Etiket arşivi: Prof. Oğuz Oyan

Partili Cumhurbaşkanının tercihleri

Partili Cumhurbaşkanının tercihleri

Prof. Oğuz OYAN
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/partili-cumhurbaskaninin-tercihleri-197327, 23.5.17

Fiilen iktidar partisinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanının şimdi tartışmalı referandum sonuçlarıyla hukuken de bu görevi üstlenmesi önemsiz bir ayrıntı mıdır? Kesinlikle hayır. Milletin hâlâ önemlice bir bölümünün aklı gözündedir, görmeden gerçekliğin bilgisini kavrayamaz. O nedenle, her şeyin daha açık hale gelmesi, hatta bunun iki yıl sonra başbakanlık kurumu devreden çıkmadan önce gerçekleşmesi iyi olmuştur. Artık herkesin, toplumun tüm kesimlerini temsil etmesi mümkün olmayan bir cumhurbaşkanının tekil iradesi tarafından yönetildiğini bir an önce kavramasında büyük yarar vardır.

Hukuk devleti açısından bir gerileme olarak görülen şey, siyasi düzlemde muhalefete yeni bir fırsat bile sunmaktadır. Tabii kullanılabilirse. İktidar kanadının, iktidar partisi genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının aynı elde toplanmasına 1950 öncesinin Türkiye’sinden gerekçe üretmeye çalışılmasının hiçbir kıymeti harbiyesi olamayacağını da göstererek. Cumhuriyetin kurucu liderleri, çökmüş bir devletin enkazını diriltmeyi reddederek yepyeni bir siyasi ve hukuki rejime sahip yeni bir devlet kurmak peşindeydiler. Kırsal bir toplumun çatısına bir sanayi toplumunun üstyapısını giydirmeye çalışıyorlardı; bunu büyük sarsıntılara yol açmadan başarabilmeleri belirli bir otoriterliği gerektiriyordu. Ama Cumhuriyetin izleyen uğrağı, 1946’da (belki çok erkenden) çok partili yapıya geçiş ve 1947’de parti genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılmasıydı. Tek partili rejimden -eksiklerine rağmen- çok partili yapıya geçişi şimdi tersine sarmayı marifet sanıp bir de geçmiş üzerinden gerekçelendirmeye girişenlere gerekli yanıtın bıkmadan usanmadan verilmesi şarttır. Üstelik 16 Nisan 2017’de resmen bir kuvvetler birliği rejimine (ikinci cumhuriyete) geçiş yapan ve dahası 1950 öncesini sürekli kötüleyen bir zihniyetin oradan bahane üretmeye çalışmasındaki çelişkiyi gözlere sokmayı da ihmal etmeden…

21 Mayıs 2017’deki AKP Kongresi, 16 Nisan’daki oldubittinin hızlı bir tescili anlamındadır. Yürütmeye tamamen egemen olan bir cumhurbaşkanının HSK “atamaları” üzerinden yargı üzerindeki hâkimiyetini birkaç gün önceden vurgulamış olması esasen sonuçların bir diğer hızlı tescili anlamındaydı. Şimdi ortada,

  • tek adamın iradesinden milim sapması mümkün olamayan bir iktidar partisi
    gerçekliği de vardır.

Aslında bu, başlangıçtaki programın öne alınması anlamındadır; parti genel başkanlığı için olağan kongreyi bekleme -dolayısıyla toplumu alıştırma- kararından vazgeçilmiştir. Anlaşılan tek adamın tek adamlığını vurgulamak konusunda acelesi vardır; hem yargıya hem partiye biran önce tam hâkim olması gerekmiştir. Yasamaya hâkim olması için zaten fazla bir şey yapılmasına gerek yoktur; anayasa değişikliği bunu halletmiştir. Sadece Meclis İçtüzüğünün değiştirilmesi gibi küçük bir ayrıntı kalmıştır.

