Etiket arşivi: İbni Haldun

DEVLETLERİN KALICILIK (BEKA) SORUNU ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

DEVLETLERİN KALICILIK (BEKA) SORUNU ÜZERİNE KISA NOTLAR…

1- Toplumsal (Sosyal) Organizmacı Görüş.

İbni Haldun (1332-1406) ve Auguste Comte (1798-1857) başta olmak üzere çoğu sosyal tarihçi ve sosyologlara göre devletler de birer toplumsal (sosyal ) organizma gibidir. Nasıl ki biyolojik canlılar doğar, büyür, yaşar, yaşlanır ve ölürlerse, devletler de öyledir. Doğarlar, büyürler, gelişirler, yaşlanırlar ve sonunda ölürler. Bir başka söylemle,  varlıkları son bulur. Bu sosyologlar devletlerin doğumla başlayıp, eninde (AS: önünde) sonunda ölümle – yok olmakla sonlanan bu yaşam döngüsünü “organizmacı görüş” olarak tanımlarlar.

2- Mekanik Görüş

Devletler için, biyolojik organizmaların yaşam döngüsünden esinlenen ve yukarıdaki yazgıcı / kaderci (fatalist) görüşün tersini savunan sosyologlar ise “mekanik görüş” olarak adlandırılan yeni bir bakış açısı ortaya koymuşlardır. Mekanik görüşü savunan sosyologlara göre; evet bireyler ve toplumlar canlı organizmalardır. Ancak devlet, toplumun belirli siyasal, hukuksal, yönetsel, toplumsal, geleneksel ve kültürel… kurallar ve bağlar içinde ortaya çıkan ve toplumdan ayrı ve farklı bir üst örgütlenmedir. Devlet bir canlı organizma değil, cansız bir tüzel kişiliktir. Devletlerin ömrü birer biyolojik varlık olan insan ömründen bağımsızdır. Yani mekaniktir. Devletin ömrü biyolojik insan ömrü gibi son bulmaz. Çok uzun olabilir.

3- Değişim ve Dönüşümcü Görüş

Bu görüşü savunanlara göre, evrenin ve zaman kavramının doğuşu ile birlikte; cansız ve canlı her şey sürekli bir değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma içindedir. Aynı ırmaktaki su ile iki kez yıkanılamaz. Bu bağlamda bireyler ve toplumlar da kendi iç dinamiklerindeki dönüştürücü etkenlere bağlı olarak değişir, dönüşür ve yeniden yapılanırlar. Bu değişim ve dönüşümlerdeki zorunluluklar devletleri de değiştirip yeniden yapılanmaya ve yeni õrgütlenmelere zorlar. Çağdan çağa geçiş ve çağlar arası farklılıkların ana nedeni toplumsal değişimdir.

Tarihten günümüze Toplumsal Yapılar:

A- Köleci Toplumlar.
B-Felsefe ve Bilgi Odaklı toplumlar,
C- Ahlak, Hukuk ve Adalet Odaklı Toplumlar.
D- Din ve Gelenek Odaklı Toplumlar.
E- Irka ve Kavimciliğe Odaklı Toplumlar.
F-Akıl, Bilim ve Teknoloji Odaklı Toplumlar,
G- Ekonomi Odaklı Toplumlar.
H- İnsan Hakları, Laiklik ve Demokrasi Odaklı Toplumlar…

olarak belirginleştirilebilir.

Tarihsel süreçlerdeki değişim ve dönüşümler içinde, her devirdeki toplumsal yapının kendine göre bir devlet yapılanması da kaçınılmaz olur.

PEKİ, ÇAĞIMIZDA DEVLETİN KALICILIĞI NASIL SAĞLANABİLİR?

Çağımızın uygar toplumları, evrensel insan haklarına, hukukun üstünlüğüne dayalı
– laik,
– çoğulcu ve
– gerçek demokrasi istemi olan toplumlarıdır.

Bu tür toplumları yönetecek devletlerin de varolan çağdaş toplum istemine göre yapılanan bir devlet olması gerekir. Durum böyle olunca devletimizin kalıcılık (beka) sorunu da;

  • Çağdaş, laik, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı Türkiye Cumhuriyeti‘ni;
    – bütün kurumları ve kuralları ile
    – sosyal adalet, ekonomik refah (AS: gönenç), adil
    – bölüşüm, yurttaşların eşitliği,
    – sevgi, barış ve kardeşlik içinde yaşatmaya dönüşür.

