kesimi mutlaka veteriner hekim gözetiminde olmalıdır. Ülkemizde büyük gıda endüstrisinde uluslararası HACCP standartları titizlikle uygulanmaktadır
ve sorunlar büyük ölçüde aşılmıştır. Ancak gıda sektöründe KOBİ’ler çok yaygındır.
Buraların desteklenerek ölçek büyütülmesi sağlanmalıdır.

  • Üretici ve tüketici kooperatifleri bu bakımdan yaşamsal önemdedir.
  • Sektörde tekelleşmeyi önlemek için kamusal düzenlemeler öne çıkarılmalıdır.

Hayvancılık politikalarını Türkiye baştan sona gözden geçirmeli ve kamu öncülüğünde ulusal politikalar izlenmelidir. Yerli üretim artırılmalı, dışalım durdurulmalıdır. Meralar ıslah edilmeli, çoğaltılmalı ve hijyeni sağlanmalıdır. Kars ve yöresi meralarının değil Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’yu besleyecek büyükbaş hayvan yetiştiriciliğine elverişli olduğunu uzmanlar vurgulamaktadır.

Soru 13: Bir bilim adamı olarak yetkililerin hangi önlemlerinde daha duyarlı, daha dikkatli olmaları gerekiyor?

Teşekkürler.

YANIT 13 : Bilkent Üniversitesi İktisat bölümünden Prof. Yeldan, daha 3. yılında AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm masalını çok net olarak teşhir etmişti. 13-14 yıl önce yazılanlar günümüzün çok ağır yıkımını da öngörüyor! (Cumhuriyet, 12.01.2005)

  • Türkiye, uluslararası işbölümünde yüksek borçlu bir ülke olarak gözükmekte ve öncelikle borçlarının çevrilmesi görevi yükümlülüğüyle, IMF ve ulusal ve uluslararası finans sermayesi tarafından denetim altında tutulmaktadır.
  • Öte yandan 2003 ve 2004 Türkiye’sinde çok yüksek tempolu büyüme ve kamu sektöründe ulaşılan faiz dışı fazla (FDF) bütçe hedeflerine karşın, borç yükünün azaltılamadığı gözükmektedir. Kamu harcamalarındaki kesintilerin ve vergi gelirlerinin de sınırına gelinmiş olduğu izlenmektedir.
  • Dolayısıyla, Sağlıkta Dönüşüm Programı özünde, gerek IMF’ye gerekse ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerine aktarılacak yeni kaynak arayışı içinde olan tarikatlar koalisyonu AKP’nin kısa dönemde gerçekleştirmeye çabaladığı bir rant aktarımı (AS: aklımız duruyor!) ve güven tazeleme operasyonu olarak değerlendirilmelidir.
  • Türk ekonomisi, yabancıların hizmetçisi olmuştur.

Kurban bayramlarında Türkiye’de 1-4 gün içinde 4 milyona yakın hayvan kesilmektedir.
Bu çevresel açıdan kaldırılamayacak çok ağır bir yüktür ve ciddi sağlık riskleri içerir.
Hele 1. ve 2. günler çok yoğundur. Hiç olmazsa 4 güne yayılabilir. Kesimin gelişigüzel yerlerde değil, lisanslı kesimevlerinde (mezbaha) eğitilmiş kasaplarla ve mutlaka veteriner hekim izniyle yapılması sağlanmalıdır.

Türkiye ağır borçlu iken dışarıdan kurbanlık hayvan ithali İslam kurallarıyla ne ölçüde örtüşüyor?

  • Diyanet, İlahiyat Fakülteleri.. namuslu ve bilimsel açıklamalar yapmalıdır halka.

Kurban, Hacca giden ve maddi durumu elveren insanlar için öngörülmüştür.
Dolayısıyla günümüzde bir hayır işleme olarak anlaşılabilir. Kızılay’a, Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’na, ADD, ÇYDD gibi başkaca kamu yararına çalışan dernek ve vakıflara kesimsiz bağış, burs gibi güncel biçimlere dönüştürülebilir.

Her kurban bayramı öncesinde ülkemizde derin dondurucu reklam ve satışlarının patlaması çok rahatsızlık yaratan ve sorgulanması gereken ciddi bir ahlaki sorun olarak önümüzdedir. Bununla yüzleşilmelidir.

Sonuç olarak;
Yaşadıklarımız, emperyalizmin güdümünde dinci – uydu politikaları yaşamın her alanında egemen kılmanın doğurduğu kaçınılmaz yozlaşmanın türevleridir. Kurtuluş bütüncül olacaktır ve

  • Türkiye, kuruluşundaki Cumhuriyetin temel değerlerine – kodlarına hızla dönmek zorundadır.
  • Halkçı, Ulusalcı, Devletçi, Cumhuriyetçi, Laik ve Devrimci bir Türkiye..

Tüm sorunların çözümünün sınanmış ve başarılı olduğu görülmüş bu eşsiz Aydınlanmacı yörüngeye yeniden girmek zorundayız.

  • Kamu öncülüğünde karma ekonomi ve sosyal devlettir çare.

Ama her şeyden önce, ülkemizin – insanımızın içine sürüklendiği ahlaki sefaletten kurtarılması geliyor. Bu da yukarıdaki 2 temel önermeye bağlı.

Ben de size ve ODATV’ye bu söyleşi olanağını sağladığınız için teşekkür ederim.
*****