Bu arada Erdoğan’ın hem TÜSİAD toplantısında hem de AKP Kongresinde OHAL rejiminin gerekli olduğu sürece korunacağına ilişkin açıklamaları, 2019 seçimleri sonrasına kadar bu konunun kapatılmış olduğu anlamına da gelmektedir. OHAL’siz bir ortamda 2019’un üçlü seçimlerini gerçekleştirmeyi göze alamamak kadar elindeki sopayı bırakmayı akılsızlık olarak da gören bir fırsatçı zihniyet de işbaşındadır. Kuşkusuz OHAL silahı sadece 2019 seçimleri sırasında gerekli değildir; o zamana kadarki seçim sürecini yönetmek, muhalefeti ve toplumu daha fazla sindirmek için de gereklidir. Yeni bir baskılama dalgasının daha esasa dönük bir nedeni ise, İslamizasyon projesinin doludizgin sürdürülmesi niyetleridir. Şimdilik bu niyetlerin varlığı ile yapılabilir olması arasında ciddi bir açıklık vardır; 16 Nisan sonuçlarından sonra bu açıklığı daraltma girişimleri bile ciddi bir baskılamayı gerektirmektedir. Peki, başarılabilir mi? Kolay değil, çünkü baskıların dozunun artışı tepkileri de yükseltebilecektir.
***
Cumhurbaşkanının 20 Mayıs’ta İbn Haldun Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşma, İslamcı iktidarın tercihlerinde yeni bir tarihi simgenin öne çıkarıldığını göstermekteydi. Bu defa Gazzalî yerine “fikirdaş” bilim insanı olarak İbni Haldun seçilmiş ve üstelik muhtemelen yaşadığı geçici zihin bozukluğu kastedilerek “sorunlu şahıs” olarak tanımlanan Auguste Comte (1798-1857) ile karşılaştırılması riskine dahi girilmişti! Şöyle diyordu Cumhurbaşkanı:

  • “Kimi şarkiyatçıların ‘şimdiye kadar hiçbir ülkede, hiçbir çağda hiçbir insan zekâsı Mukaddime gibi bir eser ortaya çıkartmamıştır’ diye tarif ettikleri İbn Haldun ve eserleri uzun süre ikinci plana atılmıştır. En basitinden Auguste Comte gibi sorunlu şahısların fikirleri kabul görürken, İbn Haldun adeta mahkûm edilmiştir. Ülkemizde de özellikle sosyal bilimler alanında İbn Haldun’un katkısı bilinçli bir şekilde perdelenmiştir. (…) Bu ülke ne çektiyse aşağılık kompleksinden çekmiştir. Bu millete en büyük zulmü bağrından çıktığı toplumun değerlerine düşman, yasakçı , baskıcı jakobenler yapmıştır. (…) Üniversitelerimizin bilim dünyasına yaptıkları katkılar yerine ikna odaları ve başörtüsü yasaklarıyla anıldığı günleri unutmadık.”

Keşke, Davutoğlu’nun rüyalarını süsleyen Gazzalî (1058-1111) simgesinde kalınsaydı; bu İslam filozofu,
– bilimin dine aykırı olamayacağını,
– aklın insanı yanıltacağını,
– her türlü şüphenin ötesinde kesinliğe ulaştıracak tek yolun iman olduğunu

söyleyerek ve kendisinden sonraki kuşakları önemli ölçüde etkileyerek aslında İslamiyet’in bilimden kopuşunun da bir simgesiydi çünkü. Oysa bir 14. yüzyıl bilgini olan İbni Haldun (1332-1406) sosyal bilimlerin (hatta sosyolojinin) ve tarih felsefesinin erken öncülerinden biridir. Tunus doğumlu bilginin Yakındoğu’dan Endülüs’e kadar geniş bir coğrafyada seyahatleri, gözlemleri ve üstlendiği görevleri (siyasi görevlerinden daha çok kadılık ve müderrisliği) dolayısıyla elde ettiği birikim, toplumların sosyal yapılarına, örgütlenme biçimlerine ve devletlerin siyasi yapılarına ilişkin özgün tahliller yapmasına ve devletlerin yükseliş dönemlerini mutlaka çöküş dönemlerinin izleyeceğine ilişkin çıkarsamalar geliştirmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, Haldun’un önemi ölümünden yüzyıllar sonra anlaşılmıştır. Temel eserlerinden biri olan Mukaddime 18-19. yüzyıllarda Batı dillerine ve Türkçeye çevrilmiştir. Osmanlı aydınları 19. yüzyılda İmparatorluğun çöküşünün kaçınılmaz olduğuna dair yargılarını biraz da Mukaddime üzerinden edinmişler ve bir atalete de tutsak olmuşlardır. Mukaddime, Cumhuriyet döneminde de Türkçeye tekrar kezlerce çevrilmiştir. Mukaddime ve İbni Haldun’un katkısının “perdelendiği” iddiası doğru değildir; özellikle de sol/eleştirel bakışa sahip sosyal bilimciler/tarihçiler İbni Haldun’a ve eserine en çok önem verenlerdendir.

