Etiket arşivi: atatürk

ATATÜRK’ÜN KÜRESELLEŞME (Globalizasyon) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ


ATATÜRK’ÜN 1923 YILINDA HALİFELİK KONUSUNDA HALKIN
KUŞKU ve
 KAYGILARINI GİDERMEK İÇİN YAPTIĞI KONUŞMA SIRASINDA;

ATATÜRK’ÜN GÜNÜMÜZÜN EN ÇOK TARTIŞMA KONUSU HALİNE GELEN
KÜRESELLEŞME (GLOBALİZM – Globalizasyon) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Kalpakli_ATATURK

Halifelik konusunda halkın kuşku ve kaygısını gidermek için her yerde gereğince konuştum ve açıklamalarda bulundum. Kesin olarak dedim ki:

  • “Ulusumuzun kurduğu yeni devletin yazgısına, işlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız! Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza değin koruyacaktır!”

Ulusa anlattım ki; bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü imiş gibi görülen bir halifenin, görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez. Ulus, bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli akıl almaz bir görevi üstüne alamaz.

“Ulusumuz, yüzyıllarca bu boş görüşlere dayanılarak, sağa sola koşturuldu. Ama ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? dedim. Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için kaç insan şehit oldu,
bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor musunuz?!“
dedim.

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün Müslümanların işlerine etkili kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı insandan meydana gelen büyük Müslüman topluluklarından istemelidirler! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verilecek en küçük bir şeyi kalmamıştır! dedim.

Başka bir noktayı da halkın gözünde iyice canlandırmak için şunları söyledim:

Tutalım ki, Türkiye bir zaman için söz konusu görevi kabul etsin. Bütün Müslümanları bir noktada birleştirerek yönetmek ülküsüne ulaşmaya çalışsın, başarı da sağlasın!
Pek güzel ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar:

‘Bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, sağ olunuz ama biz bağımsız kalmak istiyoruz, bağımsızlığımıza ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz, biz kendi kendimizi yönetebiliriz.’ derlerse ne olacak? Öyleyse, Türkiye halkının bütün çalışmaları ve özverileri yalnız ‘sağ olunuz!’ denilmesi için mi göze alınacaktır?

Görülüyordu ki, boş bir istek için, bir kuruntu ve bir düş için Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı. Halifeliğe ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin niteliği bundan başka bir şey değildi.

Baylar, halka sordum: Bir Müslüman devleti olan İran ya da Afganistan halifenin
herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz çünkü böyle bir şey,
devletinin bağımsızlığını, ulusunun egemenliğini ortadan kaldırır.

Ulusa şunu da anımsattım :

“Kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık sürüp gitmemelidir.
Dünyanın durumunu, dünyadaki gerçek yerimizi tanımamak aymazlığı ile

ve bilgisizlere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir!
Bile bile bu acıklı durumu sürdüremeyiz!”

Baylar, İngiliz tarihçilerinden Wells iki yıl önce bir tarih kitabı yayımladı. Bu kitabın
son sayfalarında, “Dünya Tarihinin Gelecek Evresi” başlığı altında birtakım düşünceler vardır. Bunlar Birleşik Bir Dünya Devleti (Ungouvernement Federal Mondial) kurmak konusu ile ilgilidir.

Wells, bu bölümde, Birleşik Bir Dünya Devleti’nin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor;
adaletin ve tek bir yasanın buyruğu altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor.

Wells: “Bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse ulusların üstünde bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır.” diyor ve şu düşünceleri ileri sürüyor:

“Gerçek devlet, çağımız ileri yaşama koşullarının zorunlu kıldığı birleşik dünya devletinden başka bir şey olamaz. Kuşku yoktur ki, insanlar kendi yarattıkları şeylerin altında ezilmek istemezlerse ergeç birleşmek zorunda kalacaklardır.” diyor.

Ayrıca:

“İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük düşün gerçekleşebilmesi için ne yapmak ve
neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediğini; saldırgan bir dış siyasa geleneği olan devletleri, bir Dünya Birleşik Devleti’nin güçlüklerle temsil edebileceğini” ileri sürüyor. Wells’in şu düşüncelerini de burada anmak isterim:

“Avrupa ve Asya’nın ortak gereksinmeleri ve uğradıkları yıkımlar, belki dünyanın
bu iki parçasındaki ulusların bir ölçüde birleşmesine yarayacaktır. Olabilir ki,
dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra birleşmeler yapılır.”

Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip olgunlaşması, Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve eğilimler arasında bir bataklıkta yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve usları ağılayan kötülük etmelerini ortadan kaldırmaya karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektiren “Birleşik Dünya Devleti” kurma düşünün tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak değiliz. Türkiye’ye tebelleş olmamaları koşuluyla halifecilerin ve müslüman birliği kurmak isteyenlerin gönüllerini hoş etmek için bizde de az çok buna yakın bir kuram
ortaya atılmıştı.

Ortaya atılan kuram şuydu: Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan Müslüman toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi başlarına buyruk bir duruma gelebilirlerse ve o zaman gerekli ve yararlı görürlerse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma ve birleşme ilkeleri bulabilirler. Elbette her devletin,
her topluluğun birbirinden alacağı ve sağlayacağı şeyler bulunacaktır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip bir kongre yapacaklar; böylece falan, falan Müslüman devletler arasında şu,
ya da bu ilişkiler kurulacaktır.

Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, ilgili Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır.

“Bu Meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir.” diye bir karar alınırsa, işte o zaman istenirse, o Birleşik Müslüman Devletine “Halifelik”, başkanlığına seçilecek kişiye de “Halife” adı verilir. Yoksa, herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi, us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.

Kaynak : Atatürk, Söylev (Nutuk) II – Türk Dil Kurumu yayınları

1938 – SON YIL

1938 – SON YIL…
BÜYÜK ATATÜRK

Ceyhun_Balci_portresi

Dr. Ceyhun BALCI

O’nu sayısız savaşa tutuşsa da yaşamını doğal yollarla yitiren bir kahraman olarak bildik! Çok iyi tanımamışız diyebiliyorum! Orhan Çekiç’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “1938 – Son Yıl” kitabı pek çok yeni bilgiyle birlikte,
sayısız yanlışı da düzeltmeye aday bir kitap!

Atatürk’ü aramızdan alan hastalık konusunda tartışmalar sürüyor.
Neden ne olursa olsun; O’nu aramızdan alan ülkesine ve milletine hizmet aşkıdır!

Son yılında, ölüme gün sayarken giriştiği mücadele O’nu aramızdan epeyce erken almıştır. Lozan’da sonuca bağlanmayan sorunları birer birer çözmeye kararlıdır!

Hatay da bunlardan birisidir! Hatta öyle ki; bu soruna “şahsi meselem” demektedir. Hatay Misakı Milli topraklarına mutlaka katılmalıdır! Uzun ince bir yoldur
Hatay sorununu çözmek! Barışçıl yollardan çözülmüş olmasına karşın savaş olasılığı hiçbir zaman göz ardı edilmemiştir. Çözüme yakın aylarda Atatürk de aramızdan ayrılmaya yakındır. Çok kritik bir dönemde kendisini hiçe sayarak soluğu güneyde, Suriye sınırında alabilecek denli özverili bir önderdir.

Üstelik tam da o yıllarda her nedense Dersim İsyanı söz konusu olmuş ve tıpkı
Musul sorunu çözülecekken kendisini gösteren Şeyh Sait İsyanı gibi Cumhuriyet’e çelme takma girişiminde bulunmuştur.

Neyse ki, yaşamını bu iş için tehlikeye atan Atatürk’ün gözü arkada kalmamıştır!
Hem Dersim İsyanı bastırılmış hem de Hatay sorunu çözülmüştür.

Değil her gününü, her anını uğruna ölebileceği ilkeler doğrultusunda yaşayan Atatürk’e zaten az olmayan saygım ve sevgim bu kitapla birlikte tanımlanması güç büyüklüklere erişmiş oldu.

Kitap “son yılı” anlatmakla birlikte yeri gelince yüzyıllarca geriye ve sıklıkla da
bugüne uzanıp bütünleş(tir)me işlevini başarıyla yerine getiriyor.

Böyle bir önderi, şu ya da bu biçimde karalama yoluna gidenlere ve hatta bunu yapmasalar bile O’na ilgisiz kalanlara hoşgörüm kalmadı! Atatürk’ü sevmek ya da O’nun görüşlerini benimsemek bir zorunluluk olmamalı düşüncesini aklımın bir kenarında tutmak isterdim ödünsüz bir Atatürkçü olmama karşın!

Bu kitapla tazelenen ve yenilenen Atatürk bilgilerimle artık O’nu benimsemeyen değil, O’na ilgisiz kalanların bile dostum olmak zorunda olmadıklarını orta yere haykırmanın
bir görev olduğunu düşünür oldum! Bu görevi daha fazla ertelemenin gereği yoktu!

Ceyhun BALCI, 18.01.2014

HALET ÇAMBEL’i Yitirdik…

Dostlar,

İzmir’den meslektaşımız, duyarlı insan Dr. Ceyhun Balcı, önceki gün yitirdiğimiz değer HALET ÇAMBEL‘i Türkiye’nin bu kıyamet gündemi içinde unutmadan değerlendirmiş.

Sağolsun..

Rahmetli Çambel ailesine bu ülke çok ama çok borçlu..

Toprakları bol olsun..

Kültür (ve de Turizm!) Bakanlığı üzerine düşen ne yapıyor, ne yapacak acaba??

İstanbul Üniversitesi ve kurucusu olduğu Prehistorya (Tarihöncesi) bilim dalı??

Sevgi ve saygı ile.
14 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=====================================

HALET ÇAMBEL ÜZERİNE

Image

Halet Çambel’i yitirdik..

Defne BENOL

Osmaniye’nin Kadirli ilçesindeki Karatepe’de bulunan Hitit yerleşmesinde 50 yılı aşkındır süren arkeolojik kazıları “kesintisiz” yöneten Halet Çambel, 1983 Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alan Nail Çakırhan’ın da hayat yoldaşı…

1916 doğumlu Halet Hanım,

Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Hasan Cemil Çambel ile Berlin Büyükelçisi’nin kızı Remziye Hanım’ın kızları… yüksek öğrenim yaşlarına geldiğinde Ulu Önder’in isteği üzerine arkeoloji eğitimi için yurt dışına gidiyor ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeyken başladığı eskrim sporunda yine Atatürk’ün isteğiyle Olimpiyatlara katılarak Cumhuriyetin “ilk Türk kadın sporcusu” olarak Türkiye’yi temsil ediyor o yıllarda!

