Etiket arşivi: Kemal Derviş

CHP’yi işgal ve bölme operasyonu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
26 Haziran 2023, Cumhuriyet

 

Emperyalizme hizmet eden odaklar, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ni kapattılar.

  • Çünkü CHP, Türkiye’de bağımsızlığın, Aydınlanmanın, laikliğin,
    ekonomik ve sosyal adaletin simgesi olmuştur.

Emperyalizm ise ülkeleri din, mezhep, etnik kimlik ve ekonomik sınıflar üzerinden böler.

Bağımsızlığına kavuşmuş, Aydınlanma sürecinin bir parçası olmuş, cehaletten kurtulmuş, dinsel dogmatizmin ve despotizmin esiri olmamış, ekonomik sınıfların arasındaki uçurumu gidermiş bir ülkeyi, hiçbir emperyalist güç bölemez ve parçalayamaz.

CHP bu nedenle her zaman emperyalizmin hedefinde olmuştur. CHP’nin eski genel başkanları Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Bülent Ecevit, emperyalizmin CHP’ye müdahalelerine karşı her zaman onurlu bir direniş sergilemişlerdir.
***
CHP 12 Eylül’de kapatıldıktan sonra CHP kadroları, önce SODEP ve HP, daha sonra SHP ve DSP arasında bölünüp parçalandılar. Bu bölünmelerin ve parçalanmaların sonucunda, merkez sağ ve İslamcı sağ siyasi partiler geliştiler ve iktidar oldular.

1992 yılında Deniz Baykal, Altan Öymen, Erol Tuncer gibi CHP’lilerin öncülüğünde CHP yeniden açıldı ve SHP kendisini kapatıp CHP’ye katıldı. Ancak bu gelişme de, CHP’nin 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerde sahip olduğu %30’lardaki ve %40’lardaki oy oranına ulaşmasını sağlamadı.

Çünkü bu sefer (kez) de, parti içi demokrasi mekanizması bertaraf edildiği gibi, CHP’yi içeriden işgal etme ve bölme operasyonları başladı. Deniz Baykal, 1 Mart tezkeresinde (AS: 2003) söz konusu olduğu gibi, dış politika alanında emperyalist müdahalelere direnmiş olsa da, parti içinde bu konuda yeterince etkili olamadı.

Kemal Derviş’in partiye alınmasıyla, partide sosyal demokrasi ve “Altı Ok” karşı karşıya getirildi. Oysa CHP’nin Kurultay tarafından onaylanan Parti Programı’na ve Parti Tüzüğü’ne göre, Altı Ok olarak da bilinen Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Milliyetçilik/Ulusçuluk, Devrimcilik ilkeleri, 1960’larda başlayan bir sürecin sonucunda, sosyal demokrasi ve demokratik solculuk ilkeleriyle bağdaştırılmıştı ve sentezlenmişti.

Derviş ise Olof Palme ve Willy Brandt gibi gerçek sosyal demokratların siyasetiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan sahte bir sosyal demokrat anlayışı CHP’ye ithal ederek, Altı Ok”o partiden silmeye kalktı.

Parti tabanının, örgütünün ve parti meclisi üyelerinin baskısıyla, Derviş CHP’den ayrılmak zorunda kaldı.
***
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesiyle büyük bir umut oluştu ancak zaman içinde Kılıçdaroğlu da CHP’nin kurumsal kimliğinden uzaklaştı, hatta Baykal’dan da farklı olarak, laiklik karşıtı İslamcı siyasetin yörüngesine girdi, laikliği AKP gibi, “din ve vicdan özgürlüğüne” indirgedi.

CHP’de sözde bir değişim söylemi geliştiren Özgür Özel ve Tunç Soyer gibi siyasetçiler ise son günlerde, “Altı Ok” ve Atatürk vurgusu yapmadan, tek başına sosyal demokrasiyi ön plana çıkararak, Derviş’in ve Kılıçdaroğlu’nun yolunda ilerliyorlar.

Ekrem İmamoğlu da bugüne kadar, “Her şey çok güzel olacak” ve “Sevgi kazanacak” dışında bir söylem geliştirmiş değil.

CHP il başkanlarının açıkladığı gibi, önemli olan kişilerin değil, fikirlerin ve ilkelerin değişmesidir. Ancak bunun için öncelikle, fikir ve ilke sahibi kişilere ihtiyaç vardır.

Partinin ilkelerini ve fikirlerini bütüncül bir biçimde özümsememiş olan kişiler değişmeden, ilkelerin ve fikirlerin değişmesi olanaksızdır!

CHP ve kronik yenilgiler gerçeği

Bekir KOCAZEYBEK | Head of ELISA andSerology Laboratory | Prof Dr |  İstanbul University-Cerrahpaşa, Istanbul | Department of Medical  Microbiology | Research profileProf. Dr. Bekir S. KOCAZEYBEK

15 Haziran 2023, Cumhuriyet

Son 21 yıldır seçimlerin birçoğunu yitiren CHP yönetimlerinde siyasal / ideolojik paradigma değişimleri olsa da sonuç hep yenilgi oluyor.

Sol partiler 1950-2023 arası tek parti olarak iktidara gelemeyip yalnızca konjonktürel 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, 1999 Abdullah Öcalan’ın yakalanması nedenleriyle hükümet kurmuş ve 1989 ile 2019 belediye seçimlerinde başarılı olmuşlardır.

Son 23 yıllık zaman diliminde, CHP, 2010’lara değin Baykal döneminde Atatürkçü, laik ve Kürt hareketindeki partilere daha mesafeliyken, 2010’lardan sonra 10 Aralık Hareketiyle yönetime gelen Kılıçdaroğlu yönetiminde paradigma değişikliği ile laiklik ve Atatürkçülük bakış açısı farklılaşmış ve Kürt hareketine daha ılımlı bir yaklaşım etkin duruma gelmiştir.

Türkiye sağcı, dil, din ve etnisite temelli ve milliyetçilik gibi değerleri çok önemseyen halk kitlelerine sahiptir. Halkın büyük oranda (%60-65) sağ eğilimlidir, geri kalan sol eğilimlidir (%30-35).

Gerek Baykal gerekse Kılıçdaroğlu “CHP’yi sağcı, dinci sembollere ve dinsel ritüellere dayalı oy kazanma yanlışları sürecine sokmuşlardır”. Aslında göremedikleri, “Aslı varken kopyaya oy verilmez” gerçeğidir.

İlk önce Baykal, RTE’nin siyasal yasağını kaldırılmasına, Kılıçdaroğlu da mağduriyetle oy kazanmasın diyerek 3. kez cumhurbaşkanı olabilmesine destek vermiştir. Ancak, RTE’nin “Demokrasi benim için bir tramvaydır, gerektiğinde oradan inebilirim” ifadesini unutmuşlardır.

SOLUN YANLIŞLARI

  • 1993 yılında DYP+SHP yönetiminde, SHP’nin teslimiyetçiliği (Sivas Madımak olayı),
  • 1999-2001 arası koalisyon hükümetinde ekonomik sıkıntılar ve Kemal Derviş döneminin başlaması,
  • 1994 yerel seçimlerinin sol partilerin birliktelik kuramamalarına bağlı yitirilmesi. İstanbul’da Sözen dönemindeki susuzluk, çöp yığınları, kadrolaşma ve İSKİ skandalı ise RTE’nin, siyasal arenaya parlak bir imajla girmesinin nedenleri olarak görülebilir.
  • Yerel yönetimlerde CHP iltisaklı (AS: bağlantılı) müteahhitlerin (AS: yüklenicilerin) ihale ve iş takipleri iddialarının sıklıkla medyada yer alması.
  • HDP’nin terör örgütü bağı hususunda ikircikli tutumu, yerel yönetimlerde hizmet eksiklikleri ve son seçimlerde tepki duyulan milletvekili adayları (C. Çandar…).
  • TİP ve öbür sol partilerin milliyetçilik dalgalarından etkilenmeleri ve son seçimlerde yanlış ittifak politikaları sonucunda milletvekili kayıpları.