Ama İbni Haldun’u erişilmez bir mertebeye oturtmak, O’nun bilimsel kişiliğine saygı duymamakla eşdeğerdir. Aynı durum, İbni Haldun’u kendisinden dört yüzyıl sonra yaşayan ve sosyolojinin bilimsel kurucusu kabul edilen A. Comte ile zıt bir kutba yerleştirirken de yapılmaktadır. Bu iki bilim insanı arasında çağlar-aşırı bir tamamlayıcılıktan bile bahsedilebilir. Comte, aynı zamanda pozitivizmin kuramcısıdır.

“Mutlak olan tek bir ilke vardır, o da mutlak olan hiçbir şeyin var olmadığıdır”
sözleri de onundur.

Sonuç olarak; din felsefesine girmekten özenle kaçınan, dini de toplumun bir ürünü, insan düşüncesinin bir eseri olarak gören İbni Haldun’dan AKP zihniyetine bir katkı gelmesi ihtimali yoktur. Cumhurbaşkanın konuşmasının bu bölümünü hazırlayan metin yazarlarının biraz eğitilmeye ve özene ihtiyaçları olduğu anlaşılmaktadır.

Son olarak, 15 Temmuz (2016) sonrasında
– üniversitelerden atılanların toplam sayısı altı bini geçmişken
,
– bunlardan 330’u bir barış bildirisi imzalamaktan dolayı
– ve en az bir o kadarı da sahte Fetö’cülük suçlamalarıyla
sivil ölüme mahkûm edilmişken,

hâlâ türban muhabbeti (istismarı) yapılabiliyor olması, “her daim haklı ve mağdur” olma siyasetinin bir parçası olsa gerektir.
***
Bu dünyadan Mümtaz İdil geçti.
Hem de ne geçiş! 65 yaşa çok şey sığdırarak ve çevresinde/toplumda unutulmaz izler bırakarak. Mümtaz ile 1981’de Bilim ve Sanat’ta yollarımızın kesişmesiyle başlayan ortak yolculuğumuz 35 yılı aşmıştı. Sık görüşemediğimiz dönemlerde bile hep birbirimizden haberdar yaşadık. Sağlıklı bir bünyesi yoktu, ama direnci hep en üst düzeydeydi; O’nun son günlerine kadar üretken olmasının nedeni de buydu. İyi bir edebiyatçı, iyi bir eleştirmen, Rus klasiklerinin iyi bir çevirmeni, iyi bir günlük makale yazarıydı. Oda Tv’nin Ankara ayağı onun sayesinde ayakta durdu. Oda Tv davasından suçlanmasının asıl nedeni de herhalde buydu. Polisler evine gelip bilgisayarın hard diskinin imajını almaya başladıklarında ben de destek için oradaydım. Aradıklarını pek bulamamaktan ve Mümtaz’ın sakin tavırlarından (ve o sıralarda beslenme sorunları nedeniyle hiçbir şey tüketemiyor oluşundan) etkilenmiş olarak,
biraz da yanlış kapıyı çaldıkları izleniminde olduklarını fark etmiştim.

Mümtaz için Sevgili dostum Ali Rıza Aydın elinden çıkma çok iyi bir anma yazısı burada yayınlanmış (ve Oda Tv’de tekrarlanmış) olduğu için o yazıya gönderme yapmam belki en doğrusu olacaktır. Ama şu kadarını ekleyeyim ki, Mümtaz İdil ile aynı zaman diliminde yaşamış ve birçok ânı paylaşmış olmaktan dolayı kendimi ayrıcalıklı sayıyorum.
================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Prof. Oğuz Oyan hocadan nefis bir yazı..
Ekleyecek çok bir şey yok ama paylaşacak olan, yazının her sözcüğü, hatta dize araları..

