Etiket arşivi: 2019’un üçlü seçimleri

Partili Cumhurbaşkanının tercihleri

Partili Cumhurbaşkanının tercihleri

Prof. Oğuz OYAN
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/partili-cumhurbaskaninin-tercihleri-197327, 23.5.17

Fiilen iktidar partisinin genel başkanı olan Cumhurbaşkanının şimdi tartışmalı referandum sonuçlarıyla hukuken de bu görevi üstlenmesi önemsiz bir ayrıntı mıdır? Kesinlikle hayır. Milletin hâlâ önemlice bir bölümünün aklı gözündedir, görmeden gerçekliğin bilgisini kavrayamaz. O nedenle, her şeyin daha açık hale gelmesi, hatta bunun iki yıl sonra başbakanlık kurumu devreden çıkmadan önce gerçekleşmesi iyi olmuştur. Artık herkesin, toplumun tüm kesimlerini temsil etmesi mümkün olmayan bir cumhurbaşkanının tekil iradesi tarafından yönetildiğini bir an önce kavramasında büyük yarar vardır.

Hukuk devleti açısından bir gerileme olarak görülen şey, siyasi düzlemde muhalefete yeni bir fırsat bile sunmaktadır. Tabii kullanılabilirse. İktidar kanadının, iktidar partisi genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının aynı elde toplanmasına 1950 öncesinin Türkiye’sinden gerekçe üretmeye çalışılmasının hiçbir kıymeti harbiyesi olamayacağını da göstererek. Cumhuriyetin kurucu liderleri, çökmüş bir devletin enkazını diriltmeyi reddederek yepyeni bir siyasi ve hukuki rejime sahip yeni bir devlet kurmak peşindeydiler. Kırsal bir toplumun çatısına bir sanayi toplumunun üstyapısını giydirmeye çalışıyorlardı; bunu büyük sarsıntılara yol açmadan başarabilmeleri belirli bir otoriterliği gerektiriyordu. Ama Cumhuriyetin izleyen uğrağı, 1946’da (belki çok erkenden) çok partili yapıya geçiş ve 1947’de parti genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılmasıydı. Tek partili rejimden -eksiklerine rağmen- çok partili yapıya geçişi şimdi tersine sarmayı marifet sanıp bir de geçmiş üzerinden gerekçelendirmeye girişenlere gerekli yanıtın bıkmadan usanmadan verilmesi şarttır. Üstelik 16 Nisan 2017’de resmen bir kuvvetler birliği rejimine (ikinci cumhuriyete) geçiş yapan ve dahası 1950 öncesini sürekli kötüleyen bir zihniyetin oradan bahane üretmeye çalışmasındaki çelişkiyi gözlere sokmayı da ihmal etmeden…

21 Mayıs 2017’deki AKP Kongresi, 16 Nisan’daki oldubittinin hızlı bir tescili anlamındadır. Yürütmeye tamamen egemen olan bir cumhurbaşkanının HSK “atamaları” üzerinden yargı üzerindeki hâkimiyetini birkaç gün önceden vurgulamış olması esasen sonuçların bir diğer hızlı tescili anlamındaydı. Şimdi ortada,

  • tek adamın iradesinden milim sapması mümkün olamayan bir iktidar partisi
    gerçekliği de vardır.

Aslında bu, başlangıçtaki programın öne alınması anlamındadır; parti genel başkanlığı için olağan kongreyi bekleme -dolayısıyla toplumu alıştırma- kararından vazgeçilmiştir. Anlaşılan tek adamın tek adamlığını vurgulamak konusunda acelesi vardır; hem yargıya hem partiye biran önce tam hâkim olması gerekmiştir. Yasamaya hâkim olması için zaten fazla bir şey yapılmasına gerek yoktur; anayasa değişikliği bunu halletmiştir. Sadece Meclis İçtüzüğünün değiştirilmesi gibi küçük bir ayrıntı kalmıştır.

