Etiket arşivi: biat kültürü

Önce doğru anayasal bilgi

İbrahim Ö. Kaboğluİbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 14.09.2023 BİRGÜN

1 Eylül Anayasa çağrısına  “Anayasal totalitarizme hayır!” yanıtım üzerine 27. Yasama döneminde TBMM’de en yakın çalışma arkadaşım ve sevgili meslektaşım Dr. Sibel Özdemir’in tweet paylaşımı anlamlı:

“CB’nin 2017 Anayasası ile yok saydığı, itibarsızlaştırdığı “Siyasi Partiler, Üniversiteler, Yüksek Mahkemeler, Barolar, STK’lara demokratik Anayasa için destek çağrısı oldukça ironik. Asıl ve acil çağrı bu Kurumların olmalıydı.”

Cumhurbaşkanı, 12 Eylül’de daha kararlı: “Türkiye Yüzyılı hedefimizin unsurlarından biri olan yeni anayasayı milletimize kazandırana kadar çalışmayı, gayret etmeyi, mücadeleyi asla bırakmayacağız.”.

Tarihsel bilgi yanlışlarını bir yana bırakarak güncel sorunlara ilişkin düzeltme, saptama ve öneriler yapacağım:

1) “12 Eylül yönetiminin ülkemizin kalbine sapladığı en büyük hançer, üzerinde hala konuştuğumuz, tartıştığımız 1982 darbe anayasasıdır.”

12 Eylül söylemi, şu üç gerçeği örtmemeli:

-Kitlesel kıyımlar, 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle Cemaat palazlanması karşıtı ve laik düzen yanlılarına yapıldı; FETÖ işbirlikçileri korundu.

-Anayasal onarım, 1987-2004 değişikliklerinde insan hakları ve demokrasi yönünde 1982 metninin iyileştirilmesidir.

-2017 değişikliği; Hükümeti, siyasal sorumluluğu ve denge-denetim kurallarını kaldırarak Anayasa tarihimizde “en derin kopuş” tur.

  • Özetle; eğer yürürlükte bir darbe Anayasası varsa, bu 1982 değil 2017 metnidir.

2) “Türkiye, çok daha iyi bir anayasayı ziyadesiyle hak ediyor . Doğru; Türkiye’yi çağdaş anayasacılıktan “en çok” uzaklaştıran ve kendi tarihine “en çok” yabancılaştıran, hiçbir darbe Anayasasını aratmayan bir “anayasa dışı kurgu” ayracı kapatılmalı.

3) “…kağıt üzerinde çok iyi metinlere sahip anayasaları olup da demokrasiden ve hukuk devletinden çok uzak uygulamaların hüküm sürdüğü ülkeler de söz konusudur.” Bu sözler,  AKP’ye bırakılan anayasal mirasa karşın,  2017 öncesi “anayasasızlaştırma” teyidi gibi.

 4) “… bize lazım olan, lafzı, ruhu ve hacmiyle, milletimizin dünyaya ve hayata bakışına, ülkemizin birikimine ve hedeflerine uygun bir anayasa metnidir.” 2017 kurgusu, Osmanlı-Cumhuriyet birikimini tümüyle yadsıdığı gibi, son 25 yılın “sivil anayasa”  çalışmalarının hiçbiri bunu önermemişti.

5) “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş yapılırken anayasayı tümden yeniden yazma teklifimiz, yine muhalefetin uzlaşmaz tavrı sebebiyle maalesef hayata geçemedi…” Ama 18 madde, demokratik muhalefete karşın, Anayasa dışı ve meşru olmayan yol ve yöntemlerle dayatıldı.

6) “Ülkemizin iki asırlık yönetim sistemi arayışının zirvesi olarak gördüğüm, ilk dönemini bitirip ikinci dönemine girdiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni de bu kapsayıcı muhasebenin bir parçası kabul ediyorum.” Bu sözlerCBHS’nin iflasının itirafı…

7) Buradan tüm siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, akademi mensuplarına sesleniyorum, gelin konuşalım, tartışalım, müzakere edelim ama bu süreçten kaçmayalım..”. Hangi ortamda? Kendinizi bütün kamu görevlilerinin disiplin amiri yaptınız (R.G. 30.04.2021) ve size bağlı DDK’ye, “derneklerde, vakıflarda, kooperatiflerde, birliklerde ve bu kurum ve kuruluşların ortaklık ve iştiraklerinde “ denetim  yetkisini tanıdınız (RG 26.08. 2021).

8) ÜÇ SAPTAMA:

-Ana sorun: Hesap verebilir siyasal iktidar yoksunu anayasal düzen, demokratik değil.

-Vahim durum:  Resmi kurumlar -üniversiteler dahil- talimatla biat kültürüne sokuldu; yarı resmi ve sivil örgütler işlevsiz kılındı.

-En vahim olanı: 12 Eylül sonrası tasfiyeler, 80’lı yıllar sona ermeden onarıldı; 20 Temmuz 2016 kıyımları kalıcı kılındı; yeni kıyımlar sürüyor, özgürlükten yoksun kılmaya değin.

9) ÖNKOŞUL: Tartışma ortamı için, Anayasa’ya ve düşünceye saygı duyulmalı; Anayasa’ya aykırı uygulamalara ve düşünce suçlarına derhal son verilmeli…

10) ÖNCELİKLİ GEREKSİNİMDOĞRU BİLGİ: AKP, devraldığı anayasal mirası 15 yılda yok etti; Türkiye’yi “anayasasız” bir zemine sürükledi ve böylece iktidarının bekasını sağladı. Şimdi ise, “toplum mühendisliği” için Anayasal bilgi kirliliği yayıyor. Oyun büyük. Bu nedenle, doğru bilgi öncelikli…

AKP anayasa yapamaz

Ali Sirmen
Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr 

Son Yazısı / Tüm Yazıları
08 Kasım 2022, Cumhuriyet

AKP’nin fırsatı yakalayınca ortaya attığı türban için anayasa referandumu önerisinin tartışmaları sürüyor. Hafta sonunda anayasa profesörü ve eski milletvekili Süheyl Batum, Ruhat Mengi ile yaptığı söyleşide, toplumsal sözleşme olan anayasaların parti ziyaretleriyle yapılamayacağını söylüyordu. AKP temsilcilerinin anayasa değişikliği konusunu HDP ile görüşmeleri ise bizzat AKP bünyesinden itirazlar yükselmesine neden oluyordu. Cumartesi günü Cumhuriyet‘in altını çizdiği üzere, Cumhur cephesinin türban referandumu için daha 26 milletvekiline ihtiyacı vardı. Onu da bulamıyordu.

Sözün özü Millet cephesinden herhangi bir kurtarıcı aklı evvel öneri çıkmaz ise AKP anayasa değişikliğini yaşama geçiremeyecekti.

Bu defa (kez) AKP’nin anayasa değişikliliğinin önündeki engel parlamento aritmetiğidir. Ama öyle olmasa da AKP zaten kendi kafa yapısı dolayısıyla da anayasa yapamaz.
***
Bunun neden böyle olduğunu görebilmek için anayasaların özelliklerine bakmak gerek. İlk anayasal belge olan Magna Carta’dan bu yana (1215…) bütün anayasal metinlerin ortak yönleri, iktidarın yetkilerini yönetilenler lehine sınırlamalarıdır.

Her ne kadar kutsal devlet tutkusundan bir türlü kurtulamamış olan ülkemizde anlatılması epeyce güç olsa da aslında devlet bir şer odağıdır.

Vatandaşları tebaası olan bireylere yaptırım gücü olan yasalarla nelerin serbest, nelerin yasak olduğunu saptayan devletin tescil ettiği özgürlükler ve haklar geçerlidir ancak.

Vergi yoluyla, tebaası olan bireylerin emeğinin ve ürünlerinin bir bölümüne el koyan, savaş açma yetkisiyle bireyi ölüme yollayabilen, ceza yasalarıyla bireyi ölüme kadar (dek) varan yaptırımlarla cezalandıran devlet, hâkimi mutlak olmuştur uzun süre boyunca.

Hitler’in Nazi İmparatorluğu, hâkimi mutlak olan devletin yıkımı nereye dek varabilecek bir şer odağı olduğunun çok çarpıcı örneğidir.

Devletin, bu mutlak gücünün Tanrı’dan kaynaklandığı savı da yeterince inandırıcı değildir. Bu sav zamanla, kilise tarafından bile yeterince inandırıcı bulunmamış olsa gerek ki, bir kilise mensubu olan Akinolu Aziz Thomas bile zamanla “Omnis potestas a Deo, per populum” (Bütün iktidar Tanrı’dan gelir ama halk aracılığıyla) demek zorunluluğunu duymuştur.
***
Evet, devlet bir şer odağıdır. Ama toplumsal yaşamın zorunluluğu, bu kötülüğü kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durumda yapılacak şey, yokluğu varlığından daha büyük bir şer olan devleti gücünü denetleyecek mekanizmalarla birlikte kabul etmektir. Öyle de olmuştur. Toplumların tarihleri bir bakımdan yönetilenlerin, aslında (gerçekte) devletin egemen sınıfların baskı aracı olduğu tanımlamasının genel kabul gördüğü çağımızda devletin erkinin denetiminin, toplum ve muhalefet adına denetlenmesi savaşımının öyküsü olarak görülmektedir.

Gücün bozduğu, mutlak gücün mutlaka bozduğu düşüncesi Montesquieu tarafından ileri sürüldükten ve kabul gördükten beri kuvvetler (güçler) ayrılığı demokrasinin onsuz olmazı olmuş ve devletin gücünün iktidar tarafından kullanılmasının denetimi önem kazanmıştır.

  • Anayasa böylece vatandaşı devlete karşı koruyan bir metindir aynı zamanda.

Bu işlevin yerine getirilebilmesi biat kültürü ile mümkün (olanaklı) olmayacaktır. Vatandaşın devlete ne olursa olsun sorgusuz sualsiz biat etmesiyle, devletin iktidarının denetlenmesi fikri bir arada yürümemektedir.

Çağımızda, yalnızca yönetilene sınırlamalar getiren, yönetenin gücünün denetimini ıskalayan kafa ile anayasa yapmak mümkün değildir. Böyle bir şey yapıldığı takdirde bu anayasa olmayacaktır.

Özetle biatçı AKP kafasıyla anayasa yapılamaz.

Ama şimdi itiraz olarak denecek ki: “Geçmişte pek de âlâ yapıldı.”

Evet yapıldı. Yapıldı da ne olduğu da görüldü işte!

SİZİ TEK TEK AVLAYACAKLAR

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

“Kendi düşenin ağlamaya hakkı yoktur. Siyasi ümmetçi, hırsız, soyguncu, vatan topraklarını satan bir partiyi, demokratik hayatın bir unsuru olarak kabul edip, ona göre muamele ederseniz, sonucuna katlanırsınız…”

Erdoğan’ın siyaset yasağını dönemin CHP Genel Başkanı ve halen CHP Milletvekili olan Deniz Baykal kaldırdı!
Erdoğan’ın Milletvekili ve Başbakan olması için Siirt Seçimlerinin iptaline yol açan süreci destekleyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dır.
Erdoğan’ı “Demokrasi var kardeşim, en çok oyu alan partinin liderinin dışarda kalması uygun olmaz” diyen CHP Genel Başkanları yeniden yarattı!

Peki, AKP denen parti demokrasiye inanan bir parti mi?
AKP yönetimi, demokrat insanlardan mı oluşur?

  • AKP’nin, “Biat Kültürü” ile yaşayan, cemaat ve tarikatlardan beslenen, Siyasal Ümmetçi, soyguncu bir parti olduğunu, her şeyi bilen CHP Genel Başkanları bilmez mi?

Ne karşılığında ve hangi baskıyla Erdoğan’ın siyasi yasağı kaldırıldı?
Başbakan Erdoğan ilk iş olarak, CHP’li Milletvekillerini hapse attırdı.
Haberal, Balbay ve Berberoğlu yıllarca tutuklu kalmadılar mı?
CHP Genel Merkezi, milletvekillerini hapisten çıkarmak için konuşmaktan başka ne yaptı? Hiç!

AKP, Türk Ordusunun Atatürkçü Komutanlarını FETÖ-CIA işbirliğiyle zindana attı. Kozmik Oda sırları terör örgütlerine servis edildi. Milli bütünlüğümüzü, Milli Ordumuzu “Askeri Vesayet” zanneden biatçı-İhvancı AKP’ye, “Bu asker de çok oldu, biz karışmayalım” düşüncesindeki CHP destek olmadı mı?