Sevgi ve saygı ile. 25 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

ESK TASARISI : BOŞA KÜREK Mİ?


ESK TASARISI : BOŞA KÜREK Mİ?
 


Dostlar
,

AKP iktidarı ülkemizi yozlaştırarak dönüştürmeyi sürdürüyor..
İnat, ısrar ve kararlılıkla..
Geri dönüştürülmemek üzere koyu bir totaliter rejim adım adım inşa ediliyor.

Yaşamın hemen her alanına sistematik olarak el atarak..

Yasamayı bir Noter dönüştürerek..
Anaysal suç işleyerek, erkler ayrımını ortadan kaldırarak..
İstediği her düzenlemeyi dilerse “yasa” olarak TBMM’den mutlak çoğunluğuyla çıkarıyor. Biçimsel hukuk bakımından da uyulmasını istiyor, bizleri bağlıyor.
Beğenmezse hemen değiştiriyor ya da çiğniyor..
Kamu İhale Yasası 100’den (yüz!) çok kez değiştirildi örneğin..
Meşruiyet diye bir kaygıları asla yok.

Açık söyleyelim :

  • Ülke dar-ül harp alanı olarak görülüyor ve “kutsal cihat” (!) ile
    kale kale düşürülerek teslim alınıyor; Hedef 2023!
    Bu bilinç kuşatması ile her türlü yolsuzluk bile halka yutturuluyor..

Ülkemiz tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşıyor..
Ülke ayakta ama polis devleti de tüm ceberrutluğuyla, direnen insanımızın üstüne sürülüyor. Hükümet şiddeti gözükara, çok sayıda adam öldürme pahasına bilerek sürdürülüyor; toplum gözdağı ile korkutularak baskılanmaya çalışılıyor.

Örnekler öyle çok ki..
Son bir tanesi de Ekonomik ve Sosyal Konsey..

Bu kurumun yasasında son derece tehlikeli, geriye giden ve kesinlikle anti-demokratik değişiklikler tasarlanıyor. Sözde 12 Eylül 2010’da yapılan halk oylaması ile
Anayasanın 26 maddesi “toptan” değiştirildi ve bu Kurum (ESK) Anayasa’ya alındı.

Bu dönemde 1’den çok sendikaya üyelik hakkı tuzağı da ustaca (….?!) kuruldu ve
“ileri demokrasi” (!?) diye sunularak eğitimsiz halk yığınları aldatıldı. Satılık – kiralık sözde uzmanlar kalem oynatarak bu ilkel düzenlemeyi de ileri bir hak olarak sunma utanmazlığını sergilediler. Süreç içinde emek sendikaları ufalandı, hükümet yanlısı
HAK İŞ büyütüldü ve DİSK‘ten daha çok üye sahibi 2. büyük konfederasyon yapıldı.

Memur sendikalarına (!) toplu sözleşme ve grev hakkı gene verilmedi bu kapsamlı anayasa değişikliği ile. Hükümetle memur sendikalarının –siz toplu sözleşme ve
grev hakkı olmayan örgüte sendika diyebiliyorsanız!
– ücretler, sosyal haklar… görüşmeleri hep tıklandı ve son sözü Hükümet ağırlıklı ESK, AKP hükümetlerinin öngördüğü biçimde “kesin” olarak sonlandırdı (Anayasa md. 166).

Şimdi, bu yapısıyla gerçekte tümüyle hükümet güdümünde olmasına karşın,
bu da AKP iktidarına yetmiyor ve ipleri daha da sıkılaştırarak eline almak istiyor.

Gerisini Sn. Prof. Oğuz Oyan ustalıkla açıklıyor..

Bu tehlikeli girişimin mut-la-ka durdurulması gerek..

  • AKP AİHM kararlarını da dinlemiyor..
    (Örn. son AİHM kararı zorunlu din derslerinin kaldırılması..)

Böyle giderse, Avrupa Konseyi başta olmak üzere Batı ile kurumsal – hukuksal bağlarımız kesilecek ve Türkiye yalnızlık içinde Ortadoğu’da olabildiğince yeşil bir
şeriat kuşağına itilecek.. Federe bir İslam Devleti çatısı altında.. Suudi Arabistan’a benzer, bu coğrafyada emperyalizmin çıkarlarının bekçiliğin yapma karşılığında
ölene dek onlarca yıl iktidarda kalma / tutulma pazarlığı karşılığında
işbirlikçi siyasal kadrolar eliyle karanlığa sürükleniş..

