Etiket arşivi: iş cinayetleri

Emekçi canına doymayan yağmacı düzensizlik!

SİYASET20.10.2022, BİRGÜN

İktisadi liberalizm, piyasa ekonomisi olarak, günümüz kapitalist sistem veya anamalcı iktisadi düzene belli ölçülerde uyarlanmış bulunuyor. Globalleşme sürecinin yarattığı uluslararası iktisadi dizginsiz yarışmaya karşın, kapitalist devletler, ulusal iktisadi yapılarını, düzenleme-denetleme-yaptırım yoluyla kurallara bağlamakta. AB’de en karmaşık düzenlemeler, iktisadi ve mali yapılara ilişkin: İnsan-para, insan-çevre ve eşya ilişkileri, girişim özgürlüğü çerçevesinde oldukça karmaşık düzenlemelere bağlı.

Refah devleti veya sosyal devlet gerekleri doğrultusunda ekonomik kamu düzeni ve çevresel kamu düzeni ereğindeki kurallara ilişkin çalışmalar, ulusal ve uluslararası ölçekte oldukça yaygın.

İktisadi ve mali alanlarda oldukça katı kurallara karşın siyasal liberalizm, daha az ve esnek düzenlemelerle sağlanıyor. Avrupa’da siyasal partiler yasası olmayan devletler bile var; ama aynı devletler, seçim harcamalarını çok sıkı kurallar yoluyla denetliyor.

Dahası, demokratik toplum dokusu üzerine yasal düzenlemeler, bu özgürlükleri sınırlamaktan çok güvencelemeye yönelik. Düşünce, toplantı ve dernek özgürlükleri, çoğulcu toplumun temel taşları.

Türkiye’de ise, altyapı hizmetleri, göstermelik ve istiktrarsız düzenlemelerle yürütülüyor. Kamu İhale Kanunu değişiklikleri ve maden ruhsatları, hukukun yağma düzeni için kılıf olarak kullanıldığının başlıca göstergeleri.

Büyük alt yapı yatırımları, inşaatlar, tesisler vb. alanlar, düzenleme-denetleme-yaptırım zinciri bakımından çok esnek ve gevşek olduğu gibi yürürlüktekiler bile uygulanamıyor.

Siyasal liberalizm alanı ise, çok katı düzenleme-denetleme ve yaptırım alanı çok yoğun: caydırıcı ve bastırıcı önlemler, yasaklayıcı ve kişiyi özgürlüğünden alıkoyan yaptırımlarla bezeli.

Avrupa Devletleri ve Türkiye arasındaki karşıtlık, son hafta zirve yaptı. Nasıl?

Amasra cinayeti, pazar ekonomisi adı altında yağmacılığı, 41 can ve onlarca yaralı ile acı bir biçimde ortaya koydu.

Sansür yasası ise, AKP-MHP ittifakının demokrasiye ne denli yabancı olduğunu bir kez daha doğruladı.

Karşıtlık o denli açık ki, göz göre göre gelen Amasra maden cinayeti sorumluları ve suçluları, muhtemelen özgürlükleri alıkonulmayacak; tam tersine, ihmaller ve düzenleme-denetleme-yaptırım zincirindeki sorumluları teşhir edenler cezalandırılacak.

Bir de kara mizah: sansür yasası TBMM’de oylandıktan iki gün sonra, Amasra cinayetlerini “kader planı” olarak niteleyerek “bilgi kirliliği” yaratan kişi, iki gün sonra, 7418 sayılı dezenformasyon kanununu yürürlüğe koydu. Dünkü grup konuşmasında ise, Avrupa devletlerindeki durum üzerine tam bir “resmi dezenformasyon” yaptı.

Niyeti/düşünceyi/kanaati ve bilgi paylaşımını bastıran ve yaptırıma tabii tutan yasa, totaliter rejim eğiliminin teşhiri.

İktisadi alanda ise, kapitalizm veya neo-liberalizm değil, tam bir yağma ve kaptı-kaçtı düzensizliği geçerli. Soma acıları ve süreğenleşen iş cinayetleri belleklerde canlı iken, onca rapor ve önlem önerisine karşın geliyorum diyen cinayet, bunun açık kanıtı.

Para aklama yasaları zincirine eklenen Anayasa’ya aykırı kur korumalı mevduat düzenlemelerini Nass’a dayandıran anlayış, cinayeti bile din istismarı vesilesi yapabiliyor.

Bir ay kadar önce Amasra’ya “nezaket” ziyaretinde bulunup madencilerle “hatıra” fotoğrafı çektiren Enerji Bakanı’nın, bilgi vermek için geldiği TBMM’de dalga geçer gibi yaşamını yitiren madenci yakınlarına yardım vaat lütfu, pek öfkelendirici.

Gensoru önergesini de kaldıran 2017 Anayasa kurgusunun keyfi uygulaması karşısında vekillerin istifa çağrısı, Genel Kurul salonunu inletmekle sınırlı kaldı.

Şu halde temel sorun, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme ’nin, Türkiye toplumuna örtmeye çalıştığı totaliter şalı yırtıp atmak.

Bunun için, iktisadi liberalizm ve siyasal liberalizm kavramları başta gelmek üzere, doğru ve gerçek bilgiyi topluma yayma kararlılığı hiç eksik edilmemeli.

Yağmacı (iktisat) ve yasakçı (toplumsal) Cumhur İttifakı çifte kelepçesini sandıkta kırıp atmanın yolu, dayanışma ve daha geniş örgütlenme halkalarını örmekten geçiyor.

TİP Genel Başkanı Erkan Baş: AKP, tarikatlara omuz verecek diye memlekette koronavirüs yaygınlaşıyor

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, Halk TV ekranlarında yayınlanan Ayşenur Arslan’ın hazırlayıp sunduğu Medya Mahallesi isimli programda bir kez daha “Kapitalizm öldürüyor, yaşamak için sosyalizm” dedi.

29 Nisan 2021, www.cumhuriyet.com.tr ve TBMM Tutanakları

TİP Genel Başkanı Erkan Baş: AKP, tarikatlara omuz verecek diye memlekette koronavirüs yaygınlaşıyorBir buçuk yıldır hükümetin derdinin vatandaşının sağlığını korumak olmadığını söyleyen TİP Genel Başkanı Erkan Baş, hükümetin gerçek nedeninin ise: “5000 civarına düşürmemiz gerekiyor vaka sayısını. Neye göre? 17 günde rakamları düşürelim. Haziran ayında turizmden para kazanmaya devam edelim. Yaklaşım bu. Bir buçuk yıldır iki temel dert var: 1. İktidarımız yıkılmasın, iktidarımızı koruyalım. 2. Para kazanmaya devam edelim” olduğunu ifade etti.

Erkan Baş’ın konuşmasından satır başları ise şöyle:

  • Dünyanın insanlık dışı bir sistem ile yönetildiğini insanlığın pandemiyle daha iyi kavradığını; kendi yaşamından deneyimleyerek öğrendiğini ifade ederek sözlerine başlayan Erkan Baş: “Herkes bu içinde yaşadığımız sistem; bu kadar mı kötü bir sistem, nefes alamıyoruz, deme noktasına gelmiştir. Böyle eşitsiz bir dünyaya Pandemi geldi ve bizim şanssızlığımız da pandemiye bir de AKP iktidarında yakalanmış olmak.” dedi.

  • İktidarın beceriksiz değil, kötü olduğunu ifade eden Erkan Baş: “Bu iktidar, beceriksiz bir iktidar mı? Değil! 20 yıldır koltukta oturmayı beceriyor. Bütün yandaşları zengin etmeyi beceriyor. Kendi çıkarları olan her şeyi hayata geçiriyor. Medyanın %98’ini denetim altına almayı başarıyor. Kendileri söz konusu olduğunda birçok şeyi başarabiliyor. Peki, halkın ihtiyaçları söz konusu olduğunda niye başaramıyor? Bence beceriksizlik değil bu. Kötüler. Bizi düşünmüyorlar. Bizi sevmiyorlar. Bizi önemsemiyorlar. Aslında kendileri söz konusu olduğunda baya becerikliler.” diye sözlerini sürdürdü.

“BÖYLE TAM KAPANMA OLMAZ”

  • Pandeminin başından beri TİP’in, emekçiye tam destek verilerek tam kapanmayı savunduğunu söyleyen Erkan Baş, Türkiye’de nüfusun %83’ünün çalışmaya devam edeceğini, çalışmayanların yalnızca 4 milyonluk çok dar bir alan olduğunu, tam kapanma dedikleri şeyin pandemiyi bitirmeyeceği gibi emekçiyi de mağdur edeceğini söyledi.

  • Konuya ilişkin sohbet ettiği bir esnafın, “Ben çok kriz gördüm. 55 yaşındayım. 40 yıldır bu ülkede vergi veriyorum. Bugüne kadar devletten 1 lira almadım. İlk defa Cimer’e yazdım. Ona da bir cevap gelmedi. 2001 yılında büyük krizde pek çok şeyimi kaybetmiştim. Ama umudumu kaybetmemiştim. Şimdi umudumu kaybettim” sözlerinin aslında ülkenin geldiği durumu ifade ettiğini de sözlerine ekledi.

  • Türkiye’nin dünyada pandemi sürecinde yurttaşına destek konusunda son iki ülkeden bir tanesi olduğunu, milli gelirin sadece %1’inin destek olarak ayrıldığını, fakat hükümetin en güzel becerdiği işlerden biri olan rakamlarla oynayarak yalan söylediklerini ifade eden Erkan Baş, bunun tüm yurttaşlarımız tarafından böyle bilinmesi gerektiğinin altını çizerek: “Tam kapanma şöyle yapılır. Sağlık gibi, yiyecek gibi çok kritik sektörlerde olağanüstü önlemler alarak insanları çalıştırırsınız. Hayatı durdurursunuz. İşsizlik, yoksulluk, açlık hat safhaya gelmiş. Bir pandemi krizi yaşıyoruz. Virüs sınıf ayrımı yapmıyordu.

  • Ama bunlar ne yapıyor. Virüsün bütün yükünü, işçilere, emekçilere, alın teri ile yaşayanlara yüklüyorlar. Virüsün bütün bedelini memleketin çalışanları ödüyor. Bir yılda 2427 işçiyi iş cinayetlerine kurban vermişiz. 68’i çocuk. 412’si sağlık emekçisi, 100 öğretmen önlenebilir nedenlerle hayatını kaybediyor. İş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin %96’sı sendikasız. İş yerinde sendika olmadığı için, işçinin hakkını koruyabilecek bir örgüt olmadığı için işçi canından oluyor. Sendikalaşmaya çalışan işçiler polis copuna maruz kalır, jandarmasına maruz kalır. Sendikalı olmak ya da olmamak ölüm ile yaşam arasındaki tercih haline geldi. 160 moto kurye pandemide ölmüş. Niye? Zamanla yarışıyor çünkü bu insanlar. Sekiz dakikan var. Yetiştiremezsen maaşından keserim. Akıl alır bir şey mi? Bunların hepsi önlenebilir, sorumlusu doğrudan iktidar olana cinayetler.

“ONLAR TARİKATLARA OMUZ VERİYOR;
BİZ ÖLÜYORUZ!”

