Etiket arşivi: Piyasa ekonomisi

Emekçi canına doymayan yağmacı düzensizlik!

SİYASET20.10.2022, BİRGÜN

İktisadi liberalizm, piyasa ekonomisi olarak, günümüz kapitalist sistem veya anamalcı iktisadi düzene belli ölçülerde uyarlanmış bulunuyor. Globalleşme sürecinin yarattığı uluslararası iktisadi dizginsiz yarışmaya karşın, kapitalist devletler, ulusal iktisadi yapılarını, düzenleme-denetleme-yaptırım yoluyla kurallara bağlamakta. AB’de en karmaşık düzenlemeler, iktisadi ve mali yapılara ilişkin: İnsan-para, insan-çevre ve eşya ilişkileri, girişim özgürlüğü çerçevesinde oldukça karmaşık düzenlemelere bağlı.

Refah devleti veya sosyal devlet gerekleri doğrultusunda ekonomik kamu düzeni ve çevresel kamu düzeni ereğindeki kurallara ilişkin çalışmalar, ulusal ve uluslararası ölçekte oldukça yaygın.

İktisadi ve mali alanlarda oldukça katı kurallara karşın siyasal liberalizm, daha az ve esnek düzenlemelerle sağlanıyor. Avrupa’da siyasal partiler yasası olmayan devletler bile var; ama aynı devletler, seçim harcamalarını çok sıkı kurallar yoluyla denetliyor.

Dahası, demokratik toplum dokusu üzerine yasal düzenlemeler, bu özgürlükleri sınırlamaktan çok güvencelemeye yönelik. Düşünce, toplantı ve dernek özgürlükleri, çoğulcu toplumun temel taşları.

Türkiye’de ise, altyapı hizmetleri, göstermelik ve istiktrarsız düzenlemelerle yürütülüyor. Kamu İhale Kanunu değişiklikleri ve maden ruhsatları, hukukun yağma düzeni için kılıf olarak kullanıldığının başlıca göstergeleri.

Büyük alt yapı yatırımları, inşaatlar, tesisler vb. alanlar, düzenleme-denetleme-yaptırım zinciri bakımından çok esnek ve gevşek olduğu gibi yürürlüktekiler bile uygulanamıyor.

Siyasal liberalizm alanı ise, çok katı düzenleme-denetleme ve yaptırım alanı çok yoğun: caydırıcı ve bastırıcı önlemler, yasaklayıcı ve kişiyi özgürlüğünden alıkoyan yaptırımlarla bezeli.

Avrupa Devletleri ve Türkiye arasındaki karşıtlık, son hafta zirve yaptı. Nasıl?

Amasra cinayeti, pazar ekonomisi adı altında yağmacılığı, 41 can ve onlarca yaralı ile acı bir biçimde ortaya koydu.

Sansür yasası ise, AKP-MHP ittifakının demokrasiye ne denli yabancı olduğunu bir kez daha doğruladı.

Karşıtlık o denli açık ki, göz göre göre gelen Amasra maden cinayeti sorumluları ve suçluları, muhtemelen özgürlükleri alıkonulmayacak; tam tersine, ihmaller ve düzenleme-denetleme-yaptırım zincirindeki sorumluları teşhir edenler cezalandırılacak.

Bir de kara mizah: sansür yasası TBMM’de oylandıktan iki gün sonra, Amasra cinayetlerini “kader planı” olarak niteleyerek “bilgi kirliliği” yaratan kişi, iki gün sonra, 7418 sayılı dezenformasyon kanununu yürürlüğe koydu. Dünkü grup konuşmasında ise, Avrupa devletlerindeki durum üzerine tam bir “resmi dezenformasyon” yaptı.

Niyeti/düşünceyi/kanaati ve bilgi paylaşımını bastıran ve yaptırıma tabii tutan yasa, totaliter rejim eğiliminin teşhiri.