Hitler’in resmi tanışma davetini de “Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün böyle bir talimatı yok” diyerek geri çeviren Çambel, ilerleyen yıllarda da Hollanda Kraliyeti Prens Claus Ödülünü (2005), Truva Kültür Sanat Özel Ödülünü (2003), Osmaniye Valiliği Üstün Hizmet Ödülünü (2003), Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür-Sanat Büyük Ödülünü (2010) ve 2 kez Adana Rotary Kulübü Hizmet Ödülü’nü, alıyor… Berlin’deki Alman Arkeoloji Enstitüsü Asil Üyesi ve yine Alman Tübingen Üniversitesi Şeref Doktorası (2004) sahibi.

***

Almanya’daki öğretim üyeliğinden yurda döndüğünde, 1950’lerde Karatepe kazılarında Hititlerin peşine düşen Halet Çambel’e mimar Turgut Cansever bir açık hava müzesi projesi çizince, yapımı da ancak Nail Çakırhan’ın “alaylı mimarlık yeteneği”yle mümkün olabilmiş; çünkü, Cansever’in “kolonsuz açıklıklar”ını dağın başında inşa etmek, her ustanın becerebileceği bir iş değil… böylece Tan Gazetesi’nin solcu ve devrimci yazarı Nail Çakırhan’la tanışmış.

İşte o başlangıcın günümüzdeki sonucu, Gökova Körfezi’nin ucunda, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar tüm Anadolu kıyılarında, betonlaşmaya karşı doğasını ve yöresel mimarî kimliğini koruyabilen “Çakırhan evleri”yle bezenmiş “tek” yerleşme, Akyaka..

İsa Küçük’ün yazdığı ve teatral bir müzikli-şiirli gösteri olarak da sunulan  “Halet Abla Destanı”nda da şöyle geçiyor bu hayat yoldaşlığı:

“Ateş ve su / Kaynaştılar

Ateş sönmedi / Su yanmadı

Halet’e Nail oldu / Nail, Halet’e uydu

Bir sevgi doğdu…”

Destanda, yüzyılın “dayanışma kararı” da şöyle alınıyor:

“Kafamda ışıklı bir dünya var

Dedi Nail

O dünya ikimize de yeter

Dedi Halet…”

(Arkeoloji ve Sanat Yayınları: 0212 249 9226-www.arkeopera)

öylesi efsanevi bir birliktelik ki onlarınki Oktay Ekinci de 22 ağustos 2007’deki ÇED Köşesinde “tarihsel buluşma” olarak nitelendiriyor ve “birbirlerini birlikte var eden dayanışmaları”ndan ve “bu ülkeye beraber kazandırdıkları tüm değerler”den, “aynı dayanışmayı adeta bütünleşmiş bir yaşama dönüştüren efsanevi sevgileri”nden bahsederek öneriyor: “mimarlık ustası Nail Çakırhan ile arkeolojinin anası Halet Çambel’in heykelini ‘birlikte’ dikmeliyiz…”

Nail Çakırhan‘ın 1947-1950 yıllarında Sultanahmet ve Aydın cezaevlerinden
Çambel’e yazdığı mektuplar, “Canım Halet’im” hitabıyla kitaplaşmıştı..

***

50 yıldır kazıları yönettiği “Hierapolis-Kastabala” antik kentine çimento fabrikası kurulmasına ilk tepkiyi gösteren ve başlattığı “sivil direniş” çağrısıyla Osmaniye ve Adana’daki demokratik kuruluşları harekete geçirerek “Kastabala’yı kurtarma platformu”nun kuruluşunu sağlayarak oluşan kamuoyu baskısıyla fabrikaya antik kentten uzak yeni bir yer belirlenmesine neden olan da..

İstanbul Üniversitesi’ndeki “Prehistorya” bölümünü ülkeye armağan eden de..

92 yaşındayken “çalışmalar”ı sırasında kırılan kalçasındaki pilatin femurun filmini  ziyaretçilerine “artık bununla yaşayacağım” diyerek gösterirken bir yandan da “AKM kurtuluyormuş, doğru mu?” diye soran da…

“prehistorya kraliçesi” ve Osmaniye ilinde Hitit kazılarını yönettiği Karatepe yöresindeki tüm köylülerin, herkesin “abla”sı Halet Çambel..

Nazım Hikmet’le “1+1=1” adlı ortak şiir kitabı olan Nail Çakırhan’ın, ülkesinden kaçmak için değil, sosyalizmi öğrenmek için gittiği Sovyetler Birliği’nde tanıştığı Bayan Taisa hamileyken 1937’de Türkiye’ye döndüğünden hiç göremediği çocuğuyla ancak yıllar sonra buluşması için ısrarlı çabalar gösteren de..

“Boğaziçi’nde, yalnızca tarihsel yalıların değil, ‘gözden ırak’ eski ahşap evlerin de yaşatılması için ‘bir şeyler yapmalıyız’ dediği için Türkan Saylan’ı Oktay Ekinci’yle 80’lerin ortalarında sevgi yoldaşlıklarına tanıklık eden Arnavutköy’deki evleri
“Kırmızı Yalı”da .. tanıştıran da..

‘Prof. Dr. Halet Çambel İlköğretim Okulu’nun adı çok uzun olduğu için yöre insanının söylediği şekliyle ‘Halet Abla’ denilmesini isteyen de..

Akyaka’daki “Çakırhan Konutu”nun ulu ağaçlarla kaplı bahçesinde beldenin sanat yaşamına armağan olarak bir sergi mekânı var.. adı Nail Çakırhan-Halet Çambel Sanatevi..

Huzurla uyusunlar..

Kapitalizminizi Nasıl Alırdınız?


Kapitalizminizi Nasıl Alırdınız?

portresi

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

 
Bugünlerde okyanus ötesinden yönetilen cemaat ile yine okyanus ötesi ürünü ama
son kullanma tarihi geçmiş diğer cemaatin arasındaki mücadeleyi ibretle izliyoruz. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesinin şimdilik başarısızlığa uğraması, Eşbaşkanının kontrol edilemeyen hırsı ve projeyi eline yüzüne bulaştırması, üstüne üstlük Haziran direnişinde karizmasının çizilmesi oyuncu değişikliğine gidilmesini zorunlu hale getirmiş görünüyor. Diş macunu tüpten çıktıktan sonra tekrar tüpün içine girmez. Bunlar son çırpınışlar. Kimin gideceği belli oldu da kimin geleceği üzerinde
henüz uzlaşma sağlanamadı. Seçenekler çok. Rekabete çoktan başladılar bile.

Elbetteki emperyalistler hiçbir zaman projelerinden vazgeçmezler. Çok geniş enerji yatakları ve stratejik noktalarda konumlanan Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi,
kan emici imparatorluklarının devamı için kontrol edilmesi gereken bir alandır. Önlerinde bir engel gördüklerinde ilerlemezler ama hareketsiz de kalmazlar. Zıplarlar. Uygun buldukları anda yeniden yollarına devam ederler. Aynı Lozan görüşmelerinde dönemin Emperyalistlerinin temsilcisi İngiliz Lord Curzon’un İsmet İnönü’ye dediği “Kabul etmediğiniz şeyleri şimdi cebime koyuyorum. Gün gelecek,
kapıma dayanacaksınız. Cebime attıklarımı işte o zaman önünüze koyacağım” sözü
hala belleklerdedir.

Uzmanlar, kısaca yayılmacılık olarak tanımladıkları emperyalizmin bin yıllardır olduğunu, ancak kapitalizmin sömürgeciliğe bağlı olarak Ortaçağın egemen sosyal yapısının ve üretim tarzlarının değişmesi sonucunda ortaya çıktığını ifade etmektedirler. İnsanoğlunun göçebelikten yerleşikliğe geçişinin de bir ürünü olan kapitalizm günümüzde daha nazik bir ifadeyle “küreselleşme” olarak adlandırılmaktadır.
Bu terim daha çok yirmibirinci yüzyılın kapitalizmi olarak ortaya çıkar. Ekonomik bir yöntem olan kapitalizmden kasıt, insanların en temel hakları olarak iddia edilen üretim ve mülkiyet hakkıdır ki emperyalist ülkeler genellikle kapitalisttir. İlk ortaya çıktığında emek sınıfının kötü koşullara sahip olması, ücretlerdeki adaletsizlikler ve çocuk işçiliği gibi durumlarla özdeşleşen kapitalizm, özellikle ondokuzuncu yüzyılda sosyal bilincin uyanması ile az da olsa düzeltilmiştir. Ancak zihniyet asla değişmemiştir.

İnsanların eğitim, gıda, adalet ve sağlık hakları gibi en temel haklarının önüne üretim ve mülkiyet hakkının konması, insanı değil maddeyi yüceltmektir. Bu sistem emeğe saygıyı, eşitliği ve özgürlüğü temel alan Kemalist felsefeye de uymaz. Çünkü sermaye sadece kendi çıkarını düşünür. Sırf çıkarı için yenildiği belli olduğu halde iki atom bombasını Japonya’ya atmaktan çekinmemiştir. İki kuruş daha fazla kar edecek diye ve başka seçeneği olsa bile onca tehlikesine rağmen termik santralleri işletmeye ve yenilerini kurmaya devam etmiştir. Onun için çıkar önceliklidir, çevre ve insan boyutu öncelikleri arasında değildir.

Çıkarlarını korumak ve artırmak için her yol mubahtır. Dini de kullanır, milliyetçiliği de. Yeter ki lehine olsun. 1980’deki darbeden sonra ulusumuza ne yazık ki Atatürk’ü de kullanarak afyon olarak yutturulan Türk-İslam sentezi yaklaşımı bunun en tipik örneğidir. 1990’lardan sonra dinin milliyetçiliği baskılaması üzerine sırf bir denge oluşturulması için alınan 28 Şubat kararları da dinin baskısını engelleyememiş ve 2002’den sonra Türkiye, Abdestli Kapitalizm olarak adlandırılan sistemin boyunduruğu altına girmiştir. Ama uluslararası toplum mühendislerince
Türkiye’ye giydirilen bu elbisenin ömrü kısa sürmüştür.

Çünkü Atatürk’ün önderliğinde 1923’te başlayan aydınlanma çağı, Türkiye’de yeterli bir aydın birikimi oluşturmuştur. O’nun tam bağımsızlık hedefi etle-tırnak olan emperyalizm ve kapitalizme karşı durmayı gerektirir.