Irkçı, siyasal İslamcı, teokratik (AS : din – dincilik temelli) ve tarihin geçmişinde kalmış, devrini doldurmuş çağdışı, ulus egemenliğine dayanmayan, aile (AS: hanedan) yönetimine dayalı siyasal rejimleri geri getirmeye çalışmak kalıcılık (beka) sorunu olamaz. Tam bir geri gidiş olur. Bu durumu, yani tersine gidişi benimsemek, tarihsel gelişmeleri tersine çevirmek ya da suyu yokuş yukarı akıtmaya çalışmak demektir.

Devletin kalıcılık sorununu ortadan kaldırmak, bölücü olmayı değil, birleştirici olmayı gerektirir. Her türlü etnik, dil, din ve mezhep ayrımcılığı ve yine her türlü ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı söylem ve eylemler devletin varlığı, birliği ve sürekliliğine zarar verir. İnsanları, her türlü etnik, azınlık, din, mezhep… vb. farklılıklarını ötekileştirip düşmanlaştırmak ya da varlığını yok sayıp toplumsal doku içinde eritip sindirmeye (asimilasyona uğratmaya) çalışmak hem çok yanlıştır ve hem de çağ dışıdır. Çünkü, çağımızın hukuksal ve demokratik değerlerine uyarak, her türlü etnik azınlık ve dinsel farklılıklarla ayrışmaya değil, kültürel (AS: ekinsel) ve toplumsal bütünleşme ve kaynaşmaya (entegrasyona) gereksinim vardır.

Anadolu’nun geçmiş 1000 yıllık tarihsel, sosyolojik ve kültürel mirasına doğru ve yansız bakıldığında, ülkemizdeki tüm etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkların ortaklaşa bir imparatorluk kalıntısından gelen KAYNAŞIK (ENTEGRE) bir kültürel miras (AS: ekinsel kalıt) olduğu görülür.

SON SÖZ                               :

Dincilik, ırkçılık, mezhepçilik ve her türlū etnik ayrımcılık söylemlerinin siyasilerce dillendirilip kullanılması devletin kalıcılık gereklerinin panzehiri değil, tam tersine zehiridir. Bu tür ötekileştirici söylem ve eylemlerden uzak durmak gereklidir.

Şeyh Edebali diyor ki; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”
Hz. Ali diyor ki; “Devletin dini adalettir.

Toplumu ve insanı, ekonomik gönenç (refah), barış, çağdaş demokrasi, liyakat (AS: yaraşırlık) ve adalet içinde yaşatan devletlerin kalıcılık (beka) sorunu olmaz.

