Etiket arşivi: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

Çiğnenen masumiyet hakkı

Prof. Dr. Köksal Bayraktar / Büyük Hukukçular / Hukuk AnsiklopedisiProf. Dr. Köksal BAYRAKTAR

05 Temmuz 2023, Cumhuriyet

Türk hukuk uygulamasında, “kişinin masum olma hakkı” hiçe sayılıyor.

Son günlerde “TRT, Tabii” adını taşıyan, dijital platformda yer alan “Metamorfoz Kırılma” filmi, bu hakkı yerle bir etti ve yargı organları ile cumhuriyet savcılıkları, sanki böyle bir hak yasalarda ve anayasamızda yer almıyor gibi harekete geçmediler, geçmiyorlar.

Oysa bu hak, bireyin temel haklarından biri… Bir suç ithamı altındaki kişinin soruşturmada ve kovuşturmada, suç işlememiş gibi düşünülerek yargılamanın tamamen (tümüyle) objektif (nesnel), tarafsız ve yansız bir şekilde yerine getirilmesi bu hak ile gerçekleşiyor.

Yargılamaya konu kişinin öncelikle masum sayılması o kadar (denli) önemlidir ki; bu hak, adil yargılanma hakkına ve susma hakkına kaynak oluyor. Ayrıca gene bu hak nedeniyle yargıya taşınmış bir olay hakkında, basına, TV’ye, sosyal medyaya taraflı ve suçlayıcı açıklamalar yapılması, hukuka aykırılık sayıldığı gibi bu hak sayesinde, itham (suçlama) altındaki kişi yargılamanın bütün aşamalarında, savunmalarının ve delillerinin (kanıtlarının) yargı organlarında tarafsız, yansız ve önyargısız dikkate alınmasını isteyebiliyor…

Bu ilkelere ve kurallara rağmen (karşın) adı geçen film, çevrilebilmiş, kamuoyuna sunulabilmiş ve binlerce kişi tarafından seyredilmiştir. Dolayısıyla masumiyet hakkı defalarca ihlal edilmiştir (kezlerce çiğnenmiştir).

Masumiyet hakkı sadece (yalnızca) yerel yargılama aşamasında değil, tüm yargılama boyunca bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay aşamalarında da sürmektedir. Bu kadar (denli) önemli bir hakkın bir televizyon kanalının dijital platformunda (yayınında) ihlal edilmesi (çiğnenmesi) ne kadar (denli) ağır bir hukuk tanımazlıktır?

Oysa bu hak, 1982 Anayasası’nın 15/2. maddesinin son cümlesi ile 38/4. maddesinde “… kimse suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar suçlu sayılamaz” şeklinde açıkça yer almasına rağmen (karşın), sürekli ihlal edilmektedir (çiğnenmektedir). CMK 223/2- b,d maddesinde “beraat kararının yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması ya da yüklenen suçun sanık tarafından işlenmediğinin sabit olması” şeklindeki ifade hep masumiyet hakkının sonucudur. Ayrıca TCK 288. maddesindeki adil yargılamayı etkileme suçu, masumiyet hakkı ihlalinin (çiğneminin) yaptırımı olmaktadır.

Uluslararası düzenlemelerde masumiyet hakkının önemli ve temel bir hak olduğu kuvvetle belirtilmektedir. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 9. maddesi ile Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 11/1. maddesinde bu temel hak, vazgeçilmez bir hak olarak ortaya konulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde, “bir suç isnad edilen herkesin hukuka uygun olarak, suçluluğu kanıtlanıncaya kadar masum sayılması” önemli ilkelerdir. Uluslararası alandaki bu kurallar, mahkeme kararlarında temel kural olarak benimsenmekte ve uygulanmaktadır.

Ülkemizde nice masum insanın yargılanmadan suçlu olarak nitelenmesi karşısında, yargının işleyişinde altın iplikten söz edilmesi mümkün (olanaklı) olmamaktadır.

Zorlu bir yılın ardından

Alev Coşkun
Alev Coşkun
08 Ocak 2023, Cumhuriyet

 

2022 yılı Türk siyasal yaşamında olumsuzluklar bırakarak sona erdi. Bu yıl, genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak; bu nedenle 2023 bir umut yılıdır. Bu yazımızda siyasal yönden 2022 yılının kısa bir bilançosunu vereceğiz.

Bugün Türkiye’de uygulanan “partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” dünyanın hiçbir yerinde olmayan, evrensel hukuk ve anayasa ilkelerini tersyüz eden “ucube” bir sistemdir.

  • Demokrasinin vazgeçilmez temeli kuvvetler ayrılığı ilkesidir.

Uygulanan bu sistemle, kuvvetler ayrılığı ilkesi yok edilmiş, Yasama Meclisi’nin yetkileri budanmış ve tüm yetkiler cumhurbaşkanına verilmiştir.

  • Yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmiştir.

Bu nedenle siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu rejime “neo patrimonyal sultanizm”, Prof. Dr. Emre Kongar da bu sisteme “şahsım devleti” adını veriyor.

Demokratik siyasal yaşamın, en önemli unsurlarının başında siyasal partiler arasında diyalog ve uzlaşma gelir. İleri Batı demokrasilerinde bu durum her zaman temel ilkedir ve her zaman uygulanır. Geçen yıl muhalefet partileri arasında uzlaşmayı sağlayan 6’lı Masa girişimi bu nedenle son derece önemli, demokratik bir adımdır.

6’lı Masayı oluşturan siyasal partilerin genel başkanları yıl boyunca toplantılarını yaptılar ve türlü yıkıcı girişimlere karşın birlikteliklerini sürdürdüler. 6’lı Masanın güçlendirilmiş parlamenter sistem için hazırladığı “anayasa değişikliği önerisi” de son derece önemlidir. 6’lı Masa 10. toplantısını 5 Ocak 2023 Perşembe günü yaptı. 9 saat süren toplantıda önemli kararlar alındı.

Seçimlerin yapılacağı 2023 yılında, 6’lı Masanın aynı düzende yoluna devam etmesi son derece önemlidir.

KORGENERAL VURAL AVAR’IN ÖLÜMÜ HUKUK CİNAYETİ

28 Şubat davası uydurma ve tuzak bir davadır.

Bu davadan yargılanan 84 yaşındaki demans hastası emekli Korgeneral Vural Avar’ın cezaevinde yaşamını yitirmesi 2022 yılının son ayının en dramatik olayı olarak tarihe geçecektir.

Adli Tıp, ardından vicdanlarını yitirmiş kimi yandaş doktorlar, 84 yaşındaki hasta bir emekli asker için “cezaevinde yaşamını sürdürebilir” raporu verdiler. Açıkçası bir cinayet için ortam hazırlanmasına vesile oldular. Bu olay kamuoyunda etki yarattı. İş işten geçtikten sonra Adalet Bakanlığı bugünlerde konuyla ilgili önlem almaya yöneliyor.

Vural Avar

Yaş ortalaması 80’in üzerinde ve ciddi rahatsızlıkları olan TSK’nin değerli komutanları cezaevinde bir bakıma ölüme mahkûm ediliyorlar.

Adeta gaddarca her birinin cezaevinde ölmeleri bekleniyor.

Bu ne büyük kin…

Bu ne büyük insanlık dışı davranış…
Kuşkusuz siyasi tarihe geçecektir.

ANAYASAYA AYKIRI KARAR

2022’nin son ayında Danıştay evrensel hukuka aykırı bir karar verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir kararname yayımlayarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmişti (20 Mart 2021). Oysa Meclis tarafından (AS:  yasayla) kabul edilen uluslararası sözleşmeler ancak Meclis tarafından (AS: yasayla) feshedilebilir.

Çok sayıda kurum bu Cumhurbaşkanlığı kararnamesini yargıya taşıdı ve Danıştay’da dava açıldı. İlgili daire, 2’ye karşı 3 oyla kararın hukuka aykırı olmadığına karar verdi. Konu, Danıştay (AS: İdari) Dava Daireleri Kurulu’na geldi ve kurul “İstanbul Sözleşmesi”nden cumhurbaşkanı kararı ile çıkılmasını hukuka uygun buldu…

Danıştay tam 154 yıllık saygın bir hukuk kurumudur. İdarenin karar (AS: eylem) ve işlemlerinin yargı denetimini sağlar. Ancak Danıştay bu son kararıyla hukuk alanında ne yazık ki kara bir leke almıştır. Yasama organının yetkisini “gasp” etmiştir. Bu durum, “Cumhurbaşkanı, tüm uluslararası sözleşmeleri tek başına feshedebilir” gibi korkunç bir sonuca götürür, yani cumhurbaşkanı isterse Montrö Sözleşmesi’ni de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ve Lozan Antlaşması’nı da feshedebilir!? Böyle bir tek adamlık olur mu? Danıştay kendi hukuk dünyasını ve kendi temiz tarihini “tahrip” etmiştir.

KADINA ŞİDDET VE CİNAYET

Türkiye, kadına yönelik cinayet ve şiddet konusunda ne yazık ki ön sıralarda. 2022 yılında 381 kadın yaşamını yitirdi. 2008-2022 yılları arasında 14 yılda 4 bin 86 kadın cinayeti işlendi.

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, “yürürlükten kaldırılan İstanbul Sözleşmesi’nden bu yana kadına karşı cinayetlerin arttığını” açıkladı. Ayrıca kadına karşı şiddet uygulayan kişi, gerekli cezayı almadığı sürece kadın cinayetleri artıyor.

BOĞAZİÇİ: ETKİN DİRENİŞ

2 Ocak 2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP milletvekili adayı Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne atadı. Boğaziçi Üniversitesi direnişi o tarihten bugüne etkin bir biçimde sürüyor. Üniversite öğretim üyeleri her gün öğle arasında yağmur, fırtına demeden üniversite bahçesine çıkıyorlar, ellerinde “Özerk, Özgür, Demokratik Üniversite”, “Kabul Etmiyoruz” ve “Vazgeçmiyoruz” yazan dövizlerle sırtlarını rektörlüğe dönüyorlar.

Bu eylem tam iki yıldır sürüyor. Üniversitenin kapısına kelepçe takıldı. Direniş sırasınca yüzlerce öğrenci göz altına alındı. Önümüzdeki mart ayında direniş üçüncü yılına girmiş bulunacak. Akademisyenler demokratik ve “liyakate” dayalı yönetim istiyorlar.