İktisadi alanda ise, kapitalizm veya neo-liberalizm değil, tam bir yağma ve kaptı-kaçtı düzensizliği geçerli. Soma acıları ve süreğenleşen iş cinayetleri belleklerde canlı iken, onca rapor ve önlem önerisine karşın geliyorum diyen cinayet, bunun açık kanıtı.

Para aklama yasaları zincirine eklenen Anayasa’ya aykırı kur korumalı mevduat düzenlemelerini Nass’a dayandıran anlayış, cinayeti bile din istismarı vesilesi yapabiliyor.

Bir ay kadar önce Amasra’ya “nezaket” ziyaretinde bulunup madencilerle “hatıra” fotoğrafı çektiren Enerji Bakanı’nın, bilgi vermek için geldiği TBMM’de dalga geçer gibi yaşamını yitiren madenci yakınlarına yardım vaat lütfu, pek öfkelendirici.

Gensoru önergesini de kaldıran 2017 Anayasa kurgusunun keyfi uygulaması karşısında vekillerin istifa çağrısı, Genel Kurul salonunu inletmekle sınırlı kaldı.

Şu halde temel sorun, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme ’nin, Türkiye toplumuna örtmeye çalıştığı totaliter şalı yırtıp atmak.

Bunun için, iktisadi liberalizm ve siyasal liberalizm kavramları başta gelmek üzere, doğru ve gerçek bilgiyi topluma yayma kararlılığı hiç eksik edilmemeli.

Yağmacı (iktisat) ve yasakçı (toplumsal) Cumhur İttifakı çifte kelepçesini sandıkta kırıp atmanın yolu, dayanışma ve daha geniş örgütlenme halkalarını örmekten geçiyor.

ÜSTAT FİŞEK’İN “SOSYAL TIP” DEDİĞİ…

ÜSTAT FİŞEK’İN “SOSYAL TIP” DEDİĞİ…

Nusret Hoca, bir sosyal tıp örgütlenmesini özlüyordu. Yarım yy’lık meslek yaşamının tümünü bu uğurda savaşımla sürdürdü. Binlerce hekim yetiştirdi. Ülküsü ve mesajının, -yurt dışındakiler bir yana- bu binlerin beyninde ve yüreğinde yer ettiğinden kimsenin kuşkusu olmasın… 

Türk ve Dünya insanlarının sağlığının korunması ve geliştirilmesi ereğini yaşamının başlıca uğraşı kılan ve 52 yıllık hekimlik hizmetinin tümünü bu doğrultuda veren Prof. Fişek‘in yorulmak bilmeyen yüreği, 3 Kasım 1990 günü durdu. Ölümünden hemen önce ağzından dökülen sözler, “Sosyal tıbbı koruyun” oldu. Acaba neydi bu büyük sağlık emekçisinin “Sosyal Tıp” tan kastı? ABD’de bakteri biyokimyası doktorası yaparken nasıl olmuştu da Sosyal Tıp anlayışını benimsemişti?

İstanbul Tıp Fakültesi 1938 yılı mezunu Dr. Fişek, aynı yıl Adana Sıtma Enstitüsü’nde sıtma savaş hekimi olarak ülkesinin sağlık ordusuna katılmıştı. 2. Dünya Paylaşım Savaşını izleyen yıllarda ABD’de Harvard Tıp Fakültesinde doktora yapmıştı. Bu yıllarda, tüm  Dünyada hekimlik ve  sağlık sorunları ile tıp hizmetleri  yaygın olarak  tartışılıyor ve 16. yy’da  T. Moore’un, 19. yy’da S. Neuman, R. Virchow, E. Chadwick’in.. temellerini attığı Sosyal Tıp felsefesinin olgunluk dönemi yaşanıyordu. 2 Büyük Savaştan büyük yaralar alarak çıkan insanlık, dev boyutlara varan sağlık sorunlarına çözüm arıyordu. Halk yorgun düşmüştü, kaynaklar son derece sınırlı idi. Özetle Dünya koşulları, olgunluk dönemindeki bu felsefelerin artık yaşama geçirilmesi için çok uygundu. S. Neuman, 1847’de “Tıp aslında sosyal bir bilimdir” demişti. R. Vichow daha da ileri giderek; “Tıp, iliğine, kemiğine dek sosyal bir bilimdir.” diyordu. Virchow, “Hekimlikte Reform” adlı yapıtında şu görüşlere yer veriyordu:

  • Herkesin çalışma hakkı vardır.
  • Herkesin sağlığının korunması toplumun görevidir.
  • Hükümet halkın sağlığı ile yakından ilgilenmelid
  • Sağlığı geliştirme ve hastalıklar ile savaş yalnızca hekimlik hizmetleri ile sağlanamaz.
  • Sağlık ile sosyo-ekonomik koşullar arasındaki etkileşim, önemli bilimsel araştırma konularıdır. 

A. Grotjhan, 1915’te yazdığı “Sosyal Patoloji” kitabında; sosyal hekimliğin 3 ana ilkesini özetliyordu:

  1. En önemli hastalık; toplumda en çok görülen, en çok öldüren ve en çok engelli bırakan hastalıktır.
  2. Bireyin ya da toplumun sağlık düzeyini belirleyen, kişinin hastalanmasına, yaralanmasına
    ya da ölümüne yol açan biyolojik ve fizik çevre etmenlerini oluşturan -veya bunların etkisini
    koşullayan- etkenler, gerçekte sosyal ve ekonomik niteliklidir.
  3. Bir kimsenin hastalığı yalnızca kendini ilgilendirmez, aileden başlayarak tüm toplumun sorunudur.

Sosyal hekimliğin en anlamlı tanımı ise R. Guerin’den geliyordu (1946) : “Sosyal hekimliğin konusu, hiçbir ideolojiye ve öğretiye bağlı olmadan hekimlik hizmetlerinin toplum yararına geliştirilmesidir.” Bu yaklaşımda hiçbir ideoloji ya da öğretiye bağlı olmama öğeleri, sosyalist hekimlik ile sosyal hekimliği birbirinden ayırma amacını gütmektedir. Sosyalist hekimlik, hekimlik hizmetlerinin sosyalist öğreti açısından ele alınmasıdır. Oysa sosyal hekimlik, tüm ideoloji ve öğretilerden bağımsızdır.

Dr. Fişek, işte bu atmosferde ABD’deki eğitimini tamamlayarak ülkesine döndüğünde; Sosyal Tıp anlayışı, yukarıda özetlenen çerçevede kafasında yerleşmişti. Doktora eğitimi sırasında kazandığı yığınla bilgi ve becerinin, aslında ülkesinin karşı karşıya bulunduğu dev boyutlardaki sağlık sorunlarını çözmede yeterli olmadığını, engin sağduyusuyla kısa zamanda sezinledi. O’na göre ülkesinin sağlık sorunlarının çözümü laboratuvarda mikroskobun altında ya da tüplerin içinde değildi. Türk insanının sağlık sorunları çok daha makro düzeyde idi ve öncelikle bütüncül (holistik) bir bakış ve çerçeve gerektiriyordu. Ağacı, giderek onun dallarını, yapraklarını.. incelerken ormanı gözden kaçırmamak gerekiyordu. Altyapıdan yoksun büyük bir kara parçası üzerinde eğitimsiz ve sağlıksız bir nüfus hızla çoğalıyordu! Endüstrileşme süreci henüz başarılamamıştı. Ülke kaynakları olabildiğine sınırlıydı. 2. Büyük Savaşın ardından, hemen her alanda halk darlık içindeydi. Başta sıtma ve verem olmak üzere; lepra (cüzzam), frengi, trahom gibi hastalıklar çok yaygındı. Örn. Tüberküloz 1. ölüm nedeni idi! “Sosyal hastalıklar” adı da verilen bu hastalıklar ülke kalkınmasına ket vuruyordu. Halk yetersiz ve dengesiz besleniyordu. Ölüm oranları ve ortalama yaşam süresi gibi öbür kimi sağlık düzeyi ölçütleri çok karamsardı…