Sağcılaşmış / sağcılaştırılmış bir Türkiye mozaiğinde yeterli örgüt disiplininden kopuk, parti il-ilçe yapılanmalarıyla bütün sol partiler akıllarını başlarına almazlarsa;

  • Yakında ülkemizi Ortadoğu-Körfez tipi yönetim biçimi beklemektedir.
  • CHP bu süreçte tepeden tırnağa değişime açık olmalıdır.
  • CHP’nin yeni paradigması;
  • Atatürk’ün ideallerine sahip üniter, laik bir hukuk devletini hedeflemelidir.

CHP ve koalisyon gerçekleri 

Galatasaray Üniversitesi

20 Mayıs 2022 Cumhuriyet

Siyasi tarihimizin ilk koalisyon hükümetleri 1961 demokrasisinin erken döneminde kurulmuştur. İnönü, 1965’e kadar kurduğu üç koalisyonla yeni demokrasiyi badirelerden kurtarmış, rejimin ayakta kalmasını ve anayasanın gerektirdiği yeni kurumların –Anayasa Mahkemesi, Özerk TRT, Devlet Planlama Teşkilatı– oluşturulmasını sağlamıştı. Ama değeri hiçbir zaman bilinmedi.

Ecevit’in 1999’da yaptığı koalisyon, merkez solun kurduğu son hükümeti olacaktı. Ecevit 24 Nisan 1994 kararlarıyla ötelenen ekonomik krizi patlamak üzere iken devraldı. Kemal Derviş’i ekonominin başına bir “mesih” gibi atadı. Uygulanan acı reçete 2002’de merkez solun 1/3’den 1/5’e düşmesinin nedeni oldu. İslamcılık, oyların 1/3’ü ile tek başına iktidara geldi. Yirmi yıldır iktidarda bulunan AKP’nin iktidara gelişini sağlayan, Ecevit hükümetinin ekonomik kriz ile sona ermesiydi.

HALK KİME OY VERİR?

Halkımız 2001 krizinde DSP’yi %20’den %1’e indirmişti. Ekonomik göstergeler Cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşadığımızı göstermesine rağmen ekonomiyi dibe vurduran AKP hâlâ birinci, iktidara talip olan CHP 2. partidir. Asıl hareketlenme sağdadır. Babacan, Davutoğlu ve İYİ Partinin ortaya çıkışı AKP tabanındaki zayıflamanın asıl nedenidir. Saadet Partisi ise Milli Görüş’ün asr-ı saadet fraksiyonudur. İktidarın asıl hasımları, kendi kitlesine hitap eden sağ partilerdir.

Sonuçta CHP, tamamı sağ partilerden oluşan müttefiklerine dayanarak iktidarı devirmeyi planlıyor. Bu ne denli gerçekçi bir beklentidir? Düşünmek gerekir. İttifak masasındaki öbür partiler ideolojik pozisyonlarını tavizsiz bir tavırla devam ettirirken (AS: konumlarını ödünsüz bir tutumla sürdürürken) CHP tüm demokrasi tarihinin tek kusurlu partisiymiş gibi sürekli özeleştiri veriyor. Bu yadırganacak bir durumdur.

Muhalefet cephesinde 2 sorun görünüyor: İlki, cumhurbaşkanlığı seçimidir. Parlamenter sisteme geçeceğiz, ülkeyi başbakan yönetecek düşüncesi ile öne sürülecek karizmasız bir aday seçimi kazanamaz. Halkımız, Erdoğan’ın yetkilerini kullanarak sorunlarını çözecek bir adaya oy verecektir. İktidarsızlığa değil.

YENİ İKTİDARDAN BEKLENENLER

İkinci nokta, AKP karşıtı cephe Mecliste göreli bir çoğunluk yakalayacaktır; ama bu fraksiyonları olan zayıf bir çoğunluk olacaktır. Bu koşullarda muhalefetin adayı seçimi kazansa bile, devletleşmiş bir devri sabık yapısı bulacaktır karşısında. Sağ kanat, Erdoğan’ın kurduğu iktidar bileşenleri ile çatışmak yerine muhtemelen uzlaşacaktır.

1950’den 2002’ye kadar, hep sermaye partileri iktidarda olmalarına rağmen (karşın) idarenin içinde Cumhuriyetin kurucu değerlerine sahip bir kadro daima (sürekli) varlığını korumuştu. Günümüz Türkiyesinde artık bundan söz edilemez.

Böylesi bir yapının, başarılı bir ekonomik kurtuluş reçetesi uygulayabileceği kuşkuludur. 74, 78 ve 90’larda CHP, SHP ve DSP’nin kurduğu koalisyonların performansı (başarımı) buna karinedir. Tek umutlu olabileceğimiz şey, Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken otoriter rejimin ortadan kalkmasıdır. Yeni iktidardan bazı (kimi) iyileştirmeler beklenebilir. Ama bunun sınırını – maalesef- CHP dışındaki partiler belirleyeceklerdir.

DÜZEN KARŞITI ÇÖZÜM

Merkez sol, hiçbir zaman iktidar olmamış, iktidarı ancak paylaşabilmiştir. Her defasında (kezinde) karşısında tutucu güçler koalisyonunu bulmuş, iktidardan düşmüştür.

  • Bu nedenle Sol, Türk Devrimi’nin kazanımları doğrultusunda laik ve kamucu çizgide sağlam durmak zorundadır.

Kendi kadrolarıyla üretim ve paylaşım ilişkilerini değiştirecek kararlılıkla tek başına iktidara gelmedikçe başarılı olması mümkün (olanaklı) değildir. Bu da %30’larda dolaşan bir oy desteği ile olamaz. Bu oy oranı, tutucu güçlerle ittifaka yarar.

  • CHP sosyo ekonomik yapıyı değiştirme gündemi ile halkın karşısına çıkmak zorundadır.

Parti genel başkanının “Artık sağ sol ayrımı kalmadı” ifadesi büyük bir yanılgıdır.

Solun asimile edildiği anlamına gelir. Oysa düzeni değiştirecek gerçek alternatif (seçenek) soldur.

H. Ufuk Söylemez – 28 Şubat 2021

Milli Merkez Ankara Temsilcimiz Devlet Eski Bakanı Sayın Ufuk Söylemez’in Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olduğu sürede yaşanan 28 Şubat muhtırası hakkındaki önemli açıklamasını bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla,
Haluk Dural
Milli Merkez Genel Sekreteri 
==============

28 Şubat 2021

H. Ufuk Söylemez

28 Şubatın hem muhatabı, hem de tanığıyım !

Bugün 28 Şubat. Yıllardan beri her 28 Şubat’ta, medyada yüzlerce yazı yayınlanıyor ve yine çok sayıda yorum analiz yapılıyor. Ancak bana göre, bu yazı ve yorumların çok az bir kısmı objektif, bilgiye dayalı ve sağlıklı analizleri ortaya koyabiliyor.

Büyük bölümü ise maalesef inanç ve ideolojilerin bakış açıları esas alınarak yapıldığı için, önemli eksiklikler, hatalı, yanlı ve yanlış tespit, varsayım ve tahliller içeriyor.
28 Şubat sürecinin hem muhatabı, hem de mağdurlarından birisi ve canlı tanığı olarak bu konudaki düşünce, tespit ve analizlerimi çeşitli defalarda, gazete yazıları ve TV söyleşilerinde dile getirmeme rağmen, her yıl oluşan bu gündeme ilgisiz-duyarsız ya da sessiz kalmanın, hem bir siyaset ve devlet adamı olmanın hem de okurlara doğru ve sağlıklı bilgi ve analizler yapmanın etik sorumluluğu gereği mümkün ve doğru olmadığını düşünüyorum.