Bu arada Erdoğan’ın hem TÜSİAD toplantısında hem de AKP Kongresinde OHAL rejiminin gerekli olduğu sürece korunacağına ilişkin açıklamaları, 2019 seçimleri sonrasına kadar bu konunun kapatılmış olduğu anlamına da gelmektedir. OHAL’siz bir ortamda 2019’un üçlü seçimlerini gerçekleştirmeyi göze alamamak kadar elindeki sopayı bırakmayı akılsızlık olarak da gören bir fırsatçı zihniyet de işbaşındadır. Kuşkusuz OHAL silahı sadece 2019 seçimleri sırasında gerekli değildir; o zamana kadarki seçim sürecini yönetmek, muhalefeti ve toplumu daha fazla sindirmek için de gereklidir. Yeni bir baskılama dalgasının daha esasa dönük bir nedeni ise, İslamizasyon projesinin doludizgin sürdürülmesi niyetleridir. Şimdilik bu niyetlerin varlığı ile yapılabilir olması arasında ciddi bir açıklık vardır; 16 Nisan sonuçlarından sonra bu açıklığı daraltma girişimleri bile ciddi bir baskılamayı gerektirmektedir. Peki, başarılabilir mi? Kolay değil, çünkü baskıların dozunun artışı tepkileri de yükseltebilecektir.
***
Cumhurbaşkanının 20 Mayıs’ta İbn Haldun Üniversitesi’nin açılışında yaptığı konuşma, İslamcı iktidarın tercihlerinde yeni bir tarihi simgenin öne çıkarıldığını göstermekteydi. Bu defa Gazzalî yerine “fikirdaş” bilim insanı olarak İbni Haldun seçilmiş ve üstelik muhtemelen yaşadığı geçici zihin bozukluğu kastedilerek “sorunlu şahıs” olarak tanımlanan Auguste Comte (1798-1857) ile karşılaştırılması riskine dahi girilmişti! Şöyle diyordu Cumhurbaşkanı:

  • “Kimi şarkiyatçıların ‘şimdiye kadar hiçbir ülkede, hiçbir çağda hiçbir insan zekâsı Mukaddime gibi bir eser ortaya çıkartmamıştır’ diye tarif ettikleri İbn Haldun ve eserleri uzun süre ikinci plana atılmıştır. En basitinden Auguste Comte gibi sorunlu şahısların fikirleri kabul görürken, İbn Haldun adeta mahkûm edilmiştir. Ülkemizde de özellikle sosyal bilimler alanında İbn Haldun’un katkısı bilinçli bir şekilde perdelenmiştir. (…) Bu ülke ne çektiyse aşağılık kompleksinden çekmiştir. Bu millete en büyük zulmü bağrından çıktığı toplumun değerlerine düşman, yasakçı , baskıcı jakobenler yapmıştır. (…) Üniversitelerimizin bilim dünyasına yaptıkları katkılar yerine ikna odaları ve başörtüsü yasaklarıyla anıldığı günleri unutmadık.”

Keşke, Davutoğlu’nun rüyalarını süsleyen Gazzalî (1058-1111) simgesinde kalınsaydı; bu İslam filozofu,
– bilimin dine aykırı olamayacağını,
– aklın insanı yanıltacağını,
– her türlü şüphenin ötesinde kesinliğe ulaştıracak tek yolun iman olduğunu

söyleyerek ve kendisinden sonraki kuşakları önemli ölçüde etkileyerek aslında İslamiyet’in bilimden kopuşunun da bir simgesiydi çünkü. Oysa bir 14. yüzyıl bilgini olan İbni Haldun (1332-1406) sosyal bilimlerin (hatta sosyolojinin) ve tarih felsefesinin erken öncülerinden biridir. Tunus doğumlu bilginin Yakındoğu’dan Endülüs’e kadar geniş bir coğrafyada seyahatleri, gözlemleri ve üstlendiği görevleri (siyasi görevlerinden daha çok kadılık ve müderrisliği) dolayısıyla elde ettiği birikim, toplumların sosyal yapılarına, örgütlenme biçimlerine ve devletlerin siyasi yapılarına ilişkin özgün tahliller yapmasına ve devletlerin yükseliş dönemlerini mutlaka çöküş dönemlerinin izleyeceğine ilişkin çıkarsamalar geliştirmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, Haldun’un önemi ölümünden yüzyıllar sonra anlaşılmıştır. Temel eserlerinden biri olan Mukaddime 18-19. yüzyıllarda Batı dillerine ve Türkçeye çevrilmiştir. Osmanlı aydınları 19. yüzyılda İmparatorluğun çöküşünün kaçınılmaz olduğuna dair yargılarını biraz da Mukaddime üzerinden edinmişler ve bir atalete de tutsak olmuşlardır. Mukaddime, Cumhuriyet döneminde de Türkçeye tekrar kezlerce çevrilmiştir. Mukaddime ve İbni Haldun’un katkısının “perdelendiği” iddiası doğru değildir; özellikle de sol/eleştirel bakışa sahip sosyal bilimciler/tarihçiler İbni Haldun’a ve eserine en çok önem verenlerdendir.