AKP’nin yaptığı “lebaleb kongrelerin salgının yayılmasına etki ettiğini, gerek Sağlık Bakanı’nın gerek İçişleri Bakanı’nın sorumsuzca, tarikat şeyhlerinin kalabalık cenazelerine katıldığını dile getiren Baş şunları söyledi:

“AKP kongrelerde şov yapıyor, tarikatlara omuz veriyor! Yaptığı şey bu. AKP şov yapacak, tarikatlara omuz verecek diye memlekette koronavirüs salgını yaygınlaşıyor. İçişleri Bakanlığı kendi yayınladığı genelgeye uymuyor. Sağlık Bakanının daha kötü bir fotoğrafı var. Katıldığı cenaze töreninden saklanıyor. Bunların hepsi en azından taksirle ölüme sebep verme suçudur. Bunların beceriksizliğini sağlık emekçileri kapattı. Canlarını ortaya koyarak… Pandemi döneminde sağlık emekçisinin hakkını vermekten niye kaçınıyorsun? Covid-19, sağlık emekçisi açısından bir meslek hastalığı değilse nedir? Bu kadar insani değerlerden bile yoksun bir iktidar ile karşı karşıyayız…”

“BU İKTİDARIN HAYATTAKİ EN BÜYÜK KORKUSU GEZİ!”

Gezi Direnişi’ne de değinen Erkan Baş, “Bu iktidarın hayattaki en büyük korkusu Gezi’ydi. Ben o parkta ordaydım. Gezi benim hayal ettiğim Türkiye’nin, yaşanmış biçimiydi. Ast üst ilişkisi yoktu. Herkes eşitti. Gezi’den polis şiddetini çıkartın, bir tek kişinin tırnağı kanamamıştır. Yandaş müteahhitleri zengin edecekler diye doğayı katlediyorlar. Rize’nin yoksul, insanları işlerini güçlerini bırakmışlar kendi topraklarına sahip çıkmak için mücadele ediyorlar. Gezi’nin aynısı. Hala bugün Taksim’de yeşil bir alan varsa Gezi Direnişi’nin eseridir” ifadelerini kullandı.

“MECLİSTE 3’TEN ÇOK VEKİL OLSAK,
ÇOK DAHA ETKİLİ İŞLER YAPABİLİRİZ”

Ülkemizde gerçek bir muhalefet ihtiyacı olduğunu, bu boşluğu doldurmaya çalıştıklarını söyleyen Erkan Baş yurttaşlardan da şunları düşünmelerini istedi:

“Şöyle bir kaygımız var: “Bunlar nasıl olsa Mecliste üç kişi yapıyorlar, yapacaklarını” diye düşünmesin yurttaşlarımız. Şöyle düşünsünler; “mesela 23 kişi olsalar, grupları olsalar neler yaparlar” diye düşünüp TİP’i o seviyeye taşımak gerekir.

Yirmi yıldır bu iktidar bu kadar halk düşmanı politikalara karşın o koltukta hala oturabiliyorlarsa burada bir muhalefet eksikliği de vardı. Biz muhalefet şunu yapmıyor, bunu yapmıyor demek yerine ne yapılması gerektiğini göstermek istiyoruz. Önümüzdeki seçimde aşağı yukarı on milyon genç ve oy kullanmayacağını söyleyen insan var. Biz bu insanlara seçmen muamelesi yapılmasını reddederek başlıyoruz. 365 gün yurttaşsınız. Dolayısıyla siyasete 365 gün katılmalısınız. Siyaset dışına itilmiş, emekçiler, kadınlar, gençler siyasette özne olabilirlerse her şey değişir.”

Siyaset yalnızca Meclise Ankara koridorlarına sıkışacak bir şey değil. Nefes alıp vermek bile bir siyaset gerçekte. Nasıl nefes alıp vereceğimize karar veren bir kuruma siyaset diyoruz. Ne kadar asgari ücret alacaksınız, ne kadar maaş alacaksınız, nasıl bir sağlık hizmeti alacaksınız, nasıl bir eğitim hizmeti alacaksınız, nasıl bir ülkede yaşayacaksınız?.. Bunların hepsine karar veren şey siyaset. Sizin adınıza başkası karar vermesin. Siz kendi adınıza karar veren mekanizmaların içinde olun.

“EŞİTLER ARASINDA BİR DAYANIŞMA BİRLİĞİ KURALIM”

Hepimiz, kendimize akşam yattığımızda şunu soralım: Bu gidişi durdurmak için bugün ne yaptık? Ben de diyorum ki, buyurun TİP’e katılın. Ama öyle dışardan katılmayın. Bize üye olmak için zengin olmaya, servet sahibi olmaya gerek yok. Bu memleketin iyiliğini, güzelliğini istiyorsanız, emekçinin hakkını savunacaksanız bizim partimiz size açık.”

Bu iktidar şunu yapıyor: El açalım ve dilenelim, sadaka versinler bize. Reddedelim sadakalarını… Biz eşitler arasında bir dayanışma birliği kuralım.

Bu iktidarı değiştirmek için direnin! Haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı direnin! Direnenlerin yanında olun. Rize’deki direniş hepimiz adına yapılıyor. Hep birlikte bir baskı unsuru olduğumuzu hissettirmemiz gerek. Kendi kendimize sinirlenip kendi kendimize konuşmayalım. Birlikten kuvvet, ancak hareket edersek doğar… Örgütlenirsek yaşayabiliriz.”

“LAİKLİK, BUGÜN VATANDAŞIN KÜÇÜLEN EKMEĞİDİR!”

Kapanma süresince alkol satışı yasaklarına ilişkin de konuşan Erkan Baş şunları kaydetti:

“Türkiye’de laiklik, özgürlük vatandaşın küçülen ekmeği ile birebir ilgilidir. 15 yıl önce 20 yıl önce laikliği Çankaya’da, Moda’da, Karşıyaka’da viskisini yudumlamak isteyenlerin derdiymiş gibi anlatıyorlardı bize. Yoksul halk sanki laikliğe karşıymış gibi bir algı geliştirmeye çalışıyorlardı. Oysa Laiklik Türkiye’nin en temel gündemlerinden biri. Laik bir ülkede FETÖ olabilir miydi? Böyle bir cemaat, devlet içinde örgütlenebilir miydi? FETÖ’nün en temel özelliği neydi? Özel okullar, dershaneler. Burada ne yapıyorlardı? Zeki, olanağı olmayan yoksul çocukları alıyorlardı. Bu çocukları örgütleyip devletin çeşitli kademelerine yerleştiriyorlardı. Şimdi aynı sıkıntı yok mu?

Zeki bir çocuğunuz var… Paranız yoksa yalnızca imam hatibe gönderebilirsiniz. Mecbursunuz. Laiklik, bu memlekette yoksul, emekçi çocukların okuyabilmesi için önemli. Laiklik, bu memleketin tarikatların cemaatlerin eline geçmemesi için önemli. İçki tartışmasında aslında bunların yaptığı şey tarikatlara, cemaatlere omuz veriyorlar… Orda bir taban kaymasın diye. Biz dimdik karşısındayız. Kim içer, kim içmez beni ilgilendirmiyor. Mesele o değil. Mesele, iktidar, bir yaşam biçimi dayatıyor. Türkiye’de artık kırıntılarından bahsettiğimiz laikliğin ortadan kaldırılması var. Bunu kabul etmek mümkün değil.”

RUHSAR PEKCAN HAKINDA SUÇ DUYURUSU!

TİP Genel Başkanı Erkan Baş, Ayşenur Aslan’ın Ruhsar Pekcan hakkındaki sorusuna da, “AKP zenginlere hizmet için, zenginleri daha fazla zengin etmek için kurulmuş bir iktidar ve onun etrafında kümelenenlerle besleniyorlar. Sağlık Bakanı özel hastaneler zinciri sahibi. Adam para kazanmak için yaptığı işin başına geldi. Turizm Bakanı’nın oteller zinciri var. Onun başında. Milli Eğitim Bakanı’nın özel okullar zinciri var. Onun başında. Şimdi anlıyoruz ki Ticaret Bakanlığının başına da gümrük kaçakçısını getirmişler. Bilinmeyen bir şey de değil. Kadınla ilgili bürokratlarınıza yazı gönderiyorsunuz, dikkat edin dolandırıcılık yapıyor, diye. Sonra getirip Ticaret Bakanlığının başına koyuyorsunuz. Biz salı günü Ruhsar Hanım hakkında bir suç duyurusunda bulunduk. Yüksek yargı, sarayın özel hukuk işleri bürosu gibi çalışıyor. Bunu biz de biliyoruz. Ama burada bizim bir işlem başlatmamızın anlamı şudur: Savcıya sen de sorumlusun, diyoruz. Dosayalar kapatılmayacak. Yarın bir gün iktidar değiştiğinde de bu dosyalar ile ilgili işlemler yapılacak” yanıtını verdi.

  • “Ruhsar Hanım’ın kendi Bakanlığını dolandırması sürpriz değil ki. Zaten biliniyor bu, o Bakanlığa oturtanlar zaten benzer işler yaptığını biliyor. Belki de bunun için oturttular. Gizli ortakları bulmamız lazım! Bunlara ihaleyi yıkıp kaçmak isteyen birileri var gibi hissettim. Kediye ciğer teslim edilmiş burada. Kim teslim etti? Bu durum bilinmesine rağmen bunu bu göreve getirenler hakkında da suç duyurusunda da bulunmak lazım.”

“Bu devran böyle gitmez. Buna güvenip böyle pervasızca hırsızlıklar, yolsuzluklar yapanlar, küpümüzü doldurabildiğimiz kadar dolduralım diye düşüneneler büyük bir suç işliyorlar. Bizde bazı hesaplar gecikebilir. Yarına kalır ama asla yanına kalmaz. Herkes bunu düşünsün.” sözleriyle yanıt verdi.

“SESİMİZİ YÜKSELTİRSEK ONLAR GERİ ADIM ATMAK ZORUNDA KALIYORLAR”

Program biterken Erkan Baş, sözlerini şöyle sona erdirdi:

“Toplumda özgüven kırılmasının önüne geçmeliyiz. Hayal kuramıyoruz. Dünyamızı o kadar karartılar ki. Vatandaş hayal kuramaz noktaya geldi. Biz yeniden vatandaşa hayal kurduracağız. Hayal bir ufuk çizgisidir… Ulaşmak istediğimiz hedeftir. Oraya yürürken kazanacaklarımız çok önemli. İnsanın, toplumsal, kültürel sayısız ihtiyacı var… Tatil yapmayı hayal edemez hale geldik. Yurttaşın tepkisi önemli. Deneme yapıyorlar. Yurttaşın tepkisini ölçüyorlar. Ona göre pozisyon alıyorlar. Biz bu haksızlıklara, adaletsizliklere karşı yurttaşlık hakkımızı kullanıp sesimizi yükselttiğimiz zaman, onlar geri adım atmak zorunda kalıyor.”

İSİG Meclisi: Temmuz ayında en az 164 işçi yaşamını yitirdi

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, iş cinayetlerinde Temmuz ayında en az 164 işçinin, 2020 yılının ilk yedi ayında ise en az 1098 işçinin yaşamını yitirdiğini duyurdu. (12.08.2020, https://www.sol.org.tr/haber/isig-meclisi-temmuz-ayinda-en-az-164-isci-yasamini-yitirdi-11896 

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), Temmuz ayı raporunu yayımlandı. Rapora göre Temmuz ayında en az 164 işçi yaşamını yitirdi. Vestel ve Dardanel’deki ağır çalışma koşullarını, koronavirüs ölümlerini hatırlatan İSİG, 2020’nin ilk 7 ayında ise iş cinayetlerinde en az 1098 işçinin yaşamını yitirdiğini açıkladı.