Çünkü TBMM’de kurulan 28 Şubat’ı araştırmakla görevli araştırma komisyonuna davet edilmeme ve orada da düşüncelerimi ayrıntılı bir şekilde anlatmama rağmen, söylediklerimin sonuç raporunda adeta “sansüre” uğradığını da gördüm. Bu durumda susmak yerine, daha önce yazıp-konuştuklarımı bıkmadan-usanmadan bir kez daha dile getirmek kaçınılmaz bir görev benim için.

Hele iç cephede emperyalizm ve maşalarına karşı verilen mücadele esnasında birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, yaşı 75-85 arasında olan emekli general ve askerlerin “ağırlaştırılmış müebbede” mahkûm edilmeye çalışılması karşısında daha önce defalarca yazıp-konuştuğum ama ne hikmetse sansüre uğratılan düşünce ve tespitlerimi yine-yeniden gündeme getirmeyi o dönemin Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı sıfatıyla, vicdani ve ahlaki bir ödev sayıyorum. O nedenle her yıl 28 Şubat’ta bıkmadan ve usanmadan yaşadıklarımı, gördüklerimi ve doğru bildiklerimi yazıyor ve konuşuyorum.

– 28 Şubat ne “devedir” ne de “kuş”

28 Şubat kolayca kategorize edilebilecek bir süreç değildir. Tıpkı bir madalyon gibi iki farklı yüzü vardır. Lafı uzatmadan söyleyeyim. Bana göre 12 Eylül de, 12 Mart da ve 28 Şubat da, sonuçları itibariyle ABD ve NATO’nun tam desteğini ve doğrudan ya da örtülü teşvikini alan süreçlerdir. Türkiye’de yaşanan bu süreçlerin milli ve bağımsız niteliği yoktur.

28 Şubat sürecinin laik karakteri, onun emperyalizm ve neo-liberalizm karşıtı bir süreç olduğu anlamına gelmez, gelmemelidir. Öte yandan, 28 Şubat silahlı, zor ve şiddete dayalı klasik bir darbe ya da darbe teşebbüsü de değildir kuşkusuz ki.
ABD o dönemde henüz BOP projesini açıklamamış ve hayata geçirmemişti.
Dinci radikalizm ve fundemantalizme karşı, Türkiye’de laik rejimi destekliyordu. (Hâlbuki bugün laik rejime karşı, dinci-radikal-mezhepçi ve sonuçları itibariyle fiyasko olan bir BOP siyasetini dayatıyor.)

28 Şubat sürecinde, Türkiye’deki tekelci sermaye ve kartel medyası da, cemaat görünümlü FETÖ terör örgütü de, Somali operasyonunda ABD’den takdir almış “Bir” general de, aynı çizgide nasıl olup da buluşabilmişlerdi.

Ya da; 28 Şubat sürecinde kartel medyasının Amiral gemisi olarak nitelendirilen Hürriyet gazetesinin 18 Nisan 1997 tarihli nüshasında Fettullah Gülen, Refah Yol Hükümetine “Beceremediniz artık bırakın” diye sürmanşetten nasıl olup da çağrı yapabilmişti.

– 28 Şubat özde “ekonomi politiktir”

28 Şubat 1997 tarihinde yaşananların görünürdeki sebebi RP’nin Anayasanın laiklik ilkesi karşıtı bir odak olarak faaliyette bulunmasıdır.
Türk milletinin laik-demokratik Atatürk Cumhuriyeti konusundaki haklı duyarlılığı bu süreçte öne çıkarılmış ve tahrik edilmiştir.

  • Gerçek gerekçe ise ekonomik olarak RP / DYP koalisyonunun milletin çıkarlarını merkeze alan, milli karakterli ekonomi politikalarına karşı, IMF-ABD ve içerideki çıkar gruplarının rahatsızlığıdır.

Ayrıca, Kıbrıs’ta, Milli Kahramanımız Rauf Denktaş’ın arkasında duruluyor, Ermeni meselesinde milli duruş sergileniyordu. PKK’yla, K. Irak’ın içlerine, Kandil’e kadar sınır ötesi operasyonlarla etkili, amansız kararlı bir mücadele sürdürülüyordu.
Bu durum, uluslararası para tacirlerinin, onların içerideki uzantılarının ve Türkiye’yi sıcak para-IMF programı ile kontrol etmek isteyen dış güçlerin hiç de hoşuna gitmiyordu.

19 Ocak 1997 tarihindeki Milliyet gazetesinin manşeti aynen şöyle atılmıştı;

“IMF’den kriz uyarısı”

Hâlbuki Türkiye’de ekonomi büyüyor, çiftçiye, esnafa destek veriliyor, KOBİ’ler destekleniyor, gerçekçi kur uygulanıyor, ödemeler dengesinde problem bulunmuyordu.

Bu manşetin dayanağı olan IMF Başkanının beyanlarını “Washington’dan” gönderen kişi, Yasemin Çongar’dı! Hani şu Taraf gazetesinde Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında askerlerimize ve milli aydınlarımıza yargısız infaz biçiminde yayın yapan ve yaptıran meşhur Yasemin Çongar…

Bu manşetlerle koalisyonu yıkamayan ve ekonomik bir kriz ya da çalkantı çıkaramayan çevreler, bu kez RP’nin aşırı ve benim de hiç katılmadığım ve karşı çıktığım birtakım ideolojik-dinci söylemlerini öne çıkararak, laiklik-demokrasi-Cumhuriyet hassasiyetindeki halkı ve kuruluşları (bu arada TSK’yı da) bu yönde manüple ettiler.

Sonuç malum RP / DYP koalisyonu istifa etmek zorunda kaldı.

RP’den türeyen, Hocanın eski talebeleri, hem mağduriyet edebiyatı yaptılar, hem de “biz milli görüş gömleğini” çıkardık diye tornistan ettiler.
Hocalarını terk edip, dış güçlerin dümen suyunda iktidara geldiler.

– 1997’de tehlikede olan, bugün güvencede mi? –

Şimdi, 28 Şubat 1997 tarihinde laik Cumhuriyet tehlikedeydi de, 28 Şubat 2021’de kurtuldu denilebilir mi?

Neticede, benim görevlerim ve mesleğim açısından; ekonomide sermayeyi tabana yayan, gerçekçi kur uygulayan, IMF’den bir dolar borç almadan ekonomiyi %7,5 büyüterek, esnaf ve KOBİ’lere dost olan Ekonomi Bakanı Ufuk Söylemez’in, Bakanlık görevini ve koltuğunu, milleten oy ve yetki almayan, IMF ve ABD’nin has adamı, kumarhane kapitalizminin ve gayrı milli ekonomi politikalarının dayatıcısı Rahmetli Bülent Ecevit’in bilahare “hayattaki en büyük pişmanlığım” dediği Kemal Derviş devraldı.

Kartel medyasının, tekelci sermayenin, ABD’nin ve F. Gülen’in tam desteğini alan 28 Şubat, bugün TSK “günah keçisi” ilan edilerek anlaşılamaz ve anlatılamaz. İşte bu nedenlerle 28 Şubat bana göre, ne “deve”, ne “kuştan” başka bir şey değildir.

Bir yandan 28 Şubat’ın kartel medyası patronlarıyla bugün kol kola gireceksiniz, öte yandan, 80 yaşını aşmış emekli komutanları ağırlaştırılmış müebbetle yargılayacaksınız.