Sapere Aude

Sapere Aude

Enver Aysever
Cumhuriyet
, 18.10.18
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..
Yaygın umutsuzluğu salt iktisadi gerekçelere, içinden geçtiğimiz siyasal sürece bağlamak yeterli bir açıklama olmaz. Kaç gündür, özellikle sosyal medya ahalisinin gevezelikleri üzerinden, itiş kakış yapılan tartışmalara bakıyorum, içim sıkılıyor. Köksüz, içeriksiz, uçuşan kavramlar üzerinden savrulan fikir kırıntıları, bütünlüklü bir düşünce doğuramıyor. Ülke aklı askıya aldığı, düşünmekten vazgeçtiği için açmazda. Ağzına gelen her sözü değerli sanan insanlar arasında kaybolur yaratıcı, özgün fikirler. Hep böyledir, gürültü altında eziliyoruz. 
Aydınlanma akşamdan sabaha gerçekleşmiş dönüşüm değildir. Doğayı anlama, bilimle yön bulma, aklı mutlak egemen kılma insanlık için zorlu, kanlı süreçtir. Farklı düşünürlerin yaklaşımlarıyla uzun zamanla gelinmiş felsefi, toplumsal düzeyden söz ediyoruz. İnsan aklının üzerinde herhangi bir gücü, iradeyi kabul etmemek cesaret işidir. Bugün yığınların bunu başardığını düşünmek saflık olur. İnanmak kolaydır, sorgulamak güçtür. Temel çelişki burada başlar. Biri, başına geleni yazgı olarak görür, Tanrı’nın emri sayar. Diğeri edimleri ile sonuca varır. Nedenlerle meseleleri kavrar ve sorumluluktan kaçmaz. 
KantAydınlanma, insanın kendi ayağıyla içine düştüğü toyluktan kurtulmasıdır.
Toyluk, insanın kendi aklını bir başkasının rehberliğine ihtiyaç duymaksızın kullanamamasıdır. İnsanın bu toyluğa kendi ayağıyla düşmesinin nedeni de akılsız olması değil, aklı başkasının rehberliği olmaksızın kullanma kararlılığı ve cesaretini
gösterememesidir” der. 
Bundan dolayı, Aydınlanma’nın sloganı şudur: 
* “Sapere aude! (Kendi aklını kullanma cesareti göster)” 
“Toyluk” özenle seçilmiş sözcük. Suçlama yok, erken dönem zaafı olarak görüyor Kant bunu. İnsanlık öğrendikçe, geliştikçe bu toyluktan kurtulacak, iradesine sahip olarak, tercihlerini buna uygun yapacak, beklenti bu yönde. Peki, öyle mi? Tanrı fikrinin bir tarihi var. İnanç belli ki insanın doğasında var. Bunu belli dengede tutmak mümkün… Eğer aklın egemenliğini baskılarsa sonu felaket oluyor. Devrimler çağına yakından bakmak gerek. Bahis uzun, bize dönelim… 
Cumhuriyet aydınlanma fikri üstüne inşa edildi. Kapitalistleşmeyle birlikte kaçınılmazdı Osmanlı’nın yıkılması. Yerine ne konacağı önemliydi. Cumhuriyet ancak devrimle kurulabilirdi, öyle oldu. Mustafa Kemal başardı. Osmanlı’yı onarma fikri gericidir, Cumhuriyet kurmak ilericidir! Namık KemalŞinasi gibi isimler aydınlanmacıydı, devrimci değillerdi. Her devrim yeni sorular, sorunlar getirir kuşkusuz… Genç Cumhuriyet bu çatışmaları yaşadı, üzücü olan ilerleme beklentisinin boşa çıkmasıdır, uzun zamandır ricat söz konusu. 
Kapitalizm feodal toplumsal yapıya yönelik ciddi itirazdı başlangıçta. Endüstrileşme işçi sınıfını doğurdu, Aydınlanma etkisiyle kapitalizm ilerici rol üstlendi. Demokrasi bunun ürünüdür. Tanrı’dan güç alan hükümdarın egemenliği altında herkes onun kulu, kölesi, mülküydü. Kapitalizm mülkiyeti Tanrı eliyle kullanmak yerine, akılla elde edilen beceri sonucunda yurttaşlara dağıtmayı vaat etti ve başardı. Demokrasi burada önemli işlev gördü. Lakin insanlar eşit değildi. Uluslar aynı güce sahip değildi. Mülk/para güçlü olanın elinde birikti. Eşitsiz toplumsal yapı, patronların hızla güçlenmesine neden oldu. Mülkiyeti elinde bulunduran yeni, büyük başka güçler doğdu. Buna karşılık işçi sınıfı oluştu ve onun hak mücadelesi başladı. Kapitalizm muhafazakârlaştı, gericidir.
* İşçi sınıfı, kavgası doğası gereği ilericidir, sosyalist olmak zorundadır. 
Cumhuriyet aydınlanmanın ürünü insanlar yarattı, bu toplam, kaçınılmaz biçimde sınıfsal bilinç edinmeye başladı. Köy Enstitüleri bunun somut örneğidir. Üreten, okuyan, bilime uygun davranan insan elbet soracak, itiraz edecekti. Kapitalizm bu insandan korkar. Aklı, aydınlanmayı askıya almak ister. Patronlar saltanatları yıkılacağı için komünizmi öcü olarak sundu. Gericiliği beslemeye başladı düzen. Bunun sonucudur 1954’te Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulması. İlk başkanı ülkücü İlhan Darendelioğlu’dur. Fahri başkan Cemal Gürsel’dir. 
Komünizmle Mücadele Dernekleri ülke siyasetini o günden bu tarafa yönetmektedir. Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Recai Kutan, Abdullah Gül, Numan Kurtulmuş, Ahmet Davutoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan bu derneğin üyesidir. Sıkı durun, Fethullah Gülen Erzurum kurucu üyesidir. Aydınlanmanın okullarında yetiştiler, ancak kapitalizme uygun düşündüler. Akla uygun davranır gibi görünseler de sorgulanması pek mümkün olmayan ilahi bir güce dayandırdılar iktidarlarını. Kapitalizm bunu istemekteydi, piyasa koşullarının egemenliği için işçinin düşkün kalması zorunluydu. Milliyetçilik, dincilik buna uygundur.
* İlerici ilkelerle yola çıkan Cumhuriyet gericileşti. Çöküşün nedeni budur! 
Son günlerde mülkiyet tartışması sürerken yukarıdaki verilere iyi bakmak gerek. AB, NATO, BM türü kurumlar neden gericidir anlamak için hangi egemen güce hizmet ettiğini görmek gerek. Elbet küçük mülkünü korumak kaygısıyla Komünizmle Mücadele Derneği önderleriyle yan yana düşmemeye de dikkat etmek gerek.
Dediğim gibi, ilericiliği biçime indirgerseniz yanılırsınız!
RTE muhalifliği ilerici olmaya yetmez!
======================================
Dostlar,
Cumuriyet‘in yeni yazarlarından Enver Aysever, uygarlık tarihinin kilit kavramlarından AYDINLANMA‘yı, Aklı, Sorgulamayı…. ve Siyasal Düşünce Tarihinin – Siyaset Felsefesinin en parıltılı düşünürlerden ünlü Alman filozof İmmanuel Kant’a yer veriyor bu önemli yazısında.
SAPARE AUDE“, Aydınlanma Felsefesinin 1784’e tarihlenen bir çığlığıdır adeta.
Bizim de doğrusu kulaklarımızdan hiç eksilmiyor..
Kant, 1784’te bir “Aydınlanma mektubu” yazar insanlığa.. Yaklaşık 5 sayfa olan bu metnin erişkesini (linkini) sunuyoruz, okunmasını ve paylaşılmasını, üzerinde düşünülmesini dileriz :
Çağdaş bağlamda Aydınlanma (Enlightenment);
Aklın inançtan, Bilimin de dinden özgürleşmesidir. 

