Etiket arşivi: ATATÜRK DEVRİMLERİ

Türk Yazı Devrimi

Türk Yazı Devrimi

Ceyhun Balcı 

Türkçe’ye ilişkin iki bayram kutlarız her yıl. Birisi 800 yıl önceye dayanırken öbürü 85 yıl önceye göndermede bulunur. Her ikisi de değerlidir.

Türkçe için gerçek bayram olan Harf Devrimi ya da Türk Yazı Devrimi haksızlığa uğramaktadır. İkincisinin başlangıç noktası sayılabilecek olan bu önemli devrime hak ettiği ilgiyi göstermek gerek!

1 Kasım 1928’de Kurtuluş’un önderi, Cumhuriyet’in kurucusu ve elbette Devrimler’in düşünce babası Atatürk’ün kara tahta başına geçerek başlattığı Türk Yazı Devrimi Üçlü Devrim Yasaları kadar önemli ve anlamlıdır. Cumhuriyet’i ve Devrimler’i güvence altına almayı amaçlayan Türk Yazı Devrimi derinlemesine anlaşılmış mıdır? Arap-Fars alfabesinden Latin alfabesine geçişle açıklanacak sıradanlıkta bir olgu mudur?

Türkler ve Türkçe günümüzden 1500 yıl önceye uzanan belgeliğe sahiptir. İS VII. yüzyılda dikilen Çöyren yazıtı Türklerin ilk alfabesi olan Göktürkçe’yi belgelemiş ve anıtlaştırmış ilk yapıttır.1


Daha iyi bilinen Orhun Yazıtları da İS VIII. yüzyılda Göktürkçe yazılmıştır. Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk’un anılarını ölümsüzleştirmiştir.2

 

Türklerin XI. yüzyılda İslâmiyetle tanışmaları (AS: bu tarih 9. yy’ın başlarıdır..) Türkçe’nin dil yarası hastalığının da başlangıcı sayılır. Din aracılığıyla Latin harfleriyle tanışan Kumanlar bir yana bırakıldığında, Türkler bundan böyle Fars ve Arap etkisi altında kalacaktır. Bu etkileşimin Türkçe’yi Arap-Fars boyunduruğuna alması şaşırtıcı olmayacaktır.

Sonraları adı Osmanlıca olarak konacak olan bu melez dil toplumun seçkinleriyle halkı arasına giren bir kama gibi de işlev görecektir. Bu kama toplumun tabanıyla tavanı arasında iletişim sorunu yaratırken, Türk soylu ve Türkçe konuşan halk, seçkinlerce küçümsenecek ve “Etrakı biidrak” söylemiyle olumsuz ayrımcılığa uğratılacaklardır.

SESLİ varsılı Türkçe, SESLİ yoksulu Osmanlıca’nın boyunduruğunda gelişmek şöyle dursun gerileyecek ve deyim yerindeyse donup kalacaktır. Anadolu halkı olmasa yok olup gitmesi işten bile olmayacaktır. Her şeye karşın Türkçe, horlanan Anadolu halkı sayesinde varlığını koruyacaktır.

En az sekiz, kimi lehçelerde daha çok SESLİ’sinden yoksun kalan Türkçe, soluğunu yitirme noktasına sürüklenir Osmanlıca egemenliği döneminde. Osmanlıca’nın 3 SESLİ’siyle 8 SESLİ’yi karşılama çabaları kimi zaman gülünç çoğu zaman acıklı görünümlerin oluşmasına yol açar doğal olarak. Türkçe’nin kısıtlı ve yasaklı durumuna düştüğü bu koşullarda Türkçe yerini Arapça ve Farsça’ya bırakacaktır. Çünkü Osmanlıca, yapay bir dil olarak Arapça ve Farsça’nın kırmasıdır. Aslı varken Türkçe’ye yer olmayacaktır, bu alfabe kullanıldığı sürece.1

Dönemin baskı teknolojisinin kısıtlılıkları Osmanlıca ile bir kez daha belirginleşir. Baskıyla çoğaltma işine uygun olmayan Arap-Fars harfleri bu bağlamda da sorunlara kaynaklık eder.