Buna ne adalet denir, ne de vicdan…

Kapımızdaki sorun: Besin kıtlığı

Kapımızdaki sorun: Besin kıtlığı

Dr. Ceyhun Balcı
07 Şubat 2021

Kapımızdaki sorun: Besin kıtlığı
Her ne kadar hak ettiği ilgiyi görmese de yetersiz ve aşırı beslenme DSÖ verilerine göre insan hastalıklarının yarıdan fazlasından sorumlu tutulmaktadır. “Tek sağlık ilkesi” gereğince tarım ve hayvancılık da insan sağlığının önde gelen bileşenlerinden birisi olarak da öne çıkmaktadır.
İlkokul yıllarımızda belleğimize çivilenen bilgidir :
“Türkiye besin üretiminde kendi kendine yeten 7 ülkeden birisidir!”
Kırk-50 yıl öncenin bilgisiydi.
“Devlet kasaplık, manavlık, bakkallık, celeplik yapmamalı!”

(Turgut Özal, 80’li yıllar)

Et-Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve onlara eklenen başkaları ya kapatıldı ya da elden çıkartıldı.

Neoliberal özenti, züccaciyeci dükkânına girmiş fil gibiydi. “Özelleşecek, güzelleşecek!” masalının dinleyicisinin çok olduğu yıllardı.

Üretmekten vazgeçen Türkiye, her 7-10 yılda bir ekonomik kriz yaşama alışkanlığına tutulmuştu. Onlardan 2001’de yaşananı emperyalizme arayıp da bulamadığı fırsatı sundu. Koskoca Türkiye, Türk adı taşıyan, Türkçe konuşan Kemal Derviş’e sarılınca “15 günde 15 yasa” ile batan geminin malları kapışıldı. On beş yasadan 3’ü şekertütün ve tuz üzerineydi.

  • Tütün uluslararası tekellere teslim edildi. Türk halkı zehirlenirken bile yabancıyı zengin etti.

Planlı ve disiplinli yapısıyla tarım işletmeleri arasında ayrı yeri olan şeker endüstrisi de şeker yasasıyla ipi çekilenlere eklendi. Yabancı ülkelere anahtar teslimi şeker fabrikası kurma birikim ve yeteneğine erişmiş olan şeker sanayisi sahneden inince mısır şurubuna gün doğdu. Kotası ve tüketimi artırıldı. Kuşkusuz şeker bolca tüketilesi bir ürün değildi ama kötünün kötüsü mısır şurubu ortamın başat oyuncusu olmaya doğru yol aldı. Kötü beslenme patlama yaparken, obezleşen Türk halkı başkalarının cüzdanını şişirir oldu.

Tuz gibi temel yaşam gereksinimi de devlet denetiminden kurtarılınca dünyanın her yerinden getirilen tuzlar ortamı doldurdu. Akademik unvanlı yabancı tuz tutkunlarının pompalamasıyla tuz tüketim alışkanlığı bile değiştirildi. Yemeğe attığımız tuz da yabancının zenginleşme aracına dönüştü.

  • Her alanda üretmekten vazgeçen Türkiye vurgunun büyüğünü tarım ve hayvancılıkta yedi.

Bir örnek!

Çok değil 10-15 yıl önce 1 milyonu aşkın olan manda sayısı serbest düşüşle 100 bine geriledi. Diğer hayvan türleri de benzer azalma yaşadı.

Burada Hollanda’dan söz etmenin sırası geldi!

Kanallar açarak ve binbir emekle ve çabayla topraklarını denize kurban vermekten korumaya çalışan bu “alçak topraklı ülke” (Alçak nitelemesi aşağılama değildir. Ülkenin Fransızca adı bu anlama gelir) tarım ve hayvancılık alanında yılda 50 milyar dolarlık üretim eşiğini aştı.

Özal’ın özlü (!) sözünün gereğini yapan Türkiye, yaklaşık 30 yıl sonra tanzim satış kavramını anımsamak zorunda kaldı. Bu arada, Türkiye’yi tanzim satışla tanıştıran ve bu alanda önemli büyüklüğe ulaşan İzmir belediyesi katılımlı TANSAŞ da Özal’ın aklına uyulup özelleştirildi.

Sonuç mu? Şimdi artık yok! Adı bile kalmadı!

İki yıl önceki yerel seçimler öncesinde kapımızı çalan besin krizinin adı patates ve soğandı. Öyle güçlüydü ki, devletin nesi var nesi yoksa satanlara Kadıköy meydanında tanzim satış çadırı kurdurdu. Düşmez kalkmaz bir Allah diyelim yeri gelmişken!

Tanzim satış konusundaki en çarpıcı ve yaratıcı örnek de tanzim satışın beşiği İzmir’de yaşandı! Dokuz Eylül Tıp Fakültesi hastalara şifa dağıtmakla yetinmedi. Halkımızı ucuz sebze ve meyveyle de buluşturdu. Tarihsel önemde girişimdir!

Önceki besin krizinin üzerinden 2 yıl geçmemişken bu kez ayçiçek yağı oldu krizin adı. Planın ve programın olmadığı tarım ve hayvancılıkta patates ve soğana heves eden üretici bu işten kazanç sağladı mı bilinmez ama hiç olmazsa memlekette bu temel ikilinin yokluğundan söz edilmedi. Ayçiçek yağı ateş pahası!

Zeytinyağına ulaşmayı aklından geçirmeyen dar gelirlinin yağ adına erişebildiği de aldı başını gitti. Geçen yıl korona salgını küresellikle etiketlenir etiketlenmez bir gelişme yaşandı. Elbette, çoğu gibi hak ettiği ilgiden yoksun kaldı.

“İçimizdeki Yabancı : Virüs” kitabımda yer vermiştim bu önemli gelişmeye!

Vietnam pirinç, Rusya tahıl dışsatımını yasaklamıştı. İki ürünün önde gelen 2 üreticisinin bu kararı “paranla da olsa bulamayabilirsin” anlamına gelen bir gelişmeydi. Oysa, bizim tarım bakanımıza bununla ilgili soru yöneltildiğinde alınan yanıt : “Paramız var, besin kıtlığı yaşamayız!” olmuştu. Öngörüden ve kapıdaki tehlikeyi sezmekten uzak anlayışın saç baş yolduran açıklamalarından bir diğeri olarak tarihteki yerini almıştı.

Geçenlerde okuduğum bir haber akılların başlara toplanmadığını düşündürür gibiydi. Çoğu satılan ve daha da kötüsü üretim dışı kalan şeker fabrikalarına odaklanan haberin ayrıntılarında rant amaçlı ve günü kurtarmaya yönelik satışların sürdüğü anlaşılıyordu. Şeker pancarından şeker üretimi canlandırılacak yerde tabuta son çivinin çakılması yeğleniyordu.

  • Bugün Türkiye saman dışalımı yapıyor!

Azalan hayvan varlığına karşılık yaşanan bu çarpıcı durum tahıl üretiminin de baş aşağı gittiğini düşündürür. Türkiye çok sevdiği susamı bile üretmekten vazgeçmiş olmalı ki, simidi ve helvası için gereken susamı dışalım yoluyla ediniyor. Çok acı vericidir ayrıntı gibi görünen bu nokta.

Bu yazının özetine gelince!

  • Küresel salgın pek çok şey gibi küresel ölçekte gıda krizine yol açmaya adaydır!

Üretenler, tarım ve hayvancılıkta planlamayı unutmayanlar için sorun yok elbette!

Ya bizim gibi savruklaşan ve planlamayı da unutup üretimi boşverenler?

Onlar için besin krizi kapıda!

Yazının sonunda kendimce bir yol da göstermek isterim!

Bir şekilde kırsalla, köyle ilişkimiz varsa bunu avantaja dönüştürebiliriz.