İSİG raporundaki veriler şöyle:

  • 164 emekçinin 140’ı ücretli (işçi ve memur), 24’ü kendi nam ve hesabına çalışanlardan (çiftçi ve esnaf) oluşuyordu.
  • Ölenlerin 3’ü kadın işçi, 161’i erkek işçi. Kadın işçi cinayetleri tarım, kimya ve sağlık işkollarında gerçekleşti.
  • Yedi çocuk işçi can verdi. Çocuk işçi cinayetleri tarım, tekstil ve ticaret işkolunda gerçekleşti.
  • Ölenlerin yaş ortalamasına baktığımızda: Kendi nam ve hesabına çalışanlar (çiftçi ve esnaf) 51 yaş, ücretliler (işçi ve memur) 39 yaş.
  • 51 yaş ve üstünde ise çalışırken ölen 43 emekçi bulunuyor: Çiftçiler ile tarım, gıda, kimya, büro, metal, inşaat, enerji, taşımacılık, sağlık, güvenlik ve genel işler işçileri.
  • 6 göçmen/mülteci işçi yaşamını yitirdi: 5’i Suriyeli ve 1’i Afganistanlı.
  • Ölen işçilerin 7’si sendikalı. Sendikalı işçiler tarım, madencilik, inşaat ve belediye işkollarında çalışıyordu.
  • Ölümler en çok tarım, inşaat, taşımacılık, kimya, metal, madencilik, enerji, belediye/genel işler, gıda, sağlık, güvenlik, tekstil ve ticaret/büro işkollarında meydana geldi.
  • En çok ölüm nedenleri sırasıyla ezilme/göçük, trafik/servis kazası, yüksekten düşme, elektrik çarpması, Covid-19, patlama/yanma, kalp krizi, zehirlenme/boğulma ve şiddet.

İş cinayetlerinin şehirlere göre dağılımı ise şöyle:

11 ölüm Sakarya’da; 9 ölüm İstanbul’da; 8’er ölüm Bursa ve Kocaeli’de; 7’şer ölüm Mersin ve Zonguldak’ta; 6’şar ölüm İzmir, Kahramanmaraş ve Samsun’da; 5’er ölüm Antalya, Gaziantep ve Manisa’da; 4’er ölüm Kastamonu, Muğla ve Tekirdağ’da; 3’er ölüm Ankara, Aydın, Balıkesir, Denizli ve Diyarbakır’da; 2’şer ölüm Adana, Ağrı, Bolu, Çanakkale, Çorum, Edirne, Gümüşhane, Karabük, Konya, Mardin, Osmaniye, Şanlıurfa ve Cezayir’de; 1’er ölüm Adıyaman, Afyon, Aksaray, Amasya, Ardahan, Artvin, Bartın, Bayburt, Bilecik, Bingöl, Düzce, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Hatay, Isparta, Karaman, Kayseri, Kırklareli, Kütahya, Malatya, Ordu, Rize, Trabzon, Uşak, Van ve Yunanistan’da yaşandı.

HAVAİ FİŞEK !

HAVAİ FİŞEK !

İşaret fişeği olarak da okuyabilirsiniz!

Dr. Ceyhun BALCI
https://cumhuriyetciyorum.wordpress.com/2020/07/04/havai-fisek/

Son zamanlarda havai fişek tüketiminin arttığını fark ediyorduk. Çocukluğumuzda maytap ve çatapatla sınırlı olan bu türden tüketimin hızla havai fişeğe yöneldiği belliydi. Hemen her alanda üretimden vazgeçen Türkiye’nin havai fişek ürettiğini Hendek’te yaşanan ölümcül patlamayla öğrenmiş olduk.

Özel günlerde tüm toplumu ilgilendiren kutlamalarda havai fişek geceyi aydınlatan, ona renk katan öğe. Kullanımı kişiselleştikçe görsel ve işitsel kirlilik kaynağı olduğu da kesin.

Adliyemiz bu ve benzeri önceki olaylarda olduğu gibi ihmali görülenleri tez zamanda derdest ederek kamu vicdanını rahatlatacaktır. Sorumlu tutularak sanık sandalyesine oturtulacaklar gerçek nedenden çok kâğıt üstündeki sürecin tamamlanmasına yönelik sürecin kurbanları olacaktır. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı ilk akla gelenlerdir.

Dün patlamaya ilişkin haberlere göz atarken bir başka önemli ayrıntıya değinildiğini gördüm. Emek ortamında her geçen gün kısıtlanan sendikal örgütlenme de önemli bir eksiklik olarak bu ve benzeri iş cinayetlerinde önemli rol oynuyor. Kuşun bir kanadı demek olan sendikal örgütlenme olmayınca Hendek’te olduğu gibi kuş yere çakılıyor.

Türkiye’de hız kazanmış olan ve artık önü alınamaz coşkunlukta akan bir ırmağa benzetebileceğimiz dinselleşme emek alanında da önemli işlev görüyor.

Belleğimden bir kırıntıyı paylaşmak yararlı olur. On yılı aşkın süre önceydi. İzmir Basmane’deki Tek Gıda İş binasına asılmış dev bir pankart çekmişti dikkatimi. Birebir değilse de anlam olarak aktarıyorum.

“Müslüman işverenin, Müslüman çalışanlarının sendikal örgütlenmeye gereksinimi olamaz!”

Müslüman patron, Müslümanlığı bir yana ülkenin hızla yol aldığı dinselleşme ortamında keskin zekâsını kullanarak durumdan yararlanmayı seçmişti belli ki! Tanınmış süt ürünleri üreticisi YÖRSAN kaynaklı inciye eşdeğer sözler ibret alınsın diye sendika yapısını boydan boya kaplayacak şekilde asılmıştı.

Hendek’te emekçilere mezar olan havai fişek fabrikasında da sendikal örgütlenmeye göz açtırılmadığını okuyoruz haberlerden. Sendikal örgütlenme emekçi kanadının olmazsa olmazı. Onun olmadığı yerde işçi sağlığı ve işyeri sağlığından (AS: ve güvenliğinden!) elbette söz edilemez.

Yine dünkü haberlerden birinde Cumhurbaşkanının önlemler alındı sözü yer almaktaydı. Basra yıkıldıktan sonra önlem almak neye yarar diye sormaktan kaçınılabilir mi? Önlem alınsaydı dünkü patlama yaşanmazdı. Sendikal örgütlenme olsa işvereni önlem almaya hem yasal hem de vicdani açıdan zorlamayı göz ardı etmezdi.

Dünkü patlamanın yaşandığı, fabrika demeye dilimin varmadığı kurum daha önce iş güvenliği gereklerini yerine getirmediği için kapatılmış. Görünmez el devreye girerek kilidi açmış ve sendikasız daha doğrusu dikensiz gül bahçesindeki üretim sürdürülmüş. Rastlantı mıdır bilemem! Hendek’teki kurumun paydaşları MÜSİAD Sakarya Şubesi’nin ileri gelenleriymiş. Başka deyişle, yandaşın yandaşı kimseler!

YÖRSAN’ın yıllar önce din üzerinden tırmandırdığı sendika düşmanlığı her geçen yıl güç kazandı. Din yalnızca yaşam biçimini değil iş ortamını da etkisi altına alan bir aygıta dönüştü. Uzak olmayan gelecekte sendikal örgütlenme din düşmanı bir olgu olarak tanımlanırsa hiç kimse şaşırmasın!

Dinselleşme insan yaşamını ucuzlatan, insan yaşamının hesabının sorulmasının önüne duvar ören, iş güvenliğini ortadan kaldıran ve bugüne dek çok da sorgulanmayan bir başka yanıyla karşımıza çıkmış oldu. Bundan böyle işin bu yanıyla daha sık karşılaşacağımızı söylersek falcılık yapmış olmayız!

Dinselleşme siyasetin oy, iş dünyasının para deposu olarak da bir kapı açmış oldu. Bu kapıdan girmeye hevesli çok kişi olacağı kuşkusuzdur. Kayıtlara kaza olarak geçecek olan bu iş cinayetinin işlendiği yer bir süre sonra yeniden üretime geçerse kimseler şaşırmayacaktır.

Emekçinin biricik güvencesi olan “kıdem tazminatı”na göz dikenlerin de aynı yolun yolcusu oldukları akıldan çıkartılmasın! Bizler uyanıp, sorgulamayı akıl edene dek…

HER YIL 6’DAN FAZLA SOMA

HER YIL 6’DAN FAZLA SOMA

Recep Yılmaz
Mühendis

[Haber görseli]

Türkiye’de iş kazaları ve iş cinayetlerine bakış açısı birçok konuda olduğu gibi yine yalnızca sayısal veriler üzerinden ilerliyor.
Olayın arka planında yatan ideoloji, emek sermaye çelişkisi, taşeronlaşma, sendikasızlaştırma ve yandaş sendika sistemi hep göz ardı ediliyor. Konu yalnızca işçilerin eğitimsizliği etrafında dönüyor.
Ana haber bültenlerinde ise sansasyonel bir yaralı ya da ölü sayısı yoksa iş kazalarının gündemde yeri bile yok. Son yaşanan Soma, Ermenek ve Torunlar facialarının bir müddet gündemde kalması ve ardından tekrar yaşanan suskunluk ve sorumsuzluk dönemi de buna örnek.

Cezasızlığın egemenliği

Örneğin bu ülkede 2018 yılında iş cinayetleri sonucunda 1923 işçi yaşamını yitirdi. Yani her yıl 6’dan fazla Soma katliamı yaşanıyor aslında.
Bu ülkede iş kazaları AKP ile başlamadı elbette ama taşeronlaşma, sendikasızlaştırma ve grev düşmanlığı bu dönemde en üst seviyeye yükseldi. Kıdem tazminatından bir fon yaratma arzusu bu dönemde yüksek sesle dile getirilebilir oldu. Esnek çalışma ve kamu eliyle 6 aylık, 9 aylık süreyle geçici çalışma bu iktidarın bir ürünü. 12 Eylül’ün sunduğu “dikensiz gül bahçesi” ile emek düşmanı neo-liberal uygulamaları hayata geçiren Özal’lı yıllar (ANAP) güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma ve özelleştirme dalgası için yeterince altyapı sağlamıştı zaten. 12 Eylül’ün ekonomik karakteri, başka bir yazının konusu olabilir. Ama bugün yaşananların karakterini dünde aramak yanlış olmasa gerek.
Asıl konuya dönersek 2002 yılında 872 olan işçi ölümü 2018’de 1923’e ulaştı. Ülke nüfusu %25, çalışan sayısı ise %40 artmış olmasına karşın iş cinayetleri 16 yılda %120 arttı.

  • Sendikalaşma oranlarına bakacak olursak;
  • 2002 öncesi %58 oranında olan sendikalaşma 2018’de %13 oranındadır. Ancak bunun yarısı toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptir.
  • Kamu dışında özel sektörde çalışan işçilerin ise yalnızca %5.5’i bir sendikaya üye.
  • İşçi ölümlerinin %98’inin sendikasız işyerlerinde yaşandığı gerçeği aslında çok şey anlatıyor.
  • Toplu iş sözleşmesi yoksa iş güvenliği ve işçi sağlığı önlemleri de yok demektir.

İş Güvenliği Yasası ile uygulanan İSG uzmanlığı ise düşsel (hayali) bir kavram olmaya devam ediyor. Uygulama neresinden tutulsa elinizde kalır. Cezasızlığın mutlak egemenliği sürdükçe bu iş, sorumluluğu birkaç ustabaşı işçiye veya mühendise yıkma girişiminden öteye gidemez.

Obez büyümenin nedeni

Sendikaların durumuna bakacak olursak; toplam 1 milyon 859 bin sendikalı işçiden 975 bini Türk-İş’e, 684 bini Hak-İş’e ve 171 bini DİSK’e üyedir. Toplam kayıtlı işçilerin yalnızca % 13’üdür.
İktidarın arka bahçesi görünümünde olan Hak-İş, 2002’de 306 bin üyeden bugün 684 bine yükselmiştir. Bu sayıda en büyük pay 315 bin üye sayısı ile AKP’li belediyelerde “örgütlü” Hizmet-İş Sendikası’na aittir.
Yine iktidarın güvenli kolları altında büyüyüp serpilen Memur-Sen ise 2002’de 41 bin olan üye sayısını bugün 1 milyona ulaştırmıştır. İki yılda bir izlenen toplusözleşme tiyatrosu ile sergiledikleri “performans” bu obez büyümenin asıl kaynağı olsa gerek.