Tüm bunlara karşın, ülkenin özgün koşulları ile uyumlu, dar kaynaklarla dev boyutlardaki ivedi sağlık sorunları ile ussal savaşıma elverecek ulusal bir sağlık politikası ortalarda yoktu. 1950’lerden sonra siyasal iktidarlar sağaltıcı (tedavi edici, iyileştirici) sağlık hizmetlerine daha çok ağırlık vermeye başlamıştı. Ancak bu hizmetler çok pahalı ve sınırlı idi ve büyük kesimi yoksul olan, kırsal kesim insanına ulaştırılamıyordu. Henüz sosyal güvenlik kavram ve kurumları toplumun gündemine çıkmamıştı. Oysa sağlık, –İnsan Hakları Evrensel Bildirisi‘nde de vurgulandığı üzere- doğuştan kazanılmış bir insanlık hakkı idi (10 Aralık 1948, md. 25) ve herkese eşit – hakkaniyetli olarak verilmeliydi. Bu Bildiriye, Türkiye Cumhuriyeti de imza koymuş bir BM üyesiydi. Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü kurulmuş ve Türkiye, bu örgütün kuruluş Anayasasını onaylayarak üye olmuştu (1947, 5062 sayılı yasa ile). Buna göre sağlık şöyle tanımlanıyordu :

  • “… Yalnızca hastalık ya da engelliliğin bulunmaması demek olmayıp;
    bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik durumudur…”

Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin de yasal sağlık tanımı olan bu evrensel tanımı yakalamak için sağlık hizmetlerini herkese eşit – hakkaniyetli olarak götürmenin kamusal bir görev olarak kaçınılmazlığı bir kez daha vurgulanmış oluyordu.

*  *  *

Nusret Hoca, 27 Mayıs 1960 Devrimi ile birlikte Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığına getirilince, en büyük yapıtı olan, 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası“nı yaşama geçirdi. Prof. Fişek, bu yasayı aynen şöyle tanımlıyordu :

  • ATATÜRK’ün İzinde Bir Devrim Yasası!

Bu yasa, sağlık hizmetini devlet görevi olarak temel kamu hizmetleri arasına alıyor; herkese eşit – hakkaniyetle götürmeyi hedefliyordu. Ülkenin geri kalmış yöre ve kesimlerine öncelik tanıyor;  koruyucu sağlık hizmetlerini öne çıkararak 1. Basamak Sağlık hizmetini örgütlüyordu. Yasa örgütlenme, finansman ve sağlık insangücü politikaları bakımından kendi içinde tam bir bütünlük ve uyum gösteriyordu. Sağlık planları, ülkenin sosyo-ekonomik kalkınma planlarının bir parçası idi; hiçbir biçimde şabloncu değil, özgündü. Sağlık yönetimi biliminin evrensel ilkelerinden kalkılarak; verili koşullarımız doğrultusunda uygulamalar, kurumlar üretilmişti. Pilot denemeler çok olumlu sonuçlar veriyordu. Ne var ki, Hoca Müsteşarlıktan alındıktan sonra (1965) işbaşına gelen iktidarların siyasal yeğlemeleri çok farklı idi. 1961 Anayasası’nın 49. maddesine karşın sağlık hizmetlerinin toplum yararına geliştirilmesi tavsadı, giderek tümden yadsındı ve günümüzde iki yüzyıl öncesinin köhnemiş ekonomi öğretileri (!) doğrultusunda piyasa ekonomisinin sözde liberal acımasız ve çağdışı dayatmalarına terkedildi. 224 sayılı yasa, uygulanmamakla birlikte, günümüze değin bilimsel bir seçenek de üretilemedi.