Az ya da çok! Verimli ya da çorak!

Bir parça ekilebilir tarlamız varsa tahıl ektirme girişiminde bulunalım.

Bu küçük girişim bile besin darlığında işe yarayabilir.

Toprak ana her zaman vermeye hazırdır! Yeter ki ondan ilgimizi esirgemeyelim!

BAHÇELİ, ESERİNE SAHİP ÇIKIYOR

BAHÇELİ, ESERİNE SAHİP ÇIKIYOR

Celal Topkan
20. Dönem CHP Adıyaman Milletvekili

18 Nisan 1999 tarihinde yapılan seçimlerinde tek başına iktidara gelen parti olmadı. Seçimlerden sonra DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in başkanlığında DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti kuruldu.

DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti (AS: 57. hükümet) uyum içinde çalışamadı. Hükümette sık sık bakan değişikliği yapıldı. 1999-2002 arasında 58 bakan görev yaptı. Hüsamettin Özkan (DSP), Cumhur Ersümer (ANAP), Koray Aydın (MHP), Recep Önal’ın (DSP)adı yolsuzluk olaylarına karıştı. Bu bakanlar görevlerinde istifam etmek zorunda kaldılar.

Kasım 2000 ve Şubat 2001’de 2 büyük ekonomik kriz yaşadı. Ülke yüzde 40 oranında yoksullaştı. Yüzlerce iş yeri kapandı. Binler çalışan işini ve aşını kaybetti. Yoksullaşan, aşını işim kaybeden halk, koalisyonu oluşturan DSP-ANAP-MHP’ye büyük bir kin ve öfke duymaya başladı.

Dünya Bankası’nda görev yapan Kemal Derviş, Başbakan Bülent Ecevit tarafında Türkiye’ye davet edildi. Kemal Derviş, 22 yıldır görev yaptığı Dünya Bankasındaki görevinden ayrıldı. 13 Mart 2001 tarihinde Türkiye’ye geldi. DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti’nde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yapıldı.

Kemal Derviş’in yönetiminde, 2002 yılı başlarında ekonomi düzelmeye başladı. Seçimler zamanında yapılsaydı, ekonomi daha da düzelecek halk rahatlayacaktı. Halkın Koalisyon Hükümeti’ne olan tepkisi azalacaktı.

Halkın ekonomik krizlerin sorumlusu olarak gördüğü koalisyon hükümetini oluşturan partilere yönelik tepkisinin devam ettiği sırada Başbakan Yardımcısı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 7 Temmuz 2002 tarihinde yaptığı açıklamada, 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim yapılmasını istedi. MHP Meclis Grubu, Devlet Bahçeli’nin erken seçim yapılması önerisini, Meclis Genel Kuruluna taşıdı. 31 Temmuz 2002 tarihinde Meclis’te yapılan oylamada, MHP ve DYP’nin oylarıyla, 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim yapılmasına karar verildi.

3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim yapıldı. Seçimlerde Koalisyonu oluşturan partilerden
DSP %1.22,
MHP %8.36,
ANAP %5.13,
Ana muhalefet partisi DYP, %9.54 oy aldı.
Mecliste bulunan 4 parti, %10 ülke seçim barajını aşamadı. Meclis’in dışında kaldı.

“Seçimlerde 14 ay önce, 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, ekonomik krizlerin mağdur ettiği, aşını işini kaybeden yoksullaşan, halkın gündemi üzerine siyaset yaptı. “Yırtık ayakkabı giyerek okula gittim. Okulda simit ve kartpostal satarak harçlığımı kazandım. Yoksul yoksulun halinden anlar” dedi. YOKSULLUĞU, YOLSUZLUĞU ve YASAKLARI ortadan kaldırmanın, sözünü verdi. Halktan oy istedi.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, ülke koalisyonlardan çok çekti ve mağdur oldu. Halktan bir partiyi tek başına iktidara getirmesini istiyorum dedi. İktidara ve sorun çözmeye talip olmadı.”(26 Ekim 2002 tarihinde Erdoğan ve Baykal’ın katıldıkları, gazeteci Uğur Dündar’ın hazırlayıp sunduğu Kanal D Televizyonu’nda canlı yayınlanan ARENA PROGRAMI)”

Mecliste olan partilere kin ve öfke duyan halk, iktidara sorun çözmeye talip olan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a oy verdi. Seçimlerde AKP, % 34.3 oy aldı. Birinci parti oldu. Toplam 550 milletvekilinin 363’nü (%66) kazandı. Büyük Bir Meclis çoğunluğu ile tek başına iktidara geldi.

Çok partili dönemde 1946-1999 arasında yapılan seçimlerde, % 34.3 oyla, toplam milletvekili sayısının %66’nı kazanarak tek başına iktidara gelen parti olmamıştı. AKP, %34.3 oyla toplam 550 milletvekilinin 363’nü kazanarak büyük bir Meclis çoğunluğu ile iktidara gelen parti oldu. Bu bağlamda AKP’nin yüzde 34.3 oyla, toplam 550 milletvekilinin 363’ünü kazanarak büyük bir Meclis çoğunluğu ile tek başına iktidara gelmesi, Meclisi Erken seçime zorlayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “eseridir.”

AKP 18 yıldır tek başına iktidarda. Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan, 18 yıldır ülkeyi tek başına aldığı kararlarla yönetiyor.
YOKSULLUĞU, YOLSUZLUĞU ve YASAKLARI kaldırma sözünü vererek iktidara gelen AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetiminde Türkiye:
– Geriledi ve yoksullaştı. İşsizlik arttı. Türkiye yolsuzluklar ve yasaklar ülkesi oldu.
– Erdoğan halkı benden olanlar benden olmayanlar, inanalar inanmayanlar diye ayrıştırdı ve bölündü.
Ülke iç barış bozuldu.
– Türkiye ve halk, yoksullaşır ve gerilerken, AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve yakınları zenginleşti. Erdoğan özel olarak yaptırdığı Saraylarla lüks ve şatafat içinde yaşamaya başladı.
-Yurt içinde ve yurt dışında yayınlanan dergi ve gazetelerde yayınlanan, Erdoğan’ın tekzip etmediği haberlere göre, AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyanın en zengin başkanıdır.

– AKP Genel Başkanı Erdoğan Başbakanlığı döneminde, Mart 2003- Ağustos 2014 arasında MHP’ye, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye, Türk Milliyetçiliğine yönelik çok ağır suçlamalar yaptı. 18.02.2013 tarihinde yaptığı açıklamada “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız” dedi. Daha önce Türk Milliyetçiliğine yönelik böyle bir aşağılama ve hakaret yapılmamıştı.

Fakat Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Bakanı Devlet Bahçeli, eserine sahip çıkıyor.
Erdoğan’ın aldığı kararların ve yaptığı uygulamaların doğruluğunu ve yanlışlığını sorgulamadan onaylıyor ve destekliyor.
Halka verdiği sözlerini tutmayan, “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız” diyen AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, sahip çıkıyor. Erdoğan’a laf ettirmiyor.
Erdoğan’ın yanlışlarını söyleyenlere ve eleştirenlere, ağzına ne gelirse söylüyor. Sabah akşam hakaret ediyor.
Kamuoyu araştırmalarında oyu düşen, halkın desteğini kaybeden AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin desteği ile iktidarını devem ettiriyor.

Türkiye’yi talan etmek

Türkiye’yi talan etmek

Remzi ÖZDEMİR

Remzi ÖZDEMİR
remzi@ekonomist.net
YENİÇAĞ, 25 Kasım 2019
Yıl 2001

Dönemin Başbakanı ile Cumhurbaşkanı bir toplantıda tartışır ve Cumhurbaşkanı oturduğu yerden Başbakan’a anayasa kitapçığını fırlatır.