Tarihten ders almayan toplumlar geleceklerine yön veremez. Abdestli kapitalizm elbisesinin dar geldiğini gören toplum mühendisleri, şimdilerde abdestsizini denemeye çalışmaktadır. Ancak Atatürk’ün öncülüğünde kurulan bu Cumhuriyet’te kapitalizmin her türlüsüne geçit yoktur. Abdestli kapitalizm ile abdestsizi arasına sıkıştırılmak istenen bu ülkenin aydın insanları Tekel işçilerinin direnişiyle silkinmiş, Cumhuriyet bayramında barikatları yıkmış ve Haziran direnişinde güçlerini göstermişlerdir. Seçeneğimiz vardır.
Gericiliğe, emperyalizme, sömürüye ve faşizme dur diyecek gücümüz vardır.
Toplum mühendislerinin elbisesine ihtiyacımız yoktur.

  • Bu ülkede yeniden devrimci, halkçı, devletçi, ulusalcı ve
    laik bir cumhuriyet kurulacaktır. 

Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

Yeni Yıla Girerken Kültür – Sanat Yaşantımız Ne Durumda?

Dostlar;

Sayın Hüseyin Akbulut keman sanatçıcı ve Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmş bir kültür – sanat üst düzey yöneticisi, kıdemli bir T.C. yurttaşıdır. Bu sitede daha önce, hepsi de birbirinden öğretici ve düşündürücü 4 yazısına ve bir de kitap yanıtımına yer vermiştik.. (Daha fazlasını aşağıdaki kitapta bulabilirsiniz..)

Turkiye'nin_Kultur_ve_Sanat_Siyaseti

 

 

 

 

 

Aşağıdaki yazı da öyle..
Bir sanat – kültür adamının, aydın bir Cumhuriyet yurttaşının deyim yerinde ize feryadıdır, çığlığıdır.

Sn. Akbulut, tüm Türkiye’yi uyarmak istemektedir, alarm çanları çalmaktadır.

Biz de apaçık uyaralım               :

  • AKP, bilerek ve isteyerek Cumhuriyetin sanat – kültür temelini çöketmek stemektedir!
  • Çünkü kurmak istediği Anadolu Federe İslam Devleti için gereksinim duyduğu “mürit” tir; Cumhuriyetin sanat – kültür -bilim kurumlarının yetiştirdiği aydın yurttaş değil!

Bu bağlamda AKP’nin Cumhuriyet’e, başlattığı tehlikeli satrançta “Şah” dediği bile savlanabilir.

Bu bağlamda AKP iktidarını bu tehlikeli oyundan geri çekilmeye ve

“Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Kanun Tasarısı” (TÜSAK) nı hemen geri çekmeye çağırıyoruz.

AKP’nin bunu kendiliğinden yapacağını umacak denli saf da değiliz.

Tolumsal direnişi bu hatta da örmek zorundayız..

Sayın Akbulut bu savaşımı ile bize kadim Melih Cevdet Anday’ın “Uyuyamayacaksın..” şiirini çağrıştırdı..

Uyuyamayaksin_Melih_Cevdet_Anday

Sayın Akbulut “uyumuyor”, “Uyuyamıyor..”

Bir sis çanı gibi gecenin karanlığında

Sade, vakur, metin, dirneç ve onurla “çalıyor”..

Ya Türkiye??

Sevgi ve saygı ile.
02.01.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

Yeni Yıla Girerken
Kültür – Sanat Yaşantımız Ne Durumda?

portresi
Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Yeni bir yıla girerken kültür ve sanat alanımızı irdeleyen bir yazıyı iki, üç sayfalık bir makaleye sığdırmak kolay değildir. Çünkü söz konusu bu alan yaşantımızın tümüdür, ürettiğimiz her şeydir.

Buna, bir de ülkenin içinden geçtiği ve her şeyin tersine çevrildiği bugünkü süreci eklersek durumun zorluğu daha da anlaşılır.

Ancak biz yine de düşüncemizi özetle ve belli spotlarla aktaralım. Kuşkusuz bunu yaparken de öncelikle yaşamsal değerdeki alanın önemini veCcumhuriyetin gerçekleştirdiği “devrimi” ortaya koyarak, sonunda da günümüzdeki yıkımı aktaralım.

Başlık “kültür ve sanat” olunca, konu daha da önem kazanıyor. Kültür; sanıldığı gibi yaşantımızı dekore eden, günlük haftalık işlerimizden sonra gereksinim duyup başvuracağımız bir nesne (obje) de değildir, insan ve toplum için merkezi bir alandır.

  • Kültür; biz nasıl bir insan olacağız,
    nasıl bir ülke olacağız, nasıl bir toplum inşa edeceğiz sorunudur.

Konunun öbür önemli yanı, kültürün ulusal kimliğin ve birliğin oluşumunda başta gelen etmen olduğu geçeğidir. Her toplum sahip olduğu kültür değerleriyle kimlik kazanır ve ancak bu ortak değerler paylaşılınca toplumsal birlik sağlanabilir. Şimdi yaşandığı gibi Cumhuriyet kültürümüze yönelik bu saldırılarla ortak kültürümüz ortadan kaldırılarak toplumun kimliği ve birliği yok edilince, konunun yaşamsal değeri daha da açıklıkla
gün yüzüne çıktı.

Cumhuriyet, bu gerçeklerle kültür – sanat alanına olağanüstü bir duyarlılıkla yaklaşmış, alana olağanüstü önem vermiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda yeni bir toplum
inşa ederken de, işe her şeyden de önce kültür – sanat atılımıyla başlanmıştır.

  • Cumhuriyet bu yönüyle büyük bir “kültür devrimi” gerçekleştirmiştir. 

Yeni bir toplum inşa etmekten söz etmişken, kültür tarihimizin öbür toplumların tarihlerine benzemeyen niteliğinden söz etmek gerekiyor.

Özgün ve katmanlı bir kültüre sahibiz.

Uzun bir tarihsel yürüyüşümüz vardır. Bu yürüyüş aşamalarında yarattığımız ve etkilendiğimiz sayısız kültürler vardır. Orta Asya’da yarattığımız kültürler ve orada etkilendiğimiz Çin ve Hint kültürleri, İslam dini ile aldığımız İslam kültürü ile etkilendiğimiz Arap, Fars kültürleri, Anadolu’ya yerleşirken karşımızda bulduğumuz
yerel Anadolu kültürleri ile Avrupa diye adlandırdığımız Batı kültürü…

Bu uzun tarihsel yürüyüşümüz ve katmanlı kültürümüz gerçeğiyle de öz yitmiştir.
Bu nedenle, Cumhuriyetin kuruluşundaki kültür anlayışı; yitirilen “özü arayış”, “
öz”den yola çıkarak “çağdaşlaşmayı” öngören bir kültür anlayışı olmuştur.

Cumhuriyet; Arap Abecesi yerine yeni Türk Abecesini alırken, Türk Dili’ni Arap ve Fars dillerinin etkisinden kurtararak arı Türk Diline yönelirken, dini – inancı hurafelerden, Arap ve Acem kültüründen kurtarmak için Kuran’ın Türkçe tercümesini yaptırırken,
Türk Tarihi üzerindeki çalışmalarıyla da sürekli bir biçimde yitirilen özü aramış,
öze ve kaynağa dönmeyi amaçlamıştır.

Bu kültür anlayışında; özellikle vurgulamak istediğim 4 ana başlık bulunmaktadır :

1. Bunlardan birincisi ‘öz’ü arayış ve ‘öz”e dönüş’ anlayışıdır.

2. İkincisi; özden yola çıkarak “çağdaşlaşma, çağın üzerine çıkma” anlayışıdır. Bu kavram uygarlığın gelişimine kayıtsız kalmayı değil, ona katılmayı, ondan feyiz almayı ve onu geliştirerek, çağdaşlaşarak ilerlemeyi tarif etmektedir.

3. Üçüncüsü; kültür- sanat alanında “kurumlaşmaya” olağanüstü önem verme yaklaşımıdır.

4. Dördüncüsü ise bu kurumlaşmayı; üniversitenin kurulması, demiryollarının inşası, demir – çelik sanayisinin kurulması, sanatın kurumsallaşması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi vb. anlayışı ile birlikte gerçekleştirmeye çalışan
“bütüncül bakış” anlayışıdır.

Cumhuriyet; kuruluş tarihi 1923’ten başlayarak kültür ve sanat alanında hızlı ve yoğun bir kurumlaşmaya sahne olmuştur.

Türk Dil Kurumu,
Türk Tarih Kurumu,
Musiki Muallim Mektebi,
Üniversite,
Konservatuar,
Halkevleri,
Köy Enstitüleri,
Devlet Tiyatroları,
Devlet Operası,
Devlet Balesi,
Senfoni Orkestrası…

gibi kültür – sanat alanındaki hızlı ve yoğun kurumlaşma atılımı, bu anlayışın
ve Cumhuriyetin kültür temeli üzerinde yükseldiğinin en belirgin ölçütüdür.

  • Atılımlar içinde; kültürün yaratıcı çalışmalar bütünü “sanat”a verilen değer
    dikkat çekicidir.

Kuruluşundan 6 ay sonra Ankara’ya getirilerek yüce makama bağlanan bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası saltanattan alınan tek kurumdur
(Mızıkayı Hümayun)..

  • Musiki Muallim Mektebi Cumhuriyetin 1924’te kurduğu ilk yüksek okuldur. 

Yaratıcı, icracı sanatçı yetiştirmede yetersiz kalınınca 1934’te Milli Musiki ve
Temsil Akademisine yöneliş, İlk Türk Operası Öz Soy’un icrasında yaşanan yetersizlik üzerine 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşu ve Konservatuvar kaynağından tiyatronun, operanın, balenin doğuşu sanata verilen değerin örnekleridir.

  • Cumhuriyeti kuranlar;
    sanatı toplumsal değişmenin,
    gelişmenin ve ilerlemenin vazgeçilmez etmeni olarak düşündüler.

Bu kültür anlayışıyla ve kurumlaşmayla da “uluslaşmanın” ve “laik – çağdaş toplumu yaratmanın” yolu açılmıştır. Laikliğe yol açan bu Aydınlanma anlayışı 1937’de
Anayasa’ya girse de, çok daha önce 1926 yılında yürürlüğe konan ve yaşamı doğumdan ölüme dek miras hukukunu da düzenlediği için ölüm sonrasını da düzenleyen
Yurttaşlık Yasası”nda (AS: Meceller  yerine Türk Kanun-u Medenisi,
4 Ekim 1926) tanımını bulmuştur.