Yüce ATATÜRK‘ün Cumhuriyet tasarımı asla bu değildi..
Çağdaş uygarlık düzeyinin üstü idi..
Değil ki çağdışı şeriatçı Ortadoğu rejimlerinin mide bulandıran bir versiyonu!

Cumhuriyet kuşakları bu lanetli kuşatmayı yaracaklardır;
bundan hiç ama hiç kuşku yok!

Sevgi ve saygı ile.
03 Aralık 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================================

ESK TASARISI : BOŞA KÜREK Mİ? 

portresi_CHP'li

 

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
İzmir Mv. (CHP)

 

 

Bugünlerde Meclis komisyonlarında görüşülen “Ekonomik ve Sosyal Konseyin (ESK’nın) Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarısı”, hazırlanış koşulları ve içeriği bakımından mevcut düzenlemeyi aratacak gözükmektedir.

UYDURMA GEREKÇELER 

Tasarının gerekçesi, yürürlükteki 4641 sayılı yasanın “hem etkin çalışma için gerekli fonksiyonel yapıyı sağlayamadığı hem de toplumun tüm kesimlerini içermediğini” ileri sürmekte ve “bu durum, Konseyin temel amacı olan sosyal diyalog fonksiyonunun aksamasına neden olmakta ve Avrupa Komisyonu’nca eleştiri konusu yapılmaktadır.” demektedir. Bu gerekçe tümüyle temelsizdir.

Bir kere, 12 yıldır tek başına iktidarda olan bir Hükümetin, istediği şekilde değiştirebileceği bir yasayı mazeret olarak öne sürmesi kabul edilemez. Kaldı ki, yürürlükteki yasa Başbakana istediği kadar STK temsilcisini Konseye dahil etme yetkisini verdiği için de bu gerekçenin altı boştur.

İkincisi, yasayı düzenli işletmeye teşebbüs bile etmeden işlemediğine hükmedilemez. Sorunun daha çok bir siyasal niyet ve irade sorunu olduğu, ESK’nın bir yasal dayanağa sahip olmadığı dönemlerde bile daha sık toplanmış olmasından bellidir. 1995’te bir Başbakanlık Genelgesiyle kurulan ESK, 1995-2001 arasında tam 12 kez toplanırken, 2001’de çıkarılan 4641 sayılı yasadan sonra yani 12 yıllık AKP döneminde yalnızca 8 kez toplanabilmiş ve 5 Şubat 2009’den sonra ise hiç toplanmamıştır. Daha vahimi, 12 Eylül 2010 referandum aldatmacasıyla bir anayasal kurum haline getirilen ESK, bu tarihten sonra hiç çağrılmamıştır. AB eleştirilerinin merkezinde de bu vardır.

GERÇEK GEREKÇELER 

AKP’nin ESK mekanizmasını işletmemesinin gerçek gerekçelerini, bilinçli siyasal tercihleri bağlamında değerlendirmek doğru olur:

Birincisi, ESK’nın AKP döneminde çalıştırılmamasının asıl gerekçesini, Hükümetin kendi iktidarını hiçbir kurumsal güçle paylaşmama niyetlerinde aramak gerekir.

İkincisi, AKP iktidarı, yürürlükteki düzenlemenin içerdiği sosyal dengeleri ve kurumsal temsil edilişleri benimsememiştir. Nitekim yasadan farklı olarak tasarıda işçi ve işveren örgütleri ismen sayılmayarak kurumsal temsil güvencesine son verilmektedir. İktidar, çağırılacakları bir yönetmelikle belirleyecektir. Partizanlığın, siyasal kliantelizmin (AS: sözcük anlamıyla müştericilik, müşteri odaklılık) tepe yaptığı bir dönemde yönetmeliğe bırakılacak her yarı-mamul düzenleme, yeni keyfiliklere yol açacaktır. Yönetmeliğin hangi sürede çıkarılacağına ilişkin bir kayıt da yoktur.