Atatürkçü Komutanlar zindana atılıp, yerlerine FETÖ’ye kulluk edenler gelince, konuşmaktan başka ne yaptılar?

15 Temmuz çakma darbe girişimine, AKP’nin Yenikapı Mitingine katılıp, konuşma yapan CHP Genel Başkanı, 15 Temmuz’u meşrulaştırmış olmadı mı?
Böylelikle AKP’nin “Tek Adam” taleplerinin önü açılmadı mı?

7 Haziran – 1 Kasım (AS: 2015) arasında CHP Genel Merkezi ile alay eden Davutoğlu’nun “İstikşafi Görüşmelerini” seyretmediniz mi?
Ekmelettin adlı bir Atatürk düşmanını CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı yapıp, Erdoğan’a seçimi hediye etmediniz mi?

  • AKP’nin göz göre göre oy çaldığı, zarfa giren dört oydan birinin sayılmadığı yasa dışı seçimlerde, CB Adaylarınız sonuçlar açıklanmadan kaybolmadı mı?

Sürekli olarak her olaydan sonra iki gün konuşup, sustunuz.
2007 yılından beri sizi uyarmaya çalıştık. Duymadınız bile! Muhalefet olmak size yetiyordu!
Hele Büyükşehir Belediye seçimlerini, “AKP karşıtlarının” oylarıyla kazandığınızda, kibrinizden yanınıza bile yaklaşılamadı.
Tüm bunlar yetmedi!

Ellerinden milyonlarca insanın kanı damlayan, yüzbinlerce kadının tecavüzüne yol açan politikalarıyla bildiğimiz Davutoğlu ve Babacan’ı, Said-i Nursi’nin Prensi Uysal’ı, Sivas Belediye Başkanı Karamollaoğlu’nu, FETÖ’nun Prensesiyle birlikte yanınıza alıp, Türk Milletinin huzuruna çıkmadınız mı?

Bunlar da yetmedi;

  • Türk Subayları zindanda iken, onların sayın eşlerine ağır hakaret eden FETÖ sermayelerini, Atatürk’e küfredenleri otobüsünüzde gezdirip, gözümüze sokmadınız mı?

Şimdi CHP İstanbul İl Başkanını aldılar. Sırada İmamoğlu var! Yarın da onu alırlar! 1 Haziran’ı bekleyin!

Size defalarca söyledik!

  • AKP, Türkiye’nin partisi değildir.
  • AKP, ABD Derin Devleti tarafından rehin alınmış, bir organize suç örgütüdür.
  • Gri listeye alınmış Türkiye’de AKP, teröre finans sağlayan bir partidir.

Bunlarla müzakere edilmez, mücadele edilir. Hem de anladıkları dilden mücadele edilir.

Üzülerek söylüyorum ki, AKP yönetimi hepinizi tek- tek avlayacak.
Bunu da sizinle alay ederek yapacak.
Türk Milletine ve onun sevdalılarına yüzünüzü dönüp, Atatürk İlke ve Devrimlerine sarılacağınıza, hala Ahmet Şık, Başak Demirtaş, HDP gibi bölücülerle, Garo Paylan, Sezgin Tanrıkulu gibi yüzü Seyit Rıza’ya dönük olanlarla beraber olmaya devam ediyorsunuz!

Siyaseti bilmiyorsunuz, Türk Milletini tanımıyorsunuz, Türk Milletine güven vermiyorsunuz.
Hata üstüne hata yapıyorsunuz. Söz dinleyin. Yarın çok geç olacak…

Not; Cumhuriyetimizin direği, Ulusal Birliğimizin sancağı, Atatürk Şehri
Sivas’tan sevgilerle…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 14.05.2022

Demokrasiden nefret ediyorlar…

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ 

Zafer ARAPKİRLİ – Demokrasiden nefret ediyorlar… (krttv.com.tr)
22 Kasım 2021,

Her ne kadar bizim satılık – kiralık – devre mülklük liboş tayfası mevzuya uyanmasa da, daha iktidara bile gelmeden önce de “Dava’nın önderi” kendi ağzı ile söylemişti:

  • “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.”

Bu sözü hatırlattığımızda bile, bu Cumhuriyet’i yıkım ekibinin” payandalığını yapan aymazlardan gelen “Niyet okuyorsunuz” suçlamalarına muhatap oluyorduk. Oysa, çok belirgindi durum. Referansları; çağdaş dünya, çağdaş bilim, hukuk ve demokrasi olmayanların, tam tersine 2000 yıllık dogmalar olanların başka türlü düşünebilmesi mümkün değildi. Biat kültürünü iliklerine kadar sindirmiş ve birilerine itaat ve boyun eğme üzerine kurulu dünya görüşleri gereği, demokrasiye ve çağdaş parlamenter demokrasiye inançlarının “sıfır” olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyordu.

Nitekim, daha gelir gelmez kazma ve küreği ellerine alıp, buldozerlerin direksiyonuna geçip Cumhuriyet’in bütün kalelerini, olağanüstü bir nobranlıkla, olağanüstü bir hoyratlıkla ve acımasızlıkla yıkmaya başladılar. Muhalefette iken “Milli irade, milli irade” diye bas bas bağırıp,  “seçilmişlerin atanmışlara karşı üstünlüğünü savunuyoruz” yalanları ile milleti kandırırken, seçilir seçilmez kendi “yandaş bürokrat ordularını” ve hatta “parti teşkilatlarını” Milli İrade’nin üzerine çıkarma çabalarına başladılar.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin Kurtuluş Savaşı yıllarında bile “Tek Adam”dan ve “Başkomutanlık”tan daha üstün olduğu gerçeğini unutmak ve unutturmak için ellerinden ne gelirse yaptılar.

Aradan geçen 19 yıl içinde de önce Parlamento’nun denetim gücünü kademe kademe ortadan kaldırıp, Anayasa değişikliği sürecinde “küfür kâfir, dayak ve sopa ile kanun maddeleri geçirerek” kanıtladıkları üzere, sonuçta “rejim değişikliği”ni de gerçekleştirip “Anti –  Demokrasi”nin bayrağını, Ankara Kalesi’nin burçlarına mecazen diktiler.

Bu politika ile pratikte Parlamento, artık 600 milletvekilinin sembolik olarak girip çıktığı, sembolik olarak el kaldırıp indirdiği ve bir demokrasinin vazgeçilmez şartı olan “denetim” görevini yapamaz olduğu bir organ haline getirildi.

  • Yasa metinlerinin, biatçı Saray kurullarınca hazırlandığı ve TBMM’ye gönderilerek doğru dürüst tartışmaya bile izin verilmeden onaylatıldığı bir dönem açıldı.

Özellikle bu yılın bütçe sürecinde tanık olduğumuz şekilde, artık “iyice muhalefeti umursamayan” bir iklime büründü yasama süreci.

İçişleri Bakanlığı’nın bütçesi görüşüldüğü sırada bu sabah Komisyon toplantısında yaşananlar, bu anlattıklarımın somut bir kanıtı niteliğindeydi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile ana muhalefetin grup başkanvekili Engin Özkoç arasında yaşanan sert polemik sırasında, Komisyon başkanı AKP’li Cevdet Yılmaz‘ın aldığı tavır, kelimenin tam anlamıyla ibretlikti.

Oranın Meclis, konuşanların milletvekili, bütçeyi savunması ve hesap vermesi gerekenin (S. Soylu)  de (yeni rejimin statüsü gereği) “Saray’ın bir bürokratı” statüsünde olduğu gerçeğini unutarak, Komisyon başkanı adeta milletvekillerine (bu arada Sayın Özkoç’a) “Amma uzattınız ya. Çok konuşuyorsunuz. Kesin artık tatavayı da, onaylayın. İşimiz gücümüz var” kabilinden ayar vermeye çalışıyordu.

Ana muhalefet sözcüsü Özkoç, iktidarın ve onun İçişleri Bakanı’nın “Suç çeteleriyle içli dışlı ilişkilerinden tutun da, uyuşturucu kaçakçılarının üzerine gitmemesini, ana muhalefet liderine yönelik linç girişimine sessiz kalmasını, terör örgütü üyelerine vatandaşlık verilmesini, mafyadan 10 bin dolar alan bir siyasetçiden ima yoluyla söz ettikten sonra bir türlü adını açıklamamasını, bunları dile getirenleri (mesela sayın Özkoç’u) de soruşturmaya uğratmasını” tek tek hatırlattı ve eleştirdi.

Ama salonun asayişini koruma ve muhalefetin en azından (oy gücü yetmese de) sesini duyurmasını sağlama görevini haiz Komisyon başkanı, usul tartışması açarak “mevcut konuşma sürelerini bile kısıtlama yoluna gitmeyi” yeğliyordu. Bir yandan da, İçişleri Bakanı Soylu’nun salona (nedense) düzinelerle koruması eşliğinde gelip gitmesini ve salonda bunlarla birlikte durmasını eleştirenlere de kulak asmıyordu.

Demokrasi bir kez daha ayaklar altına alınıyor, parlamenter rejimin vazgeçilmezi olan “parlamento zemininde denetim ve hesap sorma” ilkesi, iyice mezara gömülüyordu.

Bütün bunların “gidiyor, gitmekte olan” anlayışındaki bir iktidarın son çırpınışları olduğunu görmemek mümkün değil tabii. Sandığın ortaya koyulduğu günün bu iktidarın “fiilen” son günü olacağını, “ruhen” ise o “son günün” zaten çoktan yaşandığını bilmek – görmek için büyük bir siyaset bilimci, bir dâhî veya bir kâhin olmaya gerek yok.

Ekonomiden sağlığa, dış politikadan eğitime, hukuktan çevre politikalarına kadar her alanda iflas etmiş, miadını doldurmuş olan “AKP rejimi” son günlerini yaşarken, gider ayak iyice hırçınlaşarak “kırmadan dökmeden gitmez bunlar” öngörüsünde bulunanları âdeta mahcup etmemeye, haklı çıkarmaya uğraşıyor.

Son günlerde konuşan rejimin her düzeyde sözcüleri, MKYK üyelerinden eski bakanlara, milletvekillerinden parti kademelerinde her düzeyde emir erine, yandaş ve besleme kalemlerine kadar hemen hepsi bunun fevkalâde farkındalar ve fevkalâde hırçın bir dile başvurmuş durumdalar.

Bu durumda muhalefete olağanüstü soğukkanlı ve vakur biçimde mücadeleyi sandığa kadar sürdürmek kalıyor. Ama en önemli görevlerinin, iktidar el değiştirdiğinde demokrasiye ve Cumhuriyet’e yönelik bu “Yıkım harekatının” hesabını mahkemeler önünde mutlaka sormak olduğunu unutmadan.

Eğer bu dediğim yapılmaz, yani mahkemede hesap sorma görevi yerine getirilmezse, bu virüs (Covid’in varyantları gibi) bu topraklarda yeniden baş gösterir ve yeniden can almaya devam eder. Asırlar boyu da hortlayarak bu işlevini sürdürür. Bunun adı genellikle bu ülkede olumsuz ve sevimsiz bir kavram olarak kullanılan “Devr-i sabık” değil, bunun adı “Demokrasinin gereğinin yerine getirilmesi”dir.

Hukuk en iyi ilacıdır bunun. Sağlam, sağlıklı ve demokrasiyi özümsemiş hukukçuların elinde bir hukuk, tabii ki.

Avrupa’daki İslamofobinin altındaki neden

Avrupa’daki İslamofobinin altındaki neden

Nurzen Amuran sordu, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlahiyatçı Prof. Dr. Şahin Filiz yanıtladı…

Amuran: Bu söyleşiyi hazırlarken 6.8 büyüklüğünde bir deprem haberi ajanslara düştü. Depremin sonuçları hepimizi sarstı. Oysa Perşembe günü 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını coşkuyla heyecanla kutlamıştık. Depremden zarar görenlere geçmiş olsun diyoruz. Cumhuriyet Bayramının yıllar içinde anlamı daha da büyüyor ve derinleşiyor. Cumhuriyet’in ilanı yalnızca kurulan bir devletin adı değildir, devletin kimliğinin de ilanıdır. Cumhuriyet’in içinde o dönemin koşullarıyla demokrasi vardır, somut örneği Meclis’tir. Bağımsızlığı önceliktir. Kurtuluş savaşı vermektedir. O dönemden bugüne gelişen süreçte inişli çıkışlı siyasi mücadeleler verilmiştir ama sosyal ve laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamizmi bütün zor koşullara karşın daha da ivme kazanacaktır.