Kâğıt üstünde

Son olarak yandaş sendikacılığın ve sarı sendikalarla kurulan ilişkilerin meyvelerini toplayan siyasal iktidar; sahte toplu iş sözleşmeleriyle iş güvencesi ve iş güvenliği olmayan ya da salt kâğıt üstünde olan bir alan yarattı. Ve en önemlisi esnek çalışmanın kayıtsız istihdamın yaygın olduğu bu güvencesiz çalışma ortamında sendika bürokratlarıyla birlikte dilediği gibi at oynatmaktadır.

  • Bunun sonucunda ise yeni Soma’ların yeni Ermenek’lerin yaşanılması maalesef kaçınılmazdır.

Bu düzenin sahiplerinin yapacağı tek şey ise ölenlerin arkasından timsah gözyaşları dökmek olacaktır.

Buna karşı işyeri tabanlı bir dayanışma ağı oluşturmak ve bürokratik gericilikten uzak bir örgütlenme yolu bu gidişatı tersine çevirebilir. (Cumhuriyet, 05.10.19)

Çalışma yaşamı savaş alanı gibi

Çalışma yaşamı savaş alanı gibi!

CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın hazırladığı rapor tabloyu ortaya koydu:

CHP’nin raporuna göre AKP döneminde en az 21 bin işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. 

Mahmut Lıcalı

Cumhuriyet, 07.12.18
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
[Haber görseli]

CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın hazırladığı “Çalışma Yaşamında ve İşçilere Yönelik Hak İhlalleri” adlı rapor AKP’nin iktidarda olduğu son 16 yılda, kadın ve çocukların da arasında bulunduğu 21 bin işçinin, işyerlerinde yaşamını yitirdiğini ortaya koydu. 2018’in ilk 11 ayında iş kazalarında yaşamını yitiren işçi sayısı 1800 oldu.

10 Aralık İnsan Hakları Günü öncesinde hazırladığı raporu değerlendiren Ağbaba,

  • “AKP iktidarının son 16 yılına baktığımızda yaşamın her alanında hak ihlallerinin yoğun olarak gerçekleştiğini görmekteyiz. Hak ihlallerinin en çok yaşandığı alanlardan birisi de çalışma yaşamı ve işçi haklarının ihlalidir.” görüşünü dile getirdi.

11 ayda 1800 kayıp

Raporda özetle şu saptamalar yer aldı:

Ölüme terk edildiler: AKP iktidarı boyunca en az 21 bin işçi işyerlerinde çalışırken ölüme terk edildi. Soma, Tuzla Tersaneleri, Davutpaşa, Ostim, Kozlu, Karadon, Ermenek, Esenyurt, Torunlar, Şirvan ve Şırnak’ta yaşanan iş cinayetleri AKP iktidarı döneminde öne çıkan iş cinayetleridir.

  • Yalnızca 2018 yılının ilk 11 ayında en az 1800 işçi, işyerlerinde çalışırken yaşamını yitirdi.

İşçi intiharları arttı: Çalışma yaşamındaki baskılar ve ekonomik kriz sonucunda son 5 yılda işçi intiharları % 300 oranında arttı. İşyerlerindeki çalışma koşullarına bağlı olarak son 5 yılda 300’den çok işçi, intihar ederek yaşamına son verdi.

15 grev yasaklandı: 190 binden çok işçinin grevi ertelenme adı altında yasaklandı. AKP iktidarı döneminde toplamda 15 grev yasaklandı. Yasaklanan grevlerin 7’si 21 Temmuz 2016 yılında ilan edilen OHAL rejiminde meydana geldi.

Özelde % 5 sendikalı

-100 işçinin 12’si sendikalı: AKP iktidara gelmeden önce % 50’lere varan sendikalaşma oranı Temmuz 2018 verilerine göre %12.76 dolayına geriledi. Her 100 işçiden yalnızca 12’sinin sendika üyeliği bulunuyor.

  • Özel sektörde çalışan işçilerin % 95’i sendikalı değil!

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) raporlarına göre,

  • Türkiye sendikal hak ve özgürlükler noktasında dünyanın en kötü 10 ülkesi arasına girdi.

-Güvencesizlik arttı: Esnek istihdam ve ucuz işgücünü alabildiğince çalışma yaşamına dayatıldı. OHAL dönemi fırsata dönüştürülerek işçi ve emekçi karşıtı birçok düzenleme yasalaştı.
===================================
Dostlar,

16 YILLIK AKP İKTİDARINDA
21 BİN EMEKÇİ KURBAN VERİLDİ!

Bunlarla da kalmadı! Rapora göre şu paragraf da eklenebilir yazımıza :

TAŞERONA İŞÇİSİNE KADRO ALDATMACISI

AKP’nin “21. yüzyılın kölelik rejimi olan taşeron çalıştırmayı” yaygınlaştırdığı saptaması yapılan raporda (https://www.evrensel.net/haber/367849/chp-calisma-yasami-raporu-16-yilda-en-az-21-bin-is-cinayeti, 08.12.18)

  • AKP’nin kadro vaadinin aldatmacaya döndüğü ve işçilerin yüz üstü bırakıldığı ifade edildi.

696 No’lu KHK ile 400 binden çok işçinin kadroya değil belediyelere bağlı şirketlerde işçiliğe geçirildiği aktarılan raporda, 500 binden çok işçiye ise kadro hakkı tanınmadığı aktarıldı.

Ayrıca, kadroya geçen işçilerin daha önceden var olan toplu iş sözleşmesi ve öbür haklardan yararlanamadığı da belirtildi.

12 Eylül 1908 döneminde başlatılan emek örgütlenmesinin eritilmesi operasyonu sürüyor.. En az 3 işçiden 1’i sendikalı iken, günümüzde bu oranın da 1/3’üne inildi.. Her 100 işçiden yalnızca 5’i toplu iş sözleşmesi yetkisi olan sendika üyesi..

12 Eylül 2010’da yapılan 26 maddelik blok oylamada Anayasa değişiklikleri halkoyuna sunuldu ve onaylandı. Bu değişikliklerden biri de 1’den çok sendikaya üyeliği yasaklayan hüküm idi.. “Özgürlük” gibi sunuldu.. “Yetmez ama evet” çi liboşlar halkı kandırdı.. İşçi 1’den çok sendikaya üye olarak nasıl daha özgür olabilirdi ki?? Elbette tersi oldu.. emek örgütleri daha da dağıtıldı.

Yaşasın emeğin örgütlenme hakkı !
Türkiye’de, 2018 sonunda yaklaşık 15 milyon işçiden yalnızca %5’inin üyesi olduğu sendika eliyle toplu sözleşme yapabilme hakkına sahip.. Bu oran ise kamu işçilerinin örgütlülüğü ile sağlanabiliyor. Özel sektörde durum daha da kötü..

İşveren sendikaları kaya gibi, monoblok; TİSK!
Emekçi ise parça parça.. TÜRK-İŞ, DİSK, AKP yanlısı HAK-İŞ… işçi örgütlenmeleri.
Memurlara ise sendikacılık oynatılmakta.. “grev” ve toplu sözleşme hakkı olmayan, salt “toplu görüşme” hakkı tanınan 3 milyonu aşkın kitle, her yıl Hükümet ile toplu görüşmede anlaşamamakta, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kesin son kararı vermektedir (Anayasa md. 53/4).

Sonuçta çalışanlar ulusal gelirin en az yarısını üretmekte ancak bu pastanın en çok 1/4’ünü alabilmektedir. Bunun çıplak adı,

  • Türkiye’de KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ – YOKSULLAŞTIRMA söz konusudur.

31 Mart 2019 seçimlerine dek bile ötelenmesi – ertelenmesi çoook ama çok güç, ağır bir ekonomik bunalım ülkemizi kuşatmış durumda..

AKP ise en tepelerden başlayarak acı gerçeği görmezden gelmeyi sürdürmekte..
Bu tablo her şeyden daha elim ve vahim!

TÜSİAD bile, artık saklanamayacak acı gerçekleri yeni ve eski başkanları ağzıyla çok net ve ısrarla, yineleyerek dile getirmekte..

İktidar  neyi beklemekte??

Halkın “AÇIZ – İŞSİZİZ – BORÇLUYUZ – HACİZDEYİZ…” diye sokaklara dökülmesi mi beklenmekte??
– Fransa’da başlayıp hızla yayılan, halkın SARI YELEKLİ insanca yaşam istemlerini
AKP nasıl okuyor?
Bunun polis – jandarma – paramiliter iktidar güçleri… zoruyla bastırılabileceği mi hesaplanmakta?
Yeni bir OHAL mi var ufukta ve hesapta??
OHAL altında seçimleri belirsiz geleceğe erteleme mi var?
Ne var, ne var AKP’nin “kutsallaştırılan” ‘kodlu‘ 2023 hedeflerinde??

Sevgi ve saygı ile. 09 Aralık 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Betona 551 milyar dolar

Betona 551 milyar dolar

Erinç Yeldan
07 Nisan 2018, Cumhuriyet

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye son 7 yılda yarım trilyon Doları aşan inşaat yatırımı yaptı. 

Alınan dış borç betona gömüldü

[Haber görseli]

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 yılına ait “büyüme” istatistiklerini yayınladı. Milli gelirimizin 2017’de %7.4 ile yeni bir rekor kırdığını ve dünya ekonomisinin önemli başarı öykülerinden birisi olduğunu öğrendik. 
2017’nin “göz kamaştırıcı” büyüme olgusunun ardındaki etkenleri kamuoyundaki tartışmalardan biliyoruz: hanehalkı ve devletin tüketim harcamalarındaki hızlı artış; “net” ihracatın olumlu katkısı; sabit sermaye yatırım harcamalarındaki sıçrama, … Ancak bu değerlendirmeler daha çok milli geliri oluşturan parçaların incelenmesiyle sınırlı kaldığından, büyümenin niteliği ve yapısal kaynakları hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmamıza yeterli olmuyor. Bunun için, TÜİK’in veri eksikliklerine rağmen, daha derine inmemiz gerekiyor. 
Üstteki tabloda, küresel krizin olumsuz etkilerinin (görece) atlatıldığı ve AKP ekonomi yönetiminin artık “çıraklık” dönemini geride bırakarak, “ustalık” dönemine girdiğini ilan ettiği 2010 sonrasına ilişkin üç temel veri var. İlki Türkiye’nin dış borç stokuna ilişkin. İkinci sütunda “inşaat” sektörü katma değeri ve nihayetinde milli gelir rakamları ABD doları bazında sergileniyor. 
Türkiye’nin 2010 yılında dış borç stoku 291 milyar dolar iken, milli geliri 772 milyar dolar idi. İnşaat sektörü bu rakamın %6.2’sini oluşturmaktaydı ve dolar cinsinden hesaplandığında 47 milyar dolarlık bir katma değer üretmekteydi. 2010’lı yıllar boyunca Türkiye’de konut inşaatına dayalı bir yatırım ve büyüme stratejisini uygulamaya konuldu. Milli gelir, dolar kurundaki iniş çıkışlara da duyarlı olarak, 772 milyar dolardan 2017 sonunda 851 milyara yükseldi (toplam 78.6 milyar dolarlık artış). İnşaat sektörünün payı %8.6’ya değin yükseldi ve yarattığı katma değer 2017 sonunda 73.2 milyara ulaştı (birikimli olarak 26.1 milyar $). 
Yani söz konusu yedi yılda inşaat sektöründeki büyüme, milli gelirin toplam büyümesinin üçte birini kendi başına sağlamaktaydı. Dolayısıyla, her bir dolarlık milli gelirimizin üçte biri inşaat faaliyetiydi! 
Şimdi bu harcamaların kaynağına bakalım. Türkiye’nin 2010’da 291 milyar dolar olan dış borç stoku, 2017’nin üçüncü çeyreği sonunda 437 milyara ulaşmış. Bu rakama göre dış borçlarımızın yıllık ortalama artış hızı %5.8’e ulaşıyor. Halbuki dolar bazında milli gelirimizin yıllık artış hızı sadece yüzde 1.4!