* İnsanın Aydınlanmasına ömürlerini, canlarını – yaşamlarını veren tüm erenlere selam olsun..

Hallac-ı Mansur’dan Giardano Bruno’ya,
İbni Sina’dan Galileo Galile’ye,
İbni Haldun’dan Jan Huse’a,
Farabi’den Copernicus’a..
……………
Türkiye Cumhuriyetini kuran ve Anadolu Aydınlanmasını başlatan başta Mustafa Kemal ATATÜRK olma üzere dava yoldaşlarına,
Son dönemlerin Aydınlanma bilgesi İlhan Selçuk‘a ve 19 yıl önce bu gün kalleşçe öldürülen Ahmet Taner Kışlalı‘ya…. selam olsun, selam olsun, selam olsun!

İnsanlığın geleceği, hiç ama hiç, zerrece kuşku olmaksızın “bilimsel akılcılığın” egemen olacağı bir eksende kurulacak ve yükselecektir..

Sevgi ve saygı ile. 22 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Partili Cumhurbaşkanının tercihleri

Partili Cumhurbaşkanının tercihleri

Prof. Oğuz OYAN
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/partili-cumhurbaskaninin-tercihleri-197327, 23.5.17

Fiilen iktidar partisinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanının şimdi tartışmalı referandum sonuçlarıyla hukuken de bu görevi üstlenmesi önemsiz bir ayrıntı mıdır? Kesinlikle hayır. Milletin hâlâ önemlice bir bölümünün aklı gözündedir, görmeden gerçekliğin bilgisini kavrayamaz. O nedenle, her şeyin daha açık hale gelmesi, hatta bunun iki yıl sonra başbakanlık kurumu devreden çıkmadan önce gerçekleşmesi iyi olmuştur. Artık herkesin, toplumun tüm kesimlerini temsil etmesi mümkün olmayan bir cumhurbaşkanının tekil iradesi tarafından yönetildiğini bir an önce kavramasında büyük yarar vardır.