Bugün dünyamızda değişen koşullarla birlikte bir taraftan popülist politikalar uygulanırken en elverişli ortam İslamofobinin artışında körüklenmesinde ortaya çıkmaktadır. Batıda kendi iç politikalarının dizaynında (AS: kurgulanmasında) İslam’ı kullanan politikacıların sayısı giderek artıyor. Bu süreçte biz ne yapmalıyız, hangi konularda daha özenle hareket etmeliyiz, FETÖ ile başlayan süreçte gündemi oluşturan kimi dinsel yapılanmalara karşı tavrımız ne olmalı, bu oluşumlarla siyaset arasına nasıl mesafe konmalı ve demokrasi, laiklik nasıl korunmalı? Radikal İslamcı terörizmin yeniden şiddete başvurduğu şu günlerde, Avrupa’da canlanan İslamofobiye karşı tavrımız ne olmalı? Bugün bu soruların yanıtlarını arayacağız. Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Şahin Filiz’le yeniden bir araya geleceğimizi duyurmuştuk. Bugün yine konuğumuz Şahin Filiz.

Sayın Filiz, Fransa’daki olaylar ve Türkiye ile yaşanan gerilimli süreçte yeniden İslamofobiden söz edilir oldu. İslamofobi ilk kez ne zaman başladı, önce tarihsel bir bilgi verelim ve daha sonra günümüze gelelim.

Şahin Filiz: Ne ilginçtir ki “İslamofobi” (İslam Korkusu) kavramı, bilindiği kadarıyla ilk kez 1922’de Fransız Oryantalist Etienne Dinet tarafından kullanılmıştır. Antikçağ’da “Xenofobia” yani yabancı düşmanlığı ile İslamofobia arasında en az  2500 yıllık bir zamansal mesafe vardır. Bazı araştırmacılara göre, İslamofobi Xenofobia’nın modern versiyonudur. Başka bir deyişle, Antikçağ’da Yunanlar ve Romalılar, Akdeniz ve Mezopotamya halklarını “Barbaros” (barbar, yabancı) kabul ettikleri için İslamofobinin temeli Xenofobia ile atılmıştır düşüncesindedirler.

Ancak bu kavramlar içerik ve tarihsel süreç açısından aynı değildir. Birbirinin yerine kullanılamazlar. Çünkü Yunan ve Helen uygarlığı, belirli bir etnisiteye, dine veya uygarlığa ait değildir. Girit, Girit’ten önce bütün Orta Asya, Batı Anadolu, İtalya, hatta Mezopotamya’daki halklardan, etniğe doğrudan referans sayılmayan Yunan ve Helen kültürüne ya yakındılar, ya da içinde idiler. Bu yüzden xenofobia bile kendi içinde çelişik bir içerik ve yorum barındırır.

İslamofobia ise, yabancı olarak Müslümanlara ve İslam dinine özgü bir kavramdır. İslam ve Müslüman korkusudur. Bu korkmanın ya da yabancı görmenin ardında din olarak Hıristiyanlık, toplum olarak, çoğunlukla Batı Avrupa zihniyeti vardır. İslam dini, en son ve düzeltici din olarak geldiği tezi ile devamı olduğu Yahudilik ve Hıristiyanlığı geçersiz ilan etmiş; evrensel, insancıl ve ahlaki ilkelere vurgu yapan bir yapıda olduğunu; önceki dinlerle ancak “tahrif edilmemiş” söylemlerde benzeştiğini ilan etmiştir. Zaman zaman birbiriyle kanlı çatışmalara girmiş ise de Yahudilik ve Hıristiyanlık, Sami dinler olarak, kendilerinden oldukça farklı bir iddia ve ret ile ortaya çıkan İslam dinini, doğuş ve yayılış aşamalarında bir rakip, sonra bir yabancı daha sonra da bir korku nesnesine dönüştürmüşlerdir.

Amuran: Dediğiniz gibi özellikle Avrupa’nın, Müslümanları rakipten yabancıya, yabancıdan düşmana evrilen bir korku nesnesine dönüştürmesinin sizce bir bilim insanı olarak temel gerekçeleri neye dayanmaktadır?

Filiz: İki temel gerekçeye dayanır. Birincisi, İslam’ın anılan dinlere rakip olarak doğmasıdır. Bu rekabet, Müslümanların hızla ve güçlü bir şekilde sahip oldukları toprakları genişletmesi; buna bağlı olarak siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda daha çok görünür olmasıyla “fobik” hedef haline gelmeleridir. Haçlı Seferleri, İran İslam Devrimi, 11 Eylül saldırıları, IŞİD vb. yapılanmalar Batı tarafından “fobik” İslam’ı “düşman” taraf olarak tanımlamak için altın fırsatlar olarak yorumlanmıştır. Bu olayların ve yapıların hemen hepsinin Batı’nın kurguladığı doğrudur. Ancak sürekli bir senaryonun ve kurgunun nesnesi olmaktan kurtulamamak da en az Batı kadar Müslüman dünyayı bağlamaktadır. Bu saptama, sorumluluğu başkasına yükleyip sürekli mazlum ve haklı olduğumuza ilişkin iddiamızı, haklı çıkarmaz. İslam dünyasının kendi içinde halen boğuştuğu sorunları çözme yükümlüğü, Batı’yı masum yapmadığı kadar Müslümanları da masum yapmaz.

İkinci gerekçe, ilkine bağlıdır. Müslümanlar, sürekli kullanılan, yönlendirilen ve düşman görülen tarafın temsilcileri olmaktan neden kurtulamazlar? Oryantalizmin önde gelen aktörleri Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda gibi Batı Avrupa’daki devletlerden gelmekle birlikte, traji-ironik bir şekilde, dünyanın her yerinden Müslümanlar bu ülkelerde yaşamak için ölümü bile göze almaktadırlar. “En son din, en insancıl ve evrensel mesaj, değişmeyen ama değiştiren hayat nizamı, bütün insanların kurtuluş reçetesi” gibi mega-anlatılar dillerden düşmezken, bunları söyleyenler neden kendi topraklarını, yurtlarını ve ülkelerini imar etmek, Atatürk’ün dediği gibi, “çağdaş medeniyetler seviyesinden öteye taşımak” için çabalamak dururken, “hazır imar edilmiş Batı ülkelerini” tercih ederler? Yanlışlık nerededir? Yüzyıllardır bıkmadan usanmadan söylendiği gibi, Müslümanlar İslam’ı ve Kur’an’ı doğru anlasalar, Batı’yı çoktan geride bırakır, örnek toplumlar yaratırdık” yazıklanması, tarihsel ve fiili hal-i pür melalimize ne katkı sağlamaktadır? “Korkulan düşman”, “aşağılanan yabancı” olmaktan kurtulmanın yolu, karşı tarafı “daha da aşağılamak, daha da korkutmak” mıdır?

Değildir ve olmamıştır!

Böyle bir tavır, İslam dünyasına ve özellikle ülkemize yarar değil zarar verecektir. İçinde bulunduğumuz bilimsel, düşünsel ve kültürel sorunları çözmenin yolu, dışarıdaki saldırganlara “aynı üslupla” yanıt vermek; içerideki farklı anlayışlara da önyargılı yaklaşmak olmamalıdır. Bugün Fransa’nın göz yumduğu hatta cesaret verdiği İslamofobik yayınları, söylemleri ve propagandaları kesin bir dille kınıyoruz, şiddetle reddediyoruz. Ancak bu, İslamofobinin belki dünya kamuoyunda fütursuzca dillendirilmesini geriletebilir, ama Müslümanları Batı gözünde, hatta dünya kamuoyunda en iyimser deyimle sadece “saldırıya uğrayan kesim” olmaktan öteye taşımaz.

Peki, ne yapmalıyız?

İslam’ın doğuşundan günümüze kadar hep bu kör döngünün yarattığı gerginlikle mi yaşayacağız? Bizim hiç mi yapacağımız bir şey yok? Yahudilik ve Hıristiyanlık, dinlerini her çağda insan onuruna ve yaşam koşullarına göre yorumlamak için akıl, mantık ve bilimi cesaretle kullanmışlardır.

Amuran: Peki biz neden yapmıyoruz?

Filiz: Ne yapmamız gerektiğini aslında sayın Cumhurbaşkanı birkaç yıl önce açıkça belirtmişti:

“Bizim Diyanet teşkilatımızın Din İşleri Yüksek Kurulu var ve Din İşleri Yüksek Kurulu’nda da çok vasıflı ve bütün ilim dallarında yetki sahibi hocalarımız var, tefsirde, hadiste, fıkıhta, birçok. Bütün bu hocalarımız ne yapıyorlar, niye sessiz kalıyorlar?

  • Bunlar İslam’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle uygulayamazsınız”.

Sayın Erdoğan, bu sözlerinin devamını getirmeli; “sessiz kalanları” cesaretlendirmeli; şımarık tarikat ve cemaatleri, radikal dinci kesimleri cüretlendirecek her türlü yapılanma ve faaliyetlerin önüne geçmeli; bunun için de yetkili insanlara destek çıkmalıdır.

  • İslam yeniden ve vakit geçirmeden reforme edilmeli;

21. yüzyıldaki insanlar, 6. yüzyıldaki düşünme ve yaşam koşullarına zorlanmamalıdır. Zorlandığında hem dışarıdan “İslamofobik”, içeride de “imanofobik” (Tarikat ve Cemaatlerin birbirini imansızla suçlaması) olmaktan kurtulamayız. Cumhurbaşkanın “İslam’ın güncellenmesi” gerektiğine ilişkin sözünün devamı gelmeli; artık uygulamaya geçilmelidir. Düşünce yaşamımızda her alanda güncelleme varken, konu dine gelince, güncellemeyi İslam’a uydurmak çıkmaz bir yoldur.

“Kur’an ve İslam yanlış anlaşılıyor, Kur’an İslam’ı olsa, sorun çözülür” gibi politik, Polyannacı ve kurnazca söylemle inananları sürekli “adeta akılsızlıkla, bilgisizlikle suçlamak” hiçbir zaman İslam dünyası için çözüm olmamıştır. İslamofobik saldırılar ve eleştiriler bizi sadece kızdırmamalı, ama bunun ötesinde, topyekün “güncelleme” üzerinde çalışmamızı teşvik etmelidir. İslamofobiyi radikal dinci akımları finanse eden Fransa, prefabrik üretimi olan bu örgütleri Türkiye’ye ihraç ederek, Türkiye’yi “İslami terörün hamisi” olarak göstermek peşindedir. Radikal dinci olduğu için Fransa’dan kovulanların sığınma başvurularına karşı dikkatli olmak gerekir.

Amuran: Bu sıraladığınız çözüm ve uyarılar için gündemde olan bazı konuları daha ayrıntılı değerlendirmekte yarar var. Sözgelimi son zamanlarda gündemden düşmeyen çocuk tacizlerinde dinci-muhafazakar kesimden olayın kınanmasının toplumu tatmin edecek şekilde yapılmadığı değerlendirmesi var. Bu değerlendirme de olayları olağan gördükleri gibi bir izlenim yaratıyor. “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışımı daha etkin ne dersiniz?

Filiz: Kol kırılıp yen içinde kalabilir ama onur kırıldığında bunu hiçbir yen örtüp saklayamaz. İslam dininin temeli ahlaktır. İnsan onuru, haysiyeti, şerefi ve saygınlığı İslam’a göre her türlü ibadetten, akrabalıktan ve taraftarlıktan üstündür. Kuran’da Hz. Muhammed’e hitaben, “Ve elbette sen en yüce ahlak üzeresin” (Kalem Suresi, 4. Ayet) denilerek İslam’da ahlaki değerlerin vazgeçilemez olduğu vurgulanır. Ahlak, insanın ruhundaki namus ve şeref duygusudur; etik vicdanıdır. İnsanlığının biricik ölçüsüdür. Bu ölçüyü çiğneyen ya da önemsemeyen, Hz. Muhammed’in yolunda olduğunu, hatta Müslüman olduğunu iddia edemez. Ahlak çiğnenerek dindar olunamaz. Kötülükleri yapan ile yapanlara sessiz kalanlar aynı kategoridedir. İşte bu nedenle dinci muhafazakarlık ile Müslümanlık arasında yer ile gök kadar mesafe vardır.