BAŞÖRTÜSÜ KANUNU

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü konusunda yasa çıkaralım önerisi üzerine Erdoğan, bu olaydan siyasal rant sağlamak amacıyla konunun anayasa değişikliğine dönüşmesini istiyor. Konunun Erdoğan tarafından halkoylamasına götürüleceği ve seçimlerde halkın önüne böyle bir seçenek konulacağı belirtiliyor. Muhalefet partileri bu konuda kuşku taşıyorlar. AKP’nin hazırladığı tasarının temel insan hakları ilkelerine, laikliğe ve hukuka aykırı olduğu belirtiliyor.

NORMALE DÖNEN İLİŞKİLER

Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri birer birer normale dönüyor. İlk önce İsrail’le ilişki normale döndü. Karşılıklı büyükelçi tayinleri yapıldı. Mısır’la ilişki normale döndü. Şimdi Suriye ile normale dönüş başladı. Aralık ayında (28.12.2022) Moskova’da, Türkiye Rusya ve Suriye savunma bakanlarının üçlü görüşme yapması önemli bir gelişmedir. Bunlar olumlu gelişmelerdir. Ancak mezhepsel ve dine dayalı dış politikanın yanlış olduğunu belirtmek gerekir. Erdoğan kişisel dış politika tutkusu yüzünden Türkiye’yi ekonomik yönden zarara uğratmıştır.

İMAMOĞLU

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “ahmak” sözünü, Yüksek Seçim Kurulu üyelerine söylediği kabul edilerek kendisine 2 yıl 7,5 ay hapis cezası verildi. Asıl amaç İmamoğlu’na yasak vererek onu siyaset alanının dışına çıkarmak istiyorlar.

Ekrem İmamoğlu

Bu karar kamuoyunda etkisini gösterdi. İki gün üst üste İBB önünde halkın katılımıyla protesto gösterileri yapıldı. Bu gösterilere 6’lı Masanın liderleri de katıldılar. İmamoğlu’na ısrarla zulmetmek, O’nu mağdur duruma düşürmek aslında muhalefete ve İmamoğlu’na yarıyor.

YAŞAM PAHALILIĞI

2022’nin vatandaş yönünden en duyarlı noktası ekonomi alanıdır. Yaşam pahalılığı ve yüksek enflasyon herkes tarafından kabul edilen önemli bir konudur. Ne ki, TÜİK yıllık enflasyonu %64 olarak ilan ederken İstanbul Ticaret Odası enflasyonun %94 olduğunu açıkladı. ENAG (Enflasyon Araştırma Grubu) verilerine göre yıllık enflasyonun %137.5 olduğu belirtiliyor.

Yıllık enflasyon son dört yıldır sürekli artış gösteriyor. ENAG’ın rakamlarının yaşam gerçeklerine uygun olduğu açıktır.

Area Araştırma’nın aralık ayında yaptığı “Türkiye’nin en önemli sorunu ne” sorusuna verilen yanıtlar şöyledir: Yüzde 67 hayat pahalılığı, onu yüzde 6.5’le göçmen sorunu ve yüzde 4.2 ile işsizlik izliyor.

DÜNYA EKONOMİSİ ve DIŞ TİCARET

2022 yılı dış ticaret, ithalat ve ihracat rakamları belli oldu. Türkiye’nin ihracatı 254 milyar dolara yükseldi. Kuşkusuz bu rakam önemlidir. Bir yıl önceye göre ihracat %12.9 artış göstermiştir. Ancak ithalat rakamlarına da bakmak gerekir. İthalat %34.3 artışla 364 milyar dolara çıkmıştır. Bu durumda 2022 yılında dış ticaret açığı 110.2 milyar dolara yükselmiş oluyor ve ihracatın ithalatı karşılama oranı %83’ten % 69.8’e geriliyor. Bu büyük dış ticaret açığının altyapısında AKP’nin yanlış ekonomi politikaları vardır.

  • AKP iktidarının “Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına sokacağız” iddiası çökmüştür. Türkiye ekonomisi önce 17. sıraya 2022’de ise 20. sıraya gerilemiş bulunuyor.

RUSYA-UKRAYNA SAVAŞI ve ETKİLERİ

24 Şubat 2022’de Rus birlikleri Ukrayna’ya askeri harekât başlattılar. Moskova, bu askeri harekatın siyasal hedefini Ukrayna’nın güney ve doğusundaki dört bölgeyi kendi topraklarına katmak olarak ilan etti. Bugüne dek BM’ye göre sivil can yitiği 6700’ün üstünde. Kiev, Rusya’nın en az 99 bin askerini yitirdiğini, Moskova ise en az 61 bin Ukraynalı askerin öldüğünü öne sürüyor. Savaşın yayılma olasılığı zaman zaman “Üçüncü Dünya Savaşı” endişelerini artırıyor.

Önceleri kısa sürede uzlaşma olacağı düşünülen savaş, 10 aydır sürüyor. Aralık ayında Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, ABD’ye gitti ve Başkan Biden’la görüştü. Ayrıca ABD Yasama Meclisi’nde konuştu ve çok alkışlandı. Barış konusunda kesin bir görüş ortaya konulamıyor.

Türkiye, Ukrayna’nın işgaline karşı çıktı, ancak Batı’nın Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlarına katılmadı. Moskova ile iletişimini sürdürdü. Türkiye ayrıca, esir (tutsak) takası, sivillerin çatışma bölgelerinden tahliyesi (boşaltılması) ve tahıl koridorunun gerçekleşmesi yönünde ciddi katkılar sağladı.

Bu savaş nedeniyle ABD, AB ülkelerini, Rusya’ya karşı bir cephede birleştirdi.
ABD savaşın sürmesini istiyor.

BM İnsani Yardım Koordinasyon Dairesi’nin aralık ayı verilerine göre, Ukrayna’dan 7 milyon 832 bin 493 kişi Avrupa ülkelerine geçti. BM’ye bağlı Uluslararası Göç Örgütüne göre, ülke içinde yerinden edilen kişilerin sayısı ise 11 milyona ulaştı.

Rusya’ya yönelik yaptırım kararları, tüm dünyada doğrudan veya dolaylı olarak etkisini gösterdi. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkeler, ABD ve öbür Batılı ülkeler, Rusya’ya karşı finans, enerji, ulaşım, ihracatın kontrolü (dışsatımım denetimi) ve finansmanı ile vize politikası gibi çeşitli alanlarda yaptırımlar belirledi.

Dünyada önde gelen 1000’in üzerindeki uluslararası şirket, boykot amacıyla Rusya’yı terk etti ya da çalışmalarını kısıtladı.

ÇİN ve ABD

Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın izlediği politika, Rusya’yı ekonomik ablukaya almak istemesi, Çin-Rusya yakınlaşmasını sağladı.

Ukrayna savaşı sürerken ABD-Çin arasında “Tayvan gerginliği” ortaya çıktı.

Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski, yılın son ayında ABD’ye giderken Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, Pekin’e gitti. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de açıklamalarında ülkesinin gelecek yıl Rusya ile bağlarını derinleştireceğinin işaretini verdi.

Bu aşamada Çin ve Rusya’nın “Ortaklıkta sınır yok” formülü ile ticaretin geliştiği görülüyor. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2022’nin ilk 11 ayında geçen yılın 12 aylık değerine kıyasla yaklaşık %32 artarak neredeyse 172 milyar dolara ulaştı.

  • Çin-Rusya, ABD’nin Asya politikasına karşı çıkıyorlar.

Ancak NATO’nun Madrid Zirvesi’nde Çin ilk kez “tehdit unsuru” olarak kabul edildi.

İÇKİ ve ARAP DÜNYASI

AKP iktidarı alkollü içeceklere orantılı düzeyin üzerinde ağır vergiler uyguluyor.

Buna karşın din devleti kurallarının uygulandığı Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) oluşturan, 7 yönetimden biri olan Dubai, turizmi canlandırmak hedefiyle alkol satışına uygulanan %30’luk vergiyi kaldırdı. Ayrıca alkol içmek isteyenlerin bulundurmak zorunda olduğu kişisel lisanstan da ücret almaktan vazgeçti. Diğer Körfez kentlerine göre daha liberal bir yaşam sürülen Dubai’nin turistler ve gurbetçiler için çekiciliğinin artırılması hedefleniyor.

İRAN ve KADIN HAKLARI

İran’da uygunsuz giyindiği gerekçesiyle 13 Eylül 2022’de gözaltına alındıktan birkaç gün sonra yaşamını yitiren Mahsa Amini’nin (22) ardından eylemler başladı. Amini’nin gözaltında ölmesi İran’daki kadınları ve ilerici güçleri etkiledi. Olay yalnızca İran’da değil, tüm dünyada kadın hakları yönünden etkili oldu.

EGE’DE GERGİNLİK

2022’de Türk-Yunan gerilimi üst düzeyde sürüyor. Atina, askeri statü dışında olması gereken Ege adalarını silahlandırmayı sürdürüyor. Yunanistan Başbakanı Miçotakis, mayıs ayında ABD Kongresi’ne hitap etti. Türkiye’ye F-16 satılmamasını istedi, bu istem gerginliği artırdı. Gerginlik tırmanmayı sürdürüyor. Gerginlik sürerken ABD, Yunanistan ve Ege adalarında üsler kurmayı0 sürdürüyor. ABD, Türkiye’yi dengeleme ve Ege Denizi’ni Rusya’ya karşı denetim altına alma politikasını izliyor.

2023 SEÇİMLERİ

Türkiye seçim eğik düzlemine girmiş bulunuyor.

Değişik anketler, “Erdoğan’a asla oy vermem” diyenleri %60-65 arasında göstermektedir.

2023 yılı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının 100. yıldönümüdür.

 

Bu tarihsel eşikte Türk halkı son derece önemli bir seçime gidiyor.

Türkiye, “sultanlık rejimi”nden kurtulacaktır.

Tüm göstergeler buna işaret etmektedir.

TÜRKİYE’DE ALEVİLİĞİN ANAYASAL ve EVRENSEL HUKUKSAL DAYANAKLARI 

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaşlar bana,

  • Hocam Alevilerin tarihsel ve kadim inanç ve ibadet merkezi olan cemevleri yasal olarak neden tıpkı camiler, kiliseler, sinagoglar… vb. dinsel mekânlar gibi İBADETHANE konumunda kabul edilmiyor? Bu durum günümüzdeki temel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü ve demokrasi anlayışına sığar mı??

diye soruyorlar.