Tanzimat öncesinde III. Selim döneminde Osmanlı’nın uzak ülkelere kalıcı elçiler göndermesiyle birlikte bu ülkelerle iletişim de kaçınılmaz olur. Sefaretlerle yapılan yazışmalarda Latin harfleriyle Osmanlıca kullanılır. Böylelikle Osmanlı belki de ilk kez Latin harfleriyle tanışmış olur.2

Yüzyıllar boyunca dış dünyayla ilişkisi fetihler düzeyinde kalan Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemlerinde aklı biraz olsun başına gelmeye başlayacaktır.

Öteden beri teknolojiyi üretmeye değil ama tüketmeye eğilimli olan Türkler, Tanzimat döneminde telgrafın da kullanıcısı olmakta gecikmezler. Ancak, telgraf iletişiminde Osmanlıca harfler kullanılamaz. Latin harfleriyle tanışmak zorunludur böylelikle.

Tanzimat’la birlikte uygarlığın farkına varan Osmanlı’da yazıda kullanılan Arap-Fars harfleri tartışma konularının önceliklilerinden biridir artık!

Osmanlıca’da Arap-Fars harflerinin kullanımını yalnızca bir alışkanlığın değil, Arapça’nın kutsal kitabın dili olması bakımından bir zorunluğun ürünü olarak da görmek gerekir. Buna karşın ilk kez Tanzimat döneminde Arap-Fars harflerinin dilimizin gereklerini karşılamadığı yüksek sesle dile getirilir. Osmanlıca’nın yazıldığı harflerin kutsallıkla özdeş olduğu göz önüne alındığında, böylesi sesli düşünmenin bile önemli olduğu kesindir.

Tam olarak doğrulanamasa da I. Meşrutiyet’i kısa sürede sonlandıran istibdat padişahı II. Abdülhamit bile alfabe değişikliğini aklına getirmemiş değildir.

İzleyen II. Meşrutiyet döneminde iktidarda olan İttihat ve Terakki içinde Latin alfabesi yanlısı olanlar bulunmakla birlikte, dönemin devrimcisi sayılan İttihat ve Terakki bile kurumsal olarak alfabenin değiştirilmesine karşı durur.

Osmanlı’yı çöküşe götürecek olan Balkan Savaşı ve onu izleyerek patlayan 1. Dünya Savaşı boyunca bu konunun akla bile getirilmemesine şaşırmamak gerekir.

Bu arada, Arnavutluk’ta Kamusi Türki’nin yazarı Şemsettin Sami öncülüğünde Latin harflerine eğilimin belirginleştiği ve yaşama geçirildiği not edilmelidir.1,2

Osmanlı’nın sonunu getiren uzun savaşlara eklenen Milli Mücadele ve onu izleyen Cumhuriyet, bu devrimin gerçekleştirilmesi için gerekli ortamı yaratacaktır.

Tanzimat’la başlayan, II. Meşrutiyet’le hız kazanan alfabe değişikliği tartışmalarında Latin alfabesine geçilmesi istekleri seslendirilse de yönetsel unsurların bu seçeneğe neredeyse olasılık tanımadıkları iyi bilinmelidir. Bu durumda ise, kullanımda olan Arap-Fars harflerinin dilimize uygun duruma getirilmesi ile bu harflerin ayrık yazılarak Türkçe’yi rahatlatma girişimlerinin ötesine geçmeyen çabaların gösterildiğini öğreniyoruz kaynaklardan.