  • Neo-liberal dayatma Sağlıkta Dönüşüm, KüreselleşTİRme politikaları bütünü içinde tam yıkım oldu!

Kovit-19 salgını bu politikalarla yönetilemedi. Ardışık afetler, iklim faciası.. küresel toplumu açıkça tehdit ediyor.

Çözüm; sağlık hizmetini herkese temel bir hak olarak
kamusal sorumlulukla üstlenmek ve koruyucu hizmetlere
kesin öncelik vermek, sağlığın sosyo-ekonomik belirleyicilerini bütünsellikle iyileştirmektir.

Sevgi ve saygı ile. 03 Kasım 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD kurucularından Nusret Fişek’in 1971’den beri 50 yıllık öğrencisi, asistanı…
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Yazımız ADD web sitesinde de yayınlanmıştır : Microsoft Word – Belge1 (add.org.tr)

3 Kasım Prof. Dr. Nusret Fişek Anma Etkinliği kapsamında Prof. Dr. Nusret Fişek’in özgeçmişi ile hakkında yazılanlardan oluşan seçki için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.

http://www.halksagligi.hacettepe.edu.tr/fotogaleri/nusretsergi.php#

Prof. Dr. Nusret Fişek’in Özgeçmiş Videosunu izlemek için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.

https://www.youtube.com/watch?v=GV-P6i5skLU

ESFENDER KORKMAZ : BİR GECEDE NASIL YOKSULLAŞTIK

BİR GECEDE NASIL YOKSULLAŞTIK

Esfender KORKMAZ

Prof. ESFENDER KORKMAZ
esfender@esfenderkorkmaz.com  Yeniçağ – 19.08.2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Doların 7 liraya çıkıp sonrada 6 liranın altına düşmesini bazı yetkililerin piyasa ekonomisinde bir işleyiş olarak yorumladıkları anlaşılıyor.

Piyasa ekonomisi“Yatırım, üretim ve dağıtım ile ilgili kararların arz ve talebe dayalı olduğu, mal ve hizmet fiyatlarının serbest fiyat sistemi içinde belirlendiği ekonomidir.” Ancak piyasanın kendi halinde bırakılması piyasa anarşisi doğuruyor. Zira sermaye karını maksimize etmek için tekelleşme, kartelleşme ve spekülasyon yapma eğilimindedir. Bu nedenle devletin asıl işi gerektiğinde piyasaya müdahale etmek ve rekabet kurallarını çalıştırmaktır. Bizim Anayasamızda da Devlete bu görev verilmiştir.

Bu nedenle eğer dövizde bir spekülatif hareket oluyorsa bunun suçunu spekülatörlere iç ve dış güçlere atmak yanlıştır. Eğer bizim bilmediğimiz tersine bir müdahale yoksa, bu sorun devletin işlevsiz kalmasından kaynaklanan bir sorundur. Hükümet edenlerin kur politikası, faiz politikası, bütçe politikası ve devlet anlayışlarındaki yanlışlar spekülasyona izin vermiştir.

Spekülasyon, bir kısım insanların spekülatif kar elde etmesine, buna karşılık diğerlerinin aynı oranda kayıp vermesine neden olur. Kur hareketinde iki türlü sorun var; Birisi TL’nin düşük değerde olması diğeri de bir gecede kur artışından yüksek para kazananlar ve kaybedenlerdir.