Hukuk devleti açısından bir gerileme olarak görülen şey, siyasi düzlemde muhalefete yeni bir fırsat bile sunmaktadır. Tabii kullanılabilirse. İktidar kanadının, iktidar partisi genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının aynı elde toplanmasına 1950 öncesinin Türkiye’sinden gerekçe üretmeye çalışılmasının hiçbir kıymeti harbiyesi olamayacağını da göstererek. Cumhuriyetin kurucu liderleri, çökmüş bir devletin enkazını diriltmeyi reddederek yepyeni bir siyasi ve hukuki rejime sahip yeni bir devlet kurmak peşindeydiler. Kırsal bir toplumun çatısına bir sanayi toplumunun üstyapısını giydirmeye çalışıyorlardı; bunu büyük sarsıntılara yol açmadan başarabilmeleri belirli bir otoriterliği gerektiriyordu. Ama Cumhuriyetin izleyen uğrağı, 1946’da (belki çok erkenden) çok partili yapıya geçiş ve 1947’de parti genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılmasıydı. Tek partili rejimden -eksiklerine rağmen- çok partili yapıya geçişi şimdi tersine sarmayı marifet sanıp bir de geçmiş üzerinden gerekçelendirmeye girişenlere gerekli yanıtın bıkmadan usanmadan verilmesi şarttır. Üstelik 16 Nisan 2017’de resmen bir kuvvetler birliği rejimine (ikinci cumhuriyete) geçiş yapan ve dahası 1950 öncesini sürekli kötüleyen bir zihniyetin oradan bahane üretmeye çalışmasındaki çelişkiyi gözlere sokmayı da ihmal etmeden…

21 Mayıs 2017’deki AKP Kongresi, 16 Nisan’daki oldubittinin hızlı bir tescili anlamındadır. Yürütmeye tamamen egemen olan bir cumhurbaşkanının HSK “atamaları” üzerinden yargı üzerindeki hâkimiyetini birkaç gün önceden vurgulamış olması esasen sonuçların bir diğer hızlı tescili anlamındaydı. Şimdi ortada,

  • tek adamın iradesinden milim sapması mümkün olamayan bir iktidar partisi
    gerçekliği de vardır.

Aslında bu, başlangıçtaki programın öne alınması anlamındadır; parti genel başkanlığı için olağan kongreyi bekleme -dolayısıyla toplumu alıştırma- kararından vazgeçilmiştir. Anlaşılan tek adamın tek adamlığını vurgulamak konusunda acelesi vardır; hem yargıya hem partiye biran önce tam hâkim olması gerekmiştir. Yasamaya hâkim olması için zaten fazla bir şey yapılmasına gerek yoktur; anayasa değişikliği bunu halletmiştir. Sadece Meclis İçtüzüğünün değiştirilmesi gibi küçük bir ayrıntı kalmıştır.

Bu arada Erdoğan’ın hem TÜSİAD toplantısında hem de AKP Kongresinde OHAL rejiminin gerekli olduğu sürece korunacağına ilişkin açıklamaları, 2019 seçimleri sonrasına kadar bu konunun kapatılmış olduğu anlamına da gelmektedir. OHAL’siz bir ortamda 2019’un üçlü seçimlerini gerçekleştirmeyi göze alamamak kadar elindeki sopayı bırakmayı akılsızlık olarak da gören bir fırsatçı zihniyet de işbaşındadır. Kuşkusuz OHAL silahı sadece 2019 seçimleri sırasında gerekli değildir; o zamana kadarki seçim sürecini yönetmek, muhalefeti ve toplumu daha fazla sindirmek için de gereklidir. Yeni bir baskılama dalgasının daha esasa dönük bir nedeni ise, İslamizasyon projesinin doludizgin sürdürülmesi niyetleridir. Şimdilik bu niyetlerin varlığı ile yapılabilir olması arasında ciddi bir açıklık vardır; 16 Nisan sonuçlarından sonra bu açıklığı daraltma girişimleri bile ciddi bir baskılamayı gerektirmektedir. Peki, başarılabilir mi? Kolay değil, çünkü baskıların dozunun artışı tepkileri de yükseltebilecektir.
***
Cumhurbaşkanının 20 Mayıs’ta İbn Haldun Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşma, İslamcı iktidarın tercihlerinde yeni bir tarihi simgenin öne çıkarıldığını göstermekteydi. Bu defa Gazzalî yerine “fikirdaş” bilim insanı olarak İbni Haldun seçilmiş ve üstelik muhtemelen yaşadığı geçici zihin bozukluğu kastedilerek “sorunlu şahıs” olarak tanımlanan Auguste Comte (1798-1857) ile karşılaştırılması riskine dahi girilmişti! Şöyle diyordu Cumhurbaşkanı:

  • “Kimi şarkiyatçıların ‘şimdiye kadar hiçbir ülkede, hiçbir çağda hiçbir insan zekâsı Mukaddime gibi bir eser ortaya çıkartmamıştır’ diye tarif ettikleri İbn Haldun ve eserleri uzun süre ikinci plana atılmıştır. En basitinden Auguste Comte gibi sorunlu şahısların fikirleri kabul görürken, İbn Haldun adeta mahkûm edilmiştir. Ülkemizde de özellikle sosyal bilimler alanında İbn Haldun’un katkısı bilinçli bir şekilde perdelenmiştir. (…) Bu ülke ne çektiyse aşağılık kompleksinden çekmiştir. Bu millete en büyük zulmü bağrından çıktığı toplumun değerlerine düşman, yasakçı , baskıcı jakobenler yapmıştır. (…) Üniversitelerimizin bilim dünyasına yaptıkları katkılar yerine ikna odaları ve başörtüsü yasaklarıyla anıldığı günleri unutmadık.”

Keşke, Davutoğlu’nun rüyalarını süsleyen Gazzalî (1058-1111) simgesinde kalınsaydı; bu İslam filozofu,
– bilimin dine aykırı olamayacağını,
– aklın insanı yanıltacağını,
– her türlü şüphenin ötesinde kesinliğe ulaştıracak tek yolun iman olduğunu

söyleyerek ve kendisinden sonraki kuşakları önemli ölçüde etkileyerek aslında İslamiyet’in bilimden kopuşunun da bir simgesiydi çünkü. Oysa bir 14. yüzyıl bilgini olan İbni Haldun (1332-1406) sosyal bilimlerin (hatta sosyolojinin) ve tarih felsefesinin erken öncülerinden biridir. Tunus doğumlu bilginin Yakındoğu’dan Endülüs’e kadar geniş bir coğrafyada seyahatleri, gözlemleri ve üstlendiği görevleri (siyasi görevlerinden daha çok kadılık ve müderrisliği) dolayısıyla elde ettiği birikim, toplumların sosyal yapılarına, örgütlenme biçimlerine ve devletlerin siyasi yapılarına ilişkin özgün tahliller yapmasına ve devletlerin yükseliş dönemlerini mutlaka çöküş dönemlerinin izleyeceğine ilişkin çıkarsamalar geliştirmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, Haldun’un önemi ölümünden yüzyıllar sonra anlaşılmıştır. Temel eserlerinden biri olan Mukaddime 18-19. yüzyıllarda Batı dillerine ve Türkçeye çevrilmiştir. Osmanlı aydınları 19. yüzyılda İmparatorluğun çöküşünün kaçınılmaz olduğuna dair yargılarını biraz da Mukaddime üzerinden edinmişler ve bir atalete de tutsak olmuşlardır. Mukaddime, Cumhuriyet döneminde de Türkçeye tekrar kezlerce çevrilmiştir. Mukaddime ve İbni Haldun’un katkısının “perdelendiği” iddiası doğru değildir; özellikle de sol/eleştirel bakışa sahip sosyal bilimciler/tarihçiler İbni Haldun’a ve eserine en çok önem verenlerdendir.

Ama İbni Haldun’u erişilmez bir mertebeye oturtmak, O’nun bilimsel kişiliğine saygı duymamakla eşdeğerdir. Aynı durum, İbni Haldun’u kendisinden dört yüzyıl sonra yaşayan ve sosyolojinin bilimsel kurucusu kabul edilen A. Comte ile zıt bir kutba yerleştirirken de yapılmaktadır. Bu iki bilim insanı arasında çağlar-aşırı bir tamamlayıcılıktan bile bahsedilebilir. Comte, aynı zamanda pozitivizmin kuramcısıdır.

“Mutlak olan tek bir ilke vardır, o da mutlak olan hiçbir şeyin var olmadığıdır”
sözleri de onundur.