Araya giren dünya savaşı ve onu izleyen Milli Mücadele boyunca bu konuyla ilgili tartışmaların bir kişi dışında kimseyi ilgilendirmemesini de doğal karşılamak gerekir. Milli Mücadele’nin başında Erzurum Kongresi sırasında Cumhuriyet kurmayı tasarlayan Mustafa Kemal’in,
Harf Devrimi’ni de Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirdiği bilenlerce bilinir.1,3

Gazi’nin daha Milli Mücadele sırasında Latin alfabesi tasarımını Halide Edip’e de aktardığı bilgisi yer alır kaynaklarda.1

1905’te Selanik’te Bulgar Türkolog Manolof’a Latin alfabesine geçişin gerekliliğini söylediği bilinen Gazi’nin Erzurum Kongresi sırasında aynı doğrultuda bir notu Mazhar Müfit Kansu’ya yazdırmış olması konuya ve soruna egemenliğinin belirtisi sayılmalıdır.1,3

Buna karşılık Mustafa Kemal’in her attığı adım gibi Harf Devrimi de zamanlamasıyla hayranlık yaratır. Örneğin, Türk Ordusu İzmir’e girdikten birkaç gün sonra 13 Eylül 1922’de görüştüğü gazeteciler arasında olan Hüseyin Cahit (Yalçın)’in bir an önce Latin harflerinin alınması görüşüne verdiği yanıt anlamlıdır : “Sırası gelmemiştir!” 1,2

Önce Cumhuriyet kurulacaktır. Kaldırılmış olan saltanata halifeliğin sonlandırılması eklenecektir. Devrim yasalarıyla Cumhuriyet’in temeli sağlamlaştırıldıktan sonra Harf Devrimi’ne sıra gelecekken Şeyh Sait İsyanı’yla uğraşılması gerekecektir (1925). Hukuk Devrimi’ni izleyerek Cumhuriyet’in insan kaynağını aydınlatacak olan Harf Devrimi yapılacaktır. Bu sıralama ve zamanlamada yapılacak en küçük hata, Devrimsellik sürecini de etkileyeceği için, atılan her adım düşünülerek ve akılcı gerekçelere dayandırılarak ilerlenecektir.1

Üçlü Devrim Yasaları ile Hukuk Devrimi yasalarından sonra sıranın yazıya gelmiş olması olağandı. Türk Yazı Devrimi’ne ilişkin ilk işaret fişeği 9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu’ nda atıldı. Latin alfabesine geçişin haklı gerekçeleri sıralanmakla yetinilmedi. Gazi Mustafa Kemal aynı ay içinde geniş çaplı yurt gezilerini başlattı. Her gittiği yurt köşesinde karatahta başına geçen Gazi, bıkıp usanmadan devriminin gereğini yerine getirdi. Kamu çalışanları ve devletin ileri gelenlerinden başlayan alfabe öğretimi, fırsat bulundukça halkı da kapsadı. Halka yönelik Harf Devrimi etkinliği 1 Ocak 1919’da (AS: 1929 olacak) açılan Millet Mektepleri aracılığıyla yaşama geçirildi.2

Gazi Mustafa Kemal Sarayburnu’nda karatahta başında. Türk Yazı Devrimi’nin işaret fişeğini ateşlerken.

Gazi’nin Sarayburnu konuşmasından…2

Tam da burada Atatürk devrimlerini “tepeden inmeci” likle yaftalayanların kulaklarını çınlatmanın sırasıdır.

Yurdun hemen her yerindeki öğretmenler, okul öğrencilerinden artan zamanlarda halka Latin alfabesiyle yazmayı-okumayı öğrettiler. Başöğretmen de yurt gezilerinde aynı şeyi canla başla yaptı. Yazı devrimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yasalaştığı 1 Kasım 1928’den önce halk katında kabul görmüş ve yol almaya başlamıştı. Daha doğru deyişle 1 Kasım’dan önce alınan bu yolla Yazı Devrimi karşıtlarının başlarının önlerine eğilmesi sağlanmıştır.

Kimilerinin olanaksız, kimilerinin de zamanı belirsiz bir süre gerekir dedikleri Türk Yazı Devrimi, halkın gücünü de arkasına alarak hızla yaşama geçti. 1 Haziran 1929’a dek devlet yazışma ve belge dilinin değişimi, 1 Aralık 1929’dan sonra ise devlete eski Türkçe ile başvurunun sonlandırılabilmiş olması Yazı Devrimi’nin yaşama geçiş hızı hakkında yeterince fikir verecektir.