Hemen peşinen belirtmek gerekir ki, Anayasamız devletimizi laiklik üzerine bina ettiğine göre, ne ulusal ve ne de evrensel hukukta, cemevlerinin tıpkı öbür ibadethaneler (AS: tapınçevi) gibi, resmi ibadethane konumuna alınmasının önünde temelde hiçbir hukuksal engel yoktur. Kanımca engel sosyolojik açıdan ideolojik ve siyasaldır. Genelde oy ve iktidar olma kaygısı ile Sünni çoğunluğun varlığını dikate alarak, Alevilerin hukukunun görmezden gelinmesidir. Kaldı ki, hukuksal kimi düzenlemeler gerektirse bile iktidardaki siyasal erk yasa yapma gücüne ve yeterliğine sahip olduğu için, bu iç hukuk engellerini kolayca aşabilir…

ÖNCE ANAYASAL TEMELLERE BAKALIM

Yürürlükteki Anayasamızın konumuzla ilgili maddelerini yazalım <.

Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 10- Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet,siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiç bir kimseye, aileye, zümreye ve ya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
DEVLET ORGANLARİ VE İDARE MAKAMLARI BÜTÜN İŞLEMLERİNDE KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE GÖRE HAREKET ETMEK ZORUNDADIR.

Madde 24- Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

Madde 66- Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Madde 72- Vatan hizmeti her Türkün hakkı ve ödevidir.

Madde 73- Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücücüne göre vergi ödemekle mükelleftir.

Madde 90- Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne uygun yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin MİLLETLERARASI ANLAŞMALARLA KANUNLARIN AYNI KONUDA FARKLI HÜKÜMLER İÇERMESİ NEDENİYLE ÇIKABİLECEK UYUŞMAZLIKLARDA MİLLETLERARASI ANLAŞMA HÜKÜMLERİ UYGULANIR.

Madde 138- Yasama, yürütme organları ile İDARE MAHKEME KARARLARINA UYMAK ZORUNDADIR.
Bu organlar ve İDARE; MAHKEME KARARLARINI HİÇ BİR SURETTE DEĞİŞTİREMEZ VE BUNLARIN YERİNE GETİRİLMESİNİ GECİKTİREMEZ…
***
Eğer Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarlar, başta laiklikle doğrudan ilgili madde (m.24) olmak üzere, kendi anayasasının temel buyurucu kurallarına (amir hükümlerine) uysalardı, Alevilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmelerine gerek yoktu. Zaten AİHM de yürürlükteki anayasal düzenimizi inceleyerek bir karar vermiştir.

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNDE  AİHM) DURUM NASIL?

Türkiye Cumhuriyeti kendi özgür istenci ile AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİ imzalamış ve hak ihlaline uğrayan kendi yuttaşlarının AİHM’ne gitmelerini kabul etmiş ve AİHM kararlarının KENDİ İÇ HUKUKUNDAN DAHA ÜSTÜN OLDUĞUNU VE AİHM kararlarına uymayı kabul etmiştir.

AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİN İLGİLİ MADDELERİ…

  • Madde 9- Herkes düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din ve inanç değiştirme özgürlüğü ile, tek başına ya da topluca açıkça ya da özel tarzda İBADET, ÖĞRETİM, UYGULAMA VE AYİN YAPMAK SURETİYLE DİNİNİ VE İNANCINI AÇIKLAMA ÖZGÜRLÜĞÜNE SAHİPTİR.
  • Madde 44 – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairenin kararları KESİNDİR.

Alevilerin başvuruları ile ilgili olarak,
AİHM Büyük Dairenin (son ve kesin karar veren üst mahkeme) verdiği kararlar çok özetle şöyledir :

  • Laik devlet tüm inanç kümelerine eşit uzaklıkta olmak ve
    her inanç kümesine eşit haklar vermek zorundadır.

1- Yürürlükteki Anayasamıza göre, Aleviler temel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü bakımından HAK İHLALİNE UĞRAMIŞLARDIR. Bu durumun düzeltilmesi gerekir.

2- Devlet Alevilerin inancını tanımlayamaz, onlara inanç ve ibadet yeri belirleyemez. Bu hak Alevilere aittir. Yani Alevilik diye bir inanç vardır ve bu inanç sahiplerinin ibadethanesi de (tapınçevi) Alevilerce belirlenen Cemevleridir.

3- Alevilere, Alevi çocuklarına ZORUNLU DİN DERSİ VERİLMESİ DİN VE VICDAN ÖZGÜRLÜĞÜNE AYKIRIDIR. Ancak Alevilerin de tıpkı Sünnilik öğretimi gibi, kendi çocuklarına Aleviği öğretme hakları vardır. Bu konuda devlet, hukuksal hak eşitliği ilkesi uyarınca gerekeni yapmak zorundadır.

4- Devletin Alevilere, cemevlerine, Alevi inanç önderlerinin yetiştirilmesi ve istihdamına sağlayacağı hizmetler, tıpkı öbürr inançlara verilen hizmet gibi, KAMU HİZMETİDİR.
Camilere yapılan, ekonomik, mali, personel (su, elektrik, hizmet insanı) vb. destekler Cemevleri için de yapılmalıdır.

SONUÇ şöyle özetlenebilir :

Alevilerin din ve vicdan özgürlüğü hem yürürlükteki laik anayasal düzen hem de Avrupa hukuku açısından güvence altındadır. Ancak gerçekte ya da uygulamada durum, hukuksal konumun (statükonun) tam tersinedir.

Aleviler askerlikte, vergi ödemede ve her türlü kamusal külfette eşit yurttaştır.
Ancak din ve vicdan özgürlüğünde, kamusal alandaki istihdam politikasında ve kamu hizmetlerinden yararlanma da tarihsel ve güncel olarak sürekli hak çiğnemine (ihlaline) uyramışlardır ve uğramaya devam ediyorlar;

BU DURUMUN EN KISA ZAMANDA DÜZELTİLMESİ GEREKİR..

Son olarak bir noktanın altını daha önemle çizmek gereklidir :

  • Cumhurbaşkanının saldırıya uğrayan Alevi yurttaşlara sahip çıkması ve cemevi ziyaretleri çok olumlu ve zaten olması gereken bir davranıştır.
  • Ancak ziyaret edilen cemevi kutsal düzeninin değiştirilme girişimleri kanımca hiç hiç ama hiç doğru olmamıştır.
  • Cemevine, camilere benzer bir dizayn vermek (tasarım dayatmak) yoz ve hoş olmayan ağır bir saygı ve özen kusurudur. Alevi toplumu bundan çok incinmiştir.

Eğer bu ziyaret bir kiliseye ya da bir sinagoga olsaydı, o kurumların da geleneksel ibadet düzeni yine değiştirilecek miydi? Alevi inancını ve Alevi cemevlerine ait mekân düzeninin hiç değiştirmeden, olduğu gibi, kabul edilmesi zorunlu içtenlik sınavıdır.

Bitirirken bir konuyu daha önemle belirtmek isterim :

Aleviler tarihten bu güne, şimdiye dek kendilerine yapılagelen hak çiğnemlerinin (ihlallerinin) ortadan kalkmasını, yani laik devletin eşit yurttaşı olmak istiyorlar. Kanımca ortada siyasal iktidarların yanlış siyaset anlayışı, adalete sorunlu baķışı ve eşitlikçi olmayan bir kamu yönetimi anlayışı söz konusudur. Geçmişten günümüze Alevilerin yaşadıkları tüm sorunların kaynağı toplum, halk değil; hep siyasal iktidarlar olmuştur! Çoğu zaman halkı kışkırtan ve elim olaylara neden olanlar da kimi cahil din adamları ile kimi çıkarcı siyasetçilerin ve dış çevrelerin (kontrgerilla) işbirliğidir.

DOĞUŞTAN GELEN SOYOLOJİK, İNSANİ FARKLILIKLARA NASIL YAKLAŞALIM?

Doğarken hazır bulduğumuz insansal ve insancıl her türlü farklılıklarımız bize benzemeyenleri yargılamak için değil, duygudaşlık (empati yaparak, hemhal olarak) yaparak onları doğru ANLAMAK içindir. Irk, renk, deri rengi, cinsiyet, dil, din… vb. farklıkları yargılamak o farklılıkları yaratan büyük mimarı yani TANRI’yı ya da inancına göre doğal ontolojik düzeni, YARGILAMAK anlamına gelir.

Daha başka bir biçimde söylemek gerekirse; ırkçılık, cinsiyetçilik, dil, din… vb. ayrımcılıklar doğrudan Tanrı’ya karşı da SUÇ İŞLEMEK demektir. Bu temel ontolojik nedenlerden dolayı, her türlü ırkçı, ayrımcı, bölücü yaklaşımlar hem ilahi anlayışla bağdaşmaz ve hem de insanlık suçudur. Ayrıca ahlak ve doğal hukuka da aykırıdır.

Çözüm                         :

  • Siyasal iktidarlarının Alevi toplumuna bakış açılarının demokratik, laik ve çağdaş bir hukuk devletinin eşitlikçi gereklerine göre kökten değişmesi ile olanaklıdır.
  • Türkiye halkının çoğu aydınları ve toplumun ezici bir kesimi buna hazırdır.
  • Toplum bin yıllık ortak tarihsel kültürden hareketle Alevi – Sünni kardeşliğinin bilincindedir.

Eksik olan içten bir siyasal kararlılıktır.

Tarihin En Kalabalık Danıştay Duruşmasındaydık: İstanbul Sözleşmesi’nden Vazgeçmiyoruz

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi‘nin Cumhurbaşkanı Kararı ile feshedilmesi kararının iptalinin esastan görüşülmeye başlandığı davanın, Danıştay 10. Daire’deki ilk duruşmasına, Türkiye Barolar Birliği (TBB), baro başkanları ve yüzlerce avukat katıldı.

Duruşma TBB’nin girişimleriyle 550 kişilik büyük salonda yapılırken, bina dışında kalan sivil toplum kuruluşu temsilcileri, avukatların devreye girmesi ve mahkeme başkanının kabul etmesiyle salona alındı.