Ama İbni Haldun’u erişilmez bir mertebeye oturtmak, O’nun bilimsel kişiliğine saygı duymamakla eşdeğerdir. Aynı durum, İbni Haldun’u kendisinden dört yüzyıl sonra yaşayan ve sosyolojinin bilimsel kurucusu kabul edilen A. Comte ile zıt bir kutba yerleştirirken de yapılmaktadır. Bu iki bilim insanı arasında çağlar-aşırı bir tamamlayıcılıktan bile bahsedilebilir. Comte, aynı zamanda pozitivizmin kuramcısıdır.

“Mutlak olan tek bir ilke vardır, o da mutlak olan hiçbir şeyin var olmadığıdır”
sözleri de onundur.

Sonuç olarak; din felsefesine girmekten özenle kaçınan, dini de toplumun bir ürünü, insan düşüncesinin bir eseri olarak gören İbni Haldun’dan AKP zihniyetine bir katkı gelmesi ihtimali yoktur. Cumhurbaşkanın konuşmasının bu bölümünü hazırlayan metin yazarlarının biraz eğitilmeye ve özene ihtiyaçları olduğu anlaşılmaktadır.

Son olarak, 15 Temmuz (2016) sonrasında
– üniversitelerden atılanların toplam sayısı altı bini geçmişken
,
– bunlardan 330’u bir barış bildirisi imzalamaktan dolayı
– ve en az bir o kadarı da sahte Fetö’cülük suçlamalarıyla
sivil ölüme mahkûm edilmişken,

hâlâ türban muhabbeti (istismarı) yapılabiliyor olması, “her daim haklı ve mağdur” olma siyasetinin bir parçası olsa gerektir.
***
Bu dünyadan Mümtaz İdil geçti.
Hem de ne geçiş! 65 yaşa çok şey sığdırarak ve çevresinde/toplumda unutulmaz izler bırakarak. Mümtaz ile 1981’de Bilim ve Sanat’ta yollarımızın kesişmesiyle başlayan ortak yolculuğumuz 35 yılı aşmıştı. Sık görüşemediğimiz dönemlerde bile hep birbirimizden haberdar yaşadık. Sağlıklı bir bünyesi yoktu, ama direnci hep en üst düzeydeydi; O’nun son günlerine kadar üretken olmasının nedeni de buydu. İyi bir edebiyatçı, iyi bir eleştirmen, Rus klasiklerinin iyi bir çevirmeni, iyi bir günlük makale yazarıydı. Oda Tv’nin Ankara ayağı onun sayesinde ayakta durdu. Oda Tv davasından suçlanmasının asıl nedeni de herhalde buydu. Polisler evine gelip bilgisayarın hard diskinin imajını almaya başladıklarında ben de destek için oradaydım. Aradıklarını pek bulamamaktan ve Mümtaz’ın sakin tavırlarından (ve o sıralarda beslenme sorunları nedeniyle hiçbir şey tüketemiyor oluşundan) etkilenmiş olarak,
biraz da yanlış kapıyı çaldıkları izleniminde olduklarını fark etmiştim.

Mümtaz için Sevgili dostum Ali Rıza Aydın elinden çıkma çok iyi bir anma yazısı burada yayınlanmış (ve Oda Tv’de tekrarlanmış) olduğu için o yazıya gönderme yapmam belki en doğrusu olacaktır. Ama şu kadarını ekleyeyim ki, Mümtaz İdil ile aynı zaman diliminde yaşamış ve birçok ânı paylaşmış olmaktan dolayı kendimi ayrıcalıklı sayıyorum.
================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Prof. Oğuz Oyan hocadan nefis bir yazı..
Ekleyecek çok bir şey yok ama paylaşacak olan, yazının her sözcüğü, hatta dize araları..

Sevgi ve saygı ile. 25 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com