İnşaat YUTTU

Yedi yılda milli gelirde toplam artış 78.6 milyar dolar iken, dış borçtaki artış bunun neredeyse iki katı, 146 milyar dolar.

  • Türkiye her bir dolarlık milli gelir üretirken, yaklaşık iki dolar dış borç üretmiş.

Bunun üçte birini de inşaata “yatırmış”. İnşaat yatırımlarının yedi yıllık toplamı 551 milyar doları buluyor.

  • Tam yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapılmış.

Bu rakamın inşaat yerine, eğitim, sağlık, sosyal altyapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye’yi mevcut konjonktürde sadece tahayyül edebiliyoruz. Türkiye, yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izledi. 

  • Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreci her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandı.

“Bu sefer her şey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son buldu.
======================================
Dostlar,

İşte bir AKP klasiği daha…

Prof. Erinç Yeldan, son derece önemli bir makro denge – dengesizlik sorununu işliyor.
Yazık oldu yarım trilyon dolar borca!
İstanbul’da depreme karşı binaların dönüşümü ne yazık ki 1999’dan bu yana 19 yılda tamamlanamadı!.

Ülkemizin taşını toprağını satan AKP iktidarı, TOKİ’yi bir kamu kurumu olarak asla elden çıkarmadı. Vahşi kapitalist bir ekonomide Devlet eliyle inşaatlar sürdürüldü. Çok rahat arsa sağlandı TOKİ’ye.. Yasal mevzuat desteği de. TOKİ sosyal konuttan giderek lüks konuta ve işyerleri, cami inşasına yöneldi. Yandaş yükleniciler zengin edildi. 1 milyona varan konut fazlası üretildi, satılamayıp TOKİ’nin elinde şişti! Konutta net arz fazlası yaratıldı!

Ancak öğrenci yurtları sorunu ülkemizde çözül(e)medi!?
Tarikatlar, cemaatlar, vakıflar, dernekler.. bu alandaydı çünkü.
Bu yurt yangınlarında masum çocuklarımız yandı!
Bu yurtlarda masum çocuklarımızın ırzına geçildi!
Durdurulamıyor da! Ciddi yatırım, bağlantılar, süren inşaatlar, stoklar, makine parkı ve inşaat işçileri.. Ne yapmalı?? Yurtdışı pazarlar ülkemizdeki aşkın kapasiteyi emecek düzeyde değil.
Bu gün frene bassanız, yıllar sonra etkili olacak..
Bir de inşaat sektöründe yaşanan İŞ CİNAYETLERİ var ödenen acı bedel kapsamında.
Bari deprem bölgelerinde yapı stokları tümüyle yenilenebilse!

Bunlar devr-i AKP’de yaşandı ve iktidar değişmedikçe ne acı ki sürecek!
Bir delinin kuyuya taş atması örneği!

Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Türkiye’de kadrolu işçi olmanın bir önemi yok

‘Türkiye’de kadrolu işçi olmanın bir önemi yok’
Aykut Günel ile söyleşi

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
900 bin taşeron işçisinin kadroya alınmasına dair Hükümetin üzerinde çalıştığı düzenlemenin, sendikalara danışmadan hazırlanmasını eleştiren Kocaeli İSİG Meclisi üyesi Aykut Günel, “Kısıtlamalarda kadrolu ya da kadrosuz ayırt etmeyen bir yönetimde, kadrolu olmanın bir önemi yok” dedi.
 
Hükümet tarafından kamuda çalışan taşeron işçilerinin kadroya alınmasına ilişkin yapılması planlanan yasal düzenlemeye ilişkin tartışmalar hız kazandı. 5 Aralık’ta AKP grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, taşerona kadro verilmesi konusunda “Kamudaki 450 bin ile belediyeler ve il özel idarelerindeki 400 bin işçimiz çalıştıkları yerlerdeki belediye iktisadi teşekküllerinde istihdam edilecekler.” açıklamasında bulunmuş, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu ise, bu konudaki çalışmalarının 900 bin işçiyi kapsadığını ve 4 aşamalı olarak yaşama geçirilecek yasal düzenlemeyi de en kısa zamanda hazırlayacaklarını söylemişti.
 
Yapılan bu açıklamalar sonrasında yasanın bir an evvel netleşmesi için pratik adımlar atılması yönünde çağrılar yapan işçi sendikaları ve işçiler de, yine yasanın tek başına yeterli olmayacağı hususunda uyarılarda bulunmuştu. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi üyesi Aykut Günel, Hükümet nezdinde bu yönlü açıklamalar ve bu zamana kadar yaşanan gelişmeler üzerinden henüz içeriği bilinmeyen yasal düzenlemeyi değerlendirdi. Günel, işçilere yalnızca kadro verilmesinin tek başına yeterli bir girişim olmadığını söyledi.
 
‘BÜTÜN TAŞERON İŞÇİLERİNİ KAPSAMIYOR’
 
Taşeron işçilerine kadro verilmesi yönünde hazırlanacak yasa tasarının en başından eksiklikler ile başladığını kaydeden Günel, “Öncelikle çıkarılması planlanan yasanın düzenlenmesi ile ilgili sendikalara danışılmadan, sendikaların deneyimlerine başvuru yapmadan çıkarılması planlanıyor. İkinci bir sorun ise bilerek yapıldığını düşündüğüm bir algı operasyonu söz konusudur. Türkiye’de mevcut durumda özel sektör ve kamuda toplamda 2 milyona yakın taşeron işçisi var. Çıkarılması planlanan yasa özel sektörde bulunan 1 milyon taşeron işçisini kapsamıyor. Kamuda çalışan 900 bin taşeron işçisinin ise salt merkezi bütçe ile çalışan 450 bin işçiyi kapsıyor. Taşerona kadro meselesi sadece 450 bin işçiyi ilgilendiren bir durum” dedi.
 
‘KADRO MESELESİ SADECE ÜCRET MESELESİ DEĞİL’
 
İşçilerin en önemli sorununun yaşam kaygısı olduğunu vurgulayan Günel, Türkiye’de her gün ortalama 5 işçinin yaşamını yitirdiğini hatırlattı (AS: 2016’da 1970 iş cinayeti!). İş cinayetleri-nin çok  nedeni olsa da bunlar arasından en önemli nedenin güvencesiz – esnek çalışma saatlerinin uygulanması olduğunun altını çizen Günel, “Ölen işçilerin % 98’i güvencesiz çalıştırılan işçilerden oluşmaktadır. Sendikasız ve güvencesiz çalıştırılan işçilerin ölüm oranı çok yüksek bu nedenle taşeron işçilerinin kadroya geçirilmesi en azından iş cinayetlerin azalacağının göstergesidir. Kadro sorunu salt ücret veya sosyal haklar sorunu değil, aynı zamanda işverene karşı işçinin elinin güçlü olması anlamında önem kazanıyor. Tek sorun kadro sorunu değil. Var olan sendikalarda örgütlenebilmesi, toplu sözleşmelerden yararlanabilmesi, haklarını kullanabilmesi” diyerek, işçilerin yaşam hakkının korunmasının öncelikli olması gerektiğini söyledi. 
 
‘TÜRKİYE’DE BU HAKKI KULLANMAK İŞTEN ATILMAK DEMEK’ 
 
Günel, taşeron işçiyi ücret dışında ayıran en önemli sorunun iş güvencesi olduğunu da kaydetti. “İş güvencesi olmayan bir işçinin, işveren karşısında pazarlık payı neredeyse yok. İşyerinde
iş sağlığı güvenliğine ilişkin herhangi bir sorun olduğunda 6331 sayılı yasa açıkça işi durdurma veya iş bırakma veriyor” (AS: md. 13) diyen Günel, Türkiye’de ise bu hakkı kullanmanın işten atılma ve haklarından yoksun bırakılma anlamına geldiğini ifade etti.
 
Günbel, “Kadrolu ve sendikalı işyerlerinde işverene karşı belli yaptırımlar uygulanabiliyor. İşçi için güvence demek, var olan sorunlara karşı çıkmak ve sorunları ortadan kaldırmak için çözüm üretmek anlamına gelmeli” dedi.
 
‘KADROLU OLMAK YETERLİ DEĞİL’
 
Taşeron işçilerinin kadroya alınmasıyla işçilerin sorunlarının bitmeyeceğini belirten Günel, taşerondan kadroya alınan işçinin, memur işçi ile aynı haklara sahip olamadığını da dikkat çekti.
Tasarlanan yasada taşeron işçisinin 4857 sayılı ile iş haklarının güvenceye alınacağını söyleyen Günel, “Kadroya geçtiğinde örgütlenmiş sendikalar varsa, üye olma hakkını elde ediyor ve taşeron işçilerinin yasal anlamda elde edemediği hakkı elde etmiş olacak. Türkiye’de artık kadrolu işçi olmak da yeterli değil. Bugün grev hakkı her yerde yasaklanmış durumda. (AS: OHAL bahanesiyle ne yazık ki!) Özellikle milli güvenliği tehdit etme noktasındaki grev erteleme hakkı, şu an pervasızca kullanılıyor. Yaptıkları kısıtlamalarda kadrolu ya da kadrosuz olarak ayırt etmeyen bir yönetimde kadrolu olmanın bir önemi yok.