TARİHİN EN KALABALIK DANIŞTAY DURUŞMASI

Mahkeme Başkanının, “Danıştay tarihinde bir ilk. Bu kadar kalabalık bir duruşma ilk kez yapıyoruz” sözleriyle tanımladığı duruşmada TBB Başkanı Av. R. Erinç Sağkan; Başkan Yardımcısı Av. Sibel Suiçmez, Genel Sekreter Av. Veli Küçük, Sayman Gökhan Bozkurt, Yönetim Kurulu üyeleri Av. Hicran Kandemir, Av. Nizam Dilek, Av. Ali Bayram; çok sayıda baro başkanı ve avukat hazır bulundu.

Avukatların savunmaları sürerken söz alan TBB Başkanı Sağkan, “Anayasamızın 104’üncü maddesinin 17’nci fıkrasının ilk cümlesinde açıkça ‘Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir’ denilmektedir. Haliyle tartışılması gereken, uluslararası sözleşmelerin onaylanmasının, yürütmenin mi yoksa yasamanın mı yetkisinde olduğu konusudur” dedi. Sağkan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Anayasa’nın 90. maddesi, Cumhurbaşkanının uluslararası andlaşmaları onaylayabilmesini, TBMM’nin onaylamayı bir kanunla uygun bulması şartına bağlamaktadır. Dolayısıyla ülkemizde uluslararası andlaşmanın onaylanmasının münhasıran yürütmenin yetkisinde olmadığı, öncelikle yasama organının yetkili olduğu açıktır. Haliyle yürütme yetkisinde olamayan bir konuda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleme yapılması açıkça yetki gaspı olup hukuka aykırıdır, yetkisizlik kusuruyla sakat bir işlemdir ve yok hükmündedir. İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanması Meclis tarafından 6251 sayılı Kanunla uygun görülmüştür, yetkide ve usulde paralellik ilkesi gereği ancak bu usulle kaldırılabilir. Bu nedenle işlemin iptaline karar verilmelidir. Sayın heyet aksi kanaatte ise Anayasa’ya aykırılık iddiaları ciddiye alınmalı; çünkü yarın da başka bir uluslararası sözleşmeden çıkılması olası. Burada yapılan tartışmalardan sonra alacağınız karar, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde Cumhurbaşkanının işlemlerinde yargı denetimine etkin bir şekilde tabi olup olmadığını da ortaya koyacaktır.”

AÇIKCA MECLİS YETKİSİ GASPEDİLMEKTEDİR

Bina çıkışında davayı izleyen gazetecilere de bir açıklama yapan Sağkan, 10 adet davanın duruşmasının görüldüğü bilgisini vererek, “Hemen hemen her gün bir kadın cinayeti, kadına dönük şiddet vakası yaşanırken bu konudaki failleri en ufak şekilde cesaretlendirecek her türlü hareketten şiddetle kaçınmak gerekirken, çok önemli, toplumsal hak ve özgürlükleri savunan bir sözleşmeden çekilmek, bizce bu ülkede kadınlara, kadın mücadelesine yapılacak en büyük kötülüktür” şeklinde konuştu.

Öte yandan cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin neye tekabül ettiğine (karşılık geldiğine) ilişkin bir yargılama yaşandığını söyleyen Sağkan,

  • “Burada 9 no’lu cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yapılan açıkça meclis yetkisinin gasp edilmesidir.

Bu durum şuna işaret ediyor; eğer ki burada yargı buna dur demez ise, yargı gerçekten fren ve denetleme mekanizmasını burada görmez ise, Türkiye Cumhuriyeti’nde Meclis yetkilerinin gasp edilmesinin bu sisteme uygun olduğunun onaylanacağı ve tevsik edileceği anlamına gelir ki, bu da artık Türkiye’de kuvvetler ayrılığının değil, yasama ve yürütmenin tek bir kişide birleştiğinin açık ilanıdır. Artık kuvvetler birliğine geçtiğimizin, buradan bir yargı kararıyla onaylanması anlamı taşıyacaktır” ifadelerini kullandı.

Duruşmada verdiği örneği tekrarlayan Sağkan, “İstanbul Sözleşmesi bir Avrupa Konseyi sözleşmesidir. Eğer 9 no’lu kararname ve buna dayanılarak alınan cumhurbaşkanlığı kararı ile Avrupa Konseyi sözleşmesi olan hak ve özgürlükleri düzenleyen İstanbul Sözleşmesi’nden cumhurbaşkanlığı kararı ile çıkılabileceği kabul edilirse, yarın aynı şekilde Avrupa Konseyi sözleşmesi olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden de sayın cumhurbaşkanın tek bir kararı ile çıkılabileceğinin de kabulü anlamına gelecektir. Bunun da Türkiye Cumhuriyeti’nin yönünü nereye döndüğü ile çok ama çok büyük bir illiyet bağı olduğunu düşünüyorum” şeklinde konuştu.

DANIŞTAY SAVCISI: SÖZLEŞMEDEN ÇEKİLMEK HUKUKA AYKIRI

Danıştay savcısı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin hukuka aykırı olduğu ve kararın iptali yönünde görüşünü açıkladı. Mahkeme heyeti, kararın daha sonra yazılı açıklanacağını ifade ederek duruşmayı sonlandırdı. Danıştay’ın bir ay içinde kararını vermesi bekleniyor. Karar yazılı olarak açıklanacak.

SUİÇMEZ: DANIŞTAY’DA SAVCI VAR DEDİK, ŞİMDİ DE DANIŞTAY’DA HAKİMLER VAR DEMEK İSTİYORUZ

TBB Başkan Yardımcısı ve Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu (TÜBAKKOM) Koordinatörü Av. Sibel Suiçmez, duruşma sonunda yaptığı açıklamada, “Gelinen nokta itibarıyla savcı görüşü, işlemin iptali yönündeydi. Bu çok büyük bir coşku ve alkışla karşılandı. Danıştay’da savcı var dedik, şimdi de Danıştay’da hakimler var demek istiyoruz. Bütün beklentimiz hukuka aykırı bu işlemin iptal edilmesi yönündedir. Bu umudu taşıyoruz ve biz avukatlar olarak binlerce insanın çığlığını, kanını ve umudunu bugün buraya getirdik. Biz görevimizi avukatlar olarak yaptık, sıra artık mahkemede. Eminim ki mahkeme kadınların bu umuduna ses verecek ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını iptal edecek” şeklinde konuştu.

https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/tarihin-en-kalabalik-danistay-durusmasindaydik-istanbul-sozlesmesi-nden-vazgecmiyoruz-82654

==================================================
Dostlar,

İlgili Anayasa maddesi aşağıda :

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma
Madde 90 – “Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.”

Dolayısıyla, TBMM’nin bir yasama işlemi ile İstanbul Sözleşmesi’ne konan imzayı onaması gerekmektedir. Bu yapılmış ve 6251 sayılı ile söz konusu uluslararası sözleşme yürürlüğe konmuştur. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı “kararı” ile bu Yasama işlemini geçersiz kılması hukuk açısından olanaksızdır. 9 sayılı CB Kararnamesi Cumhurbaşkanına bu yetkiyi sağlamaz.

Söz konusu CB kararı açıkça TBMM’nin münhasır yasama yetkisinin gaspıdır ve açıkça YOK HÜKMÜNDEDİR. Gerçekte İstanbul Sözleşmesi hukuksal açıdan ülkemizde yürürlüktedir

Danıştay 10. Daireden tersine bir karar, hukuk devletinde beklenemez.

Sevgi ve saygı ile. 30 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik 

 

‘İçişleri’ yalanı…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet
, 27.10.21

Doğuyu batı, gündüzü gece, ateşi buz, pamuğu demir, acıyı tatlı, ıslağı kuru gösterir bunlar. Gözlerini bile kırpmadan. En son krizde de yani 10 ülke büyükelçilerinin “İnsan hakları ve hukuk hatırlatması” ile başlayan olayda da tutturdular bir terane:

“Yabancı ülke büyükelçilerinin ülkemizin içişlerine müdahale etmeleri kabul edilemez!..”

Haklısınız muhteremler. Haklısınız da. Olay bu mu?

Bu kadar kuyruklu bir yalana (-sizin körü körüne biatçı ve bir avuç kaldığı anlaşılan kitlenizden başka-) kim inanır?

Yabancı misyonların (-en azından bu olayda-) “içişlerimize müdahalesi” diye bir durum söz konusu değil. İnsan hakları ve evrensel hukuk ilkeleri çağdaş dünyada “içiş” sayılmaz ki.

“Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusu bulunan, Ortaklık Anlaşması ile bağlı müzakereci bir ülke sıfatı ile, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymayı taahhüt etmiş, daha da ötesinde anayasasında değişiklik yaparak, AİHM kararlarını iç hukukun üzerinde saymayı kabul etmiş bir ülke olarak” birileri size kalkıp da “AİHM kararına uyunuz” deyince, bunun adı nasıl “içişlerine müdahale” sayılır?

Bak, Ok atan oğlana anlatır gibi” bir daha söyleyeyim. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diyorum. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi diyorum. AİHM diyorum. Mesele, “Kavala Mavala” değil diyorum.

Anladın mı?

Bütün bunların ötesinde, 10 ülkenin büyükelçileri “içişlerine müdahale” konusunda bağlayıcı hükümler taşıyan 1961 tarihli Viyana Konvansiyonu (Diplomatik ilişkileri düzenleyen) ile bu son krizin hiçbir bağı yok. Zaten söz konusu 10 büyükelçilik de “Biz ilgili Konvansiyonun, bu konudaki 41. maddesine sadığız” diye açıklama yaptılar.

Sonuç olarak, adamlar (mealen) “Biz içişlerine karışmıyoruz. Sözleşmeye sadığız. Açıklama yaptığımız konu içişleri değildir. İstenmeyen adam ilanı kararı alamazsınız. Aldıysanız da bunu uygulamaya koymayın. İşler daha kötüye gider” diye uyarmıştır ve maalesef hırsla şahsımın ağzından bu girişimi açıklayan Türkiye Cumhuriyeti’ne geri adım attırmışlardır.

Bunu bile bir “zafer”, yabancı ülkelere bir “diz çöktürme, geri adım attırma” örneği olarak sunmaya çalışan, bu olaydan adeta ikinci bir “şanlı one minute çıkışı” yaratmaya yeltenen kafaya diyecek bir şey bulamıyorum.