  • TL, Dolara göre %40 daha düşük reel değerdedir. TL / Dolar kurunun 3.80 dolayında olması gerekir. Dolar 6 lira ise 2.20 lira daha pahalı demektir. Kamu kesiminin 142 milyar $ dış borcu var. TL bu değerde kaldığı sürece kamunun TL olarak dış borç karşılığına bugünkü değerle 312 milyar ek yük geldi demektir. Bu fark bütçeden yani halkın vergileri ile ödeneceği için, sonuçta yük topluma yayılmış oluyor.
  • Özel sektörün 217.3 milyar $ döviz pozisyon açığı var. Kazancı TL olduğu için bu kesimin TL karşılığı dış borç yükü de TL’nin düşük değerde kalması halinde % 40 artmıştır.
  • Dünyada yap- işlet – devret modeline göre özel sektöre yaptırılan kamu altyapı yatırımlarında risk, özel sektöre aittir. Bizde ise, rasyonel hiçbir esasa dayanmayan risk paylaşımı söz konusudur. Devlet talep garantisi vermiş ve ayrıca özel sektörün dış borçlarına kefil olmuştur. Üstelik Türkiye’de dolarla talep garantisi vermiştir.

2005 – 2017 Kamu – Özel İşbirliği projeleri yatırım tutarı 48 milyar dolardır. Bu yatırımdan beklenen gelirlerin bugünkü değeri, yani sözleşme değeri 115 milyar dolardır. Bunlar içinde çoğunluğu risk paylaşım yöntemiyle yapılmıştır. Kalkınma Bakanlığı kayıtlarında bu ayırım proje sayısı olarak yapılıyor ve fakat maalesef yatırım değeri olarak yapılmıyor.

Devletin riski paylaşması nedeniyle:

Yatırım pahalıya çıkmıştır. Devlet borç alarak bu yatırım yapsaydı % 15 kar payı ödemeyecekti ve bu nedenle yatırım 7.2 milyar $ daha ucuza çıkacaktı. Devletin talep garantisi her yıl değişir. Genel olarak projenin yarısı kadar dersek takriben 57 milyar $ bütçeden para ödenecektir.

Devlet ayrıca bu projelerin toplam 115 milyar $ gelirinden yoksun olacaktır. Eğer bu yatırımları Devlet borçlanarak yapsaydı, bu borcu yatırım gelirleri ile geri öderdi. Proje geliri Dolarla hesap edildiği için de ek olarak geliri artardı.

Bu haliyle devletin kaybı bütçeden ödenen 57 milyar $ talep farkı ile 7.2 milyar $ yatırım maliyet farkı olarak toplam 64.2 milyar Dolardır. Başka bir ifade ile devletin risk paylaşımına girmesi gibi yanlış bir kararı halka 64.2 milyar dolara mal olmuştur. TL düşük kaldığı sürece bu farkın TL maliyeti de daha yüksek olacaktır.

  • Doları bir gecede 7 liraya çıkarıp o gün dövizini bozduranlar, yüksek spekülatif karlar elde ettiler. Muhtemeldir ki, bu karlarla şimdi zora düşecek şirketleri satın alacaklardır. Söz gelimi bir bankanın 100 olan hisse senedi, şimdi 40 geriledi. Hisselerini kim toplar, bakmak gerekir.

Kesin sonuç “kim olursa olsun manüpülasyon yapanlar, spekülatörler kazandı hepimiz kaybettik şeklindedir.
================================================
Dostlar,

AKP DEVALÜASYONU HAKKINDA
YURDUM İNSANINA 10 SORU ve….

Çok kıdemli ve yetkin Ekonomi hocası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi önceki Dekanlarından Sn. Prof. Korkmaz’ın bu irdelemesi son derece önemlidir, net ve muazzzam büyüklükte sayısal verilere dayalıdır.

Halkın cebinden en azından 64,2 milyar $ servet çalınmıştır. 

Hırsız kimdir ?

Peki Devletin – Hükümetin temel görevlerinden, varlık nedenlerinden değil midir halkın refahını, can ve mal güvenliğini sağlamak!??

Bu görev yerine getiril(e)memiştir. Görevini yapmayan siyasal iktidar, halk yığınlarının kitlesel olarak yoksullaştırılmasından sorumludur ve bu suçunun yasal – siyasal hesabını vermelidir.