Konuya o denli önem verilmiştir ki, Atatürk 9 Mart 1935’te partinin dördüncü kurultayında yaptığı konuşmada, gerçekleştirilen kültür devrimini, cumhuriyetin
“varlık nedeni” görüyor:

  • “Geçen kurultaydan bugüne başardığımız işler; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çehresini kesin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır. Yeni harfleri,
    ulusal tarihi, öz dili, güzel sanatlar, bilim; müzik ve teknik kurumlarıyla kadını erkeği her hakta eşit, modern Türk sosyetesi bu son yılların eseridir. Türk Ulusu, ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi uluslar arasında tanınır.”
    diyordu.

Kısa zamanda Ankara’da yoğunlaşarak süren bu kültür – sanat hareketi,
ilerleyen zamanla ne ne yazık ki aynı hızla sürdürülemedi ve giderek bir karşı harekete dönüştürüldü. Aslında kültür başkenti Ankara’da başlatılan bu hareket,
yeniden inşa edilen Türkiye’ye örnek olmak üzere gerçekleştirilmekteydi.

Türkiye, bugün 5–6 il merkeziyle sınırlı bir kültür – sanat yaşamına mahkûm edilmiştir.

İlçelerimizi, köylerimizi biryana bırakalım, geride kalan yaşamdan kopartılmış 70’i aşkın il merkezimiz bile çağdaş kültür – sanat yapılanmasından yoksundur.
Oysa Cumhuriyet; kasabalarda bile kültürel çalışmaları içinde barındıran
4710 Halkevi ve Halkodası açmıştı.

  • 90 yıl sonra, 2014 yılına girerken, büyük emeklerle yaratılan kültür – sanat yaşantımızın yok edildiği bir süreci yaşıyoruz.

– Cumhuriyete ve kurucularına yöneltilen akıl almaz saldırılar,
– Uulusal bayramlara getirilen utanç verici yasaklar,
– Her gün karalanan ve unutturulmaya, yok edilmeye çalışılan tarihimiz,
– Siyasallaştırılan din ve inanç sistemi ve
– 4+4+4 gerici medrese eğitimiyle, dine ve etnik yapıya dayalı bir Ortadoğu devleti, bir Ortaçağ toplumu yaratılmak istenmektedir.

Kuşkusuz bu saldırıdan sanat alanı da payını almaktadır.

Yaşanan bu süreci, “Tturizm”e eklenen “Kültür Bakanlığı” anlayışıyla, yıkılmasına
karar verilen Atatürk Kültür Merkezi örnekleriyle, Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”na yapılan utanç verici saldırıyla, yayınlanmamış kitabı toplayan iktidarın sanat anlayışı örnekleriyle çoğaltabiliriz.

Günümüzün iktidarı, hazırladığı Türkiye Sanat Kurumu “TÜSAK” yasa tasarısıyla ülkenin sanat varlığını; tiyatroyu, operayı, baleyi, orkestrayı, geleneksel koroları,
güzel sanatları kapatabilme eylemine dek vardırmıştır.

  • Cumhuriyeti yıkmak için onun üstünde yükseldiği kültürü ve sanatı
    ortadan kaldırılmaktadır.

Bu yıkımla ulusal ortak tarihimiz, dil birliğimiz, ortak inanç sistemimiz, bizi çağa taşıyan bilim ve sanatımız yok edilerek; kimliğimiz, birliğimiz ve geleceğimiz yok edilmektedir.

Yaşanan süreci birkaç örnekle ortaya koyalım:

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin işbaşına geldikten sonra, bu alanda kurumsal anlamda attığı ilk köklü adım, Kültür Bakanlığı’nı kapatıp, bu alanı turizme eklemek olmuştur.

Bağımsız Kültür Bakanlığının kapatılması tam anlamıyla bir darbedir.

Doğu ve Batı olarak adlandırılan tüm kültürlerin kesiştiği bu coğrafyada,
dünyanın en zengin ve katmanlı kültürüne sahibiz. Bu gerçeklikle dünyada
Kültür Bakanlığı’nı özenle ve önemle yapılandıracak birkaç ülke varsa,
bunlardan birincisinin Türkiye olması gerekirken, kültür ve sanatı ortadan kaldırmak için bu alan kapatılmıştır.

Kültür ve sanat alanını turizm ile birleştirmek ise büyük yanlıştır.

Çünkü kültür de, turizm de yürütmede bağdaşmaz iki alandır.
Birisi sanat, öbürü ticarettir. Birisi duygu ve düşünce dünyamızdır; öbürü maddedir, paradır. Birisi korumacılıktır, öbüründe ise korunacak yere bile tesis yapmaktır.

Bu nedenlerle bağdaşmaz iki alandır. Bu işleyişle Bakanlık, kültür ve sanatı
görev alanından çıkartmıştır.

Bu dönemde kültür – sanata indirilen darbenin başka bir örneği,
İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ni (AKM) yıkma kararı ve bu alanda yaşanan faciadır:

Atatürk Kültür Merkezi (AKM); 1 Haziran 2008 tarihinde kapatılmıştır.
Kapatma kararı ile birlikte AKM’ de görev yapan tüm sanat kurumları; sanatçıları ve çalışanları ile birlikte adeta sokağa bırakılmıştır. Dahası, Türkiye’nin en büyük kentinin ana arterinde sergilenen kültür sanat etkinliklerini izleyen, her yıl yaklaşık bir milyon insan kültür- sanat yaşamından uzaklaştırılmıştır.

Tam da bu dönemde, Türkiye’nin kültür sanat alanı daha da büyük bir yıkıma sahne oldu ve sıra Ankara’daki AKM’ yi yok etmeye geldi!

Yıkım; TBMM’ye sunulan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanuna” sıkıştırılan bir iki madde eliyle gerçekleştirilmektedir.

AKP’nin çıkarttığı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu” ile ülkenin tüm alanları, kültür ve tabiat varlıkları ile yasanın gerekçesiyle hiçbir ilgisi yokken Ankara Atatürk Kültür Merkezi alanı da temizlenerek Şehircilik Bakanlığı’na,
TOKİ’ye ve Büyükşehir Belediyesi’ne sunulmaktadır.

2013 yılının Mayıs ayı ortalarında icra sanatları bağlamında, günümüze dek eşi görülmemiş bir yasal düzenleme daha ortaya çıktı. Müzik ve sahne sanatları alanında bugüne dek yarattığımız tüm sanat varlığımızı ortadan kaldıracak bu yeni yasa taslağı,

  • “Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Kanun Tasarısı” (TÜSAK) başlığını taşıyor.

Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarısı (TÜSAK); sanat alanı bağlamında, Cumhuriyet tarihimiz süresince gündeme getirilebilen en korkunç, en ağır bir düzenlemedir.

Gündeme getirilebilmesi bile cesaret isteyen bir tasfiye tasarısıdır.
Tiyatroyu, orkestrayı, operayı, baleyi, koroları, güzel sanatları ortadan kaldıran tasarı yasalaşırsa, olay

  • “Cumhuriyetin Kültür ve Sanat Devrimi”ni ortadan kaldırmak,
    Cumhuriyet öncesine dönmek anlamındadır.

Olay, yakın zamanda Afganistan’da yaşanan çağdışı anlayışı ve bu anlayışı anımsattı. Dünya kültür mirası antik anıtları bombalarla, toplarla yıkan Taliban iktidardan indirilince, radyolarda ilk kez müzik yayını başlamıştı. Bilindiği gibi, Taliban ülkede müzik yayınını da yasaklamıştı. Çünkü müzik Dünyalı yapar, insan yapar.

Kültür – sanat alanındaki bu yıkımı, bir de kamunun bu yaşamsal alana ayırdığı bütçe verileriyle, dünya ve Türkiye örnekleriyle ortaya koyarsak, alana verilen değer ve
kültürel yıkım daha da anlaşılır:

2011 yılında Almanya’nın kültür hizmetlerine ayırdığı bütçe 8,3 milyar Euro, Fransa’nın 12 milyar, İtalya’nın 6,7 milyar, İspanya’nın 5,1 milyar, İngiltere’nin 8,8 milyar Euro dur. Bu rakamlar; Almanya’nın kültür harcamaları için kişi başına 101 Euro, Fransa’nın 197 Euro, İtalya’nın 112 Euro, İspanya’nın 119 Euro, İngiltere’nin 143 Euro kamu kaynağı harcama ayırdığını ortaya koyuyor.

Türkiye’de durum nasıldır? 2012 yılının Kültür ve Turizm adındaki 2 bakanlığın bütçesi
1 510 066 000 TL, yani yaklaşık 690 milyon Euro’dur. Kısaca Türkiye kültür ve turizm gibi iki alan için kişi başına yalnızca 9 Euro’dan da az kaynak ayırıyor.
Yıkımı anlamak için başka bir örnek gerekir mi?

2014’e girerken Türkiye siyasetinde ortaya çıkan geçek gün gibi ortadadır.
Kültür ve sanat alanına yapılan saldırılarla, hazırlanan yasa tasarıları ve tasfiyeyi öngören düzenlemelerle, günümüzün siyasal iktidarı cumhuriyet kültürünü yok ederek;
kültürsüz ve sanatsız bir Türkiye yaratmak, çağdaş Cumhuriyeti ortadan kaldırmak istemektedir.

Atatürk’ün Dehasına Bir Örnek: “İlk Türk Operası ‘Öz Soy’un Ders Veren Öyküsü”


Dostlar
,

Sayın Akbulut’un bu sitede daha önce en az 3-4 yazısına, kitap tanıtımına yer verildi.

AKP kükümeti ise TÜSAK (Türk Sanat Kurumu) yasa tasarısı ile
Ulusun sanat – kültür alanını ve yaşamını çökertme girişimini sürdürüyor..

Çok yazık..

Her tarafı yolsuzluklara bulaşmış bir siyasal kadro, uygarlık adına ülkemizde
Cumhuriyet devrimi ile ne biriktirilmişse “tar-u mar etme” vahşetini sürdürüyor..

Sayın Akbulut’un aşağıdaki makalesi bu bağlamda çok düşündürücü ve yol gösterici.

Büyük ATATÜRK‘ün devrimlerinin yaşamın hemen her alanına dönük olmak üzere bütünselliğini ve kapsayıcılığını da izliyoruz bu değerli derleme ile..