TARİHTEN BİR YAPRAK

Ama gelin, size kıyıda köşede kalmış bir başka öyküyü hatırlatayım: Geçmiş zaman. Türkiye’nin müzakere tarihi almasından sonraki yıllara rastlayan bir AB zirvesi izliyoruz Türk gazeteciler olarak. O tür zirvelerde âdet olduğu ve her ülkenin de yaptığı üzere, bizim dışişleri bakanımız da bizleri zirvenin yapıldığı komplekste bir odaya topladı ve “off the record” (burası önemli) bir brifing veriyor. Yazılmamak kaydıyla. Geri plan bilgiler ve müzakerelere ilişkin kulis bilgileri aktaracak. Bizim (zirvenin yapıldığı ülkedeki) büyükelçimiz de orada.

Aniden kapı açılır ve içeri o ülkenin Ankara Büyükelçisi girer. Herkesin (Dışişleri Bakanı dahil, bizim büyükelçimiz dahil) şaşkın bakışları arasında en ön sıraya kurulur. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın, Türk gazetecilere “off the record” brinfingini dinleyerek notlar alır.

Aynı yabancı büyükelçinin, o yıllarda “kritik” seçim gecelerinde, Ankara’da iktidar partisinin genel merkezinde sonuçları “bizzat yerinde” izlediği anlatılır, yıllardır. İsmi lazım değil o ülkenin büyükelçisine bu “fevkalade müsamahaya mazhar” statünün tanınması “içişlerimize müdahale” değil midir?

Açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü, muhteremler. Bugünün Cumhurbaşkanı, o günlerin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, Beyaz Saray’da ve Downing Street 10 numarada bir nevi “kırmızı halıda” karşılayan ülkelerin “içişlerimize – iç siyasetimize” müdahalesini öpüp başına mı koyacaksınız?

Sonra bugün gelip “İnsan hakları ve hukuk vurgusu”nu AİHM kararlarını hatırlatmayı “içişlerimize müdahale” diye millete yutturmaya çalışacaksınız.

Sahtekârlığın bu kadarına insan tahammül edemiyor. Pes be birader! Pes!..

TÜSİAD’dan Merkez Bankası, TL’nin değer kaybı ve laiklik mesajları

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan, “Başta Merkez Bankası olmak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığı tartışma dışı olmalı” dedi. TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski ise, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışına tepki gösterdi.

https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10853-tusi-ad-yuksek-i-stisare-konseyi-toplantisi-i-stanbul-da-gerceklestirildi  19.10.21

TÜSİAD'dan Merkez Bankası, TL'nin değer kaybı ve laiklik mesajları

  • “Başta Merkez Bankası olmak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığı tartışma dışı olmalı. Gelir dağılımı bozukluklarını da gidermek istiyoruz. Faiz ve enflasyonun yanı sıra emisyonları da azaltmak istiyoruz. Hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesine de ihtiyaç duyuyoruz” diye dikkat çekti. Konuşmasının başında,

“Bu gün Türkiye’nin geleceğine baktığımda, dünyadaki jeopolitik risklerin, sosyo-kültürel gerilimlerin, iklim değişiminin etkilerinin ve bereketsiz ve dengesiz ekonomik büyümenin mahşerin dört atlısı olarak üzerimize geldiğini görüyorum.”

diyen Özilhan,
  • “Karşı karşıya olunan tehditler dikkate alındığında, büyümenin sadece hızlı değil, aynı zamanda istihdam yaratan, yeşil ve adil bir büyüme olması gerektiği ortaya çıkıyor.”
ifadelerini kullandı.
detayKulis: MB’deki görevden almalar ardından Lütfi Elvan ‘istifa’ etmek istedi

Özilhan, iktidarın politikalarına yönelik doğrudan işaret etmeden eleştirilerde de bulundu:

Cari açık ve bütçe açığına beceri açığı, bilgi açığı, liyakatlı kadro açığı ve yönetişim açığı da ekleniyor.

  • Düşen sadece TL’nin değeri değil, su rezervlerimiz, birbirimize güvenimiz, ihracatımızda yüksek teknolojili ürünlerin payı, mutluluk ve huzurumuz da geriliyor.
  • Sadece makroekonomik dengesizlikleri değil, bölgesel kalkınma farklılıklarını ve gelir dağılımı bozukluklarını da gidermek istiyoruz.
  • Faiz ve enflasyonun yanı sıra emisyonları, hava, su ve toprak kirliliğini de azaltmak gerekiyor.
  • Üretimin, tüketimin, yatırımların artmasına ihtiyaç duyduğumuz kadar, hak ve özgürlük alanlarının genişlemesine de ihtiyaç duyuyoruz.”

LAİKLİK VURGUSU

Konuşmasında laiklik vurgusu da yapan Özilhan, “Birlik ve beraberlik içinde sorunlarımızı aşarak gelişmiş, adil, saygın ve çevreci bir Türkiye inşa etmemizi sağlayacak kurumlar arasında özellikle laikliğe ve demokrasiye vurgu yapmak istiyorum.

100 yıl önce cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk ve arkadaşlarının modern dünyanın üyesi olmak doğrultusunda atmış oldukları geri dönülemez kararlı adımda en önemli ilke laikliktir” dedi.

Özilhan, şöyle devam etti: “100 yıl boyunca ayakta dimdik durmamızı sağlayan bu ilke önümüzdeki 100 yıl içinde de özlemlerimizi gerçekleştirmemizin en büyük teminatı olacaktır.

Kurumlar başlığı altında şu üç öneriyi çok önemsiyorum.

1. Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının sağlanması çerçevesinde devletin tüm işlemlerinde hukukla bağlı olması ve etkin hak arama özgürlüğünün güvence altında olması.

2. Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin güçlendirilmesi; bütün vatandaşlar için tüm hak ve özgürlük alanlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarında geliştirilmesi, siyasette ötekileştirme, ayrımcılık ve nefret söylemleri ile mücadele edilmesi.

3. Kuvvetler ayrılığını güçlendirmek için denge ve denetleme mekanizmalarıyla yargısal denetimin güçlendirilmesi, şeffaf, hesap verebilir, daha az merkeziyetçi ve etkin bir kamu yönetimi anlayışının yerleşik hale getirilmesi

Bu adımları atabilmek, geleceği hep beraber inşa edebilmenin temelini oluşturacaktır.”

Ben bilmem bir tek Saray bilir

KASLOWSKİ’DEN İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TEPKİSİ

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin konuşmasında öne çıkanlar ise şöyle:

“Böyle bir ortamda ülkemizin geleceğinin yeni bir anlayışla inşa edilmesi, yeni bir hikaye yazılması ihtiyacı olduğunu dile getirdik. Yaklaşık iki yıl yürütülen yoğun çalışma kapsamında, Türkiye’nin ve TÜSİAD’ın geçmiş birikimlerinden yararlanıldı. Kapsamlı analizler ve öneriler içeren bu rapor, güncel siyasi tartışmalar veya konjonktürel unsurlara değil, ilkelere dayanan, uzun vadeli bir perspektif ile hazırlandı.

LAİKLİK VURGUSU

Tam 10 gün sonra Cumhuriyetimizin kuruluşunun 98. yıl dönümünü kutlayacağız. Yüzüncü yıla da sadece iki sene kaldı. Bu toplantıda, geleceğe ışık tutmaya çalışacak olsak da geçen 98 yılın anlamı üzerine de bazı görüşlerimi de sizinle paylaşmak istiyorum. Zira geçmişlerinden ders alamayan, hatalarını, eksiklerini görmezden gelen ya da ellerindeki değerli unsurların kıymetini bilmeyen toplumlar ileriye dönük sıçramalarını asla gerçekleştiremezler. Cumhuriyeti kuran kadrolar, yıkılan bir imparatorluğun yarattığı travmayı aşıp, yerine o günün ileri ülkelerinin eşiti olacak bir ulus-devlet koyma projesine giriştiler. 10 yıldan uzun süren savaşların yıkımına uğramış, felaketler yaşamış Anadolu’dan yeni bir ulus yaratmaya çalıştılar. Bunu gerçekleştirirken kendilerine rehber olarak aydınlanma çağının ilkelerini aldılar. Bunların en önemlilerinden birisi ve son tahlilde Cumhuriyet rejiminin harcını oluşturan, bugün de demokratik bir rejimin ve barış içinde bir toplumsal yaşamın olmazsa olmaz koşulu sayılması gereken ilke, laiklik idi. Laiklik din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir. Laiklik ilkesini özümsememiş bir toplumda eşit vatandaşlık kavramının ve bilincinin yerleşmesi çok zordur. Hatta imkansızdır. Vatandaşlık bilincinin olmadığı yerde ise modern ve demokratik bir toplumu kurmak, korumak güçleşir.

  • Modern ve demokratik bir toplumun yapı taşlarından birisi de kadınların her alanda var olmasıdır. Kadınların toplumsal hayata katılmaları, tüm beceri ve enerjileriyle toplumun ilerlemesine ve değerlerini oluşturmaya katkıda bulunmaları ise ancak laik bir ortamda gerçekleşebilir.

1999 sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı kabul edildi. Bunu takip eden 2000-2007 yılları arasında Türkiye’de yasal ve anayasal reformların yapıldığı çok olumlu bir dönem yaşandı. Bu dönemde anayasadan ceza hukukuna, dernekler hukukundan medeni hukuka birçok alanda kanunlar çıkartılarak, AB normlarını kısmen veya tamamen karşılayan bir dizi reform hayata geçirildi. Hak ve özgürlük alanları genişledi, yargı bağımsızlığı, bireysel haklar, devlet-toplum ilişkileri ve hukukun üstünlüğü alanlarında çok önemli kazanımlar elde edildi. Türkiye’de o dönemde toplumsal enerji kabarmış, geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan güçlü bir iyimserlik dalgası ülkenin her yanına yayılmıştı. Bu dönemin, son 50 yılda en olumlu ekonomik gelişmenin yaşandığı dönem olması bir tesadüf değildi. Tüm bu gelişmelerin sonucuydu. Ne var ki 13 yıl sonra kişi başına gelirimiz 2007 seviyesinin dahi altına düştü. Çalışabilen nüfusumuzun iş gücüne katılım oranı ancak %50-55 civarında takılı kalıyor. Bugün iş gücü piyasasında, en geniş tanımlı işsizlik oranımız %22 gibi oldukça yüksek bir seviyede, Dünya Adalet Projesi hukukun üstünlüğü endeksinde 139 ülke içinde 117’nci sıradayız. Bu tabloya baktığımızda bizim yeni bir kalkınma anlayışına duyduğumuz ihtiyaç çok açıktır.