Alman basınında bu hazin tablodan doğrudan Erdoğan sorumlu tutulmaktadır..

Yaşananların, olağanüstü yanlış ekonomi politikaları yüzünden zorunlu duruma gelen yüksek oranlı devalüasyon için bir mizansen olduğu yaygın kabul görmektedir.

İlk iş istifadır!

Ayrıca şu soruların mutlaka yanıtlanması zorunludur       :

  1. AKP – Erdoğan iktidarı gene kandırılmış mıdır?
  2. Kandırıldı ise bu kaçıncı kandırılmadır?
  3. AKP – Erdoğan, kandırılmak için mi iktidar olmuştur?
  4. Yeryüzünde kandırılmak için iktidara gelen hükümeti olan başka ülke var  mıdır?
  5. AKP = Erdoğan, ülke yönetiminin 16. yılında ustalık döneminde bu ”oyuna” (!) nasıl gelmiştir?
  6. Ha bire kandırılan ehliyetsiz – basiretsiz kadroların görevi bırakması ve halka hesap vermesi ülkenin bekası açısından zorunlu değil midir?
  7. AKP = Erdoğan; dış güçler, ekonomik savaş, bayrağa – ezana saldırı.. retorikleri (gerçek dışı laf kalabalığı) ile nereye dek halkı oyalayabileceği / kandırabileceği kanısındadır?
    İlk etapta yerel seçimlere dek mi?
  8. İktidarın ekonomideki yangın ve çökmeyi halka anlamak için bulabildiği en ”akıllıca” (!) yol, damardan hamaset ile  7. sorudaki masallar mıdır?
  9. AKP yandaşı ve soyguna – talana ortak olanlar, Müslüman ve bu ülkenin yurttaşı değil midir?
  10. İktidar; bu muazzam çapta, onlarca milyar $ düzeyinde halkın soyulması zulmünde gerçekten çaresiz durumda mıdır; yoksaaaaa ??????
    Bugün değilse bile bu soruların yanıtları yakın – orta – uzun erimde verilecektir.Demokrasiye yaraşır, onu hak eden bir toplum, millet olmak, sürü – mürit – talancı bir güruh olmaktan çıkabilmek, görüldüğü gibi, ne yazık ki, çoooook dayak – kazık yemek, soyulmakla öğrenilebiliyor.. Bedel çook ağır. Avrupa’da da Rönesans, Reform, Aydınlanma çooook kanlı oldu ve çoook uzun yüzyıllar sürdü. Ama bizim önümüzde hiç yoktan bu acı ve dev deneyim var.. Aynı yollardan birebir geçmek zorunda değiliz..

Eyyyy Yurdum insanı;

  • Bu son dinci – kinci çatal mı çatal kazıktan sonra, zangır zangır titre ve artık tebaa – kul olmaktan çık; Kant‘ın altın öğüdünü anımsa, ‘‘AKLINI KULLAN” (Sapere aude!) in-san-laş!
  • Ülkede bağımsız – tarafsız  yargı, Sayıştay, etkin TBMM, özgür basın, demokrasi olsaydı; yani kadir-i mutlak TEK ADAM rejimi olmasa idi; bu muazzam kazığı sana kim atabilirdi??!!

Kadim Socrates‘e saygı ile..
O, sorular sorarak insana kendi gerçeğini buldurma yolunda egemenlere canını verdi..

Sevgi, saygı ve ENDİŞE ile. 22 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Piyasa ekonomisi ilerlemenin temeli mi?

Piyasa ekonomisi ilerlemenin temeli mi?

Mustafa Pamukoğlu

Mustafa Pamukoğlu
Aydınlık Gazetesi, 18.5.2018

Ekonomide yaşanan dalgalanmaların, tüm sorunların ve krizlerin kural temelli piyasa ekonomisinde çözülmesinin mümkün olduğu liberal ekonomi anlayışının temel felsefesidir.