– Toplu sözleşme,
– sendikalaşma ve
– grev hakkı

vazgeçilmez haklardandır ama AKP hükümeti bu hakların kullanılmasına izin vermiyor. 2017 yılında 5 grev AKP hükümeti tarafından fiili olarak engellendi. Sorun kadroya geçmek değil, verilen mücadelenin doğru alanda verilmesidir. Temel sorunun yasalar ile belirlenmiş metinlerin varlığı değil, bu metinlerin kullanılıp kullanılmaması olarak değerlendirilmesidir.” dedi.
==================================
Dostlar,

TAŞERONLUK SÖMÜRÜSÜNÜ AKP GETİRDİ VE YOZLAŞTIRDI..
AKP iktidarı bu sorunu sömürmeyi sürdürüyor. Kaç yılın vaadidir bu kadro verme eylemi..
Anlaşılan artık seçim eğik düzlemine girilmiştir ve iktidar, popülist ödünlere mahkumdur.
Öte yandan 4857 sayılı yasa ile 2003’te taşeronluk (altişverenlik – sub-contractor) kurumunu çalışma yaşamımıza sokan AKP iktidarıdır (md. 2). 14 yılda, sermaye yanlısı ve isteği – dayatması olan bu politikanın ne denli ağır sorunlar doğurduğu ne yazık ki yaşanarak deneylenmiştir. İktidar partisi AKP, 2014’te yasada değişiklik yapmak zorunda kalmıştır çünkü taşeron işçilerinin ücretlerinin ödenmesinde ciddi sorunlar yaşanmıştır : 
Değişik beşinci fıkra, 10/9/2014-6552/3 md. : “İşverenler, alt işverene iş vermeleri
hâlinde, bunların işçilerinin ücretlerinin ödenip ödenmediğini işçinin başvurusu üzerine veya
aylık olarak resen kontrol etmekle ve varsa ödenmeyen ücretleri hak edişlerinden keserek işçilerin banka hesabına yatırmakla yükümlüdür.”
Şimdi sıra, sayıları 900 bine dek tırmanmış olan kamu kesimi taşeronlarının çalıştırdığı işçilerin güvencesiz de olsa kadroya geçirilmesine gelmiştir (657 s. yasa md. 4/d). Ancak en az bu denli emekçi de özel sektör taşeronlarınca ağır biçimde sömürülmektedir. Onların sorunu nasıl çözülecektir “kutsanan” serbest piyasa ekonomisinde!?
Dahası, “taşeronluk” kurumu 4857 sayılı İş Yasası’nın 2. maddesinde tanımlanan amaçların dışına taşırılmış ve ağır biçimde yozlaştırılarak yolsuzluklara araç yapılmıştır. Asıl amaç,
gerçek işverenin kimi uzmanlık isteyen işlerin gördürülmesinde altişverenden (taşerondan) hizmet satın alması idi. Ancak devr-i AKP’de kamu ihaleleri ne yapıp edip yandaşlara ikram edilirken, yandaş yüklenici işi aldıktan sonra ihale bedelinin çok altında bir fiyatla hemen altişverene devretmektedir. Bu açıktan komisyon hatta rüşvettir, ahlaksızlıktır ve suçtur. Altişveren (taşeron) ise “oldukça düşük” (!?) bedellerle işi yüklendiğinden, maliyet ve kâr kaygısı ile “her şeyden” kısmaktadır. En başta da emekçi ücretlerinden, kayıt dışı – güvencesiz istihdam hilesi ile.. İktidar olup bitenler seyirci kaldı hatta çanak tuttu. Açıktan zengin edilen
peş keşçi yandaşlar partiye de komisyonlarını zorunlu olarak sunmaktadır.. Bu “işleyiş” herkes tarafından açık açık biliniyor. Nitekim Kamu İhale Yasasında (4734 s. ve 2002 tarihli) AKP’nin yaptığı değişikliklerin sayısını kimse bilmemektedir ancak bu sayı şaşırtıcı biçimde yüksektir ve 100’ü (yüz) aşkındır.. (Hürriyet, 17.12.2014; 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun son 12 yılda 162 kez değiştirildiğini savunan CHP milletvekili Erdoğdu, “Bu kanun çıkarıldığı günden itibaren, duruma göre yapılan eklemelerle bizim saydığımız 162 kez değiştirildi. Bu kanunda yapılan değişikliklerin genelde 2 özelliği vardı. Yapılmış yolsuzlukları aklamak ve yeni yapılacak yolsuzlukları kolaylaştırmaktı.”)
Bu harami düzenine artık son vermek gerekmektedir. Çünkü bir yandan da taşeronların yaptığı işlerin niteliğinde ciddi sorunlar doğmaktadır ve bedelini tüm toplum ödemektedir.. Çöken yollar, raydan çıkan trenler, sel basan tuneller, alt geçitler, su basan TOKİ konutları… Bu durum kabul edilemez ve sürdürülemez. Kamu kesimi taşeron işçilerini güvencesiz kadrolara aktarmak sorunu çözmez. Bu kurum taşeronluk- İş Yasasından tümüyle kaldırılmalıdır ve yasalaştırma TBMM’de kapsamlı tartışmalarla, emek örgütlerinin görüşleri de mutlaka alınarak yapılmalıdır. TBMM tatile sokulmamalıdır. OHAL KHK’si ile bu yasal düzenlemeyi yapmak açıkça Anayasaya aykırı olacaktır çünkü bu konunun OHAL ilanını zorunlu kılan nedenlerle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü Anayasa md. 121/son : “…olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda..” diye açıkça konu sınırlaması yapmaktadır OHAL KHK’leri için.

Sevgi ve saygı ile. 20 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Türkiye meslek hastalıklarını gizlemede bir numara

Gündem :

Türkiye meslek hastalıklarını gizlemede bir numara!

iakkurt

Meslek hastalıkları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. İbrahim Akkurt, Türkiye’nin meslek hastalıklarını “gizleme yoluyla çözmüş(!)” bir ülke olduğunu belirtiyor. Sağlık Bakanlığı’na meslek hastalıklarının kaydının tutulması konusundaki görev ve sorumluluklarını hatırlatmak üzere change.org’da bir kampanya başlatan Akkurt ile Türkiye’de meslek hastalıkları sorununu ve kampanyayı konuştuk.

Mutlu Sereli Kaan

  • Çalışma yaşamı çalışan sağlığı açısından ne gibi riskler içeriyor?

Çalışma ortamlarında kitapların yazdığı, teorik olarak 1 milyondan çok toksik madde, binlerce fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyal riskler ve tehlikeler var. Bu toksik maddelerden ancak
10 bininin kısa ve uzun vadedeki etkileri test edilebilmiştir; geri kalanlarının etkileri bilinmemektedir. Çalışma ortamlarındaki riskler kendilerini bir olayla hemen gösterirlerse
bunun adı iş kazasıdır. İş kazaları belli bir düzey ve süreçte hemen görünmez kılınırlarsa
iş cinayetleri hatta maalesef ülkemizde olduğu gibi iş katliamları olarak ortaya çıkarlar.

Klasik söylemle “her bir iş cinayeti, saklanan 3 bin ramak kala iş kazasının faturasıdır” şeklindedir ki; maalesef günümüzde ülkemizde yaşadığımız budur. Çalışma ortamlarındaki
risk ve tehlikelerin belli bir süreç sonucunda görünür olmasının adı ise işe bağlı hastalıklar-meslek hastalıklarıdır. Meslek hastalıkları ilk maruziyetten belli bir zaman sonra ortaya çıkarlar. Bunların etkileri ancak çalışma ortamlarında bulunanlarda ortaya çıkan hastalık ve patolojilerin nedenlerinin irdelenmesiyle saptanabilir.

  • Türkiye için bu risklerin görünür olduğunu söyleyebilmek mümkün mü?

İş cinayetleri olarak nitelendirilen “görünürlüğü gizlenemeyen iş kazaları” konusunda dünyada ilk 3’de; “görünürlüğü gizlemek için oluşturulan sağlık sistemi -meslek hastalıkları liste/ kayıt ve bildirim sistemi- yoluyla gizleme” potansiyeli konusunda da dünyada belki de bir numaradayız. Yani dünyada meslek hastalıklarını “gizleme yoluyla çözmüş” bir ülkeyiz.   Bundandır ki, pratik olarak ülkemizdeki çalışma ortamlarında risk -sıfır- olarak gözükmektedir. Çünkü işe bağlı hastalıkların-meslek hastalıklarının hiçbiri “SGK yani bir sigorta kurumunun değişik düzeydeki uzmanlarınca bir nedensellik bağı ile gösterilebilir, kanıtlanabilir-işlemi bitmiş olmadıkça; kalıcı hasar, maluliyet, ölümü de bununla ilintili bulunmadıkça” kayıt altına alınmazlar. Yani ülkemizde sağlık sunucularının rutin kayıtlarına bu riskler ve tehlikelerin hiç biri girmemektedir; gizlenmektedir.

  •  Resmi kayıtlardaki rakam nedir? Gerçek rakam nedir?

Bir ülkede meslek hastalıklarının beklenen görülme sıklığı konusunda birkaç parametre vardır. Bunlardan ILO ve WHO’nun da kabul ettiği en sık kullanılan parametre şudur: Bir ülkede çalışma ortamlarının durumuna bağlı olmak üzere her bin kişiden en az 4, en çok 12 kişide meslek hastalığı/işle ilgili hastalık görülmesi beklenir (AS: Harrington ölçütü). Buna göre ülkemizde en az 25 milyon çalışan olduğunu düşünürsek beklenen meslek hastalığı sayısı en az 100 bin, en çok 300 bin küsurdur. Yani en iyi bir beklentiyle bile ülkemizde kayıt altına alınması gereken meslek hastalığı sayısının 100 binden az olmaması gerekir. Oysa ülkemizde “gerçekte meslek hastalığı olmayan” ancak ulusal ve uluslararası alana SGK tarafından
meslek hastalığı diye bildirilen yıllık rakamlar 500 – beşyüz- ün altına bile indirilmiştir.

  • Türkiye’de meslek hastalıklarının kaydının sağlıklı bir şekilde tutulamadığı açık…

Meslek hastalıkları bir etyolojik (nedensellik) tanımlamadır. Meslek hastalığı diye tek bir şablon yoktur.  Hastalıklar vardır, bunların nedenleri vardır. En baba meslek hastalıkları olarak bilinen kurşun toksisitesi başta olmak üzere tüm toksikasyonlar; hatta silikozis de dahil olmak üzere pnömokonyozların bile oluşmasında tek bir etken söz konusu değildir. Kişiye, ortama, koşullara, maruziyet süresi ve yoğunluğu vb. birçok etmene bağlı olmak üzere etkilenme – hastalık – hasar -maluliyet – ölüm olur.  Meslek hastalıklarını görünür kılmak istemezseniz gizleme potansiyeli en yüksek hastalıklardır. Bunlar sağlık sistemi içinde başka adlar, sendromlar vb. şaşalı isimler şeklinde lanse edilir. Meslek hastalıklarının görünür kılınmasının ilk ve belki de tek yolu
tüm hastalıkların nedenlerinin görünür kılınmasını sağlayıcı sistemin rutin sağlık hizmetinin bir parçası durumuna getirilmesini sağlamaktır. İşte görevi olduğu halde Sağlık Bakanlığı yıllardır bunu pratiğe dönüştürmemiştir. Böyle bir sistemimiz olmadığı için de hastalıklar içinde
meslek hastalıklarının görünürlüğü sağlanmıyor, kayıt altına alınmıyor, bildirilmiyor.
Oysa rutin pratikteki her bin hastalığın en az 5 ile 25’nin mesleki kökenli olduğu artık
bilimsel hemen tüm kitapların yazdığı bir gerçektir.

  • Meslek hastalıklarının kayıt altına alınması için siz neler öneriyorsunuz?

İlk soruda yanıtladığım meslek hastalıkları rakamları SGK’nın iş kazaları ve meslek hastalıkları sigortacılık kolunun “sigortacılık yönünden maluliyet – tazminat işlemleri bitmiş” rakamlardır.  Yani gerçek meslek hastalıkları değildir. Benim önerdiğim şu anda birçok ülkede uygulamaya sokulan, 1930’dan beri Sağlık Bakanlığı’na Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile verilmiş olan “meslek hastalıkları istatistikleri kayıt ve bildirim sistemi”nin uygulamaya sokulmasıdır.

  • Bu çerçevede başlattığınız imza kampanyası hakkında bilgi verir misiniz?