Toplum olarak büyük bir çoraklaşma tehdidi de yaşıyoruz. Denizlerimiz ve akarsularımız kirleniyor, göllerimiz kuruyor. Katliam boyutlarında bir ağaç kesimine maruz kalan ormanlarımız, son yıllarda sayısı artan ve engellenemeyen yangınların da etkisiyle yok oluyor. Meclisimizde onaylanmasından büyük memnuniyet duyduğumuz Paris Antlaşması kriterlerine (AS: ölçütlerine) bir an önce uyum sağlamalıyız. Yoksa çölleşme ve diğer çevresel tehditler ile baş edemeyiz.

GENÇLER İSTİKBALİ BAŞKA ÜLKELERDE ARIYOR

Çoraklaşmanın her anlamda vahim sonuçlarını yaşıyoruz. En becerikli, eğitimli, yetenekli, hayalleri olan gençlerimiz, gözbebeklerimiz istikbali başka ülkelerde arıyor. Ülkemiz 1960’lardan beri göç veriyor. Ancak bugünkü göç yeni ve daha önce benzerini görmediğimiz, bizi kemiren bir göç. Genç işsizliği, özgürlük alanlarının daralması, güzel bir hayat kurabilme olanaklarının azalması da bu yeni nesil göçün hızlanmasına yol açıyor.

  • Doktorlarımız, yazılımcılarımız, girişimcilerimiz, yaratıcı beyinlerimiz, geleceklerini başka yerlerde kurmak üzere ülkemizi terk ediyor.

Bu durumu durduramaz ve tersine çeviremezsek ülkemiz insan kaynağı açısından da çoraklaşacak. Yeni bir anlayışla geleceğimizi inşa etmek, bizi bu olumsuz girdaptan da çıkartacaktır.

Raporda dile getirilen, dikkat çekilen adımlar atılmazsa ülkemizin gelişmişlik düzeyinin ve refahının dünya klasmanında gerilerde kalması kaçınılmazdır. Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa, bu nedenle yalnızca milli gelir, kişi başına gelir, istihdam rakamlarıyla ilgilenen, kalkınmanın, refahın yalnızca maddi/parasal yönünü öne çıkaran bir rapor değil. Çalışma, ortak bir gayeye sahip, enerjisini, kendisiyle kavga etmeden bu yöne akıtabilen bir toplum haline gelebilmemizin çerçevesini belirliyor.

TÜSİAD olarak kuruluşumuzun 50. yılında, içinde bulunduğumuz koşulların nedenleri ne olursa olsun, ülke olarak birikimlerimizin bizi ekonomik ve toplumsal olarak çok daha iyi seviyelere (AS: düzeylere) getirebileceğine inanıyoruz. Ortak geleceğimizi, kimseyi geride bırakmadan inşa etmek için toplumsal dayanışmaya ve işbirliğine ihtiyacımız var.”

Sevgi ve saygı ile. 20 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

28 Şubat davası

Osman YAŞAR
ONURSAL YARGITAY 4. CEZA DAİRESİ BAŞKANI

Yargıtay 16. Ceza Dairesi, 14 general ve amiral hakkında, “hükümeti cebren ortadan kaldırmak ya da görevini cebren engellemek (darbe)” suçundan, 765 sayılı TCK’nin 147. maddesi uyarınca hükmolunan müebbet hapis cezalarının onanmasına karar vermiştir.

Ceza dairesi gerekçesinde öz olarak “28 Şubat’ta, birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği sağlanarak 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararların hükümete dayatıldığı, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirildiklerinin öne sürüldüğü, nihayetinde seçilmiş bir hükümetin işlevsiz hale getirilerek istifaya zorlandığı, 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara’nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı’na bağlı motorlu konvoyun ilçe sokaklarından Akıncı Üssü’ne yürüyüşünün gerçekleştirildiği, 28 Şubat tarihli MGK toplantısında, Refah Partisi’ni irticai faaliyetleri yürüten unsurlar kapsamında iç tehdit olarak değerlendirildiği, alınan kararlar kurulun sivil üyelerine dayatıldığı, askeri müdahale olabileceği tehdidiyle dönemin Cumhurbaşkanı dahil olmak üzere sivil unsurlarının inisiyatif almalarının engellendiği, Başbakan Necmettin Erbakan’ın ülkenin zarar göreceği kanaatiyle kurul kararlarını imzalamak zorunda kaldığı, bir kısım sanıkların postmodern darbe’ olduğunu söylediği süreçte, Başbakan’ın 18 Haziran 1997’de istifasını sunmasıyla 54. Hükümet döneminin sona erdiği, elverişliliğinde tartışma bulunmayan 4.2.1997 günü, tankların Sincan’da yürütüldüğü” belirtilmiştir. Gerekçeli karar 46 sayfalık ayrıntılı biçimde yazılmıştır.

Gerekçede yer alan olayların bütününün kanıtlandığını bir an için kabul ettiğimiz takdirde, iki sorun karşımıza çıkmaktadır. Bunlar “suçta ve cezada kanunilik” ilkesine uyulup uyulmadığı, hareketlerin “elverişli” olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

CEZA YASALARI GERİYE YÜRÜMEZ

4721 sayılı Medeni Kanun’un 1. maddesinde “Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir hüküm koyacak idiyse ona göre karar verir.” denilmektedir.

Ceza hukukunda durum bunun tersinedir. 5237 sayılı TCK’nin 2. maddesinde “Kanunun açıkça suç saymadığı, bir fiil için kimseye ceza verilemezKanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.” şeklinde ifade edilmiştir. Ceza yasası, açıkça suç sayılmayan bir eylemin, genişletici yorum ve kıyaslama yapılarak suç sayılmasını yasaklamıştır.

Anayasanın 13. ve 38., Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 7. maddesinde “kanunilik” ilkesi ve hukuksal öngörülebilirlik güvence altına alınmıştır. (1) “Hukuk devleti, bireyleri, yalnızca ceza hukuku aracılığıyla korumaz. Ceza hukukuna karşı da korumalıdır. Böylece suç ve cezanın kanunla korunması (AS: konması?) ilkesi, devletin ceza vermesi yetkisinin de sınırını oluşturmaktadır.” (2)

Kanunilik ilkesi, çağdaş ceza hukukunun en temel ilkelerinden birisidir. Bu ilkenin kabul edilmesindeki asıl neden, kişilerin yasaklanan ve işlendiği zaman cezalandırılacağı eylemleri önceden bilmelerini sağlamaktır. Kişiler ancak bu şekilde davranışlarını düzenleme imkânını bulabilirler ve ancak bu durumda o kişiyi işlemiş olduğu eylemden dolayı kusurlu ve sorumlu saymak mümkün olabilir.”(3) “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” kuralı, ceza hukukunda, devlet ve yargıç karşısında, bireylerin kamu haklarının teminatıdır.”(4)

İlke, yönetme gücünü elinde bulunduran otoritenin, keyfi davranışlarının önlenmesi amacını taşımaktadır. Yargıçların, yasadaki suç tanımında gösterilen unsurları taşımayan bir eylemi suç saymamasını ya da eylem bir suçun tanımına uyduğu halde, tanımın dışına çıkarak başka bir suça uyduğunu kabul etmemesini gerektirmektedir. Böylece bireyler de suç teşkil eden veya hangi suçu oluşturuyorsa o suçu oluşturan eylemleri önceden bilirler ve buna göre kendilerini ayarlamış olurlar.

765 sayılı TCK’nin 147. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men edenlerle bunları teşvik eyleyenlere idam cezası hükmolunur” denilmektedir. İdam kalkmıştır. Suç tarihinden sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nin 312. maddesinde ise “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” biçiminde düzenlenmiştir. Kısmen engelleme ve cebirle birlikte şiddete de yer verilmiştir.

Suç tarihinde 765 sayılı TCK’nin 147. maddesi yürürlüktedir. Suç seçimlik iki hareketten biriyle işlenmektedir. Hükümetin ortadan kaldırılması veya görevinin engellenmesi failin suçla elde etmek istediği amacıdır. Her iki durumda da “cebir” şartı koşulmuştur. Madde, 312. maddeye göre net ve belirgindir. Cebir güç, kuvvet ve zor kullanma anlamındadır. Suç, Bakanlar Kurulu’nun varlığına fiziki güç kullanılarak son verilmesi ya da zorla görevini yapamayacak hale getirilmesiyle oluşmaktadır. Şiddet ve tehdit maddenin kapsamında bulunmamaktadır.

Tehdit suçu önceki ve sonraki ceza yasalarında ayrıca düzenlenmiştir. Cebirle birlikte bir suçun öğesi olduğu takdirde de açıkça belirtilmiştir. Örneğin 765 sayılı TCK’nin 258. maddesinde öngörülen “memura aktif mukavemet” suçunda “Bir memura veya ona yardım edenlere memuriyetine ait vazifeleri ifa sırasında cebir ve şiddet veya tehdit ile mukavemet eden kimse… hapis cezasıyla cezalandırılır” denilmiştir. Cebir, tehdidi içermemektedir.

28 Şubat’ın alışılagelmiş bir darbe olmadığı, postmodern olduğu, darbe korkusu ya da tehdidiyle gerçekleştirilen bir darbe olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu durumlar “cebir” niteliğinde olmayan hareketlerdir. Maddenin kapsamında da yoktur. TBMM’nin dışındaki kurumların da eklemeye yetkileri bulunmamaktadır. Tabii ki ceza yasaları geriye yürümez.

DAYANAKSIZ ÇIKARIM

Sanıkların olayların darbe suçunu oluşturduğunu bilmedikleri, öngörmedikleri kanısındayım. “Bilmiş ve öngörmüş olsalardı, görevi sivil hükümetin devir alması yerine, o zamanlar zorlanmaksızın, alışılagelmiş darbeyi yaparak yönetimi ele almayı, anayasaya da yargılanmayacaklarına dair hükümler koydurmayı tercih etmezler miydi?” diye bakılabilir.