İslam dini erkek ya da kız olsun, çocuklara yönelik her türlü cinsel veya fiziki zorbalığa, istismara kesinlikle izin vermez. Hz. Muhammed’in çocuklarına ve torunlarına nasıl özen gösterip üzerlerine titrediği herkesçe bilinir. Dinci muhafazakârlar İslam’dan ekmek çıkaramazlar. Bu yüzdendir ki dinci muhafazakârlık, İslam dininin ahlaki ilkelerini engel olarak görür. Bunu aşmak için dinin ahlaki içeriğini ortadan kaldırır. Halkın, Türk devlet geleneğine tarihsel birikimin gereği olarak saygılı olmasından yararlanarak, en insanlık dışı fiillerde bile ‘büyüklerimiz böyle diyorsa, vardır bildikleri’ gibi sorgusuz sualsiz teslimiyeti, sorgulamaya ve eleştirmeye tercih etmesi kutsal vazife imiş gibi dayatılıyor. Oysa indirilen dinde, insanların “Tanrı’nın varlığına ikna etmek, neden bir ve tek olduğunu tartışmak için özellikle teşvik edildiğini” görüyoruz. Her türlü cürümü ve günahı yumuşatan ve neredeyse meşrulaştıran söylemler, Allah’ı ve Peygamberi değiştirilmiş uydurma bir dindarlığın doğal sonucu olabilir.

Amuran: Bir ara istismar haberlerinin ardından idam talepleri yükselmişti. Neyse ki son zamanlarda bu sesleri duymuyoruz. Çözümde doğru yöntem ne olmalıdır, nasıl caydırıcı olunabilir?

Filiz: İdam, keskin ama etkisi kısa süren bir çözümdür. Ancak adli, sosyo-kültürel ve siyasal sonuçları, toplumsal öfke yatıştırıcılığı kadar kısa ve geçici değildir. Caydırıcılığı geçicidir ve belki de ters etkisi daha fazla olacaktır. Zaten yoğun bir cinsel istismar furyası kadına, cinselliğe ve insan ilişkilerine konan kısıtlamalar ve baskılardan kaynaklanmıyor mu? Kadına ve cinselliğe yönelik kısıt ve baskılar arttıkça, cinsel istismar furyası, farklı yollar, yöntemler bulmakta, hatta insanlık dışı yöntemleri denemektedir. İnsan yaratılışına aykırı eylem ve söylemler, aslında doğal ve meşru yaşam alanımızı gittikçe daraltarak bitmeyen ruhsal ve zihinsel bir idama benzemektedir. Yaşama yayılan bu süreçsel “idam”, bir kezlik idamdan daha korkutucu ve kışkırtıcıdır. Ben de “Bir kerelik idamdan bir şey olmaz” diyeceğim. Kadın cinayetleri, namus havariliği, mahrem – namahrem ayrımı, çocuk istismarlarına söz konusu umursamaz hatta cemaat ve tarikatlara kol kanat geren tutumlar, Türk toplumsal yaşamını süresiz idama mahkûm etmiş durumdadır.

Amuran: Size göre, bu istismarları önlemek için kalıcı önlemler neler olabilir ne yapılmalıdır?

Filiz: Anaokulundan üniversite sıralarına kadar uzmanlar gözetiminde çocukların kendi bedenlerin tanımaları, birey olarak yetiştirilip karşı cinsle bir arada karma bir eğitim-öğretime tabi tutulmaları gerekir. Erkek-kadın ayırımı, haremlik-selamlık tarzı bir eğitim-öğretim modeli olamaz. Karşı cinsini tanımayan çocuk ve dolayısıyla yetişkin, kendini hiç tanıyamaz. Kendine yabancı olan bir çocuk, yakınlarından ve yabancılardan gelebilecek istismar tehlikelerine karşı da yabancılaşır, savunmasız kalır.

  • İlahiyat Fakülteleri, İmam-hatipler ve Diyanet’e ait Kuran kursları ve din eğitim kurumları dışındaki tüm dinsel kuruluşlar kapatılmalıdır.

Sayılan resmi kurumlar ise sürekli denetlenmelidir. Cemaat ve tarikatlar, vakıf ya da dernekler temelinde varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunları, kuruldukları dernek ve vakıflar doğrultusunda sivil, dinsellikle ilgisi olmayan ve din eğitim-öğretimi yetkisi tanınmayan teknik kuruluş asıllarına döndürmelidir. Bu yapılar, sivil, laik ve sosyal örgütler olarak budanmalı; din eğitimi izni verilmemelidir. Bu yapılamıyorsa işlevsizleştirme sürecine tabi tutarak kapanma /kapatılma noktasına getirilmelidir. Bu süreçte de Türk halkının gerçeği görmesine yardım ederek güvenilir olmadıkları ifşa edilmelidir.

Cinsel istismar yapanları, doğrudan dini sorun ederek, cürümlerini İslam’a fatura ederek cezalandırmış olmayız. Adli takip ve ceza elbette kaçınılmaz; en ağır cezalar verilmelidir. Ancak köklü çözüm bu değildir. Daha önceki söyleşimizde de vurgulamıştım: Örgün ve yaygın eğitim-öğretim kurumlarımızda mutlaka uzmanlar gözetiminde cinsel eğitim verilmelidir. Erkek-kadın ilişkilerinde meşru alanın gayrı meşru alandan daha geniş ve vazgeçilmez olduğunu sosyal, siyasal ve kültürel olarak hem yöneticilere hem de halka anlatmak kaçınılmazdır.

İstismarcılar, haklı olarak ne denli öfke ve nefretimizi çekerse çeksinler, bu toplumun üyesidirler. Birkaç kişiden ibaret de değildirler. Yapana değil, o fiile kaynaklık eden sorunlara ve bu sorunları çok yönlü, disiplinler arası çözecek uzmanlara olan ihtiyaca odaklanmamız gerekir. Sorun, aile içi çatışma, depresyon, psikolojik rahatsızlıklar, psikiyatrik vakalar, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel etmenler ve benzerlerinden kaynaklanıyor olabilir. Bu durumu salt cehalet ya da dinci yobazlıkla açıklamak yüzeysel kalabilir. Bu cürümleri tekrarlama eğiliminde olanları işlevsizleştirecek tıbbi, sosyal ya da kültürel yaptırımlar üzerinde de ayrıca düşünülmelidir. Son olarak siyasi irade, cinsel istismarlara karşı her kurum ve kuruluşları ile kesin bir şekilde mücadele edeceğini, ısrarla ve vurguyla yinelemelidir.

Amuran: Sosyal medyada, bazı TV ekranlarında gördüğümüz başına takke- kavuk-fes sırtına cübbe alan kendisinin bir tekkenin şeyhi olduğunu iddia eden cahil fırsatçıların sayısı arttı. Konuşmaları dinin saygınlığına dokunulmazlığına zarar veriyor. Dine, cezalandırıcı bir kimlik kazandırılmaya çalışılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi dinin saygınlığını korumak halkı doğru bilgilendirmek dine zarar verenlerle mücadele etmek değil midir?

Filiz: Diyanet İşleri Başkanlığı resmi sitesinde şöyle yazar:

“Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumlarını idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir.

Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi, tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.” [1] Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te 429 sayılı Kanunda belirtildiği ve vurgulandığı üzere, İslam dinindeki inanç ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek amacıyla kurulmuştur. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Diyanet İşleri’nin bu yapılarla ilgili görev alanı da ortadan kaldırmıştır. Yani tekke, zaviye, cemaat ve tarikat yoktur, olmayan yapı ya da yapıların idaresi de söz konusu değildir. Şu halde cemaat ve tarikatların varlığı hem Diyanet’in varlığına, kuruluş amaçlarına hem de görev alanı olmaktan çıkmaları itibariyle fiili dinsel hizmetlere aykırıdır, her bakımdan gayrı meşrudur. Gayrı meşru kuruluşların devamı, öncelikle Diyanet’in varlık nedeniyle çatışmaktadır.

Bence dünden bugüne Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacına uygun olarak 2 temel görevi bulunmaktadır: Bu görevleri yaptığı sürece bu teşkilat, Alevi-Sünni veya başka anlayıştan her Türk vatandaşını kucaklayıcı olur ve bu vesile ile varlık ve kuruluş nedenine sadık kalır. Aksi takdirde yalnız Alevi vatandaşlarımız için değil, Sünni vatandaşlarımız için de en azından manevi meşruiyetine gölge düşürmüş olur. İslam dinindeki inanç ve ibadet alanları konusunda Türk halkının tümünü aydınlatmak, inhisarına (AS: tekeline) ve yetkisine tevdi edilen görev ve sorumluluklarda cemaat ve tarikatlara asla fırsat vermemek gerekir. Yetki ve sorumluluk bölüşümü resmen değilse de fiilen sıkça tanık olunan olgular olarak gerçekleştiği sürece Diyanet 2. görevini yapmıyor, ilkine de güç  yetiremiyor demektir.

Diyanet, bir Cumhuriyet kurumu olduğunu unutmamalıdır. Tarikat ya da cemaat olamayacağı gibi, kendisine verilen dinsel yetkiyi açık ya da gizli olarak onlara devredemez.

Amuran: Bu tür yapılanmalarda işlenen yüz kızartıcı suçlara karşı siyasal iktidar olayları salt adli vaka olarak yorumlanıyor. Bu süreçte dini siyasal bir malzeme olarak kullanan siyasetçilerin sorumluluğu yok mu? Sözgelimi tarikat ve cemaat yapılanmalarına ilişkin TBMM’de bir Araştırma Komisyonu oluşturulamaz mı?

Filiz: Kesinlikle oluşturulmalıdır. İktidarından muhalefetine dek bu ulusal soruna hep birlikte müdahil olmak görevleridir. Özellikle Meclis içindeki ve dışındaki muhalefet, artık hiçbir şekilde tevil götürmeyecek bu tür iğrençlikleri TBMM’de araştırma komisyonu kurarak  ciddi, resmi ve kararlı bir tutum sergilediklerini açıkça ortaya koymak zorundadırlar. Bu noktada iktidara daha fazla sorumluluk düşmektedir. Ülkemizin genel ahlaki ve kültürel dokusuna, dinsel duyarlığına yönelik olarak giderek yıkıcı bir artış gösteren bu istismarlara karşı muhalefetin Meclise sunduğu komisyon kurma, araştırma önergesi verme ve olayların her yönden takibini sağlama gibi önerilerini, suç örgütüne dönüşmüş bir avuç müptezelden gelebilecek marjinal düzeydeki oy hesabına girmeden, desteklemelidir. Eğer oy artışı hesap ediliyorsa, bu yönde hareket etmeleri daha rasyonel ve sonuç verici olacaktır.

Amuran: Tarikat ve cemaatleri sivil toplum örgütleri olarak görenlere şunu sormak istiyorum. Bu oluşumların sivil inisiyatif olarak değerlendirilmesi için dernekler, sendikalar gibi demokrasiye katkıda bulunmaları gerekir. Oysa içlerinde kendi yapılarında biat kültürü var. Karşı görüşe hayır diyen bu oluşumların demokrasiye katkıları olabilir mi?

Filiz: Kötülükte biat bu yapıların geleneği haline gelmiştir. Din adına ve dine rağmen ahlaksızlık, kamu yararına değil, kamu zararına işlemektedir. Sivil kavramı, “medeni”, “şehirli” demektir. Ülkemizde “askeri olmayan, militer olmayan” anlamı öne çıkar. Bazılarına göre sivil toplum, “devletin denetim alanı dışında yurttaşların kendi düşünce ve faaliyetlerini yürütmek üzere teşkil ettikleri guruptur.” Ancak bu tanım eksik ve yetersizdir. Çünkü en büyük toplumsal örgüt ve aygıt olan Devlet, yurttaşların her türlü iş, eylem ve yapıp-etmelerini düzenler; düzenlemelerine yardımcı olur. Sivil toplum ise, devletin yetemediği, eksik ya da tamamlanması gerektiği düşünülen alanlarda, yurttaşların lehine olan konularda destekçi ve yardımcı bir rol oynar. Başka bir deyişle sivil toplum, devletin yurttaş bakımından görünümü ve yorumudur. Başka deyişle, devletin doğal parçasıdır. Burada sivil toplum kuruluşları demokrasi, laiklik, hakça bölüşüm, insanca yaşam ve adalet gibi temel değerlerin devlet tarafından nasıl ve ne şekilde toplumsal yaşama yansıtıldığını gözlemler, denetlerler. O halde sivil toplum örgütleri laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü savunmaya odaklı birimlerdir.