Sayın Akbulut’a teşekkür ederken,

  • AKP iktidarını Türk sanat – kültür yaşamını yıkıcı girişimlerden
    geri durmaya bir kez daha çağırıyoruz..

Öncelike ellerini temizlesinler..

  • Bakanların oğullarının evlerinde ayakkabı kutusu içinde 5 (beş!) milyon dolara yakın paranın – servetin ne aradığını ve kaynağını açıklasınlar..

Ortalık çok iğrenç kokuyor ve mide bulandırıyor; feci düzeyde asap bozuyor.. 

Çekip gidin artık..

Sevgi ve saygı ile.
19 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=========================================

Atatürk’ün Dehasına Bir Örnek: 

“İlk Türk Operası ‘Öz Soy’un Ders Veren Öyküsü”

portresi

Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 


Atatürk’ün sanata, müzik sanatına ve özellikle de “opera”ya olan ilgisini biliyoruz.

Bu alana o denli önem vermektedir ki,

  • “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir.” (TBMM 1934)

sözüyle, müzikteki değişikliği, ulustaki tüm değişikliğe, yenileşmeye ve gelişmişliğe
ölçü olarak görüyor.

Anlayış; 2500 yıl önce yaşamış Çin bilgini Konfüçyüs’ün

  • “Bir ülkenin genel durumunu mu öğrenmek istiyorsunuz? Onların müziklerine bakınız. Eğer müzikleri bozulmuşsa orada her şey bozulmuş demektir.”

özdeyişindeki anlayışla da çok uyumludur. 

İlk kez izlediği Carmen operası Atatürk’te derin iz bırakmıştır. Mustafa Kemal 14 Ekim 1913 / 7 Kasım 1914 arasında Sofya’da askeri ataşedir. Fethi Bey (Okyar) ile
düpedüz birer sürgündürler. Orada yalnızdır ve kırgındır, biraz da unutulmuştur.
Aslında istenen de, o tarihte O’nu gözlerden uzak tutmak ve unutturmaktır.

Atatürk; operayı ilk kez bu duygular içinde Sofya’da izler. İzlediği opera, G. Bizet’nin ünlü Carmen operasıdır. Operadan çok etkilenmiştir, temsilden sonra yakın arkadaşı Şakir Zümre’ye duygularını aktarırken söyledikleri, O’nun sanata olan yaklaşımını
ortaya koyuyor:

“Balkan savaşında neden yenildiğimizi bugün daha iyi anladım. Bak Şakir, bizim çoban millet gördüğümüz Bulgarların, orkestrası, operası, sanatçıları, şarkıcıları varmış.”

Atatürk daha o gün, sanatı (operanın varlığını) gelişmişliğe ölçü olarak görüyor, toplumsal yaşamda sanatın işlevine ve önemine vurgu yapıyordu.

  • Bugün artık biliyoruz ki; sanat gelişmişliğin ve çağdaşlığın en belirgin ölçütüdür.

Vurgulanacak önemli nokta, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Atatürk’ün;

  • sanatı ve özellikle müzik sanatını, opera ve baleyi toplumsal değişmenin, gelişmenin ve ilerlemenin önemli bir aracı olarak değerlendirdiği gerçeğidir.

Yeni bir toplum yaratılacaktır…

Duygu ve düşünce dünyamızı değiştirme gücü ve işleviyle sanat alanındaki yoğun kurumlaşmaya bu nedenle önem verilmiştir.

Büyük Atatürk düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:

  • En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi
    iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir âleme yöneltmeyi gerektirir.
    Onun için çok zordur. 
    Çok zordur ama mutlaka yapılacaktır.”

Cumhuriyeti kuranların müzik sanatına ve özellikle de opera sanatına olan ilgilerini, günün tanığı Cevat Memduh Altar’dan aktaralım:

“…Atatürk’ün operaya büyük ilgisi vardı.
Kendilerini çok yakından tanıyabilmenin mutluluğuna erdiğim o büyük insan,
adeta akademi niteliğini taşıyan sofralarına da katıldığım, tarihe sığmayan o büyük insan, operayı çok seviyordu. Yurt dışında seyrettiği operaları hiç unutmamıştı.
Örneğin Tosca operasını ve bu operadaki aryaları çok seviyordu. Günün birinde, 1936’da batıdan davet edilen Prof. Carl Ebert ve zamanın Milli Eğitim Bakanı
Saffet Arıkan
Beyle Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi’nin müdür odasındaydık. Başbakan İnönü de oraya geldiler. Saffet Arıkan Bey Prof. Ebert ile opera konusunda konuşuyordu ve Carl Ebert’e şöyle dedi:

“Sayın Cumhurreisimiz soruyorlar, Türkçe metinle bir opera ne zaman oynanacak?” Ankara’ya Carl Ebert yeni gelmişti, henüz bir sene olmamıştı çocuklarımızla uğraşalı. Ebert şöyle bir durdu, cevap verdi: “Beş yıl sonra”. Saffet Arıkan Beyin:
“Bunu Cumhurreisimize söyleyebilir miyim?” cevabına “Söyleyebilirsiniz.” dedi
Carl Ebert…”

Ben, sanat alanındaki uzun sayılacak yöneticiliğim döneminde, onlarla çok da iyi ilişkiler kuran bir sanatçı-bürokrat olarak, bakanıyla, başbakanıyla, cumhurbaşkanıyla, Cumhuriyetin çok daha varlıklı olduğu günümüzde sanat alanına bu boyutta bir duyarlığa sahip olunduğuna tanık olmadım. 

Konumuza dönelim, görülen; o gün, sanat alanındaki kurumlaşmada yoğun çalışmalar gerçekleştirilirken, bütün amacın bir an önce Türk Operasının kurulmasına hedeflendiği gerçeğidir. “Musiki Muallim Mektebi”nin, müzik eğitimcisi yetiştirme görevi yanında, besteci ve icracı sanatçılar yetiştirme uygulaması yetersiz kalınca,“Milli Musiki ve Temsil Akademisi”nin kurulmasına yöneliş, deneme niteliğindeki ilk Türk Operası
“Öz Soy”un icrasında yaşanan sorunlar ve görülen yetersizlik üzerine, ivedilikle “Konservatuvar”ın kurulması kararının alınması ve daha sonra Konservatuvar bünyesinde kurulan “Tatbikat Sahnesi” çalışmalarındaki başta gelen amaç,
adeta bir an önce “Türk Operası”nın kurumsallaşması içindir.

Bu olağanüstü ilgi, sonuçta ilk Türk Operasının bestelenişini de getirmiştir. Aktaracağımız örnek, 1934 yılında bestelenen ve seslendirilen Öz Soy Operasının renkli, bir o denli de ders veren öyküsüdür.

İran Şah’ı, 1934’te Türkiye’yi ziyaret edecektir. Atatürk, bu ziyarette Şah’ın huzurunda sergilenmek üzere bir opera yazılmasını ister. Opera, yurtdışındaki eğitiminden
yurda yeni dönen Ahmed Adnan Saygun tarafından bestelenecektir.

Operanın konusu da Atatürk tarafından özenle belirlenmiştir. Konu, Firdevsi’nin ünlü Şehnamesindeki “Kral Feridun Destanı”dır. Librettonun konuya uygun olarak yazılması için Münir Hayri Egeli görevlendirilmiştir. Librettonun hazırlanışında Atatürk’ün
sürekli uyarıları ve denetimi vardır.

Destanın kısa özeti şöyledir  :

Kral Feridun’un eşi Hatun doğurmak üzeredir. Bunun için bir şölen düzenlenmiştir. Gelen haber, Feridun’un Tur ve İraç adlı ikiz çocuklarının doğduğunu muştular.
Herkes neşe içindedir. Ancak şölene çağrılmayan kötülük tanrısı Ahriman çok kızgındır ve ikiz kardeşleri, sonsuza dek birbirlerinden ayrı yaşamaya ve birbirlerini tanımamaya ve birbirleriyle savaşmaya mahkûm eder.

Uzun yıllar geçmiş, savaşlar yaşanmıştır. Sonunda Anadolu’da barış dönemi gelmiş, düşmanlıklar bitmiş, Tur ve İraç’ın kardeş oldukları anlaşılmıştır. Operanın bitiş notalarında Tur’dan Türklerin, İraç’dan İranlıların doğduğu vurgulanmaktadır.
Özetle yazılan yapıt, Türkiye ile İran’ın dostluğunu, kardeşliğini vurgulamayı amaçlamaktadır.

Burada bir ayrıntıyı da verelim : Firdevsi’nin destanında doğan çocuklar aslında üçüzdür. Günün anlamına, senaryoya uygun olması bakımından
Atatürk’ün müdahalesiyle ikiz yapılmıştır.

Operanın bestelenmesinde de sergilenmesinde de zorluklar yaşanmıştır.
Çünkü zaman darlığı nedeniyle yapıt iki ayda yazılıp seslendirilecektir.
O yıllarda ülkenin opera sahneleyecek sanatçısı da yoktur.
Koro, Ankara Kız Lisesi ile Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsü’nün öğrencilerinden oluşacak, orkestra, Riyaset-i Cumhur Orkestrası olacaktır.

Yapıtın seslendirilmesi çalışmalarında büyük sıkıntılar yaşanmıştır.
Yapıt aleyhinde söylenen sözler Atatürk’ü rahatsız etmiş olmalı ki;
provaları izlemeye, önce müzik zevkine güvendiği bir arkadaşını, sonra yabancı bir büyükelçiyi göndermiş, son olarak da kendisi gitmiştir. (Demek ki sanat çevresindeki bitmeyen çekemezlikler ve dedikodular o gün de varmış..)

Yaşanan sorunlar nedeniyle orkestra değiştirilmiş, yapıtın seslendirilmesinde güçlükler çıkartıldığına tanık olunca, Osman Zeki Üngör orkestra şefliğinden alınmış,
yerine Ahmed Adnan Saygun getirilmiştir.

Sonunda, deneme niteliğinde, ancak tarihsel değerdeki ilk Türk operası “Öz Soy” yaratılmış ve 19 Haziran 1934 günü Atatürk ve İran Şah’ının huzurlarında sergilenmiştir. Şah’ın çok etkilendiği olaya Atatürk’ün tanısı ise çok daha derindir.
Cumhuriyetin sanat alanındaki atılımlarına göndermede bulunarak şöyle demektedir:

  • “Bu bir devrim hareketidir.”

Yaşanan bu olayda, Atatürk’ün müzik sanatına, operaya verdiği öneme ve O’nun
sanatı diplomaside kullanmadaki ustalığına tanık olmaktayız.