İşte bu eylem bahane edilerek Türkiye tarihinin en ağır krizi bir gecede yaşandı. Faizler % 6 bine çıktı, dolar 670 bin liradan (paradan üç sıfır atılmamış haliyle) 1 milyon liraya fırladı.

Türkiye’de büyük kaos yaşandı. Hiç kimse demedi ki, ne var bunda? İktidarla Cumhurbaşkanı arasındaki tartışma neden böyle bir krizi neden olsundu?

Krize Amerika el atar ve bize Kemal Derviş ile IMF üzerinden yine bir gecede 17 milyar dolar gönderir. Hibe değil.Borç! Bir gecede başlayan kriz bir gecede biter!

Türk ekonomisi Kemal Derviş’in ve IMF’nin isteklerinin yerine getirilmesi ile hızla toparlanır. Kimse itiraz edemez. Kemal Derviş ve IMF’nin istediği yasalar bir gecede çıkartılır. (AS: 15 günde 15 yasa dayatması!)

Türkiye seçime gider ve AKP iktidara gelir. (AS: 3 Kasım 2002 seçimi)
AKP’nin hiçbir şey yapmasına gerek yoktu. Çünkü sistem kurulmuştu.
Ekonomi toparlanmaya devam etti. Bu AKP’nin başarısı gibi görüldü.

  • Yıllar ilerledikçe AKP bu kez özelleştirme adı altında satmaya başladı.

Önce bankalardan başladı. Paranın dini ve milliyeti olmaz felsefesiyle bankaların büyük bir bölümü yabancılara satıldı.

İlk satılan, bir gecede akıl almaz ayak oyunlarıyla batırılan Demirbank oldu. O güçlü banka fonlanmadı ve bir gecede el kondu. Yani batırıldı! Tabii ki daha sonra İngiliz asıllı uluslararası şirket olan HSBC’ye 500 milyon dolar gibi komik paraya satıldı.

Sonra öbür bankalar sırasıyla geldi. El kondu, sonra yabancıya satıldı. El konmayanlar ise korkusundan yabancılara kendi elleriyle sattı bankalarını.

AKP’nin politikası tüketime yönelik bir büyümeydi. Kredi çek, araba al, kredi çek, tatile git. İnşaat kredisi olmazsa olmazdı.

Bankalar öncülüğünde manipüle (AS: manüple) edilen inşaat sektörü resmen patladı. Bankalar konut kredisini öyle bir pazarladı ki, kendisine kredi müşterisi getiren emlakçıya arabalar hediye etti, dünyanın dört bir yanına tatile götürdü.

10 konut kredisine Amerika tatili, 20 kredi dosyasına, sıfır araba… Bankacılar mahalle arasındaki emlakçıların bile önünde yatar oldu. 500 milyona alınan bankaların değeri bir anda elde edilen müthiş karlarla bir anda 2 hatta 5 milyar dolara fırladı.

Daha önce tasarruf edilmesi için ailelere kumbara gönderen bankalar, bu kez kredi kartı verdi. Hatta babanın kartına ek olarak da anneye ve çocuklara da ek kart verdi. Daha çok harca daha çok bankaya borçlan.

Tatil kredisi ile 5 günlük lüks tatilin parasını bankaya 24 ayda ödedik. Bir sonraki tatili de 48 ay çalışarak ödedik, Konut kredisi, tatil kredisi, çocukları binadan bozma özel okullara göndermek için eğitim kredisi aldık da aldık.

Geldik bugüne…
Vatandaşın 8 Kasım 2019’da Bankalara toplam borcu 546,5 milyar TL. Önümüzdeki 10 yılı bankalara ipotek edilmiş durumda. Yani bankalara çalışacağız.

Üretmediğimiz için işsizlik başladı. En son işsizlik rakamı %14. Daha kötüsü genç nüfusta işsizlik oranı %27.

  • İnsanlar ailece siyanür içip intihar ediyor.
  • Çünkü evlerine haciz gelmeye başladı. İş yok para yok.

Tıpkı ağustos böceği gibi üretmeyip, tasarruf yapmayıp sadece kredi ile yaşadık büyüdük. Zengin olmadık ama zengin gibi yaşadık.
Tüm bunları bankalardan aldığımız borçla yaptık.

23 Kasım’da İngiliz haber ajansı Reuters bir haber geçti. İtalyan bankacılık devi Unicredit,
Yapı Kredi Bankası’ndaki hisselerini satışa çıkartmış.

İtalyanlar Yapı Kredi Bankası’nı Koç Holding ile 2005 yılında 1 milyar 160 milyon dolara almıştı. Yani yaklaşık 580 milyon dolar ödemişti. YKB’nin piyasa değeri 3,7 milyar dolar. İtalyan’lar kendi hisseleri içini yaklaşık 2 milyar dolar para istiyor. 500’e al 2 milyar dolara sat! Gerekçe Türk ekonomisi bitti!

Türkiye’den ekonomik durgunluk gerekçesiyle son iki yılda çıkan ünlü markalara bir bakın. Sayıları 100’ün üzerinde. Bir koyup beş alıp gidiyorlar.
Çünkü çekirge sürüsü gibi istila ettikleri Türkiye’yi yiyip bitirdiler.
Tekrar gelecekler hele bir Türkiye toparlansın…

24 Ocak 1980’den bugüne, yarınlara borçluyum, borçlusun, borçluyuz… !

24 Ocak 1980’den bugüne, yarınlara borçluyum, borçlusun, borçluyuz… !

Adnan Pelvanlar
adnanpelvanlar2@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)


Neo-liberalizm, Türkçesi “yeniözgürlük” teorisi ilk Şili’de 1973’te CIA destekli askeri darbeyle yaşama geçirildi. İkinci olarak Türkiye’ye yerleştirildi; Kemal Derviş’in kuryelik yaptığı 24 Ocak 1980 Neoliberal Ekonomik Kararlarını, Bakanlarına okutmadan imzalatan Demirel ve Özal hazırladı; Kenan Evren de 12 Eylül 1980’de CIA destekli askeri darbeyle önünü açtı.

12 Eylül darbesinden sonra Rothschild, Rockefeller, Soros gibi küresel tefecilerin 1971–1973 yıllarında Dünya Bankası’nda görev verip hazırladıkları Özal, 1983’te Başbakan oldu ve neoliberalizmi hızla uygulamaya soktu.

ABD-AB işbirlikçisi; liboş (liberal-nonoş); yazarlar, gazeteciler, ekonomistler, siyasetçiler, sözde aydınlar bu süreci yaşarken çağ atladığımızı, dünya ile bütünleşeceğimizi, tek ve doğru yolda olduğumuzu yazıyor, konuşuyorlardı.

Özal “çağ atladık” diyordu.

Neoliberalizm insanların tutkularını, arzularını ve eylemlerini “bireysel özgürlük” sloganı altında kendi çıkarına göre yönlendiriyor, kullanıyordu. Sistem borç ekonomisi üzerine kurulmuştu. Bu nedenle, bu tuzakta herkes borçlanıyordu.

Ekeceğimiz tohumdan, yiyeceğimiz, içeceğimiz GDO’lu ürünlere, çalışma saatlerinden emeklilik sistemlerine dek  her şeyin kararını veren, yöneten Wall Street’in küresel tefecileriydi…

1985’te İstanbul Borsası kuruldu; Borsa’dan kağıt alanlar köşeyi dönme umuduyla yatıp kalkmaya başladılar. Banka kredisi ile Borsa’da yatırım yapanlar oldu…! Sonu hüsran oldu… Küresel tefeci vurguncular, Borsa’ya yatırım yapmış vatandaşlarımızı silkelediler… Birikimler yok oldu… Yuvalar yıkıldı.