Meslek hastalıkları- işle ilgili hastalıklar hep bir maluliyet – tazminat kıskacında görüldüler;
o nedenle de adı dillendirildiği an “kara kaplı mevzuat hazretleri kitaplarına” bakılmayı gerektiren öcüler olarak çalışan – çalıştıran – hekim vb. birçok kesimlerce hep uzak duruldu.  Oysa biz biliyoruz ki; her yüz hatta kimi durumlarda her bin işe bağlı hastalıktan ancak ve ancak 1 (bir)’i yasal izlem gerektiren kategoridedir. Yani bu kategoride olabilecek bir hastalık için günlük pratikte 99’nun hatta bazen 999’nun üstü kapatılıyor, gizleniyor. Ancak evrensel
tıbbi bakışta biliyoruz ki; her hastalık erken evrede yakalanırsa morbidite (geçici veya kalıcı hasar) ve mortalitede (ölüm) çok belirgin bir olumlu etki sağlanır. Bu şekilde hem de çalışma ortamlarındaki risk ve tehlikeler görünür kılınır. Bu hem çalışandaki maruziyetin azalması ya da kesilmesi yoluyla hastalığının ilerlemesini durduracak hatta iyileştirecek, hem o ortamda bulunan öbür kişilerde etkilenme olup olmadığının incelenmesini sağlayacağı gibi hem de o ortamda aynı etkenlere maruz kalanlar için Birincil korunma koşullarının gözden geçirilmesini sağlayarak öbür kişilerin maruziyetini engelleyecektir.  Çünkü basit düz mantıkla da denilebilir ki bir şeyden korunabilmek için öncelikle onun risk ve tehlike derecesini bilmek gerekir.
Bu görev ve sorumluluk da sağlık otoritesinin oluşturduğu sistem içinde buna olanak sağlayıcı bir yapılanmanın bulunmasıdır. İşte kampanyanın temel amacı Sağlık Bakanlığı’nın
“Meslek Hastalıkları Tıbbi Bildirim ve Kayıt Sistemi” ni de içine alacak biçimde bu görev
ve sorumluluğunu artık yerine getirecek bir sistem oluşturmasını sağlamaktır

  • Böyle bir kayıt sistemi tutmanın çalışanların sağlığına olumlu etki edebilecek
    başka çıktıları olabilir mi?

Çalışma ortamlarını bir havuz olarak düşünürsek “tıbbi meslek hastalıkları tanı sistemi”
bu havuzun kaçaklarını (işe bağlı – meslek hastalıkları) bize gösterecektir. Bunların hasar bırakmadan erkenden tanı ve tedavisi sağlanacaktır. İşe bağlı hastalıklarda – meslek hastalıklarında tedavinin ilk koşulu maruziyetleri azaltmak, yok etmek”tir; bu sağlanarak hastalıklar hasar (maluliyet) oluşmadan saptanması sağaltılacaktır. Bunun ötesinde,
çalışma yaşamındaki binlerce risk ve tehlikenin görünür kılınması; benzer ortamlarda çalışan, çalışacaklar için önlemlerin alınmasının yolu açılacaktır. Görünür kılınması sonradan oluşacak hasar, yasal durumlar nedeniyle de önemli bir gösterge olarak kayda geçecek yani tıbbın hukuka kendiliğinden kanıt oluşturmasının önü açılacaktır.

  • Sizin eklemek istedikleriniz var mı?

Çalışma ortamlarının birer hastalık üretim merkezi olmasını istemiyorsak;
hastalıkların nedenini her Basamaktaki hekimin sağlık sunucusu sistemiyle kayıt ve bildirimi sağlayacak biçimde kurumsallaştırmak istiyorsak; pahalı ve kişiye zarar verici tanı yöntemleri yerine iş ve meslek öyküsü yoluyla maruziyetleri ortaya koyup erken tanı koymak istiyorsak; tedavi için tıbbın evrensel kuralı “primum non nocere!: önce zarar ver-me!” ilkesini yaşama geçirip hastalıkların hasar – maluliyet – ölüm yapıcı potansiyelini en aza indirmek istiyorsak mutlaka “meslek hastalıkları tıbbi tanı sistemi”ni kurmamız gerekiyor. Günümüzde bu mümkündür. Hemen her sağlık sunum basamağındaki otomasyon sistemlerinin altyapısı
buna uygundur. Hekim olarak ana görevimiz insanı korumak, hastalandığında zarar vermeden tanı koymak, en pratik yoldan eski sağlığına kavuşturmaktır. Çalışma ortamlarına bağlı etkilenme, hastalık ve bunlara bağlı kişilerde oluşan hasarları belgelemek;
sağlığı bozucu sosyal sürdürülebilirliğin koşullarının sağlanmasına yardımcı olmaktır.
28 Eylül 2015)

=======================================

Dostlar,

TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) düzenli yayın organlarından olan TIP DÜNYASI’nda yer alan bir söyleşiyi bir – iki ay sonra da olsa paylaşmak istedik. Değerli meslektaşımız Sn. Prof. Dr. İbrahim Akkurt, Göğüs Hastalıkları Uzmanı olarak uzun yıllar Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinde çalıştıktan sonra emekli olarak Ankara’da meslek yaşamını sürdürmektedir.
İş ve Meslek Hastalıkları yandal uzmanlığı da bulunmaktadır. Ankara Tabip Odası bünyesinde son birkaç yıldır, bizim de ara ara destek verdiğimiz Meslek Hastalıkları Konseyi çalışması başlatılmıştır. Bu çalışmanın bir kurumsallaşma çizgisi izlemesi sevindirici olacaktır.

İş ve Meslek Hastalıkları, bizim de meslek yaşamımızda en çok emek verdiğimiz alandır. 1977’de tıbbiyeden (İstanbul Tıp Fak.) mezun oluşumuzla birlikte bir yeraltı maden işletmesi hekimliğini de üstlenerek göreve başlamıştık. Ardından Çimento ve Kağıt sektöründe işyeri hekimliği yaptık. Üniversitede alanın her düzeyde (Tıbbiyede lisans, sonra lisans üstü, doktora) derslerini verdik. Tıpta Uzmanlık Tezleri yönettik…. TTB’de uzun yıllar İşyeri Hekimliği Kolu Akademik Kurul üyeliği yaptık ve 25 bine yakın meslektaşımızın İşyeri Hekimliği Sertifikası edindiği 100 dolayında kursta 10 yıl boyunca etkin görev üstlendik. Çalışma ve Sağlık Bakanlıkları ile sorunun çözümü için hep birlikte olduk.. Sevgili Prof. Akkurt’la da..

Ancak… meslek yaşammızın 39. yılına geldiğimiz halde Türkiye’de İşçi Sağlığı İş Güvenliği alanında ve onun bir uzantısı olarak Meslek Hastalıkları bağlamında anlamlı bir yol katettiğimizi söylemek güçtür.

Bu alan, “ekonomik – politik – hukuksal – tıbbi” olmak üzere 4 boyutlu uzay gibidir!

Kavramak, zihinde gerçek anlamda canlandırmak ve oldukça karmaşık etmenlerini tanımlayıp emekten – ulusal yarardan yana bir pusula koymak, sermayeyi bir uzlaşıya ikna etmek
son derece güçtür.

Türkiye bir “Meslek Hastalıkları Şeytan Üçgeni” içindedir..

Meslek_hastaliklari_seytan_ucgeni
Öyle ki; geçelim sermayeyi (işvereni) ve sonra Devleti, Emekçi (işçi,çalışan) da Meslek Hastalığı tanısı almak isteMEmektedir çünkü bu tanı genellikle işinden olmak demektir!
Sorun Küreseldir denebilir.. Tüm dünyada yıllık 1 milyon dolayında meslek hastalığı kayda girmektedir. Bunun yarısı Çin ve ABD’den bildirilenlerdir. Türkiye’ye, Dünya nüfusunun
% 1,1’i olmamız nedeniyle 11 bin / yıl gibi bir rakam düşebilirse de, biz 500’ü aşamıyoruz.

  • Temel engel, Küreselleşmiş vahşi kapitalizm ve mutlak bir sermaye vesayetidir..

    AÜTF’de (Ankara Üniv. Tıp Fakültesi) yıllardır Dönem V’te verdiğimiz
    Meslek Hastalıkları Derslerinin kapsamlı yansılarını izlemek yeterince fikir verebilir :

    http://ahmetsaltik.net/2015/11/11/meslek-hastaliklari-occupational-diseases/ 

    Sorunun çözümü salt tıbbi olarak olanaklı değildir..
    Emek güçlerinin direnişi küreselleştirecek ölçütte örgütlenmesinden geçmektedir.

    Sevgi ve saygı ile.
    30 Ocak 2016, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
    AÜTF Halk Sağlığı AbD
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

2015 Temmuz’unda 166 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi!

2015 Temmuz’unda 166 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi!

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin basından izlediği, emek-meslek örgütlerinden gelen bilgiler ile işçiler, işçi yakınlarının bildirimleri ışığında saptadığı verilere göre,
2015 yılı Temmuz ayında 166 işçi yaşamını yitirdi.

2015’in ilk yedi ayında yaşanan iş cinayetleri şöyle:

Ocak ayında en az 127 işçi,
Şubat ayında en az 85 işçi,
Mart ayında en az 139 işçi,
Nisan ayında en az 134 işçi,
Mayıs ayında ise en az 167 işçi,
Haziran ayında en az 153 işçi,
Temmuz ayında ise en az 166 işçi… yaşamını yitirdi.

Böylece

2015’in ilk 7 ayında iş cinayetlerinde en az 971 işçi can verdi!

2012 yılından bugüne Temmuz ayında yaşanan iş cinayetleri ise şöyle:

2012 yılının Temmuz ayında en az 110 işçi,
2013 yılının Temmuz ayında en az 120 işçi,
2014 yılının Temmuz ayında en az 130 işçi,
2015 yılının Temmuz ayında ise en az 166 işçi yaşamını yitirdi.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, yeni seçilen Meclis’ten ivedi olarak şu istemlerin karşılanmasını istiyor:

1- İş cinayetlerinin sorumlusu siyasiler, patronlar ve bürokratlar yargılanmalıdır.
2- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasının en temel ögesi işçilerin sendika seçme özgürlüğüdür. İşçiler üzerinde örgütlenme özgürlüğüne ilişkin her türlü baskı sona ermelidir.
3- İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları kurulmalı, işler hale getirilmeli ve
(AS: Kurul üyelerinin) en az yarısını işçiler oluşturmalıdır.
4- Başta taşeronlaştırma olmak üzere güvencesiz çalıştırma biçimleri yasaklanmalıdır.

Alarm veren 3 iş kolu Meclis raporunda üç iş koluna dikkat çekiyor ve şunlar aktarılıyor:

“Aylar ilerledikçe bu üç işkolu yaşanan emekçi ölümleri ile öne çıkıyor.
Güvencesizlik (AS: İş güvencesi yokluğu) temel karakter durumunda ve çalışma süresi
günlük en az 12 saat.

Mevsimlik tarım işçileri
özellikle göçer olanlar çok kötü koşullarda.
Barınma, ulaşım, beslenme sorunları dorukta.

Yine uygulanan politikalar çiftçilerin belini bükmüş ve aile emeği ile kıt kanaat geçinmek için seferber olunmuş durumda.

Kent ve doğa yağmasının işkolu olan iktidarın gözbebeği inşaatlarda ise işçinin payına yine ölüm düştü.

Taşımacılık ise sürekli büyüyen ve yolların işçilere mezar olduğu bir sektör.”

İş cinayetlerinin Temmuz’da iş kollarına göre dağılımı ise şöyle :

– Tarım, Orman işkolunda 60 emekçi;
– İnşaat, Yol işkolunda 37 işçi;
– Taşımacılık işkolunda 24 işçi;
– Madencilik işkolunda 8 işçi;
– Ticaret, Büro, Eğitim, Sinema işkolunda 8 emekçi;
– Gıda, Şeker işkolunda 4 işçi;
– Petro-Kimya, Lastik işkolunda 4 işçi;
– Enerji işkolunda 4 işçi;
– Metal işkolunda 3 işçi,
– Belediye, Genel İşler işkolunda 3 işçi;
– Tekstil, Deri işkolunda 2 işçi;
– Çimento, Toprak, Cam işkolunda 2 işçi;
– Gemi, Tersane, Deniz, Liman işkolunda 2 işçi;
– Konaklama, Eğlence işkolunda 2 işçi,
– Savunma, Güvenlik işkolunda 2 işçi;
– Çalıştığı iş kolu belirlenemeyen 1 işçi can verdi.