Türkiye, 1980’den sonra küreselleşme dalgasına kapılıp kuralı, kuralsızlık olan, kamunun düzenleyici ve yönlendiriciliğini ortadan kaldıran bir piyasa ekonomisi – paracı ekonomiyle yönetildi. AKP de serbest piyasada yaşanan krizin sonucunda daha serbest pazar ekonomisi uygulasın diye iktidara getirildi.

SICAK PARACI EKONOMİ

Yüksek faiz-düşük kur modeli ile ülkemiz sıcak para cennetine çevrildi. 2008’e kadar oluk oluk gelen sıcak para hepimizin aklını başından aldı. Yabancılar yatırım ve ticaret için ülkemize çokça gelir oldular. Bundan nemalanan herkes ve herkesim AKP’yi liberal piyasasının en iyi uygulayıcısı kabul edip çok destekledi.

2008 küresel krizi gelişmekte olan ülkelere giden likiditeyi azalttı. Ancak bu kriz bankacılık sisteminin güçlü olması nedeniyle bizi çok sarsmad “uluslararası faiz lobisi” olduğuna inanıldı ve toplum böyle ikna edildi.

Ülke ekonomisi yabancıların vereceği borca ve sıcak paraya mahkum edilince dünyadaki tüm olumsuz gelişmelerden çok çabuk etkilenir olduk. Trump’ın başkan seçilmesi, Ortadoğu’da yaşananlar, dünya ekonomisinin küçülmesi, küresel likiditenin kaynağına dönmeye başlaması gibi çok önemli gelişmelere karşı kırılganlığı artan bir ekonomi ile bugünlere geldik.

DIŞ BORCA BOĞULMUŞ EKONOMİ

500 milyar dolara yakın döviz açığı bulunan, 1 yılda 250 milyar dolar dolayında dövize ihtiyaç duyan, tüketen ve katma değer yaratamayan, her yıl ortalama 50 milyar dolar cari açık veren, enerjide dışa bağımlı, işsiz ve yoksulu bol bir ekonomi.

Ama tüketim ve borçlanma ile bir yere gidilemeyeceğini konusunda da uyandırmadı .Borç al bunu yatırımda-üretimde kullanma, verimsiz bir şekilde harca, modelinden vazgeçirmedi. Öbür yandan tüm stratejik varlıklar elden çıkartıldı. İmalat sanayinin GSYİH’deki payı giderek azalmaya ve % 20’lerin altına düşmeye başladı.

FAİZİN FOBİ OLMASI

Cumhurbaşkanı liderliğindeki AKP, yüksek faiz-düşük kur sayesinde palazlandığını unutarak son döneminde faize savaş açtı. Özellikle dış politikadaki başarısızlıkların ve yanlış ekonomik politikaların yarattığı sorunların temel sebebinin milyonları bulan, üstüne üstlük dolara boyun eğmiş bir ekonomi ile parlamenter sistemi zayıflatan ve başkanlık sistemini getiren bir seçime gidiyoruz.

IMF’Lİ GÜNLER GELİYOR!

Bu seçimden Tayyip Erdoğan galip çıkarsa 25 Haziran büyük sıkıntıların yaşanacağı bir dönemin ilk günü olacak. Pazar ekonomisini savunan başka birisi başkan olursa yabancıların, IMF ve uluslararası mali kuruluşların etkisinin artacağı bir döneme gireceğiz.

Sıkıntılı ve derin hasarlar açabilecek gelişmelerin yaşandığı bu dönemi, karma ekonomi modeli ve güçlü parlamenter sistemi ile aşabileceğimize inanıyoruz.

Seçim anketlerine ve gelişmelere baktığımızda ise tünelin ışığını göremiyoruz. Belki ışık yakında ama bize uzak geliyor… Bu mübarek ramazanda dualarımız ülkemiz için olsun diyelim ve umudumuzu koruyalım…