Oysa Cemaat ve tarikatlar devlete rakiptir!

Amuran: Yakın tarihimizde yaşadığımız FETÖ örneği var. FETÖ olmadan önce cemaat diye tanımlanırdı değil mi?

Filiz: FETÖ örneği özel ve mevzi bir olgu değildir. Bütün bu yapılar FETÖ adını henüz almamışlarsa da doğrudan devlete taliptir. Sivil toplumlar için vazgeçilmez koşul ve özelliklerin hiçbirini taşımadıkları gibi, bunlara açıkça cephe alırlar. Dinsel alan, sivil bir alan değildir. Dinsellikle anılan hiçbir topluluk ne sivildir, ne de yurttaş yararı gözetir.

  • Dernek ve vakıf olmanın ötesine geçen cemaat ve tarikatlar, dinci militarizmin, özgürlüklerin, yurttaşlık bağlarının, sosyal yaşamın, hukukun ve mevcut her türlü rejimin düşmanı olmak üzere kendilerini konumlandırmış durumdadırlar.

Aynı anda hem devlete hem de yurttaşların yaşam haklarına karşı mücadele ederler. Ayrıca her biri diğerine ölümüne düşmandır. Bunlar kendi içinde demokratik olmadıkları gibi başkalarına, aynı dinden bile olsa, mensubu olmayanlara hayat hakkı tanımazlar. Faşist, cahil, baskıcı, zorba, dogmatik ve insanlık karşıtıdırlar. 

  • Bunlar sivil toplum değil, siğil toplum örgütleridir.

Amuran: Din, dokunulmazlığı nedeniyle bir fırsata dönüştürüldü. Tarikat ve cemaat gibi yapılanmalar, ekonomik rant sağlanan vergisiz, algısız ticaretin bayraktarlığını da yapar duruma getirildi. Burada din ve kutsal kitap kullanılarak dinsel ayrıcalık taşıdığı iddia edilen tarikat ve cemaatin başındaki kişilere çıkar sağlanıyor. Nasıl denetlenebilir?

Filiz: Dinsel ayrıcalık, görev ve sorumluluk bakımından yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir. Cemaat ve tarikatlar, gayri meşru yapılardır ve bunların hiçbir dinsel ayrıcalığı yoktur, olmamalıdır. İki başlı, paralel devlet olmazsa, dinsel yetki için de aynı şey geçerlidir. Devlette de dinde de bölünme, ortaklık, yetki paylaşımı olamaz. Olur derseniz, bu yapılardan her biri semirip güçlendiği gün “FETÖ” olacaktır.

Dinsel misyona bürünmüş her türlü yapı ve kuruluş, siyasi kararlılıkla kapatılmalı; hiç olmazsa dernekler sınırı içine çekilmelidir. Dinsel faaliyet yapmalarına resmen ve fiilen izin verilmemelidir. Haksız yollarla edindikleri memalike (AS: malvarlığına) el konmalı; millete geri döndürülmelidir.

Amuran: Daha büyük bir tehlike var. Bazı dini yapılanmalar, yabancı istihbarat kuruluşlarının yuvası da olabiliyor. FETÖ terör örgütünde gördüğümüz gibi. Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında yaşanan örneklerden de söz edelim isterseniz Mustafa Kemal Atatürk‘ün mücadelesinin temel nedenlerini de bu arada anlatmış olalım.

Filiz: Çağdaş, laik, sosyal ve hukukun üstünlüğüne dayalı, Atatürk’ün deyimiyle bir erdem olarak kurulan Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, 7 düvel içerideki düşmanları desteklemiştir. Atatürk önderliğinde var olma savaşı veren Türk milleti, karşısında yalnız 7 düveli değil, içerideki dinsel oluşumları da bulmuştur. Milli Mücadele’ye, Kuvay-ı Milliye’ye ve Atatürk’e, ölümüne maddi-manevi destek veren  pek çok din bilgini, hocalar ve din adamları olmasına rağmen, emperyalistlerden yana tavır alanlar da vardı. Mustafa Sabri, İskilipli Atıf ve Said-i Kürdi gibi vatan hainleri İslam dinini kullanarak, emperyalistlerin amacı doğrultusunda dinsel oluşumlar içinde yer alarak, Kuvay-ı Milliyeye ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk ulusunun bağımsızlık savaşına karşı akıllara zarar mücadele yürütmüşlerdir. Bunların artığı olan FETÖ örneği ortadadır.

Emperyalistler adına ülke ve ulusuna karşı kirli mücadelelerini kişisel ve kurumsal olarak iki koldan sürdürmüşlerdir. “Teali İslam”“Kürt Teali” cemiyetleri adı altında ırkçı ve dinci işbirliği içinde ama İslam”ı alet ederek halk nazarında etkili olmanın yollarını aramışlar, gerçekten de kurtuluş ve bağımsızlık mücadelemizi zaman zaman zora sokmuşlardır. Ne ki dinci istismarın emperyalist emelleri ne Atatürk’ü ne de canı pahasına ülkesi ve ulusunu kurtarmaya ant içmiş kahramanlarımızı davalarından döndürememiş, Cumhuriyetimizin kurulmasına engel olamamışlardır. Günümüzde malımıza, canımıza, namusumuza, çocuklarımıza, alın terimize ve en önemlisi Cumhuriyetimize kasteden cemaat ve tarikatlar, kuruluş yıllarındaki şer odaklarının ve o odakların efendilerinin izini sürmekte ve aynı amaca hizmet etmektedirler. FETÖ bu tablonun en açık, en tartışmasız somut örneğidir.

Amuran: Gülen cemaatinin yapılanmasını önce destekleyen ve bir terör örgütü olduğu anlaşıldıktan sonra darbe girişiminden ders alındığını ve etkin mücadele edildiğini söyleyebilir miyiz? Çünkü FETÖ’nün uygulama taktikleri hala devam ediyor.

Filiz: FETÖ ile mücadele yoktur diyemeyiz. Yargımız, emniyet güçlerimiz ve birtakım siyasiler gerçekten son derece etkin mücadele örneği sergilemektedirler. Ancak FETÖ çok yönlü, çok kollu ve dış destekli emperyalist bir çete olduğu için, onunla mücadele her yönden etkili ve kararlı bir şekilde yapılmak zorundadır. Sinekler avlanıyor ve bunların FETÖ bataklığından türediğini söyleyebiliriz. Ancak bataklık hala tehlike saçıyor. Sineklerini gönderip, varlığını tahkim etmeye çalışıyor. Örgüte kazandırılanlarla yapılan mücadele, örgütün mantığı ve kurucularına yönelik yapılırsa, FETÖ ile mücadele etkili ve kalıcı olacaktır. FETÖ, 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra halen 2 yoldan etkili olmaya çalışıyor:

Birincisi, operasyonları yurt içinden ve dışından, sürekli sabote eden ince taktiklere başvuruyorlar. Kriptolar, örgütün asıl yuvasına girilmesini engellemek için, kendilerini gizliyorlar. Hırçın, tutarsız ve panik içinde sözüm ona Fetösavar bir çılgın görüntüye sığınıyorlar. Bunun yanında, akıldışı, insanüstü ve dini terminoloji kullanarak, dogmatik bir taraftar figürü çiziyorlar. Samimi olmadıkları her hallerinden belli oluyor. FETÖ’ye sövgünün, güç sahibi siyasilere övgünün dozajını kaçıran konuşmacılara sık rastlıyoruz. Böyle bir portre çizen bu insanların mazileri genellikle FETÖ’ye dayanıyor. Kriptolar (her alanda mevcut ne yazık ki) yüzünden en yaşamsal alanlarda devletin işleyişi sekteye uğruyor. Temizlik, “hala varım” diyen örgütün doğrudan beynine ve kalbine yönelmelidir. Organlar, kendiliğinden çöker.

İkincisi, FETÖ resmen ve fiilen çökertilme süreci ile karşı karşıya olduğu için, mevcut cemaat ve tarikatlar yoluyla Franchising yöntemini kullanıyor. Türk halkının ırzından geleceğine, dininden ahlakına, ailesinden malına uzanan tarikatlar, FETÖ Franchsing’i ile onun ulaşamadığı amaca doğru hızla ilerliyorlar. FETÖ’nün ana kaynağı olan Nurcularla Süleymancı gruplar bunların en önde gelenlerindendir. Öyleyse cemaat ve tarikatlara, devlet artık bir değil iki kez dikkat etmeli; birden olmasa da süreç içinde bunların faaliyetlerine resmen ve fiilen son vermelidir.

Amuran: Son yıllarda özellikle muhafazakar kesimde kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de arttı. Bu kesimin geleneksel kültürüne yerleşen cinsiyet ayırımcılığının rolü var mı? Kutsal kitabımızda olmayan, kurgulanan, kadına yönelik yanlış algıları değiştirmek ilahiyatçıların din alimlerinin de işi değil mi?

Filiz: İslam dini sanıldığı gibi kadına düşman değildir. Kadınla ilgili ayetler, o günün koşullarında ve hatta bugün bile, yabana atılacak önerilerden ibaret sayılamaz. Kadın Kuran’da aşağılanmaz; namus ve ahlakın cinsiyeti belirlenmez. Yani namus dişi bir kavram değildir. Ahlaki kurallar erkek-kadın herkes için geçerlidir. Cinsiyet ayrımı olmadığı gibi cinsellik lanetlenmiş değildir. Kuran’ı açıp bakan herkes bu gerçekleri görür. Ne var ki dinci cemaat ve tarikatlar, Kur’an’ın bu hakikatine ve İslam’ın ruhuna aykırı davranarak kadını aşağılamakta; namusu biyolojik bir parçaya indirgemekte ve kadını her türlü yanlıştan sorumlu tutmaktadır. Bununla da yetinmeyip;

  • tarikatların sapkın liderleri kadınları ve çocukları din adına sömürmekte, kullanmakta,
    ırzına ve şerefine tasallut etmektedir.

Çağdaşlık ve Aydınlanma Türk kadınının eseridir. Cumhuriyetimizin erdem ve bekası Türk kadının emeği ve özverisine bağlıdır. Modernleşme, aydınlanma ve demokratik geleneğin yerleşmesi kadınlarımız sayesinde gerçekleşmektedir. İşte bunun farkında olan karanlık odaklar ve bu odaklara hizmet eden dinci oluşumlar –esasen ben bir İlahiyat uzmanı olarak bunların kesinlikle Müslüman olmadıklarını vurguluyorum– Cumhuriyeti yıkmak ve “sarığın daha iyisini sarmak” için, kadınlarımızı ve çocuklarımızı hedef alarak işe koyulmaktadırlar. Türk kadını, dinine saygılı ve bağlıdır; ama bu şarlatanların gerçek yüzlerini fark edecek kadar da aydın ve tedbirlidir.

Amuran: Bütün bunların sergilenmesinden sonra bu kesime laikliği yeniden anlatabilmek için bir yurttaş olarak nelere özen göstermek durumundayız? Toplum nelerden sakınmalı? Son sözlerinizi alalım:

Filiz: Laiklik, bir din ve bir inanç sistemi değildir. Özellikle İslam’a karşı konumlandırılmış alternatif bir inanç ve ibadet bütünü de değildir. Siyasi ve sosyal bir tutum, bir tavırdır. Dinle ilgisi yok mudur? Doğal olarak vardır. Neden?

  • Medeni, sivil, özgürlükçü, çağdaş ve aydın olmak ancak laiklikle mümkündür.

Din kavramının medeniyet ve medenileşme anlamlarını şimdi yeniden anımsarsak, din ile laiklik burada bütünleşir. Yakınlaşır, birbirinden ayrılmaz hale gelir. Dindar insan medeni insandır; şehirlidir, aydındır, hakka hukuka inanır. Devletine ve ulusuna zarar vermeyi aklından geçirmez. Tam tersine, yararlı olmayı ibadet sayar. Cinsiyet ayrımcılığı yapmaz, teröre, hukuksuzluğa, hırsızlığa, yolsuzluğa, cinsel sapkınlığa asla prim vermez. Çünkü dinini laik bir Cumhuriyet sayesinde özgürce yaşadığının ayırdındadır. Bunları yapanın dindar, dine saygılı ve barışçıl bir insan olmayacağını bilir.