Temmuz ayında yaşamını yitiren 166 emekçinin
– 140’ı işçi, memur statüsünde çalışan ücretlilerden;
– 21’i çiftçilerden/küçük toprak sahiplerinden ve
– 5’i esnaflardan olmak üzere 26’sı kendi nam ve hesabına çalışanlardan oluşuyor.

Ölüm nedenleri

İşçiler en çok trafik/servis kazaları, ezilme/göçük, düşme ve öbür nedenlerden öldü.

Meclis, ölüm nedenleriyle ilgili olarak şu yorumu yapıyor:

İş cinayetlerinin nedenleri de hemen hemen değişmiyor.
– İşçiler servislerle ya da kendi olanaklarıyla ulaşımdayken yollara savruluyorlar.
– Üzerlerine ağır nesneler düşmesi, göçük oluşması ya da makineye sıkışma sonucu eziliyorlar. – Özellikle inşaatlarda çalışırken yüksekten düşüyorlar.
– Yine son dönemde öbür nedenler olarak belirttiğimiz başlık içinde;
ağır çalışma koşullarından kalp krizi geçiriyorlar, baskı politikalarından, işsizlikten ya da
borç kıskacından intihar ediyorlar…

Bu ay ise bu nedenlerin yanında boğulmaya bağlı iş cinayetlerinde gözle görülür bir artış var. Çünkü özellikle tarım ve inşaatta çalışan işçilere gerekli çalışma koşulları sağlanmadığı ve
40 dereceyi aşan sıcaklarda tarlalarda, yollarda çalıştırıldıkları için işçiler, su kanalı ve göletlerde serinlemeye çalışırken can verdiler.

Yine tarım işçileri uygun barınma koşulları sağlanmadığı için yani banyo ve temizlik gereksinimleini karşılamak için girdikleri su kanallarında aramızdan ayrıldılar.

Tam da bu noktada yineliyoruz       :

İşçilere insanca barınma ve çalışma koşulları sağlanmalıdır.

İş cinayetlerinin nedenlerine bakarsak     :

– Trafik, Servis Kazası nedeniyle 54 işçi;
– Ezilme, Göçük nedeniyle 25 işçi;
– Düşme nedeniyle 24 işçi;
– Öbür nedenlerden dolayı (kene ısırması, yıldırım düşmesi, intihar, silahlı saldırı, kalp krizi)
21 işçi;
– Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 17 işçi;
– Elektrik Çarpması nedeniyle 11 işçi;
– Patlama, Yanma nedeniyle 6 işçi;
– Kesilme, Kopma nedeniyle 5 işçi; Nesne Çarpması, Düşmesi nedeniyle 3 can verdi.

Temmuz’da 24 kadın ve 142 erkek işçi can verdi

Eskişehir Çifteler’de tarım işçilerini taşıyan midibüs seyir halindeyken buğday tarlasındaki toprak tümseğe çarparak devrildi. Selbi Taşpınar ve Muradiye Asal yaşamını yitirdi.

Bilecik Yenipazar’da ineklerini süt sağma makinesiyle sağarken elektrik akımına kapılan Emine Toy yaşamını yitirdi.

Burdur Bucak’ta tarlada ailesiyle beraber çalışırken elini patoz makinesine kaptıran
Hatice Dayanç yaşamını yitirdi.

Reyhanlı’da tarlalarda çalıştıktan sonra memleketleri Şanlıurfa’ya dönen tarım işçilerini taşıyan kamyonet Nizip’te devrildi. Hüsniye Alınmış eşi ve bir yaşındaki çocuğu ile beraber yaşamını yitirdi.

Manisa Alaşehir’de Gıda Tarım ve Hayvancılık İlçe Müdürlüğü’nde bağlı çalışan ve bağlarda görülen salkım güvesi zararlısı hakkında araştırma yapan personeli taşıyan araç kaza yaptı. Stajyer Asena Yudum Özcan yaşamını yitirdi. Adana Tufanbeyli’de Kırım Kongo Kanamalı Ateşi ya da leptoskiroz ön tanısı konulan büyükbaş hayvanlarından virüs kapan Mine Özmen ve Zülfiye Özmen yaşamını yitirdi.

Manisa Gölmarmara’da tarım işçilerini taşıyan açık kasa kamyonet ile süt tankeri çarpıştı. Ayşe Aydın, Nesrin Aydın, Kezban Uysal, Fadime Orhan, Zeynep Uysal, Ummuhan Uysal, Dürdane Kaya, Ümmü Demirkol, Zeynep Zengin, Azize Kars, Ayşe Yaşar, Zekiye Çetin ve Yıldız Öztürk yaşamını yitirdi.

Yozgat Yerköy’de mevsimlik tarım işçilerini taşıyan minibüs devrildi. Emine Beler yaşamını yitirdi.

Ankara Elmadağ’da Roketsan Fabrikası’nda yemekhane görevlisi olan Gülşen İnan sabah
işe giderken fabrika girişindeki hemzemin geçitte trenin altında kalarak yaşamını yitirdi.

Çanakkale’de deniz polisi olan Hasibe Sezer girdiği denizde boğularak yaşamını yitirdi.

Temmuz’da 8 çocuk ve 45 yaşlı işçi can verdi

14 yaş ve altında 3 işçi, 15-17 yaş aralığında 5 işçi, 18-27 yaş aralığında 27 işçi, 28-50 yaş aralığında 71 işçi, 51 yaş ve üstünde 45 işçi, Yaşı bilinmeyen 15 işçi yaşamını yitirdi.
Osmaniye Kadirli’de 16 yaşındaki çiftçi Serdar Yakar tarlayı sürdükten sonra traktörle
geri manevra yaparken devrilen aracın altında kaldı.

Aileleriyle birlikte Urfa’dan Aksaray’daki tarlalara çalışmaya gelen 15 yaşındaki Abdülkadir İda ve 12 yaşındaki Abit Yıldız akşam “banyo ve temizlik gereksinimleri için” kaldıkları çadırın kenarındaki sulama kanalına girdiler. Burdur Bucak’ta 11 yaşındaki Hatice Dayanç tarlada ailesiyle beraber çalışırken elini patoz makinesine kaptırdı. Yozgat Sorgun’da 17 yaşındaki Mustafa Koçer pancar tarlasını sulamaya gittiğinde üzerine yıldırım düştü. Mustafa, Deniz Harp Okulu 1.sınıf öğrencisiydi ve yazları ailesinin tarlasında çalışıyordu. Manisa Gölmarmara’da
15 yaşındaki Burak Kaya’nın da içinde olduğu tarım işçilerini taşıyan açık kasa kamyonet ile
süt tankeri ile çarpıştı.

Gaziantep Şahinbey’de 10 yaşındaki Muhammed Hasan çalıştığı penye atölyesinde alacak verecek nedeniyle çıktığı ileri sürülen kavgada silahlardan çıkan kurşunlarından birinin kafasına isabet etmesi sonucu yaşamını yitirdi.

Manisa Akhisar’da bir elektrikçinin yanında staj yapan 17 yaşındaki Yasin Tomaç Gölmarmara’da dalgıç motorunu tamir ederken suların içinde gözden kayboldu.

Yine aylardır vurguladığımız bir hususa tekrar dikkat çekmek istiyoruz :

Temmuz ayında tarım, madencilik, ticaret, inşaat, yol, taşımacılık, konaklama ve belediye işkollarında emekli ya da emeklilik çağında çalışan 45 işçi yaşamını yitirdi.

İş cinayetlerinde artarak bu yaş diliminin can vermesi devletin yaşı ilerleyen işçilere / emekçilere verdiği değeri ve sosyal güvenlik sisteminin içinde bulunduğu durumu da gösteren bir gerçeklik.

4 göçmen işçi can verdi

Adana Karataş’ta ismini öğrenemediğimiz Suriyeli tarım işçisi serinlemek için girdiği sulama kanalında boğuldu.

Konya Karatay’da Afgan tarım işçisi Besmellah Esmeilakban serinlemek için girdiği kanalda boğuldu.

Gaziantep Şahinbey’de Suriyeli Muhammed Hasan çalıştığı penye atölyesinde alacak verecek kavgası nedeniyle çıktığı ileri sürülen kavgada silahlardan çıkan kurşunlarından birinin
kafasına gelmesi sonucu yaşamını yitirdi.

İstanbul Ümraniye’de Afgan işçi Muhammed Cavit Özbek’in üstüne çalıştığı inşaatta asansör düştü. Kaçak çalıştırılıyordu.

İş cinayetleri en çok İzmir, İstanbul, Adana ve Antalya’da can aldı

Temmuz ayında Türkiye’nin 54 şehri ile yurt dışında bir ülkede iş cinayetleri yaşandı.
20 ölüm Manisa’da; 17 ölüm İstanbul’da; 11 ölüm Adana’da; 9 ölüm Gaziantep’te; 6’şar ölüm İzmir ve Konya’da; 5’er ölüm Bolu ve Bursa’da; 4 ölüm Balıkesir, Mersin ve Muğla’da; 3’er ölüm Afyon, Ankara, Antalya, Aydın, Denizli, Elazığ, Eskişehir, Ordu, Şanlıurfa ve Yozgat’ta; 2’şer ölüm Aksaray, Bilecik, Burdur, Çanakkale, Hakkari, Kahramanmaraş, Kayseri, Mardin, Sakarya, Samsun ve Zonguldak’ta; 1’er ölüm ise Batman, Edirne, Erzincan, Erzurum, Hatay, Isparta, Karabük, Karaman, Kars, Kastamonu, Kırıkkale, Kocaeli, Kütahya, Malatya, Niğde, Osmaniye, Rize, Siirt, Sivas, Tokat, Trabzon, Uşak ve Rusya’da yaşandı.

Yurt Gazetesi, 03.08.2015
http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/temmuz-da-166-isci-is-cinayetlerinde-hayatini-kaybetti-h93546.html

=========================================

Dostlar,

Yüreğimiz yangın yeri…
Bir yandan emperyalizmin maşası bölücü örgüt PKK – PYD – YPG – KCK..
ve dinci – yobaz IŞİD (DAEŞ – ISIS) yüzünden olmak üzere… can yitiklerimiz;
bir yandan da her ay Türkiye İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi‘nin her ay sonunda yayımladığı ve bir türlü 100’ün altına inmeyen “iş kazası” denilen EMEKÇİ CİNAYETLERİ…

Türkiye İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, İş Cinayetlerinin yıllık Almanağını bile yayımlamaya başladı..

Is_Cinayetleri_ALMANAK_2012

 

 

 

 

 

Is_Cinayetleri_ALMANAK_2013

 

 

 

 

 

 

Is_Cinayetleri_ALMANAK_2014

 

 

 

 

Yıllardır “ARTIK YETERRR!!!” diye haykırıyoruz..

Gerçekten emek en yüce değer mi kapitalizmin başkalaştırıp – yozlaştırdığı bu ülkede?
Soma’dan bile ders almayan / alamayan bir ülke, bir yönetim..
Yabanıl (vahşi) kapitalizmin tipik post-modern sömürgesinde küresel finans-kapitale
verginin en son keşfedilmiş türünü, “KAN ve CAN VERGİSİ” ni ödemekte olan bir ülke..

Yüce ATATÜRK’ün “tam bağımsızlık” ülküsünü / ilkesini terk eden / unutan bir toplumun emperyalizme bitmeyen kanlı diyeti..

Ne diyordu Mustafa Kemal Paşa ??

” Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizmle savaşımı (mücadeleyi) MESLEK edinmiş insanlarız…”


Sevgi ve saygı ile.
4 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com