TCK’nin 2. maddesine karşın genişletici yorum yapıldığını, 147. maddenin çizdiği sınırın dışına çıkıldığını düşünüyorum. Hukuk devleti, hukuk kurallarına uygun hareket eden, yurttaşlarına hukuksal güvenlik sağlayan devlettir. Ceza hukukuyla karşılaşan bireylerin, önceden haberdar olmadıkları, açıkça tanımlanmamış bir eylemden dolayı sorumlu tutulmamaları gerekmektedir.

İkinci soruna gelince ceza dairesi, tankların Sincan ilçe merkezinde yürütülmesini hükümete yönelik “elverişliliğinde tartışma bulunmayan” cebir niteliğinde hareket olduğunu kabul etmiştir. TCK’nin 35. maddesinde “Kişi işlemeyi kastettiği bir suçu elverişli hareketlerle doğrudan doğruya icraya başlayıp da elinde olmayan nedenlerle tamamlayamazsa teşebbüsten cezalandırılır.” denilmektedir.

Suçu tamamlamaya ve sonucu oluşturmaya uygun olmayan hareketlerin, suça kalkışma olarak kabul edilmesi olanaklı değildir. Hükümetin düşürülmesi ya da görevinin engellenmesi için güç, kuvvet ve zor kullanmaya ihtiyaç vardır. Bakanlar Kurulu üyelerinin bir yerde tutulması, bir yere götürülmesi ya da fiziki güç kullanılarak çekilmek zorunda bırakılması gerekir. Bu durumları sağlayacak adımların atılmasına başlanmasıyla, kalkışma söz konusu olabilir. Bundan sonra tehlike ve neticenin gerçekleşme olasılığı ortaya çıkar.

Tankların yürütülmesinin eğitim amacıyla olduğu savunulmaktadır. Bir an için gösteri maksatlı yürütüldüğü kabul edilse bile, bunun suçu tamamlamaya ve sonucu elde etmeye elverişli olmadığı açıktır. Tankların Başbakanlığa doğru yönlendirilmesi ve önlenmesi gibi bir durum olmamıştır.

SİYASİLER ŞİKÂYETÇİ OLMAMIŞLARDI

Dava 16 yıl sonra açılmış ve 24 yıl sonra onama kararı verilmesiyle sonuçlandırılmıştır.

Suç tarihinde başbakan olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olan Prof. Dr. Tansu Çiller’in suçu ihbarı ve şikâyetleri olmamıştır. Eski Başbakan Çiller mağdur-tanık sıfatıyla mahkemede verdiği ifadede, “Ben şikâyetçi olmadım, gelmek de istemedim. TSK bizim gözbebeğimizdir. Menderes’in hüzünlü fotoğrafı siyasetçilerin hafızasındadır. Keşke bugün burada bir ceza hukuku platformunda değil, özgürce, mağdur edenle edilenler bir araya gelebilseydi, hata edildiği kabul edilseydi, hep birlikte evrensel değerlerde kucaklaşacaktık.” demiş, davaya katılmak istememiş ve ileriye bakılmasını söylemiştir.

Sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, üniversitelerin, basının sürece katıldığı kabul edildiği halde, haklarında dava açılmamıştır. Dava, Silahlı Kuvvetler ve birkaç sivile yönelik olmuştur.

Anayasal kurum olan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar, kurula katılan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Genel Sekreter tarafından imzalanmıştır. Hükümet 28 Şubat 1997 tarihinden sonra 18.6.1997 tarihine kadar 3 ay 18 gün süreyle görevine devam etmiştir. Erbakan’ın istifasından sonra, kimi milletvekilleri DYP’den ayrılıp başka partilere geçmişlerdir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a vermiş, Yılmaz hükümeti kurmuş ve TBMM’den güvenoyu almıştır.

Sonuç olarak:

  • Başka görüş ve düşüncelere saygılı olmakla birlikte, 28 Şubat darbe suçunun maddi ve manevi öğelerinin oluşmadığı kanısındayım.

 

(1) Prof. Dr. Ersan Şen, “28 Şubat Davasında Kanunilik Sorunu”, https://www.hukukihaber.net/28-subat-davasinda-kanunilik-sorunu-makale,9229.html
(2) Bahri Öztürk, Mustafa Ruhan Erdem, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, 10. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2008, s.37.
(3) Sulhi Dönmezer, Sahir Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, C.II, 14. Bası, Beta Yayınevi, İstanbul, 1999, s.17.
(4) Faruk Erem vd., Ceza Hukuku Genel Hükümler, 1. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1997, s.99.

Teslim olmayacağız

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 30 Nisan 2021

 

Mesele rakı, şarap, viski, bira, votka filan değil.
Mesele lanet olasıca zehir deposu tütün de değil.
Mesele, yaşama hakkına sahip çıkabilmek.
Mesele, kimseye zarar vermeden kendi yaşam tercihleri ile yaşayabilme hakkına sahip çıkabilmek, dedem…

Zaten 2020 yılının mart ayından bu yana aldıkları yanlış kararlar, öncelikleri yanlış belirledikleri için almadıkları veya alamadıkları kararlar nedeniyle bir avuç ayrıcalıklı kesim haricinde on milyonlarca vatandaşı mağdur ettikleri yetmiyormuş gibi, şimdi de “kapanma” bahanesiyle ilave “ideolojik zulüm” peşindeler.

Evet. “Zulüm”den söz ediyoruz burada.
Kimse yanlış anlamasın ya da yanlış anlaşılmasına, çarpıtılmasına çalışmasın.
“İçki – alkol – sigara – keyif verici maddeler” meselesi değil bu.
Yaşam tercihi meselesi.

Evimde, balkonumda oturup istediğimi yiyip istediğimi içme, istediğimi tüketme hakkı da “başkasının belirleyeceği bir listeyi değil, kendi tercihlerimi kullanarak tüketme hakkı” da bir temel insan hakkı değil mi?

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yürürlükteki tüm yasalar ve dahi insan olmaktan kaynaklanan temel haklarımızın gereğinden söz ediyorum.

Bu ülkeyi yönetmek üzere yetkiyi aldıkları ve tam 19 yıldır kimi zaman da seçim hileleri dahil çeşitli yöntemlerle ellerinde tutmayı başardıkları süre içinde kim bilir kaç kez denediler bunu. “Bizim gibi düşünmeyene, bizim dinimizden olmayana, bizim mezhebimizden olmayana, bizim gibi yaşamayana yaşam hakkı yok” diye özetlenebilecek hoyrat, nobran, kibirli, küstah, tepeden bakan politikalar izlemekten asla vazgeçmediler.

Bu ülkenin kurucularının dünyaya örnek olacak biçimde, Cumhuriyetimizin harcına kattıkları en önemli hammadde olan “laiklik” ilkesini her fırsatta ayaklar altına aldılar.

Dini bayramları, milli bayramlara alternatif duruma getirerek her dini bayramda bunu insanlara hissettirdiler. Ramazan aylarında, kamu ve hatta etkili olabildikleri özel kurumlarda bile yemekhaneleri türlü çeşitli gerekçelerle “bakıma alma” kurnazlığı ile insanlara sanki zorla oruç tutturabileceklerini sandılar. Oruç yeme “suçlaması” ile insanlara orada burada uygulanan şiddete sessiz kaldılar. Elinde bir şişe su ya da bir simit olana bile adeta “kâfir – şeytan” gözü ile bakılmasına cevaz verdiler.

Bugün gelinen noktada, pandemi önlemleri, evlere kapanma bahanesi ile ilgili ilgisiz pek çok alanda faaliyet göstermek, sokağa çıkıp dolaşmak, satış yapmak serbest bırakılırken içki satışına yasak getiriyorlar. Bunun tek bir izahı vardır: “Aylardan ramazan. Biz dinimizce ibadet ediyoruz. Biz oruç tutuyoruz. Aç kalıyoruz. Siz de bizimle aynı şeyleri yapacaksınız. En azından içki vs. tüketmenize izin vermeyiz. Bizim gibi yaşayacaksınız…” demektir bu.

Üstelik de bunu “delikanlı gibi” net ve açık bir kararname ile ya da genelge ile yapmıyorlar. “Arka kapıdan dolanarak ima yoluyla utangaçça” yaparak iyice tepki çekiyorlar. Neymiş efendim? “Tekel bayilerine, yani sadece içki ve sigara satan yerlere yasak geliyormuş. Ama bakkal, market, süpermarket vs. gibi yerler bu mamulleri satarsa, haksız rekabet olur…” muş.

İyi de adı geçen yerler (Tekel bayii) leblebi çekirdek, cips filan da satıyor. Onlar da o malları satamadıkları, market satabileceği için bu kez “tersten” haksız rekabet olmayacak mı?  Neresinden baksanız izah edilir bir şey değil.

  • İnsanların yaşam tarzına, yaşam tercihlerine müdahale uygulamasıdır bu ve çok tehlikelidir.

Buna sessiz kalınırsa, buna karşı çıkılmazsa, bir sonraki ramazan ayında “oruç tutulan saatler içinde” tüm yiyecek içecek satan yerlere yasak getireceklerdir. Su ve ekmek bile alamayacak duruma getirirler insanları. Kimse yalan söylemesin, sahtekârlık yapmasın. Sizin ruhunuzu tanıyoruz artık. Zaten tanıyorduk ve geldiğiniz günden beri söylüyorduk da. Artık sağır sultan bile duydu. Kendinizden olmayana yaşam hakkı tanımayan bir türsünüz.

Bu tavrın, bu kafanın, bu ideolojinin, “demokrasinin reddi ve demokrasinin zıddı” olduğunu söylemeye gerek yok.

  • En ileri derecede Faşizmdir bu.

Yasalarla ve anayasa ile güvence altına alınmış görünse de düşünceyi, ifadeyi, yazmayı, çizmeyi, okumayı, itiraz etmeyi, protesto etmeyi, toplanmayı, yürümeyi her şeyi yasaklayan kafanın ürünüdür bu.

Şimdi de yemeyi içmeyi. Mesele içki-alkol filan değil.

Mesele yaşam hakkı. Mesele nefes almak.

Teslim olmayacağız. Böyle biline. 

En iyi savunma ‘hörelenmek’ midir?

En iyi savunma ‘hörelenmek’ midir?

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli 
Cumhuriyet, 25 Aralık 2020

 

“Takmıyorum.”
“Tanımıyorum.”
“Irgalamaz.”
“Yok hükmünde.”
“Boşlukta.”