Sonuç olarak; din felsefesine girmekten özenle kaçınan, dini de toplumun bir ürünü, insan düşüncesinin bir eseri olarak gören İbni Haldun’dan AKP zihniyetine bir katkı gelmesi ihtimali yoktur. Cumhurbaşkanın konuşmasının bu bölümünü hazırlayan metin yazarlarının biraz eğitilmeye ve özene ihtiyaçları olduğu anlaşılmaktadır.

Son olarak, 15 Temmuz (2016) sonrasında
– üniversitelerden atılanların toplam sayısı altı bini geçmişken
,
– bunlardan 330’u bir barış bildirisi imzalamaktan dolayı
– ve en az bir o kadarı da sahte Fetö’cülük suçlamalarıyla
sivil ölüme mahkûm edilmişken,

hâlâ türban muhabbeti (istismarı) yapılabiliyor olması, “her daim haklı ve mağdur” olma siyasetinin bir parçası olsa gerektir.
***
Bu dünyadan Mümtaz İdil geçti.
Hem de ne geçiş! 65 yaşa çok şey sığdırarak ve çevresinde/toplumda unutulmaz izler bırakarak. Mümtaz ile 1981’de Bilim ve Sanat’ta yollarımızın kesişmesiyle başlayan ortak yolculuğumuz 35 yılı aşmıştı. Sık görüşemediğimiz dönemlerde bile hep birbirimizden haberdar yaşadık. Sağlıklı bir bünyesi yoktu, ama direnci hep en üst düzeydeydi; O’nun son günlerine kadar üretken olmasının nedeni de buydu. İyi bir edebiyatçı, iyi bir eleştirmen, Rus klasiklerinin iyi bir çevirmeni, iyi bir günlük makale yazarıydı. Oda Tv’nin Ankara ayağı onun sayesinde ayakta durdu. Oda Tv davasından suçlanmasının asıl nedeni de herhalde buydu. Polisler evine gelip bilgisayarın hard diskinin imajını almaya başladıklarında ben de destek için oradaydım. Aradıklarını pek bulamamaktan ve Mümtaz’ın sakin tavırlarından (ve o sıralarda beslenme sorunları nedeniyle hiçbir şey tüketemiyor oluşundan) etkilenmiş olarak,
biraz da yanlış kapıyı çaldıkları izleniminde olduklarını fark etmiştim.

Mümtaz için Sevgili dostum Ali Rıza Aydın elinden çıkma çok iyi bir anma yazısı burada yayınlanmış (ve Oda Tv’de tekrarlanmış) olduğu için o yazıya gönderme yapmam belki en doğrusu olacaktır. Ama şu kadarını ekleyeyim ki, Mümtaz İdil ile aynı zaman diliminde yaşamış ve birçok ânı paylaşmış olmaktan dolayı kendimi ayrıcalıklı sayıyorum.
================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Prof. Oğuz Oyan hocadan nefis bir yazı..
Ekleyecek çok bir şey yok ama paylaşacak olan, yazının her sözcüğü, hatta dize araları..

Sevgi ve saygı ile. 25 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

“Tekirdağ’da Bir Kürt Düğünü Bir de Sünnet! Ve Çağrıştırdıkları..”


Dostlar
,


“Tekirdağ’da Bir Kürt Düğünü Bir de Sünnet Ve Çağrıştırdıkları..”

başlıklı yazımızı 12.7.2008’de Tekirdağ’da yazmış ve www.facebook.com/profsaltik  adresinde paylaşmıştık. O dönemde www.ahmetsaltik.com adresli sitemizi
merhum Ahmet Selçuk Acunsal’ın teknik desteği ile yürütmekteydik.
Kendisini beklenmedik biçimde erken yitirince (toprağı bol olsun..) o siteyi iptal etmiş ve şimdiki sitemizi açmıştık (orada yayımlanan yazıları, merhum Acunsal’dan
site şifresini alamadığımızdan, kurtarmak olanağı olmadı..)