Konut kredisi kullanımıyla birlikte herkes müteahhit oldu. Konut alımındaki ölçü; “depreme dayanıklılık” değil “değer kazanır mı?” oldu. Konut inşaatlarındaki bu çarpık yapılanmanın sonunda; 1999 Marmara depreminde çöken, hasar gören ev, işyeri sayısı 460 bin, ölen insan sayısı 50 bin oldu. Yıllarca başbakanlık yapmış ve inşaat mühendisi (!) olan Demirel, o yıl cumhurbaşkanı idi…!

Özal’ın başlattığı neoliberal ekonomi uygulamasına; Yılmaz, Demirel, İnönü, Çiller, Ecevit (1979’da kabul etmedi, 1999-2002…?!) ve Bahçeli devam ettiler, Erdoğan eksiksiz uyguladı.

Merkez Bankası’nın Devlet Hazine’sine kredi vermesi yasa ile engellendi. Hazinemiz Wall Street tefecilerinin sıcak parasına kaldı. Türkiye, sıcak para kumpası ile; 1994, 1997, 2000, 2001 ve 2008 krizlerini yaşadı, 22 bankamız battı, binlerce şirket iflas etti.

2002-18 arasında sıcak paranın yarattığı kredi bolluğu, kişisel arzuları, tüketim hazzını kamçıladı. Toplumsal dayanışma, sorumluluk duygusu gitti yerine bireycilik geldi.

Tatile gitmek için bile kredi kullanmaya başladık.

Bankalar kredi kartlarını sorgusuz dağıtınca; Birey olarak satın alma ve tüketim özgürlüğüne kavuştuğumuzu zannettik, borç batağına saplandık.

Toplu taşımaya değil yollara, köprülere, tünellere ağırlık verilince motorlu araç herkese ihtiyaç oldu. Yabancı bankalar paraları akıtmış, krediler hazırdı; trafikteki araç sayısı Aralık 2018’de 22,9 milyon adet oldu.

Borçlanma tuzağı sürecinde; 2002’de bireysel (konut, ihtiyaç, araç, kredi kartı) krediler toplamı 269 milyon TL iken, Ocak 2019’da (şimdilik 18,7 milyarı yasal takipte) 543 milyar TL oldu; 31,3 milyon kişi bu borçları ödemeye çalışıyor.

AKP’nin iktidar olduğu 2002 sonunda 129,6 milyar $ olan Türkiye’nin dış borcu 2018 sonunda 448,4 milyar dolara yükseldi. 2002’de dış borca ödediğimiz faiz 4,5 milyar $ iken, 2018’de 30 milyar $ oldu. 2019’da yaklaşık 35 milyar $ olacak.

  • Aslında, borç para ile tükettiklerimiz geleceğimizdi.

OECD’ye üye 36 ülkenin gelir adaletsizliği sıralamasında 45 yıldır neoliberal ekonomi modeli ile yönetilen Şili 1., Meksika 2., Türkiye 3. sırada.

Tüm bu olumsuzluklara karşın “neoliberalizmden vazgeçelim” diyen ne iktidar var ne de muhalefet…!
(http://www.bornovagazetesi.com/yazar-24-ocak-1980-den-bugune-yarinlara-borcluyum-borclusun-borcluyuz-135.html, 26.3.19)
=====================================
Dostlar,

Sayın Adnan Pelvanlar’ın yukarıdaki yazısı çoook başarılı..
Kendisini kutluyoruz..

  • Türkiye, “neoliberalizm” denen kuytularda son derece vahşi biçimde sömürülmekte..

Bu gidişin sonu hayır değil!

Türkiye 40 yıllık bu kısır döngüden mutlaka ama mutlaka ve de hızla kurtulmak zorunda..

Siyasetin gündeminde bu can yakan sorun olmalı..

Lanetli denklemi doğru (çırılçıplak!) kuralım : Neo-liberalizm = VAHŞİ KAPİTALİZM!

Beka sorunu aranıyorsa (!) bu tüketici – yok edici – yoksullaştırıcı – sömürgeleştirici.. sorun; beka sorununun ta kendisidir!

Duyduk – duymadık denilmesin..

Ayrıntılar için lütfen tıklar mısınız : http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

“YERLİ VE MİLLİ” ÇÖKÜŞ 

“YERLİ VE MİLLİ” ÇÖKÜŞ 

Suay Karaman

Konuk yazar :
Suay Karaman

Osmanlı Devleti, özellikle 1850’li yıllardan sonra ekonomik olarak büyük bir çöküntü içine girdi ve bu durum karşısında borç aldığı ülkelerin yaptırımlarıyla sarsılmaya başladı. Bazılarının ulu hakan dediği 2. Abdülhamit döneminde 20 Aralık 1881’de, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını denetlemek için Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi kurulmuştu. Birçok gelirini bu kuruluşa bırakan Osmanlı Devleti, hem ekonomik, hem de siyasal olarak büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.

“Dünyanın en büyük 17. ekonomisiyiz” diye göz boyayarak 16 yıldır ülkeyi yöneten siyasal iktidar, bütün uyarılara karşın, sonunda ekonomik iflasa sürüklendi. “Yerli ve milli” sözünü unutarak, ekonominin yönetimini McKinsey adlı ABD’li bir kuruluşa teslim etti. McKinsey, bağımsız bir kuruluş değildir, uluslararası tekellerin aygıtıdır, ABD’dir, IMF’dir. Gelinen durumun Düyun-u Umumiye’den de farkı yoktur.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından yapılan seçimlerde Turgut Özal’ın seçim kampanyasını hazırlayan, konuşmalarından, giysilerine ve gözlüklerine dek tüm imajını McKinsey firması organize etmiştir. 1985-87 arasında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusunun danışmanı olan McKinsey firması, 14 Nisan 1987 tarihli başvurunun altına imzasını atmıştır. 2001 yılındaki ekonomik krizde kurtarıcı olarak çağrılan Kemal Derviş, çöken bankacılık sistemimizi düzeltmek için McKinsey firmasını ülkemize davet etmiştir.

Ulusal egemenliğe ilişkin bir yetki, uluslararası bir şirkete aktarılmaktadır.

Anayasanın 160. maddesine göre ülkemizde kamunun harcamalarını, gelir ve giderlerini Sayıştay denetler. Ancak son yıllarda Sayıştay etkisizleştirilerek yetkileri azaltıldı. Sürekli “yerli ve milli” olmakla övünen siyasi iktidarın, “yerli ve milli” olmaktan ne anladığı, McKinsey ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Adında IMF geçmese de McKinsey’in görevi, Türkiye’ye bir IMF programı uygulatmaktır. Ülkemize borç veren kapitalist ülkelerin alacaklarının tahsilini güvence altına almaktır. Varlık Fonundaki değerlerimizin elden çıkarılmasını sağlamaktır. Emekçilere ve emeklilere daha çok kemer sıktırılarak, iyice yoksullaştırmaktır. Yoksa McKinsey, günde 1.8 milyon TL harcanan kaçak sarayın tasarrufa gitmesi için önlem almayacaktır. “Örtülü ödeneği kısın, yeni saraylar yapmayın, makam araçlarını ve uçaklarını satın” gibi önerilerde bulunmayacaktır. Üstelik zor durumda olan ekonomimiz, bu yabancı firmaya dolar üzerinden yüklü miktarda ücret ödeyecektir.

McKinsey’e yapılan eleştiriler için Hazine ve Maliye Bakanı damat; “yapılan yorumlar cehaletten değilse, ihanettir” demişti. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, 6 Ekim 2018’de partisinin Kızılcahamam’daki toplantısında, McKinsey ile ilgili olarak şunları söyledi: “Bütün Bakan arkadaşlarıma ‘bunlardan fikri danışmanlık hizmeti de almayacaksınız’ dedim. Hiç gerek yok, biz bize yeteriz.” Bu durumda ihanet içinde olanlar kimdir diye sormak gerekir.