Bir nevi “Saymeyoz…” tavrıdır bu.
Yaptığı vahim hatayı bile bile “Biz böyleyiz. Yerseniz. Canınız cehenneme” demektir, evrensel-çağdaş hukuk normlarının suratına tükürükler saçarak.

Devletin en tepelerinden başlayarak koalisyon ortağına ve bakanına kadar, AİHM’nin son kararına gelen tepkiler yukarıdaki fillerle özetlenebilir. Zaten başka türlüsünü de beklemiyorduk, bu tükenmiş iktidardan. Çünkü, artık sadece “öfkeli reaksiyon” anlamında sarf ettikleri cümleler değil, “normal, sakin(!) günlük bildirim” anlamındaki sözleri de tamamen bir savrulmuşluk ve ne dediğini artık hiç umursamayan bir başıbozukluk ve çaresizlik duygusunun eseridir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en övünülecek dış politika adımları arasında sayılması gereken, “Avrupa Medeni Milletler Ailesi’ne duhul” anlamına gelecek adımların ürünü “AİHM denetimi”ne tabi olma (güçlü bir ahittir bu) halini, buruşturup atmak anlamına gelen bu tepkiler, sadece kendi insanına “çağdaş hukuk ve insanlık normlarını layık görmemek” değil, aynı zamanda “biz, kendimizi artık o aileye mensup saymıyoruz” demektir.

Strasburg’daki mahkemenin Büyük Dairesi’nin (Grand Chamber) iradesini tanıdığımız ve anayasamızın 90’ıncı maddesi ile de “hukuki üstünlüğünü” kabullendiğimizi kayda geçirdiğimiz bir sürecin, buruşturulup çöp kutusuna atılmasıdır.

AİHM’nin Selahattin Demirtaş kararını “ama o bir terörist” diye elinin tersi ile itivermek, ya kararı hiç okumamış (okumaya tenezzül bile etmemiş) olduklarını ya da bile bile ülkeyi zaten içine sürükledikleri kesif karanlığı daha da vahim hale getirmenin bir yeni adımıdır.

Zaten yaptıkları açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki kararı hiç okumamış veya anlamışlar.

Mesela, “kendisini bizim mahkemelerimizin yerine koyarak hüküm vermeye çalışmakla” suçlamalarından belli. AİHM öyle bir şey demiyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine atıfta bulunarak “Tutuklu yargılamamanız gerekiyor. Tahliye edin” diyor. Bir “hüküm” vermeye kalkışmıyor. Zaten hiçbir AİHM kararının, yerel mahkemenin hükmünü geçersiz kılmaya yönelik bir alternatif “mahkeme hükmü” olmadığını, herhangi bir hukuk fakültesinin birinci sınıf öğrencisine (eğer sahte-çakma-araklama bir lise diploması ile ve soruları çalmış FETÖ’cülerin el altından verdiği cevap anahtarı ile girmemişse) sorsanız size anlatıverir.

AİHM, özetle diyor ki:

“Hani şu altına imza attığınız ve uymayı taahhüt ettiğiniz sözleşmeler var ya. Hani şu ilave protokoller var ya. Hani kendinizi de bağladığınız anayasa hükümleri var ya.. Hah!.. İşte bunlara uygun hukuk sisteminiz olsun. Bunlarla uyumlu ve tutarlı adli kararlarınız olsun…” diyor. O kadar.

Tutuksuz yargılamanın esas olması da bunlardan sadece biri ve belki de en temel, en basit olanı. Ama sen, ille de OHAL zihniyeti, OHAL hukuku, sıkıyönetim mantığına göre çalışan yargı, “yukarılara bakmadan, emir almadan, sinyal beklemeden adım atamayan” bir adliye aygıtında ısrarcı olursan, AİHM bunu (o sistem içinde kaldığın müddetçe) sana hatırlatacak.

Bundan da öte “Ama o terörist, ama o PKK’li, ama onlar FETÖ’cüler, ama onlar bizden değil. O pis, öteki kötü, beriki kaka” ağızlarına tevessül ettiğinizde de işin seviyesi ve siyasi “özgür ağırlığı” iyice yerlerde sürünmeye başlıyor. Bu “terörist” muhabbetinin zaten çoktan bayatlamış olmasını ve yok hükmüne inmiş olduğunu vurgulamak için “Habur’u, Oslo masası vıcıklıklarını, cıvık Megri Megri şovlarını, İmralı’da 5 çaylarını, seçim öncesi Öcalan mektuplarını, Osman’lı TRT röportajlarını” (kaçıncı kez) filan anımsatayım da bir daha başvurmayın bu ucuzluklara.

Bakın, size aynı sizin AİHM’ye seslendiğiniz ağızla sesleneyim buradan:

Ey, çağdaş evrensel hukuka düşman kafalar!

AİHM kararlarını tanımamak, sadece Avrupa normlarına, Kopenhag kriterlerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950’lerin sonlarından beri dahil olmak için kan ve ter döktüğü “Medeni Milletler Ailesi”nden uzaklaşmak değil, aynı zamanda kendini Ortadoğu’da bir karanlık odaya kilitleyip, anahtarını da “bir daha bulunup açılamasın diye” imha etmektir.

Dahası, içeride baş edemediğin binlerce maddeden oluşan listeyi gözlerden kaçırmaya yönelik bir sis bombası atmaktır, ki bu sisin bedelini geçmişte kaç kez hep birlikte ödedik, ödüyoruz, ödeyeceğiz.

Buna hakkınız yok.

AİHM’nin uyarısına atar yap, tutukluluk cezası konusunda uyarana gider yap, çıplak arama ayıbını ve utancını hatırlatana “terörist, FETÖ’cü” diye hakaret et, ona namussuz, buna şerefsiz, ötekine cibiliyetsiz diye hakaret et…

Belki biraz “rahatlatır” sizi.

Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin saygınlığı ve esenliği, sizin rahatlamanızdan daha önemli.

Hatırlatırız.

Kendinize gelin.

Batı’dan Cumhuriyet’e Yönelik Eleştirilerin Düşündürdükleri

Batı’dan Cumhuriyet’e Yönelik Eleştirilerin Düşündürdükleri

Onur Öymen
Cumhuriyet,
29.9.18

Cumhuriyet Vakfının Başkanlığına seçilen Dr. Alev Coşkun, “Cumhuriyeti hedefe koymak rastlantı mı?” başlıklı makalesinde yabancı basında yer alan ölçüsüz tepkileri de yanıtladı.

Coşkun, Cumhuriyetteki yönetim değişikliğinden sonra Alman basınındaki suçlamaları şöyle özetledi: “Türkiye’deki yegâne muhalif gazete Cumhuriyet, Erdoğan destekli karanlık, ekstrem nasyonalist ve ultra Kemalist darbe sonucu tasfiye edilmiş bulunuyor.”

Bedri Baykam da Le Monde gazetesinde yer alan suçlamaları “yüz kızartıcı” ve yanıltıcı, demokratik haklar açısından kabul edilemez buluyor.

Bugün Cumhuriyet gazetesi yöneticilerini suçlayanların ülkelerinde ve Avrupa Parlamentosunda maalesef medyalar konusunda her zaman demokrasiyle bağdaştırılabilecek örnekler görmüyoruz.

Fransa’nın en önemli gazetelerinden biri Türkiye’nin Kıbrıs harekatının ilk günlerinde sergilediği tarafsız tutumu, Türkiye’den beklentileri karşılanmayınca değiştirmiş ve Rum yanlısı bir yayın politikası izlemeye başlamıştı.

Frankfurter Allgemeine Zeitung’da uzun yıllar köşe yazarlığı yapan Alman gazeteci Udo Ulfkotte 2015 yılında yazdığı “Satın Alınmış Gazeteciler” başlıklı kitabında devlet güçlerinin baskısıyla makaleler yazmak ve tasvip etmediği görüşleri savunmak zorunda bırakıldığını açıkladı. Ulfkotte bu konuda maruz kaldığı baskıları YouTube’da İngilizce olarak yaptığı bir konuşmada anlattı. Ancak yazdığı kitap ve yaptığı konuşma Alman medyalarında neredeyse görmezlikten gelindi.

Türkiye’de bizim bir kilise kapattığımız iddiası üzerine ülkemize davet ettiğimiz 14 Alman gazeteci bu iddianın gerçek dışı olduğunu gözleriyle görmelerine karşın, onların kaleminden Alman basınında gerçek durumu yansıtan bir habere rastlamadık.

Türkiye’ye yönelik bazı haksız suçlamalar Başbakan Kohl’ü bile rahatsız etmişti. Kohl, bir kezinde bu eleştiri sahiplerine “Hepimiz camdan evlerde oturuyoruz. Başkasının evini taşlarken kendi camımızı kırabiliriz,” demişti.

Avrupa Parlamentosu da bu konularda her zaman iyi bir sınav vermemiştir. Türkiye raportörlerinden biri, saygın gazetecilerin tutuklandığı Ergenekon davasında kanıtlanmamış iddiaları desteklemiş ve Ergenekon’un devletin içine sızmış bir çete olduğunu ileri sürerek devletin bu örgüt mensuplarını cezalandırması gerektiğini söylemiştir.

Kuşkusuz insan hakları ve demokrasi gibi kavramlar Türkiye gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayan ülkelerde bir iç sorun sayılamaz. İnsan hakları alanında ülkemize yönelik eleştirilerde hiç haklılık payı olmadığını da söyleyemeyiz. O nedenle yabancıların eleştirilerini dikkatle değerlendirmeliyiz. Ancak bu eleştiriler Cumhuriyet vakfına yapılan saldırılar gibi, çağdaş ve demokratik düşünce sahibi oldukları bilinen kişilere yönelik olarak yapıldığında, onlara karşı sessiz kalamayız. Özellikle Türk gazetecilerini ‘bizden yana olanlar, bize karşı olanlar’ şeklinde tasnif edenleri ve görüş ve eleştirilerini bu anlayışla dile getirenleri dikkatli bir gözle okumalıyız. Cumhuriyet Vakfı olayında olduğu gibi, bu konularda görüş açıklayanlar belli kesimlerin ve kişilerin sözcülüğünü yapmak yerine adil, tarafsız ve ilkeli bir tutum izlemeye özen göstermelidirler.