Adı geçen makalemizi 6 yıl sonra bir kez daha okumakta yarar var…
Şöyle giriyoruz :

  • “En az 5-6 saattir, 50 m ötede eğlenen Kürt kardeşlerin yüksek sesli müzikleri, bizlere ziyafet oluyor yaz tatili­mizde.. Açık hava diskosundayız. Hiçbir tercih hakkımız sorul­madan. Müzik arası tüm konuşmalar Kürtçe.. Yalnızca 2-3 tane Türkçe türkü söylediler toplam 50-60 parça içinde ve en az 90-100 desibel düzeyinde gürültü tam şu anda bitti (saat 22:30). Gürültü Kontrol Yönetmeliği’ne göre açık alanda en çok 55 desibel ses düzeyine izin verilmesine karşın saat­lerce, Topağaç bölgesinde tüm çevreye  adeta “otantik bir konser yayını yapıldı. Küçük bahçelerinde halaylar çektiler, eğlendiler doyasıya.Yaşasın AB süreci ve de Kopenhag Ölçütleri…”

****************

Devamla :

  • “Fransa milleti değil, Fransız,
  • İngiltere milleti değil, İngiliz,
  • İtalya milleti değil, İtalyan,
  • İspanya milleti değil, İspanyol,
  • Japonya milleti değil, Japon..
  • Amerikalı değil, Amerikan![1]
  • …………………………

Bir ülke adı var, bir de o ülkenin farklı etnik kökenler­den de gelse halkının gönüllü uluslaşması ile ULUS adı! Türkiye’ye çok görülen; kimilerince de Yüce ATATÜRK’ün dahice Ne mutlu Türk’üm di­yene! tarihsel-sosyolojik-doğal sentezine karşı çıkılarak.

Türkiye’li” tuzağının dayatılmak istendiği zavallı ül­kemiz ve de mazlum halkımız. Emperyalizmin halkı birbi­rine düşürerek, sözde azınlıklar yaratarak ulusal bütün­lüğü zayıflatma girişimleri.. Artık sıkmaya başladı, ya­vanlaştı!

Bırakınız artık, insanları birbirine düşmanlaştırarak kadim “böl-yönet”
(Divida et İmpera!) oyunlarını ey Batılı emperyalistler!.

[1] 11 Eylül 2001 İkiz Kule Saldırısı planı tutmuş, ABD yurttaşları Kongre’de
We’re Americans! We’re Americans! diye haykırıyorlardı.. ABD ve çoğu AB ülkesinde, SSCB, Çin, Japonya’da.. pek çok kamusal kurumun adının başında ya
ülke ulusunun adı (British, French, American,  Japanese, Chinese, Russian, German, Indian..) ya da “National”, “Ulusal” sözcüğü yer alır. Bizde bu “Türk”, “Turkish” sözcüğüne karşı kışkırtılan “nefret” nedendir acaba ??!

**************

Ve bağlıyoruz :

İnsanlık onuru kazanacak!..

Bizler örgütlü ve akla-bilime dayalı savaşımı sürdür­dükçe o günler daha yakın olacak.. Belki fukara küsürat ömrümüzde biz görmeyeceğiz, fakat insanlık, bir bütün ve sürekli, değil mi?

Her kuşak, uygarlık meşalesini giderek daha da yüksek burçlara taşımak zorunda
değil mi?

Şanlı Nesimi, Martin Luther, Pir Sultan, Abdal, Giardano Bruno, İbni Haldun,
Galileo Galilei.
.. hep öyle yapma-dılar mı? Canları pahasına, göz kırpmadan! Günümüz anayasaları ne yazık ve ne acı ki, İnsan derisiyle kaplı! (Prof. Tarık Zafer Tunaya; İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, Çağdaş yay. 1979)

Yineleyelim : İnsanlık onuru kazanacak!

Emperyalizm ve sömürgecilik, yeryüzünden yok olacak.
Bizler o za­manlarda, günün yakıcı sorunlarına tarihin derinlikle­rinde kalmış zavallılıklarımız diye bakacağız tatlı tebes­sümler dudaklarımızda..
Anakronik gevezelikler yapıyor olacak kimi okumuşlarımız zaman tunelinde.

İnsanlık  olgunlaşma sürecini tamamlayamadı, üstelik bu çok görece; ama “bebek” hızla, durmadan büyüyor, büyüyecek, büyüyecek..! Eytişimin (Diyalektiğin) gerekirci (Deterministik) tunç yasası böyle yazılı.

**********

Yaklaşık 4 sayfa ve pdf olarak aşağıda sunuyoruz :

Tekirdağ’da Bir Kürt Düğünü, Bir de Sünnet!, 12.07.08

Sevgi ve saygı ile.
21.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net