Değişen yalnızca Türkçe’yi okuma ve yazma için kullanılan alfabe olmadı bu süreçte. “ÇOK” sesli Türkçe, yaklaşık bin yıllık KIT sesli prangalarından kurtulmuş oldu böylece. Ayağındaki prangalar nedeniyle kımıldayamayan ve bin yıl boyunca horlanan Türkçe, önündeki engellerin kalkmasıyla şaha kalkmıştır bile denilebilir.

Geçmişle bağımız kopacak ya da Latin harfleriyle okuma-yazma sanıldığı ölçüde kolay olmayacak gibi akıl dışı varsayımlarla Türk Yazı Devrimi’ne eylemli ve söylemli engeller çıkartanların hemen tümü, sağlıklarında, bu Devrimin yaşama geçişine tanıklık ederek kendilerince bir olanaksızın gerçekleşmesini izlemiş oldular.

Türkçe’nin Latin alfabesiyle başlayan yolculuğunda ilerleyen yıllarda bu kez Batı kaynaklı etkilerle söz konusu olan yozlaşmaya karşın Türkçe’nin ilerleyişi durdurulamamıştır.

Günlük konuşma ve yazma dilinin yanı sıra yazın dili, hukuk dili ve bilim dili olarak kendisini gösteren Türkçe, 1000 (bin!) yıllık tutsaklığın ardından 100 (yüz) yıl bile dolmadan gerçek kimliğine kavuşmuştur.

Her ne kadar İbrahim Müteferrika’dan önce Rum, Musevi ve Ermeni azınlıklar Osmanlı’ya matbaayı getirmiş olsalar da, Osmanlı’da basımevinin sıfır noktası olarak Müteferrika matbaası kabul edilmektedir. Bu matbaanın hizmete girdiği 1729’dan 1929’a uzanan 200 yıllık zaman aralığında basılan kitap sayısı 30 bindir. Türk Yazı Devrimi’nin yapıldığı 1928’den başlayarak ilk 15 yıllık dönemde basılan kitap sayısının, geçen 200 yıldaki sayıyı yakalayıp aşmış olduğunu vurgulamakta yarar var.4

Dil yaşayan bir varlık. Hatta bu yanıyla bir canlıya benzetmekte hiçbir sakınca yok. Bu nedenle dil duyarlığı aralıksız sürdürülmelidir. Geçmişte Arapça ve Farsça’nın üstlendiği egemenlik altına alma ve soluksuz bırakma işlevini, günümüzde Batı dillerinin üstlendiği unutulmamalıdır.

Kaynaklar
1 Şimşir, Bilâl N (1997), Türk Yazı Devrimi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları.
2 Ülkütaşır, Şakir M. (2009), Atatürk ve Harf Devrimi, Türk Dil Kurumu Yayınları.
3 Atatürk, (2009), Geometri, Türk Dil Kurumu Yayınları.
4Toprak,Zafer, https://www.academia.edu/14514145/Cumhuriyet_in_Kilit_Ta%C5%9F%C4%B1_Harf_Devrimi

01.11.2019

‘Azgelişmişlik’ kısırdöngüsündeki Türkiye

‘Azgelişmişlik’ kısırdöngüsündeki Türkiye

Erol Manisalı
Cumhuriyet, 31.7.18

“Azgelişmişlik” kısırdöngüsü 1950’li yıllarda, genellikle Batı’da eğitim gören Hintli ve Pakistanlı iktisatçıların öncülük ettiği “ekonomik ağırlıklı” bir alandı. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak bunun mücadelesini yaptı ve iki dönemde başarılı oldu: 

1) Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlatılan ekonomik, sosyal ve siyasal boyutlu Atatürk devrimleri ile uygulamalar art arda yapıldı: Medeni Kanun’dan kabotaj haklarına ve kapitülasyonların sonlandırılmasına kadar uzanan çağdaşlaşmalar ve Lozan ile eski zincirler kırıldı. Türkiye azgelişmişlik kısırdöngüsünden çıktı, bağımsız bir ülke oldu. Doğu Bloku ile Batı Bloku arasında denge kurdu. Ancak 1947’den başlayarak, “Batıcıların” ülkeyi Batı himayesi altına sokma girişimleri, “azgelişmişlik kısırdöngüsüne” Türkiye’yi yeniden soktu. 
Fabrikaların ve Köy Enstitülerinin kapatılması, ülkenin NATO üzerinden ABD himayesi altına sokulması, liberal dış ticarete geçiş siyasi, iktisadi ve sosyal sorunları büyüttü. 

2) Kısırdöngüye karşı çıkış 1961 Anayasası ve “planlı kalkınma süreci ile yeniden uygulamaya konuldu. 1963’te başlatılan planlı kalkınma, iki “Beş Yıllık Plan” dönemi ile kısırdöngü çemberini kırmaya başladı. Sivil toplumsal örgütlenmeler ve katılımcı demokratik uygulamalar alanında ilerleme sağlandı: Sovyetler Birliği ve Batı arasında, özellikle ekonomik alanda denge kuruldu. 
Devlet Planlama Teşkilatı ile “kamusal yararlar” planlanıyordu. Ekonomiden eğitime ve altyapı yatırımlarına kadar “akılcı uygulamalar” yürütüldü. 
 
Ve darbeler geldi 
Ancak ABD (ve Batı) bu kritik coğrafyada Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin “katılımcı demokrasiye” geçerek “ulusal çıkarlarını” korumaya başlamasına karşı çıktı. 
İçimizdeki “Batıcıları” ve siyasal İslamı kullanarak önce 12 Mart, daha sonra da 12 Eylül darbelerini yürüttü. İşi 28 Şubat ve 15 Temmuz 2016’ya kadar getirtti. 
Dört operasyonda da, içimizdeki “Batıcılar ve siyasal İslamcılar” ilginç bir koalisyon yürüttüler. Rakip “görülmelerine” karşın birbirlerinin yolunu açtılar ve sonunda ülkeyi “azgelişmişlik kısırdöngüsünün içine” yeniden soktular. OHAL’lerle bizi bu hallere düşürdüler. 
Bu operasyonlarda “gardırop Atatürkçüleri” de önemli bir misyon üstlenmişlerdir. 28 Şubat’ta Erbakan, “İslamcı” olduğu için değil, “anti-Amerikan” olduğu için içimizdeki “Batıcılar” tarafından ve Amerikancı İslamcılar tarafından indirildi. 

ABD, Türkiye’de iki kanada birden oynadı: “hem Batıcıları hem de İslamcıları” birlikte kullandı: 12 Mart’ta başlayıp 15 Temmuz’da biten uzun süreçteki operasyonda birbirlerini tamamlayan hareketlerdir. Bazen İslamcılar, bazen de “Batıcılar” ön plana çıkmışlardır. 
GülenAdnan Hoca gibi iki garip kişi de İslamcılığın “dinci ve laik aktörleri” gibi sahneye çıkarılıp oynatılmadılar mı?

  • Sahnenin önünde kedicikler ve imamcıklar vardı: ipleri tutanlar ise güçlü devletlerdi. 
     
    Ve Trump’ın fahiş hatası! 
    Adam kalkmış bir rahibi, koskoca bir siyasal misyonerlik hareketi için göndermiş. 
    Be adam, rahip yerine niye rahibeleri göndermedin ki? Öteki piyonun olan Adnan Hoca’nın kedicikleri ile senin rahibecikler o yolladığın rahip kılıklı heriften çok daha başarılı olurlardı. 
    Her şey ne kadar iç içe geçmiş: rahipler, hocalar, imamlar, kedicikler hepsi de aynı havuzda yıkanıyorlar. Bunun adı siyaset havuzudur. 
    Ortadoğu’da ise adı bataklıktır. Müslüman dünyası bu bataklıktan bir türlü kurtulamıyor
    Tek kurtulan Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti idi. Şimdi onu da bu bataklığın içine yuvarlamaya çalışıyorlar: hem içerden, hem dışarıdan… 
    “Sen bile, azgelişmişlik sürecinin dışına çıkamazsın” diye bastırıyorlar.
  • Postmodern “yeşil kuşak” Türkiye’de “otoritesini” yürütüyor.