Amuran: Getirdiğiniz eleştiriler İslam’ın güncellenmesinde yol gösterici olabilir. Bu nedenle eleştirilere kulak verilmeli ve ona göre değerlendirmeler yapılmalıdır. Çok teşekkürler.

Filiz: Ben teşekkür ederim.

[1] https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay//1/diyanet-isleri-baskanligi-kurulus-ve-tarihcesi Erişim : 15.09.2020

İçine sürüklendiğimizi düşündüğümüz tablo neden değişemiyor?

24 Haziran siyasi açıdan çok önemli bir dönemeçti, ısıtılarak dayatılan sistem yürürlüğe sokulacak gibi görünüyor. Tüm beklenti ve çabalara rağmen arzulanan sonuç alınamamışsa, demek ki beklentide ve/veya yürüyüşte ciddi bazı hatalar yapılmış. Burada iki konu üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Birincisi “arzulanan sonuç” ne demektir, kim ya da hangi gurup nasıl bir sonucu arzulamaktadır; ikincisi ise, toplumsal kararlar nasıl alınmaktadır?
SÖZÜ EDİLEN ÖZERKLİK TOPLUMSAL ETKİLİ DEMOKRATİK OLUŞUMUNUN VAZGEÇİLMEZ KOŞULUDUR
Birinci konu toplumun görece bağımsız ve özgür düşünen ve böylece görev yapan kesimi ile ilgilidir. Başta siyaset kurumunun alt organları olmak üzere, yüksek eğitim kurumları ve tüm eğitim kurumları, yargı, medya ve benzeri toplumsal düzeyde eleştirel ve etkili olan tüm kesimler bu alana girer. Söz konusu kesimlerin çalışma koşulları bağımsızlık ve özgürlüğü gerektirir. Tüm bu kurum ve kesimler dinsel çevreler, siyaset ve sermaye çevreleri gibi toplum üzerinde ideolojik ve fiili baskı kurma amacı ve durumunda olan güçlerden bağımsız ve onlara uzak olması gerekir. Örneğin medyanın, yargının ve üniversitenin benzer baskı çevrelerinin sözcüsü durumunda olmaması topluma hizmet ilkesi açısından kaçınılmaz zorunluktur. Özellikle de yargı organlarının siyaset ve sermaye çevreleri olmak üzere, dinsel çevreler gibi toplumu etkileyebilecek baskı unsurlarından azade olması adil yargı görevini sürdürebilmesi ve toplumsal güvenin oluşabilmesi için zaruridir.

Arzulanan sonuç; siyasi erkin tüm bu kurumları baskı altına almadan özgür çalışma koşullarının oluşması, söz konusu kurumların gereği durumda siyasi erki de eleştirel odağa koyabilme koşulunun oluşmasıdır. Medya, üniversite ve tüm sivil toplum kuruluşları siyaseti, sermayeyi ve toplumsal kurumları etkili eleştiri işlevini özgürce yapabilmelidir. Bu tür eleştiri ve bilgi yayma işlevleri toplumların etkili karar almaları için gerekli bilgi tabanı oluşturur. Başka bir deyişle, sözü edilen özerklik toplumsal etkili demokratik oluşumunun vazgeçilmez koşuludur. Bu itibarla, söz konusu bilgi yayma ve eleştiri işlevi ile yükümlü örgüt ve kurumların siyasi baskı altına alınması, toplumun özgürce doğru bilgi alma kanallarının tıkanması, yani demokrasinin engellenmesi anlamına gelir. Feodal yapılardan çağdaş devlet yapılarına geçişte siyasi kararlarla denetim organlarının ayrıştırılarak, karşılıklı denetim mekanizması oluşturulması önemli bir aşamadır. Arzulanan sonuç, koyu merkezi yönetim modelinden yaygın karar ve etkili denetim mekanizmasını haiz demokratik yönetim biçimi şeklinde özetlenebilir.

IMF BORCUNUN SİLİNMESİ İLE ÖVÜNEN BİR SİYASİ YAPI, ÜLKEYİ TEKRAR IMF’NİN KAPISINA SÜRÜKLEMİŞ

İçine sürüklendiğimizi düşündüğümüz tablo neden değişemiyor ya da değiştirilemiyor? Bu sorunun analizinin sosyologlar tarafından yapılması gerekiyor. Ne yazık ki, gerek Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında gerek yaşadığımız onca sosyal dönüşüm ve travmalar karşısında sosyologlarımız olanı tanımlamış, fakat nedenini etkili bir şekilde ve teorik yapıya büründürerek ortaya koyamamıştır. Yaşanan gericilik faaliyetleri dahi “imam hocayı yendi” ya da “mahalle baskısı” gibi malumu ilan kabilinden afaki söylemlerle geçiştirilmiştir. Son Gezi olayı da Bourdieu’nun vaktiyle asistanlığını yapmış olan Prof. Loic J. D. Wacquant tarafından bizzat hocanın “kültürel sermaye” ve “ekonomik sermaye” kavramları bağlamında irdelenmiştir. Halkımızın, hatta tüm halkların karar alma süreçlerini analiz ederken de Bourdieu hocanın analiz yönetimden yararlanabiliriz. Bu yöntemin bize anlattığı, insan davranışını andırırcasına, toplumların da tarihleri boyunca içinde yaşamış oldukları toplumsal kalıpların derin izleri doğrultusunda karar alma eğiliminde olduklarıdır. Hal böyle olunca, anlık ekonomik koşullardan çok uzun dönemli sosyal algılama ve ilişkiler toplumun iktidar kararında başat olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki, IMF borcunun silinmesi ile övünen bir siyasi yapı, ülkeyi tekrar IMF’nin kapısına sürüklemiş olmasına rağmen, söylemleri ve tavırları ile iktidarını sürdürebilmektedir.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEM SİYASAL ERKİN FEVKALADE ZOR SINAV DÖNEMİ OLACAKTIR

Osmanlı’dan süzülen biat kültürünün altında sosyolojik dinsel taassup yanında, özellikle de Osmanlı’nın parçalanması sürecinde kafalara kazınan milliyetçilik anlayışı yatar. AKP’nin aldatıcı adalet ve kalkınma sözcüklerinin partinin misyonu ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Üstelik de, küreselleşme sürecinde çevresel konumlu bir ekonominin ne kalkınması ne de ülkede adaletin oluşturulması emperyalistlerin birincil amacıdır. Ondan dolayıdır ki, parlamentonun baskılanıp, kuvvetler birliği benzeri bir yapılanma şekliyle merkezi yönetim sistemine geçme yoluna girilmesinde Batı’dan bir tepki gelmemiştir. Aynı şekilde, siyasal erkin üniversite üzerindeki olumsuz yaklaşımları da dış çevrelerden anlamlı bir tepki ile karşılaşmamıştır. Dış aydınlardan gelen tepkiyi olumlu karşılamakla beraber, bu tepkilerin ait oldukları ülkelerin genel kamuoyunu ya da siyasal dokusunu yansıtmadığı da ortadadır.

Yeni yapılanmanın siyasal ve hukuksal işleyişine hep beraber tanık olacağız. Önümüzdeki dönem siyasal erkin fevkalade zor sınav dönemi olacaktır. Ekonomik olarak fevkalade olumsuz koşullarla karşı karşıya olduğumuz ortadadır. Yeni iktidar bu zorlukla boğuşurken muhtemelen bugünkünden de daha ağır şekilde iktisat ile hukuk karşı karşıya gelecektir. Ekonomi sıkıştıkça kur ve faizin yükselmesi sonuç göstergedir. Bu süreçte sıkışıklık yaşayan halkın çaresizliğine karşı demokratik açılım düşünülemez. Bu nedenle, siyasi erkin şimdiki dönemi sınav dönemidir; ekonomik sorunları hangi hak ve hukuk sistemi ile götürecek ya da çözecektir? Bol kaynakları verimsiz alanlara gömen iktidar yeni döneminde bir yandan geçmiş hovardalıkların maliyetini telafi etmeye, diğer yandan da bozulan ekonomiyi bir program çerçevesinde raya oturtmaya mecburdur.

  • 2023 yılı hedefleniyorsa, sağlıksız mega kentlerle, salt bina görüntüsünde üniversitelerle, ithalat destekli ihracatla fazla bir yere varılamaz!

2023 yılı hedefleniyorsa;
-özgür parlamento,
-denetlenebilir yönetim,
-özgür basın,
-özgür yargı,
-özgür yüksek eğitim kurumları

oluşturulmadan fazla yol alınamaz!

2023 yılı hedefleniyorsa;
-ayrıştırılmış toplum yapısı oluşturan,
-farklı partileri dinleyemeyen,
-toleranslı yapılar oluşturamayan

anlayışla bir yere varılamaz! Umalım, ekonomik programı, hukuk anlayışını, zihniyet yapısını tümüyle değiştirebilen kapsamlı çağdaş bir siyasi doku oluşturur!

BİR VALİNİN BAKIŞ AÇISI


ARŞİVİMİZDEN…


Dostlar
,

Taşra gazetelerinde, radyo ve TV’lerinde ne cevherler var..
Muğla HABER Gazetesi’nde yazan Sn. Av.Yüksel SARI da bunlardan biri..

Atatürk – İNÖNÜ döneminde bir vali – kaymakam … halkına her ne gerekçe ile
olursa olsun “gavat” vb. aşağılayıcı söz – davranış sergileyebilir miydi?
Bırakın böyle yapanın hemen görevden alınarak ağır biçimde yaptırım görmesini, böyleleri o yüksek görevlere atanabilir miydi; “Köylü milletin efendisidir”
anlayışı güdenlerce??

Sevgi ve saygıyla.
25.9.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

==========================================

BİR VALİNİN BAKIŞ AÇISI

Av. YÜKSEL SARI
avukatyuksel@hotmail.com, 18.8.14
Muğla HABER Gazetesi
Çocuktum. İki tepe arasında kurulu mahallemizi sel basmış, kısmen de heyelan olmuştu. Biz çocuklar afetin verdiği zarara üzülen büyüklerimizden farklı olarak o güne kadar görmediğimiz bir şeyi görmüş olmanın heyecanını yaşıyorduk. Bir ara bütün çocukların “Kaymakam gelmiş” diyerek az ilerideki kalabalığa doğru koştuğunu görünce ben de Kaymakam’ın nasıl biri olduğunu merak edip onların arkasından koşmaya başladım. Koca koca adamların ayak aralarından geçerek ortaya ulaştığımda branda beziyle kaplı, naylon pencereli yeşil bir cip’in yanında konuşan orta yaşlı düzgün giyimli birini gördüm.’Kaymakam’ dedikleri bu olmalıydı. Çok sıcak ve içten konuşmalarla mahalle halkına bilgiler veriyordu. Konuşması bittikten sonra cipe binmeden önce yeniden halka dönerek son bir söz daha söyledi:
  • “Merak etmeyiniz Cumhuriyet Hükümeti yanınızdadır ve ne gerekiyorsa yapacaktır.”

Yeşil cip mahalle halkı tarafından sevgi gösterileri ile uğurlanırken, ben de çocuk aklımla Cumhuriyet Hükümeti’nin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyordum. Demek Cumhuriyet Hükümeti hep bizi gözetliyor, ne yaptığımızı biliyor ve zora düştüğümüzde Kaymakamını gönderip bize yardım ediyordu. O günden sonra  Cumhuriyet Hükümeti benim gözümde büyümüş, büyümüş kocaman bir dağ kadar olmuştu.

Aradan onlarca yıl geçtikten sonra Kaymakamın son kez söylediği o sözü bana
yeniden anımsatan Sakarya Valisi Hüseyin Avni Coş oldu.”Cumhuriyet Hükümeti”nin bu valisi de kendi eşi havuza girecek diye Sakarya’da bir havuzu halka kapatmış. Dışarıda bir saat kadar bekleyen vatandaşlar ancak Valinin hanımı havuzdan çıktıktan sonra içeriye girebilmişler. Aynı Vali daha önce de bir vatandaşa “Gavat” demişti.
(AS: Adana valisi iken..)