Kritik bir konu da, 2012’de yürürlüğe giren 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun, ESK üyesi işçi konfederasyonlarına bağlı sendikalar için işkolu düzeyinde yetki koşulunu %3’ten %1’e düşürmesi; ayrıca, çerçeve sözleşme yapma yetkisini de münhasıran (AS: salt) ESK’da temsil edilen işçi ve işveren konfederasyonlarına üye işçi ve işveren sendikalarına tanımasıdır. Bu durumda Hükümet, ESK üyeliğini “Demokles’in kılıcı” gibi sendikaların tepesinde tutma, bunu bir cezalandırma/ödüllendirme aracı olarak kullanma olanağını ele geçirmektedir.

Üçüncüsü, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de varolan üçlü denge (İşçi-işveren-STK veya STK yerine Hükümet) bu tasarıyla ortadan kaldırılmaktadır. ESK’yı STK’larla kalabalıklaştırarak temsili artırdığını iddia eden Hükümet, aslında işçi/memur ve işverenin temsil oranını düşürmekte ve Avrupa ESK uygulamasına uyumsuz bir yapı oluşturmaktadır. Bu, eldeki duruma göre bile bir geriye gidiştir ve etkisi emek kesimleri açısından daha belirgin olacaktır; çünkü sermaye örgütleri sistemde baskı aracı olarak her zaman ağırlıklıdır; AKP iktidarıyla ideolojik yakınlık kuranlar açısından daha da belirleyici olmak üzere…

Dördüncüsü, Konsey’in görev ve yetkilerinin tasarıyla önemli ölçüde budanması; özellikle de çalışma kurulları oluşturma yetkisinin, kimi yasa tasarıları ve kalkınma planı ile yıllık programların hazırlanması sırasında görüş bildirme yetkisinin kaldırılması, iktidarın sistem içinde sürekliliği olacak bir danışma-diyalog yapısıyla yetki paylaşmaktan özenle kaçınmak istediğini göstermektedir. Nitekim, bu sözde diyalog tasarısını hazırlanırken bile sosyal tarafların görüş ve önerileri dikkate alınmamıştır.***

Sonuç olarak, bugünkü girişim, içerde sosyal taraflarla bir diyalog arayışından ziyade, genel seçimler öncesinde AB görüşmelerinde yeni fasıllar açılmasına yönelik taktik bir göz boyama çabasının parçası gibi gözükmektedir. Ama çok iyi biliyoruz ki; totaliterleşen iktidarlar, her düzenlemeyi, kendi çıkardıkları kısıtlayıcı yasalar dahil, giderek bir ayakbağı olarak görme eğilimine girerler. (Cumhuriyet, 03.12.14)

Panele çağrı : DÜNYADAKİ GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ

Dostlar,

Bir önemli panel çağrısını duyuralım..

Bir yığın gündem oyunu içinde asıl nazik karnımız ya da Aşil topuğumuz
gözden kaçırılmakta..

AKP iktidarı ve Başbakan RT Erdoğan çok iyi biliyor ki, sözde YENİ ANAYASAYI = BÖLÜNME ve BAŞKANLIK ANAYASASI‘nı geçiremezlerde 2001 benzeri hatta
daha beteri bir ekonomik bunalım ile alaşağı edilecekler ve bu kez gelecek
“2. Kemal Derviş” 15 günde 15 yasa ile de yetinmeyecek.. Olağanüstü konjonktürde YENİ ANAYASA = BÖLÜNME ANAYASASI dayatılacak ekonomik çöküntüden ölmeden kurtarılmak için..

Bu arada,

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi MezunlarıCemiyeti Ankara Şubesi

de yeni yönetimi ile atakta.. Kutlar ve sürmesini dileriz..
Nihan Fila ve arkadşlarına teşekkürlerimizle..

Sevgi ve saygı ile.
15.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi MezunlarıCemiyeti Ankara Şubesi‘nin düzenlediği panele katılımınızı rica ederiz.

Konu : DÜNYADAKİ GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ
            16 Şubat 2013, saat 14.30
             Konur sokak 36/8 Kızılay
             İFMC Ankara
             İktisatlılar evi  tel; 418 65 36
Panel  Başkanı: Dr. İmren  Aykut
Panelistler         Prof. Erdinç Tokgöz
                           Prof. Emin Çarıkçı
                           Prof. Oğuz Oyan
                           Dr. Biltekin Özdemir