İran Şehinşahı‘nı bu denli özenle konuk ederken Atatürk, Türkiye ve İran’ın
dostluğunun da ötesinde kardeşliğine vurgu yapıyor, onu kazanmak istiyordu.
Bunu gerçekleştirirken de sözle anlatım yerine bir sanat olayını, müziği tercih ediyordu.

Sonuçta Atatürk, müziğin sözden daha güçlü bir ifade aracı olduğunu biliyor,
duygu ve düşüncesini sözle anlatmak yerine, sanatla ifade ederek etkiyi artırmak istiyordu.

Atatürk’ün doğu kültüründen, İslam coğrafyasından gelen bir devlet adamını
bir opera temsili ile karşılaması ise,

kurulan modern cumhuriyetin Dünyaya çağdaş sanatla tanıtımıdır.

Yaşanan öykünün siyaset kurumuna da ders veren boyutu ise, Atatürk’ün sanata verdiği değer ve sanatı diplomaside kullanabilmesindeki inceliği ve dehasıdır.

1934 yılında bestelenerek sahnelenen ilk Türk Operası “Öz Soy”un tarihsel öyküsü,
sanat kurumlarımızı, tiyatroyu, opera ve baleyi, orkestrayı “özelleştirme, iş yasası ve
iş akdi” söylemleriyle boğdurmak isteyen günümüz siyasal iktidarına ve anlayışına
ders verir niteliktedir.

Biz ülkemize,

  • kültür – sanatı yaşamın merkezine yerleştiren Mustafa Kemal Atatürk
    gibi önderler dileyelim.

Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Mustafa Mutlu: Hilmioğlu ve tüm hasta tutuklular tahliye edilmeli!


Dostlar
,

Değerli yazar Mustafa Mutlu‘nun nefis bir yazısını paylaşalım..
Birçok konuyu irdelemekte..
Yüreklilikle, insan sıcaklığıyla..

Okuyalım ve paylaşalım..

Son gazetesi Vatan’da neden kovulduğu bir kez daha net olarak anlaşılıyor.
Yeni gazetesi AYDINLIK’ta da köşesini hakkıyla dolduruyor..

Sevgi ve saygı ile.
15 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=====================================

Mustafa Mutlu: Hilmioğlu ve tüm hasta tutuklular tahliye edilmeli!


Söylemesi acı ama… AKP iktidarı döneminde, “yasaklar”ın “yasa” olduğu bir ülke haline geldik.

Evet “yasaklar” yasa…

“Çarpıklıklar”“hukuk” oldu!

Daha da önemlisi, herkesi eşit görmesi gereken yargı; bizzat Anayasa Mahkemesi’nin son kararıyla “ayırımcılık” yaptığını dünyaya ilan etti!

***

Biliyorsunuz; Anayasa Mahkemesi, CHP İzmir Milletvekili ve Ergenekon Davası sanığı, kardeşim Mustafa Balbay’ın kişişel başvurusunu kabul etti. Onun “milletvekili” olmasını gerekçe göstererek, uzun süre tutuklu kalmasının yanlış olduğuna karar verdi ve Adalet Bakanlığı’nı 5 bin lira tazminat ödemeye mahkûm etti…

Gerekçe olarak da “bir milletvekilinin uzun tutukluluk nedeniyle yasama yetkisini kullanamamasının hukuka aykırı” olmasını gösterdi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi de bu kararı sadece “milletvekilleriyle” sınırlandırdı.

***

Hukuk bilgisi olmasa da “vicdanı” olan herkes şimdi aynı soruyu soruyor:

“İyi de milletvekili olmayanların ‘hukuku’ ne olacak?
Uzun süre tutuklu kalmamak milletvekilleri için ‘hak’ ise; neden diğer mağdurlar da bu haktan yararlandırılmıyor?

Yasalarda var olan bu konudaki hükümler, neden sadece milletvekillerine kullandırılıyor?

Örneğin, askerler neden ülkenin güvenliğini sağlamak…

Hukukçular, adalete hizmet etmek…

Gazeteciler, halkı bilgilendirmek ve haberdar etmek…

Doktorlar, iyileştirmek görevlerini yapmaktan alıkonuluyor?

***

Bir sanığın uzun süre tutuklu kalması, “adaletin işlediği adaletsizlik suçu”nun en büyüğü…

Ancak bu suç, hele hele hasta bir tutukluya karşı işleniyorsa;
o zaman yeni bir suçun daha oluşmasına neden oluyor.
Üstelik o yeni suç, aynı zamanda bir “insanlık suçu…”

Adı da “tedavi edilme hakkının kullandırılmaması” suçu!

Bugün cezaevindeki yüzlerce tutuklu, mahkemelerin kayıtsızlığı
ya da anlayışsızlığı sonucu bu haktan yoksun durumda…

  • Ergenekon sanıkları Kuddusi Okkır ve Kaşif Kozinoğlu başta olmak üzere onlarca tutuklu, mahkeme izin vermediği için tedavi olma hakkını kullanamadı ve öldü.

***

Uzun tutukluluk mağdurlarından biri de
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu

Rektörlüğü sırasındaki türban ve laik eğitim düzeni ile ilgili ödünsüz tutumu nedeniyle AKP’nin ve Cemaat’in hedefi oldu.

13 Nisan 2009′da saçma sapan suçlamalarla gözaltına alındı ve tutuklandı.

Tam 4 yıl 8 aydır Silivri Cezaevi’nde…

Önce siroza yakalandı; ardından gözünün bebeği oğlunu kaybetti… Sonrasında ise kanser oldu!

Ancak mahkeme akıl almaz bir tutumla tahliyesine izin vermedi ve tedavi edilme hakkını engelledi.

***

Hilmioğlu için eski gazetemde 70′ten çok yazı yazıp, sorumluluk sahibi olanların dikkatini çekmeye çalıştım. Ne yazık ki hiçbir sonuç alamadım.

Duydum ki Hilmioğlu geçenlerde yine fenalaşmış ve Murat Kölük Devlet Hastanesi’ne kaldırılmış… Ancak kısa süreli bir tedaviden sonra tekrar Silivri Cezaevi’ne gönderilmiş!

***

Kısacası, Hilmioğlu başta olmak üzere ağır hasta yüzlerce tutuklu “uzun süredir cezaevinde”oldukları halde,
Anayasa Mahkemesi’nin kararından yararlanamıyor.

Göz göre göre ölümü bekliyor!

Ve “yüce adalet”, Balbay’ı anasının ak sütü kadar helal olan özgürlüğüyle buluştururken bile; bunu, “milletvekilliği”yle ilişkilendirip diğer tutuklu sanıklara ve O’na büyük haksızlık ediyor.

***

Kral çıplak; sayın hâkimler!

Ayırımcılık yapıyorsunuz.

Hasta tutukluları bile tahliye etmeyerek cinayet işliyorsunuz.

FIRST LADY!

Geçen hafta Meclis çatısı altında “hastane zinciri sahibi olan bir first lady”den söz edildi.

Ben de Başbakan’a açık açık sordum:

“Bu first lady, eşiniz Emine Hanım mı?”

Eşi ve çocukları söz konusu olunca şahin kesilen Başbakan,
tam bir haftadır bu soruma yanıt vermedi…

Neden acaba?

GÜNÜN SORUSU

Türkiye’nin ABD Seattle Fahri Konsolosu Ufuk Gökçen, Gezi’ye destek verdiği gerekçesiyle Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın imzasıyla görevden alınmış… Sorum kendisine:

Size halk adına ABD Seattle Gönül Konsolosluğu’nu teklif ediyorum. Kabul eder misiniz?

*****

Kabak tadı veren terbiyesiz!

Dün Meclis Genel Kurulu’nda yine küfür edildi.

Hem de öyle böyle bir küfür değil… AKP’nin küfürbaz Tokat Milletvekili Zeyid Aslan, CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’yle kavga etti ve üzerine yürüyerek, 

  • “Senin k.çını s…..m” dedi.

Hani Başbakan ve bakanları, kendilerini eleştiren herkesi
her fırsatta ahlaksızlıkla ve terbiyesizlikle suçluyor ya…

Alın size ahlaksızlığın da terbiyesizliğin de dik âlâsı!

Ben kendi adıma bu adamı izlerken utanıyorum.

O’nun gibi birine Atatürk’ün kurduğu bu Meclis’te yer olmamalı!

Yazık… Gerçekten çok yazık!

Günün İsyanı!

Haziran Direnişi’yle ilgili İstanbul’daki 41′inci iddianameyi hazırlayan savcılık, gençlerin canlarını kurtarmak için camiye sığınmalarını suç saymış ve “ibadethaneye ‘kirletme yolu’yla
zarar vermek”
 suçunu işlediklerini öne sürmüş…
İsyanım kendisine:

İbadethaneyi kirletmemek için dışarıda kalıp yaralansalardı;
o zaman da kanlarını dökerek caddeyi kirletmekle suçlayacak mıydınız? (AYDINLIK, 12.12.13)

10. YILINDA SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM : ÇIKMAZ SOKAK!


Dostlar
,

Aşağıdaki adla kapsamlı bir makale yazdık..
Dolu dolu 6 A4 sayfa (11 p calibri)

  • 10. YILINDA SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM : ÇIKMAZ SOKAK!

En_Birinci_Gorev_Saglik_ATATURK

Şöyle başlıyoruz :

Bugünlere nasıl geldik ??

“Sağlıkta Dönüşüm” Programı adıyla gündeme getirilen (Haziran 2003)
“reform paketi”, temelde 3 ayak üzerinde yükseliyor.

  • İlk olarak, 3 sosyal güvenlik kurumunun (Emekli Sandığı, Bağ-Kur, SSK)
    Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) çatısı altında birleştirilmesi sağlandı.
    SGK, finansman rejimi olarak zorunlu Genel Sağlık Sigortası’nı (GSS)
    gündeme koydu.
  • Sağlıkta Dönüşüm” ün 2. temel ayağını, Aile Hekimliği sistemine geçiş oluşturuyor.

 SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM (Health Transformation) politikası Haziran 2003′te
ilk AKP hükümetince yürülüğe kondu. DB ve IMF politikası olduğunu artık bilmeyen yok, reddeden de.. AKP hükümeti 14.11.2002′de kuruldu ve 6 ay sonra kolları sıvayarak,
Atlantik ötesinin istemlerini, onların uzmanlarının açık yönetiminde uygulamaya girişti. Prof. Dr. Recep Akdağ, 10 yılı aşkın süre Cumhuriyetin en uzun Bakanlığını yaptı ve
bu programa siper oldu. Gözü kara uyguladı ve savundu.
Başbakan R.T. Erdoğan’ı da ikna etti. Ulusal uzman ve kurumları hiç ama hiç dinlemedi. “Program” IMF-DB-AB-ABD güdümünde kaskatı uygulandı ve 11. yılına girdi. “Sağlıklı Toplum” başlığı altında AKP’nin “Acil Eylem Planı” nda yer alan SP 30-38 kodları altında 9 alt başlıkta toplanan politikalar hemen tümüyle yaşama geçirildi.

*****

Devamla :

Sağlıkta Dönüşüm” Projesinin Bileşenleri

—  Sağlık Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması, sağlık hizmeti sunucusu olmaktan çıkarılması :
Denetleme + düzenleme? ile sınırlandırma.. (1982 Anayasası md. 56 zorlanarak, çiğnenerek)

—  Hastanelerin işletmeleştirilmesi, sonunda satılması..

—  Birinci Basamak’ın Aile Hekimliği modeli aracılığıyla özelleştirilmesi.

—  Sağlık hizmetlerinin bedelinin büyük ölçüde kullanıcıya yüklendiği ama zorunlu
Genel sağlık sigortası (GSS) ile finansman modeli. GSS trafik sigortası gibi dar.. Kasko isteyene özel tamamlayıcı – destekleyici sigorta!

—  Çalışanların istihdamında değişim : “Sözleşmelilik”, kamu personeli olma,
istihdam güvencesinin kaldırılması..

—  KAÇINILMAZ SONUÇ : Sağlık alanının “kamusal alan” olmaktan çıkarılması.
Türban vb. sorunun “cince” aşılması (!) [Ancak bu dönüşüm de beklenmeden,
30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde, üstelik bir “yönetmelik” değişikliğiyle hemen tüm kamusal alanlarda (savcı-yargıçlar, polis ve asker dışında) türban serbest bırakıldı; 08.10.2013 tarih ve 28789 sayılı RG’de yayımlanarak yürürlüğe giren; Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik ile 02.09.1925 tarih ve 2413 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında değişiklik yapılmasına dair 04.10.2013 tarih ve 2013/5443 sayılı Bakanlar Kurulu kararı]

****************

Ve bağlarken  ;

Sağlıkta piyasa ekonomisinden vazgeçeceksiniz!
Sağlık hizmetleri kamusal olacak.
Aslı – özü KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİSAĞLIKLI TOPLUM olacak.  O zaman çoook pahalı olan sağaltıcı sağlık hizmetlerine gereksinim azalacak.  Bunu da büyük ölçüde bütçeden karşılayabileceksiniz.
Özel sağlık sektörüne yersiz ve haksız ayrılan kaynaklar ekonominin öbür kulvarlarına kaydırılarak daha verimli kullanılabilecek.. Kalkınma hızlanabilecek;
hem de ek olarak, yaratılan “sağlıklı toplum” itkisiyle (çok istiyorsanız win win!?)..
Peki bu kokuşmuş ve usdışı (irrasyonel), gözü doymaz talan düzenini ne adına sürdüreceğiz? Kapitalizmin ve ağababası Adam Smith’in gül hatırı ve aziiiiiz ruhları hatırına mı?  Hiç gerek yok, olanak da yok! Yukarıda yazdık, Adam Smith’ten bile
sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasına vize yok:

  • “SAĞLIK HİZMETLERİ,  PİYASAYA BIRAKILAMAYACAK DENLİ ÖNEMLİ, KRİTİK HİZMETLERDİR.” diyor.

Neo-liberal tosuncukların keyfi kaçacak ama tarihsel gerçek böyle..
Büyük büyük dedenizin kemiklerini sızlatıyorsunuz haberiniz ola.
Yolunuz SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM çıkmaz sokaktır!

Salt parasal (moneter) yöntemlerle çıkış yok bu yolda. Herkes aklını başına almalı ve Türkiye,  koruyucu sağlık hizmeti omurgalı, kamusal ağırlıklı sosyal sağlık hizmetlerine geri dönmelidir. 1961’de Prof. Dr. Nusret Fişek‘in öncülüğünde
27 Mayıs Devrimcilerinin getirdiği  SOSYALLEŞTİRİLMİŞ SAĞLIK HİZMETLERİNE.. 224 sayılı Yasa düzenine.. Önünde sonunda oraya dönülecek, geciktikçe sermayeye aktarılan kamu kaynakları (vergilerimiz!) büyüyecek,
halkın yoksullaş(tırl)ması ve sağlıksızlaş(tırlıl)ması da!

  • Türk Ulusu bu harami düzene izin vermeyecek.

********

Kapsamlı makalenin tümünü okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

10._YILINDA_SAGLIKTA_DONUSUM_CIKMAZ_SOKAK

Sevgi ve saygı ile.
4.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ

ADD Genel Başkan Yardımcısı
Ankara Üniv. Veteriner Fak.

 

Kestirimim, tarihçiler ve sosyal bilimciler gelecekte Türkiye’yi 31 Mayıs 2013 öncesi ve sonrası diye iki dönemde anlatmak zorunda kalacaklar.

Mayıs öncesi dönem Kemalist devrimin nimetlerinden yararlanan, bu dönemi
har vurup harman savuran, Kemalist devrimin en önemli olmazlarından Devletçilik, Halkçılık ve Devrimcilik ilkelerini unutan, yalnızca Cumhuriyet, Laiklik ve Ulusalcılığı ön plana çıkaran, geleceği devrimci bir gözle okuyamayan,
halktan kopmuş, bize bir şey olmaz, neme lazımcı bir ulusun yaşadığı bir Türkiye.

Sonrası ise henüz belli değil. Bunu toplumun dinamikleri olan gençler ve uyandırmaya çalıştıkları kişiler hep birlikte belirleyecek. Ya Kemalizmin en önemli bütünleyici ilkesi olan tam bağımsızlığa kavuşacak ya da söylemesi bile kötü ama çağdaş uygarlıktan kopup karanlığa boğulacağız.

Kemalizmde Halkçılık veya Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı notlarda Demokrasi olarak tanımladığı ilkesinden anlaşılan; toplumda hiç kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır.

  • Herkes yasalar önünde eşittir.

Hiç kimse başkasına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan üstünlük sağlayamaz. Bu ilkeden ilk kopuş 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası biçimlenen
2 kutuplu yenidünyada işçi sınıfının egemenliğine dayanan sosyalizmle, belirli bir üst ekonomik sınıfın egemenliğine dayanan kapitalizm arasında sıkışmamız sonucu, sanki bir tarafı tutmak zorunluluğumuz varmışçasına kapitalist sisteme taraf olmamızdan sonra başladı. Özellikle her mahallede bir milyoner yaratma sevdasına düşüldü (AS: Demokrat parti döneminde.. halkımız 1 milyonerin 1000 yoksul yaratma ile olanaklı olabileceğini anlayamadı!). Önceleri henüz Kemalist Devrimin temel taşları yerinde durduğu için pek anlaşılamadı ama önce 12 Mart 1971 yarı-darbesi ve ardından 12 Eylül 1980 darbesi ile taşlar tümüyle yerinden oynatıldı.

Ardından Atatürk’ün adı da kullanılarak topluma Türk-İslam Sentezi dayatılmaya başlandı. Kimi yörelerde ulusun kullandığı yerel diller yasaklanmaya, İslam adına belli bir mezhep dikte edilmeye başlandı. Buradan, sakın ana dilde eğitimi savunduğum gibi
bir saçmalık kimsenin aklına gelmesin.

  • Bir halkın ulus olabilmesinin vazgeçilmez koşulu dil birliğidir.

Ayrıca “Türk ulusu” derken de bir ırktan söz etmiyoruz.

Atatürk’ün de dediği gibi Ulus;

  • Geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı yurda sahip, aralarında dil, kültür
    ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur.

– Ancak sosyal ilişkilerinde kimsenin ana dilini konuşması yasaklanamaz.
– Kimse belli bir mezhebe sahip olan köylere, o köylülerin fikirleri sorulmadan istemediği ibadethaneleri zorla dayatamaz.

Ama ne yazık ki bunlar yapıldı.

Atatürk’ün Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirdiği Devletçilik ise
Türk Ulusu’nun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılmasıdır. Buna göre devlet, ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik girişimler yalnızca Devletçe yapılmayacak, özel girişime izin verilecek ama hiçbir özel girişim devlet denetim ve gözetiminden çıkamayacaktır.

Özellikle Halkçılık ilkesinden uzaklaşmaya başladığımız günlerden başlayarak ve yukarıda sözünü ettiğimiz 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile neoliberal politikaların dünyada yükselmeye başladığı dönemde bu ilkeye ne denli bağlı kaldığımızı ve savunduğumuzu tartışmaya bile gerek yok.

Ve gelelim Atatürk’ün yaptığı devrimin korunmasının gereği olan Devrimcilik ilkesine.. Bu ilke, seçkinciliği açıkça dışlayan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren ulusalcı bir devrimcilik anlayışıdır. Eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymak ve sürekli yeniliklere, değişimlere açık olmak biçiminde iki yanı bulunmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminin kazandırdıklarının korunması tümüyle bu ilkeye dayanır. Koşullara koşut olarak yalnızca kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini anlatan bu ilke gereği, en ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in “Sürekli Devrimcilik” anlayışının
temel nedeni budur.

Gerçek devrimciler kendilerini değil, savaşımlarını ve savaşım araçlarını öne çıkaran kişilerdir. Her toplantıda, her törende “falanca da aramızda” diye kendilerini öne çıkaranlar veya yalnızca makam ve konumlarıyla seçkinlik yaratmaya çalışanlar
gerçek devrimci olamayacakları gibi; onlara salt bu makamları nedeniyle saygı duyan kişiler de devrimcilik ilkesinden habersizdir. Bunların ileri görüşlülüğü veya uzakları görmesi, gözlerinin keskinliğinden veya devrimcilik bilincinden değildir. Olsa olsa devlerin omuzunda yükselmelerindendir. Ayrıca bu türden kişiler devin omuzundan düştüklerinde ne denli cüce oldukları belli olacağından, bulundukları yere her türlü yolu deneyerek
sıkı sıkı tutunmaya çalışan zavallılardır.