Önümdeki gazeteden haberi okurken bir yandan da hüzün içinde düşünmeye başladım. Böyle bir adam nasıl Vali olabilmişti? Nasıl böyle şeyler yapabiliyordu?
Gücünü nereden ve kimden alıyordu? Daha da önemlisi havuzun dışında Vali eşinin sefasını bekleyen vatandaşlar Vali’ye de eşine de hak ettikleri karşılığı vermeden
nasıl durabilmiş, durumu nasıl kabullenebilmişlerdi?

Bir yanda türlü olanaksızlıklar içindeki genç bir Cumhuriyetin idealist Kaymakamı Halkına yakın, onu önemsiyor ve değer veriyor. “Ben yaparım, ben ederim…. ben ben ben..“ demiyor. Kendini değil, Cumhuriyet Hükümetini öne çıkarıyor ve yüceltiyor.
Öbür yanda ise halkına “Gavat” diyen, aşağılayan bir Vali. İçim kıyılıyor,
midem bulanıyor. Biz Cumhuriyeti bu hale nasıl getirdik?

Bu soruların yanıtını düşünürken Cumhurbaşkanı seçiminde yapılan meydan konuşmaları gözümün önüne geliyor. Adayların ve onlara destek veren siyasal önderlerin konuşmalarını anımsıyorum. Hepsinin konuşması da dinsel içerik taşıyor. Adeta kimin daha çok dindar (AS: bizce DİNCİ demek gerek..) olduğu konusunda birbirleri ile yarış içindeler. Halk kürsüden yapılan dinsel içerikli konuşmaları daha çok alkışlıyor. Ben de sorumun yanıtını o meydanlarda buluyorum.

Seçim meydanlarında yıllarca bu millete yalan söylediler.
’Kemalist devrim dine karşıdır’ dediler.

Oysa Kemalist devrim dine değil, tarikatçılık ve şeyhlik düzenine karşıydı.

Çünkü tarikatçılık ve şeylik düzeninde şeyhlerin sözü mutlaktır. O ne söylerse doğrudur, kesin itaat gerekir. Şeyhin gözünde müridi yalnızca bir ‘kul’ dur. Başkaca bir değeri olamaz. Müridi müritliğini bilecek, şeyhine kesin biat edecektir. O ne isterse onu yapacak, O ne derse kabul edecektir. Şeyhinin düşündüğünden başkasını düşünmek zinhar yasaktır. Bu yüzden Kemalist devrim tarikatçılık ve şeylik düzenini yasaklayarak bizim insanımıza hiç yakışmayan  bu çağ dışı duruma son verdi.
Halkı şeyhin müridi olmaktan kurtarıp
eşit haklara sahip, özgür, düşünen, konuşan birer yurttaş yaptı.

Ancak, özellikle çok partili döneme geçtikten sonra Kemalist Devrim unut(tur)uldu.
Dinin siyasette kullanılması tarikatçılığın yeniden hortlamasına neden oldu.
Oylarını artırmak isteyen siyasal partiler tarikatlardan destek istiyor, tarikatlar da
bu destek karşılığında Devlet katında önemli mevkileri ele geçiriyordu. Böylece yalnızca
yer altından çıkmakla kalmadılar, aynı zamanda sürgit iktidar olup, laik Cumhuriyetin
tüm olanaklarını dini çevrelerin hizmetine sundular.

Bugün gelinen noktada Cumhuriyet’in başında oturanların ve devlet katında
önemli görevlerde bulunanların birçoğunun  tarikat mensubu olduğu artık sır değil.
Yani “Cumhuriyet “ artık tarikatların elindedir. Devlet o zihniyetin getirdiği
bakış açısı ile yönetilmektedir.

O Vali’ye halkına “Gavat” dedirten de, eşi için havuzu kapattıran da, işte bu zihniyetin getirdiği bakış açısıdır. Çünkü o, karşısındakini kendi iradesine sahip eşit hak sahibi bir yurttaş olarak görmüyor. Ona göre vatandaş ‘kul’,  kalabalıklar da güdülmesi gereken ‘sürü’ dür. Onu bu bakış açısıyla yetiştiren, Vali yapan ve hala arkasında duran ise
aynı anlayışın denetimindeki bugünkü “Cumhuriyet Hükümetleri”dir.

Öbür yandan bu durum zamanla halkı da dönüştürmüş, biat kültürü yeniden toplumda egemen duruma gelmiştir. Özgür yurttaş, yerini biat eden yurttaşa bırakmıştır. Sakaryalıları sessizce  durumu kabullenmeye iten neden budur.
Bu yüzden Vali’ye de eşine de gereken dersi vermeyi düşünememişlerdir.

Demem o ki, her şey birdenbire olmadı.
Biz Kemalist devrimi unutmaya başladığımızda
Cumhuriyetimizi de yitirmeye başlamıştık.

Hala bunu anlayamamışsak eğer, her şey müstahak (AS: yaraşır) bize!)

25 Eylül 2013; Ankara Sokakları.. Kritik Çağrışımlarımız ve Acil Önerilerimiz..


25 Eylül 2013; Ankara Sokakları.. Kritik Çağrışımlarımız ve Acil Önerilerimiz..

TÜİK‘in 3 gün önce açıkladığı ” GELİR ve YAŞAM KOŞULLARI ARAŞTIRMASI“(http://ahmetsaltik.net/2013/09/23/gelir-ve-yasam-kosullari-arastirmasi-2012/, 23.9.13) yeni Gini katsayısını .46 olarak verdi. Türkiye’de gerçekte (reel olarak) bu değerin .60’ların altında olmadığını sokakta, çarşı – pazarda.. hemen her yerde gözlemliyoruz.

  • TÜİK bilimsel (!) masalları (yalanları!?) sürdürüyor..

Yaşamın gerçeğini saklamaya çalışıyorlar..
Ama halk bu koşulların içinde çırpınmakta..
Boşuna (Nafile) çaba..
Bu Marie Antoinette‘cilik asla karşılıksız kalmaz diyalektik olarak. İyi bilinir; 1789’da Paris’te halk “AÇLIKTAN” ayaklanıp Elyseé Sarayına yürüyünce Kraliçe nedimesine sorar:

– Kuzum bunlar ne istiyor??
– Açlarmış efendim..-
– Pasta yesinleeer..

**********
Ve karı – koca Marie ve XIV. Louis Antoinette giyotinle idam edilirler,
Şanlı 1789 Fransız Halk ve Aydınlanma Devrimi gerçekleşir;
Bastille (bizim Silivrimiz!) zindanına tıkılan binlerce yurtsever tutsak halk tarafından salıverilir.

Önceki gün (25.9.13) Beşevler’den Ankara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi binasına yürüdük. O koca caddede yürümek zordu, öylesine kalabalıktı kaldırımlar.
Hepsi de gencecik üniversite öğrencileri..
Binlerce..
Bu insanlar birkaç yıl içinde mezun olacak; iş – aş – konut isteyecek.
Dünyayı görüyor bilişim – telekomünikasyon olanaklarıyla.
Nasıl doyuracak ya da bastıracaksınız bu genç milyonların beklentilerini?
Sadaka kolileri ile mi??
Biat kültürü ile mi??
Polis şiddetiyle mi?
1453 kartalları adlı bindirme yeşil renkli  SS kıtalarıyla mı?
Neyle neyle??
Hadi canım sen de..

Bu basınç, mut-la-ka önümüzdeki yıllarda Türkiye’de köklü dönüşümlerin yolunu açacaktır.
GEZİ isyanını iyi değerlendirmek gerekir.

*****

Devamla Ankara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi binasına geldik.
Koridorlar daha önce görmediğimiz ölçüde kalabalık..
YÖK, masa başı direktifleriyle öğrenci istifliyor yüksek öğrenim kurumlarına..
İçtenlikle aktarıyoruz, koridorlarda hasta ve öğrenci trafiğinden yürümek olanaklı değil..
Radyoloji bölümünün kapısında;

“ÖĞRENCİLERİN GİRMESİ YASAKTIR” uyarısı asılı idi..

Dehşete kapıldık..

Film çekimi ve banyosu için, sıradan yurttaş gibi 1,5 saate yakın süre bekledik.
İnsanların perişan hallerini gözledik bu arada..
Öğlen arasına girmeden, zorlukla filmi dişhekimimize gösterebildik..

Kapalı mekanlarda omuz omuza..
Sokakta, dolmuş-otobüste de öyle..
Caddede araçlar tampon tampona..
Ve Başbakan R.T. Erdoğan 3-5 çocuk yapın.. demekte!?!
Akıllara durgunluk veren bir çılgınlık..
Ateşle oynamak.. Ülkenin geleceğini perişan etmek..

***************

ILO 2010 Raporu son derece uyarıcı içerikler taşıyor.. Okuyan var mı ??

  • IMF ve ILO’ya göre Dünyada 210 milyon işsiz var! Durgunluğun özellikle gelişmiş ekonomilere zarar verdiği ve bu ülkelerde işsiz sayısı toparlanma sürecine girmedi. Raporlara göre küresel kriz nedeniyle 2007’den bu yana işsiz ordusuna 30 milyon kişi daha katıldı. Dünyada işgücü yılda %1.6 oranında büyüyor ve bu işgücüne katılımı istihdam edebilmek (iş bulmak) için 45 milyon yeni iş yaratılması gerekiyor. (www.imf.org/external/np/sec/pr/2010/pr10324.htm, 2.9.10)

    Türkiye’de ise her yıl 1,25 milyon «net» nüfus artışına iş bulmak gerekli..
    Nüfus artış hızı % 1,68’lerde ama TÜİK 1.35 dolayında veriyor ??!

Rapor devamla kritik noktalara – sorunlara dikkat çekiyor :

  • Raporda “Gençler kendilerini sistemin kurbanı olarak görüyorlar ve bu durumun sorumlusu olarak gördükleri her şeye öfke besliyorlar. Küreselleşme, kapitalist sistem, politikacılar, anababalar (ebeveynler).. gençlerin öfke duydukları kesimlerin başında… «Tüm bunların sonucunda gençler kendilerine yanlış bir gelecek vaat eden dinci veya köktenci hareketlere duyarlı duruma geliyorlar..» saptaması yapılıyor.

AB Merkez Bankası Başkanı da tarihsel hatalarını itiraf etmedi mi?

Bankaları kurtardık ama gençliği yitirdik..

************

Türkiye’nin sorunları günübirlik kısa erimli, miyop ve yüzeysel önlemlerle yönetilemeyecek- ötelenemeyecek ölçüde ağırlaşmıştır.

Bu tablonun sürdürümü olanaksızdır.

24 Ocak 1980 Kararlarının 33 yıl sonra ülkeyi getirdiği tıkanma- yıkım – dağılma ortamı gözler önündedir.

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm

– ekonomik yıkım,
– sömürgeleşme ve
– tam bağımsızlığın yitirilmesi ile
– ülke ve ulus bütünlüğünün dağılması riskini

burnumuza dayamıştır.

Gerek makro gerek mikro ekonomik ölçütlerin “kırmızı alarm verdiği” nin AKP iktidarının sorumlu bakanları mutlaka ayırdındadır.

Zaman zaman kamuoyuna bu yönde açıklamalarını biliyoruz
(Bizzat Başbakan, A. Babacan, Z. Çağlayan, Merkez Bankası Başkanı E. Başçı..)

Sonbahar ile birlikte kışa doğru ağır bir ekonomik bunalımın rap rapları
kulakları tırmalamaktadır.

İktidar ise gündem değiştirme ve yeni yersiz, son derece hatalı cepheler açmakta
ve senaryolar sergilemekte.. Toplumun her kesimini karşısına almakta..

Oysa ülke olağanüstü koşullarda ve OLAĞANÜSTÜ YÖNETİM ile
düze çıkma olanağı olabilir.. Üstelik acele edilirse..

İzmir İktisat Kongresi gibi (17 Şubat 1923’te 1151 temsilci ile yıkılmış – yakılmış İzmir’de toplanıp, hanlarda kalınarak 15 gün süren ve Lozan görüşmelerinin kesilmesine de
yanıt olan, görüşmeleri yeniden başlatmayı başaran bir meydan okuma olarak!)
kapsamlı bir ULUSAL İKTİSAT KURULTAYI gereksinimi vardır..

Burada ulusal ekonomi politikaları belirlenmeli ve uygulanmalıdır.

Anayasal Kurum (md. 166) Ekonomik ve Sosyal Konsey,
ne yazık ki, AKP’nin tutumuyla kadük – işlevsiz bırakılmıştır.