Şimdi McKinsey ile yapılan sözleşmenin durumu da merak konusudur ve akıllara şu sorular gelmektedir: McKinsey ile sözleşme neden yapıldı ve neden vazgeçildi? McKinsey ile yapılan sözleşmenin tutarı ne kadardır? Sözleşmede tek yanlı fesih durumunda fesih işlemini gerçekleştiren tarafın ceza ödeyeceğine ilişkin bir hüküm var mıdır? Var ise bu cezanın tutarı nedir? Bu cezayı kimler ödeyecektir? Bu olayın siyasi bedeli ödenecek midir? Artan tepkiler nedeniyle “McKinsey ile sözleşme iptal edildi” denilerek, etkinlikler kamuoyundan gizli olarak yürütülebilir mi?

2013’te siyasal iktidarın hazırladığı 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı‘nda, 2018 yılında Dolar kurunun 1.97 TL olması öngörülüyordu. Ancak bugün Dolar 6 TL’dir. Enflasyon tek haneye inecekti ama bugün %20’lerin üstdedir. Ekonomik öngörülerde bu derece yanılan bu siyasal iktidar, güvenirliliğini yitirmiştir. Bu iktidarın en büyük şansı, etkili muhalefetin olmamasıdır. Bu çöküş hep birlikte hazırlanmıştır.

  • Bu çöküşten kurtulmanın yolu, Kemalizm’in Altı Oku’dur.

Yeni dünya düzeni

Yeni dünya düzeni

Bartu Soral
Cumhuriyet, 30.09.18

25 Eylül Salı günü (AS: 2018) Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda ABD Başkanı Trump; “Küreselleşme ideolojisini reddettiklerini, ulusalcılık doktrinini kabul ettiklerini” açıklayınca biraz düşündüm; acaba küreselleşmeyi tekrar parlatmak için mi dünyada nefret objesi haline gelen Trump’a bu açıklamaları yaptırıyorlar diye!..

1980’lerin başından beri söylem şu; ulus devlet bitti. Küreselleşme ile piyasalar mutlu olacak, halklar zenginleşecek, özgür ve demokratik toplumlar oluşacak. Geri kalmış ülkeler gelişmiş Batı ülkelerinin düzeyini yakalayacak… Bizde bu söylem çok tutuldu. Hemen küreselleşmenin gerekleri yerine getirildi. Devletin ekonomideki rolü özelleştirmelerle bitirildi. Zarar eden KİT’ler özelleşecek dendi, nedense kâr edenler önce özelleştirildi! Neden zarar ediyorlar diye sormak, geliştirmeye çalışmak gericilikti!

  • Özel şirketler ve piyasa tapınılası oluşumlardı. 

Küreselleşmenin ekonomi formülü basitti;

– yurtiçi üreticiyi korumak için konulan gümrük vergileri kaldırılacak.
– ticaret serbest olacak, tüketici daha ucuz ve daha kaliteli mala erişecek.

Üretiminiz kalitesiz ve pahalı mı? Çözüm kolay; ithalat. Peki o ithalat için parayı nereden bulacaksın? Merak etmeyin, küreselleşme yine yanınızda! Size bu parayı dış borç olarak verecek, üstüne de azıcık faiz ödeyeceksiniz.

  • Devlet üretimde olmayacak.
  • Her şey özelleşecek.
  • Kuralları bile piyasa koyacak.

    Peki Türkiye ne üretecek? Siz tekstil ve turizmle idare edin! Verilen role razı olduk.

    Küreselleşme ne verdi? 
    Düşük gelirli ülkelerin kişi başına milli geliri 1990’da 458 dolardı, 2015’te yalnızca 581 dolara yükseldi. Yüksek borçlu yoksul ülkelerde kişi başına milli gelir 1990’da 609 dolardı, 2015’te 814 dolara çıktı. Buna karşılık yüksek gelirli ülkelerde 1990’da 29 bin $ olan kişi başına gelir, 2015’te 41 bin dolara, Kuzey Amerika’da 36 bin $ olan gelir 51 bin dolara yükseldi.

  • Küreselleşmenin zengin ülkelere yaradığı açıktı.

    Ama yalnızca ülke olarak da bakmayın, bir avuç elite yaradı dersek daha doğru olur.

  • Bugün dünya nüfusunun %1’lik kesimi dünya gelirinin %52’sine sahip.

    Bundan salt 7 yıl önce 2010 yılında % 44’tü. Yani zengin ailelerin zenginliği artmadı, uçtu. Bizde nedir durum? Ona geleceğim…

    Peki bu küreselleşme sürecini iyi kullanabilen oldu mu? Evet; Çin. Çünkü şöyle bir strateji uyguladı: “Ucuz iş gücü ile önce üretimi artıracağım. Bunun için planlama yapacağım. Tarım reformunu yaşama geçireceğim. Ülkeye gelen uluslararası yatırımları tüketim ve finansal kazançlara değil, üretime yönlendireceğim. Kapital sahibi yine kazanacak, ama fabrikalara yatırım yaparak. Önce üretim artacak, verimlilik ve kalite ardından gelecek” dedi.

    1990’da satın alma gücü ile 1 trilyon 123 milyar $ olan milli geliri, 2015’te 19 trilyon 739 milyar dolara ulaştı ve dünyanın en büyük ekonomisi oldu. Planlı kalkınmayı Güney Kore ve Tayvan da uyguladı. Başardılar. Ayrıntları ileride anlatacağım.

    ABD neden değişiyor? 

    Şimdi Trump diyor ki; bu Küreselleşme işinde biz dünyayı iyi sömürdük ama bu Çin fazla oluyor! Üretimleri her yıl arttı. Amerika’nın Çin’e karşı dış ticaret açığı yıllık 375 milyar dolara ulaştı. Yalnızca bilgisayar ve akıllı telefon parçaları ithalatı için Çin’e 144 milyar $ ödüyoruz. Bu böyle sürmez. İç pazarımı koruyacağım. Çin’den gelen ithalata uyguladığım vergileri yükseltiyorum. Amerikalı firmalar üretimi ülke içine kaydıracak, istihdam ve gelir artacak.

    Bununla birlikte bir süredir Çin’e, denetimli götürdüğü Yuan’ı değerlendir baskısı vardı. Çin, Yuan’ın değerini kendi çıkarına uygun biçimde denetliyor. Biz 2002’de Kemal Derviş aracılığı ile emperyalistlerin istediği 15 günde 15 yasa ile birlikte Türk Lirası’nı, uluslararası piyasaların eline bıraktık. (AS: konvertibiliteye geçiş)

    Bu arada yeni haritası için Irak ve Libya’yı parçalayan emperyalizm sırayı Suriye’ye getirdi. Ve gördü ki artık Çin dışında başka aktörler de var. Çin’le işbirliğine giden Rusya, İran, Hindistan. Bölgede Beşar Esad yıkılmadı. Beş günde Emevi Camii’ne namaz kılmaya gidecek olan Davutoğlu, O’nun yerine evine gitti. Amerika ise 6 bin TIR’la silahlandırdığı PKK’nin, “Biji serok Obama!” sloganlarıyla Suriye’nin %30’unu gasp etmesini sağlayarak bölgede kendi hedefleri için önemli bir kazanç sağladı.
    ABD ile yeni aktörler arasındaki savaş bizim bölgemiz üzerinden kızışıyor. Karşılıklı hamleler geliyor. Bir yandan ticaret devam ediyor. Biz yönümüzü ararken büyük ekonomik bunalımın içine sürükleniyoruz.

Salı günü devam.