Sözün kısası; örgütlü Cumhuriyet mitingleriyle başlayan, ancak yalnızca belli bir kesimi hedefleyip fabrika ayarlarını isteyen, daha sonra ilk olarak Tekel işçilerinin direnişlerinde gaz yemesiyle süren, 29 Ekim 2012’de gaz yeme ve barikatların yıkılmasıyla doruk noktasına ulaşan eylemler, Kemalist Devrimi tam anladığına inandığım gençlikle yeni bir aşamaya geldi. Doğru olarak her kesimi kapsamaya başladı. Ancak verilen iletiler  salt varolan iktidara değil, yukarıda belirttiğim, devlerin omuzlarında yükseldiği için ileriyi gördüklerini sanan kişilere de verildi.

  • Mesajınızı aldınız mı?

Günümüzde Atatürkçülük Nerede?


Günümüzde Atatürkçülük Nerede?

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“-En büyük Türk, Atatürk”

 

 

Şakşakçı, yağdanlık; her türlü ortama kendini uydurmakta pek hünerli kesim konuşuyor:

“Artık Kemalizm bitti!”

Niçin diye sormaya gerek bile yok.
-“Çünkü Kemalizm, çağın gereklerine karşılık veremiyor.

O;

1. Ulusalcı,
2. Devrimci,
3. Laik,
4. Halkçı,
5. Cumhuriyetçi ve
6. Devletçi… (6 Ok ilkesi)

Bu değerlerden bugünümüze dek ne kalmışsa, kalana bile dayanamıyor;
Atatürk gibi “dahi” bir kimlik ve kişiliğin karşısına olmadık kişileri çıkarıyorlar.
Bir tür tarihten rövanş alma… Bir şeyleri içselleştirememe ve kanıksayamama… Dünyayı doğru okuyamama…

Örneğin, çok etkili ve yetkin bir kişilik tutup, ulusçuluk kavramından “ırkçılığı” anlayabiliyor ve çağdaş dünyanın bir önceki evresi olan feodal ilişkiler düzenini ve ümmetçi siyaseti, çoğulcu demokrasinin bir parçası gibi allayıp, şekerleyip önünüze koyabiliyor…

Ulusçuluktan ırkçılığı,
Cumhuriyetçilikten vesayetçiliği;
Halkçılıktan yozlaşmayı anlayan ve konuları böyle algılayan bir kafanın çağdaş bir kafa olduğu söylenebilir mi?

Ya tutup, “demokrasi, demokrasi, ille de demokrasi; Kemalist vesayetçi düzen
sona erdi
, yerlerde debeleniyor; çağın gerisinde kaldı derken”; gidip demokrasiyi
Said-i Nursi’nin nur ayetlerinde, Ortadoğu’nun haremlerin içinde kaybolmuş
Vahabi kültüründe arayan ve Osmanlı Devleti’ne de bakarak, ondan kendine bir kimlik
ve edinim bulmaya çalışan kafaya ne demeli?

İnsanın bu tür tarihe şaşı bakanları görünce, şunu diyesi geliyor:

A “şaşıbakanım”, senin tarihte çok değer verdiğin, sanki bir Altın Çağmış gibi bugüne taşımaya çalıştığın o düzenin temsilcisi olan sultanların kendi bulundukları zaman diliminde oynadıkları rol, senin savunduğun değerler dünyasıyla hiç uyuşmaz. Öyle ya! Neredeyse Roma’yı yeniden ihya etmeyi düşünen; bunun için Otranto Seferi’ne bile çıkmayı göze almış; dönemin katı taassuplarını kırarak, çok dil öğrenmiş, felsefeye merak salmış… dince günah sayılmasına karşın tablosunu yaptırmış bir
Fatih Sultan Mehmet
; o dönemde O’nun düzenine karşı başkaldırmış gerici zümre varken, nasıl senin tarihsel çizgini ve eksenini temsil eder? O, kendi döneminin koşullarına göre, yaşadığı çağın yerleşik kalıplarını kırmaya çalışan bir anlayışa sahipti…

Ve örneğin, bugün yecelttiğiniz ve göklere çıkardığınız Sultan II. Abdülhamit bile, sizin sandığınız ölçüde şeriatçı bir kimlik ve kişilik değildi. Neyi, kime karşı savunuyorsunuz? O’nun, dönemin koşulları içinde İngilizler’e karşı bir siyaset olarak kurguladığı “İslamcı” politikaya bakarak, Sultan’ı taassup içinde bir kimlik ve kişilik mi sandınız? Dince neredeyse dünyanın en büyük tefekkür sahibi kişisi olarak nitelendirdiğiniz,

Said-i Nursi’yi “Delidir” diyerek tımarhaneye attıran
Sultan II. Abdülhamit değil mi?

Bu zıtlıklar bir yana; Atatürk’ün getirdiği değerler dünyasına baktığımız zaman;
geçmişin eleştirisi yerine, günümüze bakıp, o değerler dünyasından bugünün
geri kalmış toplumları olarak ve elbette kendi gerikalmışlık düzeyimizin içinde değerlendirerek, Atatürk’ü ve O’nun aydınlanma ideolojisini nereye koyabiliriz,
bunu düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülük’ü tabu biçimine getirmeye çalışanlar olduğu söylenir sık sık… Doğrudur. Belli dönemlerde, O’nu kalıp haline getirerek, tarihin dar bir alanına hapsedip bırakmaya çalışanlar hep bu ülkede olmuştur. Ancak, şunu söyleyelim:

  • Her şeyi bir yana bırakın: Atatürkçülük; akla, bilime, evrensel ve çağdaş değerlere, Türk Kültürü’nü içselleştirmeye, yurtseverlik duygularına yönelmiş ve ezilen uluslara antiemperyalist duruşuyla örnek olmuş
    bir harekettir.

  • Ben size hiçbir katı dogma bırakmıyorum
    İki şey emanet ediyorum; biri akıl, öteki de bilim!” 

diyen büyük Gazi’yle derdi olanın, akılcılıkla, bilimle, çağdaşlıkla, çağdaş ve evrensel değerlerle ve Türk kültürünün en aşağı yedi bin yıllık geçmişiyle bir derdi vardır.

Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biridir ve her Türk, O’nu yurtseverce duygularla sever… O’nu başının üzerinde yükseltir. Bütün yurttaşlarını, hiçbir etnik, dinsel ve mezhepsel ayrıma bakmaksızın; yasalar, kamu düzeni ve toplumsal yaşam içinde
eşit görür. Bunun güvencesi, bütün dinsel inanışlara ve inançsızlığa eşit uzaklıkta olan çağdaş hukuksal ilkelerdir.

Devlet; din üzerinden siyasal bir yapılanmaya yönelmez.

O yurttaşını ya da bu yuttaşını; ırkı, dini, cinsi, bağlı bulunduğu boy, aşiret kimliğine bakmadan eşit görür…

Bu yaklaşımlarla derdi olan var mı?

Varsa bilin ki; o yalnız Atatürkçülük’ün değil, evrensel değerlerin de karşısındadır.
Çünkü Atatürkçülük, geri kalmış ve akıl devrimini kaçırmış olan Türkler’in
bu değerlerle buluşmasını sağlayan büyük bir devrimci dönüşüm hareketidir.

O nedenle, günümüzde Atatürkçülük; Rönesans ve Reform Hareketlerini yaşayamayarak; bırakın bu değerler düzenini, Sanayi ve giderek de Bilişim devrimini bile gerçekleştirmiş güçlü devletlerin karşısında, ezilen geri kalmış ulusların kendilerini onlara karşı savunmasını ilkesel olarak içselleştirmiş bir karşı duruş hareketinin adıdır.

Ancak bu karşı duruşu, yalnız yayılmacı duygulara karşı askeri ve siyasal düzende engellemekle yetinmez… Geri kalan ulusların geri kalmışlığını, onların tarihsel süreçte Aydınlanma değerlerini; bu değerler sistemi üzerine binmiş olan Sanayi Devrimi’ni
ve bunun arkası sıra gelen bütün modernleşme çabalarını kaçırmalarına bağlar.
Onları bulundukları noktadan alıp;

– kuldan birey, sonra da yurttaş yaratmayı;
– tebayı ulusa çevirmeyi;
– tanrısal bir öze dayanan kişi egemenliğini ulus egemenliğine dönüştürmeyi amaçlar…

  • Gerçek demokratik cumhuriyetin ancak ulus devlette,
    ulus haline gelmiş yurttaşlar topluluğu tarafından yaratılacağını bilir…

Pekala, günümüzde Atatürkçülük nerede?
O’nun geldiği düzey ve içinde bulunduğu koşullar nelerdir?

Derhal yanıtlayalım:

  • Günümüzde Atatürk, yalnız ve yalnız, milletin temiz vicdanındadır.
    O, her an her yerde belirebilir:

Türkiye Türktür, Türk kalacak! Yaşasın Türkiye, Yaşasın Atatürk,
Yaşasın Atatürkçülük” diye atılan naralardadır Atatürk…

Toplumun nefes alışında, ayak seslerinde; gece uyurken rüyalarındadır.
Artık O’nu koruyacak hiçbir yasaya, kurala gerek yoktur. Kim ne kadar vuruyorsa Atatürk’e ve Onun değerlerine; her vuruşta dipdiri yerden fışkıran diri bir filizdir Atatürk, vicdanlarda açan…

O’nun yeşerdiği bahçe o denli bakir, temiz ve coşkuludur ki;
bir vurana, bin yerden seslenir:

“En büyük Türk, Atatürk” diye…

Bugün; hem kabile ya da aşiret düzenini savunup, hem de çoğulcu demokrasinin
bir gereği olarak bu yapıyı olumlu görenler var ya!

Nasıl ki; “Köre gözlük” diyoruz, onlara da tarihe şaşı bakmalarını engellemek için
ayrı bir gözlük vermek gerekiyor.

Eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görmemeyi başarırlarsa,
emin olun her şey daha yerli yerine oturur…

Şimdi birileri ve o birilerinin oluşturduğu topluluklar yeni savruluşlar yaşıyorlar…
Heyecanla, bulundukları yerden haykırıyorlar:

Yeni Osmanlılık….
– Osmanlı Düzeni…
Gerçek demokrasiyi yaratacak olan şeriat!

Kör, doğruya eğri baktıktan sonra; demokrasinin şeriatla olabileceğini savunan
bir kişi, Atatürkçü olsa ne olur, olmasa ne olur…
Hani derler ya; kumaş çok eskimiş, dikiş tutmaz…
En iyisi, “Koyver” gitsin…
Su akar, yolunu bulur nasılsa…

Kemal Arı 
27.11.2013, İzmir