Çok kaygılıyız çooook..

Tarih, ders almadığımız için yineliyor..

  • Ekonomik çöküntü AKP’yi götürecek.. 
  • Ya Türkiye, ya Ulus hangi ağır faturaları ödeyecek??

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Ali Rıza Aydın : Kimin istikrarı?


Kimin istikrarı?

Ali_Riza_Aydin_portresi

 

Ali Rıza Aydın
Em. Anayasa Mahlemesi Raportörü

 

 

AKP ile istikrar sözcükleri özdeşleştiriliyor. Böylece AKP’ye gizilgüç kazandırılmak isteniyor. Kayseri, bu güç örneklerinden biri… Cumhurbaşkanı’ndan ve % 65’e yakın oydan destek alınarak AKP’nin ve istikrarın kalesi olarak tanımlanıyor.

Görkemli Erciyes Dağı’nın eteğine konmuş ticaret ve sanayi kentinin üzeri büyük bir şemsiye ile kapatılmış. Sözde AKP ampulünden ve istikrardan başka bir şey gösterilmemeye çalışılıyor. Halkın arasına girince bu istikrar söyleminin arka planını yakalamak zor olmuyor. Aslında Kayseri örneği Türkiye genelinde de geçerli.

Kıyıda, köşede, kahvede, kimlik bilgileri bile alınmadan birer fotoğraf alınıp, ardından armağan verir gibi AKP üyelik kartı dağıtılıyor. Kart, itibar sağlıyor. Atama, tayin, terfi, teşvik, tahsis, ruhsat, izin, denetim gibi, Devletle ilgili işler bu kartla yürütülüyor. Türkiye genelinde, toplam 10 milyon siyasi parti üyesinin 7 milyon 500 bininin AKP’li olması
kart oyununu ve gücünü göstermeye yetiyor. Bir başka ilginç durum ise gelişigüzel dağıtılan AKP üyeliğinin, diğer partilere üye olanları da kapsaması… Artık o kadar
ayağa düşmüş ki, diğer parti yönetimlerinde görevli olanlar bile AKP üyesi gözüküyor. Kayseri’de bir AKP ilçe başkanının sahte üye kaydı nedeniyle ceza alması
hafife alınıyor. AKP, bu sahte üyeliklerin düşmesinden kaygı bile duymuyor.

Başta ruhsat alınmadan yapılan işler olmak üzere, hukuk dışı işlemlere göz yumuluyor, soruşturmalar karartılıyor. Özetle, AKP’li olanlar ve yandaşlar, başta belediyeler olmak üzere, Devletle olan işlerinde istedikleri gibi at koşturuyor. Dışarıda kalanlar ise kurallarla ve denetimle baskı altında tutuluyor. AKP’li olunursa baskı kalkıyor.
Tam anlamıyla “biat kültürü”… Seçim propagandası ise hazır: “AKP giderse,
gelenler hukuk dışı işlemlere göz yummaz, ruhsatsız işlemleri kaldırır, sizi mağdur eder, hatta ceza keser; işleriniz aksar..” deniliyor. Böylece AKP kalıcılığı pekiştiriliyor.

Büyük sermaye çok rahat, küçükler ise büyüme sevdasında… İşsizlik ve düşük ücretli, güvencesiz istihdam ne gam… “İşten çıkar, işe al, ucuz olsun” formülü koz olarak kullanılıyor; “Kayseri’de istihdam sorunu yok” havası yaratılıyor. Yandaş ihaleleri ve medya desteği, tüm ülke gibi Kayseri’de de yerleşik, olağan durumu gösteriyor.
AKP’nin için için kaynaması ve bozguna doğru yolculuğu sağduyulu yurttaşlar tarafından gözlense de genel görüntüde gizlenmeye çalışılıyor. Antidemokratik ve çifte standart uygulamaları halka yönelik yumuşatma işlevini ise belediyeler üstleniyor.
Özellikle Büyükşehir Belediyesi, rant ve kaynak aktarımındaki aktif göreviyle
sermayenin gereksinmelerini karşılıyor.

Yüksek binalara ve gerçek dünyadan bihaber televizyon kutularına hapsedilmiş
Kayseri halkı hep “sermaye ile uzlaşma”ya razı edilmiş.

“Zengin” kavramı, sorgusuz sualsiz benimsetilmiş. Halkın sohbeti, zenginler ve yardımları üzerine, “zekat mantığı” üzerine kurulu… AKP kalesi ile istikrarın buluşma noktası da burası; kurulu düzenin yani sermayenin istikrarı… Uzlaşmanın maliyet hesabı, zenginliği sürekli artan sermayenin birikim ve büyümesi üzerine yapılıyor. Örgütlülüğü zayıf mı zayıf emekçilerin gücü “İslamcı siyaset” havuzunda eritiliyor.

AKP, tüm ülkede olduğu gibi Kayseri’de de “sistem”in kendisi… Bunu en net vurgulayan Haziran Direnişi, kimilerinin “hayalet gördüğünü” sanmasına karşın Kayseri tarihine de damgasını vurmuş, ilk ve tek denebilecek güce ulaşmış. Eylemcilerin etkinliği ile
halk arasındaki sıcaklığın sürdürülememesini, “Kayseri uzlaşması”nın doğal uzantısı olarak açıklamak olanaklı. Kayseri’de direnişin devamı, kurulu düzenin bozulmasını istemeyen ancak AKP’nin haksızlıklarına karşı çıkanlar ile ne olursa olsun “buyun eğme” diyenlerin buluşmalarına bağlı gözüküyor. “Boyun eğme” diyenler, niceliksel olarak
az gözükse de genç, dinamik ve kararlı. Sermayenin istikrarı için kendi düzenlerinden ödün vermek istemeyenler ise aslında sömürünün derinleşmesine katkıda bulunuyor.
Bu katkı bağımlılığı, adaletsizliği ve hukuksuzluğu artırıyor.

Boyun eğmeyenler,

Gesi bağlarında üç top gülüm var
Hey Allah’tan korkmaz sana bana ölüm var
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var”

diyen Gesi Bağları türküsünü ağzından düşürmeyen ancak bu türkünün direnişçi yakınmasını ve özünü yaşamına aynı sıcaklıkla sığdıramayan kente, gerçeğin mesajını veriyor.

Boyun eğmeyenler, insanın insan tarafından sömürülmesi kısır döngüsünün
dışına çıkmanın ve toplumsal gerçeğin peşinde…

RİFAT SERDAROĞLU : İki İzmirli

RİFAT SERDAROĞLU

portresi3

İki İzmirli

İzmirli demokrattır. Özgürlükçüdür. Kimseden emir almaz. Bakan aracı geçecek diye yolları kesen trafik polisi ile kavga eder, arabasına “yuh” çeker, sırtını döner.

İzmirli kadınlar çok cesurdur. Ata’sına, Cumhuriyet’e, Lâikliğe, çağdaş yaşama
hakaret edene derhal müdahale eder.

İzmirli, kimsenin etnik kökeni ile ilgilenmez.
Cumhuriyetin temel ilkelerine saygı duyan herkesi kardeşi sayar.

İzmirli çalışkandır. Ne işadamları, ne öbür İzmirliler devletten avanta almazlar.
İzmir’den bir tane bile “Deniz Feneri”, “Yimpaş” , “Jet Fadıl” çıkmaz.

İzmirliler çalışırlar, vergilerini öderler, inançlarını Allah rızası için yaşarlar.
İnsan gibi eğlenirler. Rakı da içerler, ayran da. Kimse onlara ne yapacağını,
ne içeceğini söyleyemez…

Binali Yıldırım, İzmir Milletvekilidir ve kendisini İzmirli olarak kabul eder.
Fatih Çekirge ise doğma büyüme İzmirli olduğunu ve bununla gurur duyduğunu söyler.

Biz İzmirliler, “İzmirliyim” diyen her vatandaşımıza kapımızı ve gönlümüzü açarız.
Etnik kökeni, doğum yeri bizleri hiç ilgilendirmez. Yeter ki “İzmirli” duruşunu bozmasın.

İzmir’de doğup da “İzmirli duruşundan” “biat” kültürüne tenzili rütbe edeni de,
İzmirli olduğunu söylediği halde şartsız itaat etmeyi (biat) sürdüren sözde İzmirlileri anında anlarız. Bunlar artık bizler için “Çakma İzmirlidirler”, ağızlarıyla kuş tutsalar
onlar “İzmirli” olamazlar.

Çakma İzmirli Binali Yıldırım; Pazar günü İzmir’de,

“Ne pazarlığı yaptınız, diyorlar. Biz de diyoruz ki, biz bir pazarlık yaptık doğru.
Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan. Bunun dışında pazarlığımız yok.
Terör nedeniyle 400 Milyar Doları aşan bir kaynağımız yok olmuş.
Bu kaynak bir hiç uğruna gitti, arkada birçok gözyaşı bıraktı” 
dedi.

Binali Bey, sizin uyanıkken düşündüğünüzü, zekâ düzeyi düşük olan bir İzmirli uykusunda düşünür. Siz İzmirlileri kendi zekânızla mı kıyas ediyorsunuz?

Karayılan denen çıyanın dedikleri ne olacak? Adam açıkça, Türkiye’yi tehdit edip Özerk Yönetim-Kürdistan’a statü- Öcalan dâhil tüm PKK’lı katillerin serbest kalmaları için anlaşma yapıldığını söylüyor.

400 Milyar Dolarımızı bu katiller harcatmadı mı?

‘Bir hiç uğruna’ dediğiniz şeye biz İzmirliler “Vatan Savunması” deriz.

Kurtuluş Savaşımız sırasında, sizlerin “Fikir Dedeleriniz” İngilizlerin-Fransızların kucağında otururken, biz İzmirliler düşmana “İlk Kurşunu” atıyorduk.
Eğer bugün siz Bakanlık koltuğunda oturuyorsanız, bunu “biat kültürü” ile yetişenlere değil, İzmirli ruhuyla yetişen “Çılgın Türklere” borçlusunuz.

Sonradan Bozulmuş İzmirli Fatih Bey; Pazartesi yazısında;

“Biliyorum çok kızgınsın. Biliyorum tartışırken karşındakine ‘bayrak açma’ diyorum diye kızıyorsun. Ve sonra ‘Türk Bayrağı açmak suç mu?’ diye sorup daha da kızıyorsun. Bir devlet kendi topraklarına bayrak dikip övünür mü?
Dünyada hangi ülke kendi dağına bayrak dikip poz verir?..” 
dedi.

Fatih Bey,

Dünyanın hangi ülkesinde bir terör örgütü 54 000 kişinin ölümüne ve o ülkenin
400 milyar Dolarlık bir ekonomik kaybına neden olmuştur?

PKK terör örgütü, bu ölüm ve kayıpları örneğin Amerika’da yapsa idi, neler olurdu? Terör örgütünden, üyelerinden bir tanesi sağ kalır mıydı?
Örgüt üyelerinin yakınlarından adaya gönderilmeyen kalır mıydı?
Bir Amerikalı gazeteci, sizin dün yazdığınız yazıyı yazabilir miydi?

Fatih Bey, bırakın bizim şanlı bayrağımızla uğraşmayı.
Eğer yüreğiniz yetiyorsa, asılan PKK paçavraları ve cani Öcalan’ın posterleriyle uğraşın.
Ama yapamazsınız, çünkü onların elinde silah var, değil mi?
Gücünüz, eline Türk Bayrağı alıp sallayan insanlarımıza yeter.
Siz mi İzmirlisiniz?

Değerli Okurlar;

AKP İktidarının 11. Yılında;

  • PKK paçavrası – Öcalan posteri taşımak serbest / Türk Bayrağı yasak.
  • Atatürk’e küfretmek serbest /Atatürk demek, O’nu savunmak yasak.
  • Hizbullah Terör Örgütünün Cumhuriyete hakaret etmesi serbest/ Cumhuriyeti savunmak yasak.
  • Tarikatlar-Cemaatler serbest/Türkiye Cumhuriyeti yani TC yasak.
  • Ümmet olmak serbest/ Türk Milleti olmak yasak hale geldi.

“Hukuksal altyapısı” olmayan ve AKP Hükümetinin adına “Barış Süreci” dediği,
“İhanet Çemberini” mutlaka kıracağız.

Türk Milleti bu tuzaktan da çıkacak ve herkese yaraşır olduğu dersi verecektir.