***
CHP’li dostlara: AKP, OHAL’lerden bu hallere CHP mevcutlarının yetersizliği sonucu geldi. Değişimi engelleyenler en fazla da AKP’yi sevindiriyorlar. En “baştan” değişim gerek: yalnız CHP için değil, Türkiye için de.

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Dostlar,

3 Mart Devrim Yasaları salt Türkiye’nin değil, gerçekte uygarlık tarihinin de önemli dönemeçlerindendir. Her yıl özenle anımsanması, korunması ve sürgit korunarak yaşama geçirilmesi diyalektik bir tarihsel zorunluktur. Ancak günümüzde AKP iktidarı ile 15+ yıldır giderek tırmandırılan ve “beraber yürünen”, “seçim ittifakı ile beraber yürünmesi tasarlanan” bir karanlık serüvenle tam bir karşıdevrim süreci Türkiye’mize dayatılmaktadır. Halkımız – Ulusumuz çıplak gerçekleri görmektedir ve kendisini özgürleştiren – insanlaştıran eşsiz Atatürk Devrimleri‘ne mutlaka sahip çıkacaktır. 3 Mart 2014’te aşağıdaki önemli makaleyi yayınlamıştık. Önemini ve güncelliğini koruyor, izninizle bir kez daha paylaşmak istiyoruz. Hem 3 Mart 1924 devrimcilerini başta Gazi Mustafa kemal ATATÜRK ile dava – silah arkadaşlarını önlerinde saygı ile eğilerek selamlıyor hem de saygın aydınımız – dostumuz Hüsnü Merdanoğlu‘na şükranlarımızı sunuyoruz.

Bu Devrim Yasaları çok iyi anlaşılmalı ve sahiplenilmeli ve uygulanmalıdır;
çünkü Anadolu Rönesansı‘nın köşetaşlarıdır

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=================================================

Çok değerli arkadaşımız Sayın Hüsnü Merdanoğlu, gerçek ve engin birikimli
yurtsever bir aydınımızdır. Aşağıdaki yazısı son derece öğretici ve düşündürücüdür.

“3 Devrim Yasası”,

  • Türkiye’nin Gazi Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde gerçekleştirdiği
    eşsiz Çağdaşlaşma Devrimi’nin kritik dönemeçlerindendir. 

Devletin başı olarak 7 yıldır Çankaya’da oturan kişi (Abdullah Gül), ülkemiz tarihi bakımından
son derece önemli, tarihsel belleği tazeleme ve yaygın kitlelere devrim tarihi bilinci kazandırma bakımından bu çok önemli fırsatları neden kullanmaz?? Niçin kamuoyuna aydınlatıcı açıklamalar yapmaz 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi??

Niçin yüksek korumalarında uluslararası bilimsel toplantılar düzenle(t)mez,
açış konuşmalarını yapmaz ve çıktılarını kitap – DVD vb. araçlarla kalıcılaştırmaz??

Bütün bunlar, Türkiye’yi 11 yıldır yöneten ve tüm burçlarını ele geçiren siyasal kadroların, Büyük Atatürk ve O’nun ideolojisi ile derin – onmaz sorunları olduğunun sürgit kanıtıdır.

Çok yazık olmaktadır Türkiye’ye ve eşsiz, Dünyaya örnek Çağdaşlaşma Devrimimize..

Bu karşıdevrimci AKP eylemi, vurgulayalım; apaçık bir insanlığa karşı suç niteliğindedir..

Ve Türkiye’nin ve tarihin devrimci birikimi, artık, bu “uzayan” engeli de aşmasını bilecektir.

Sevgi ve saygı ile. 4 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

================================

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Konuk yazar PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü MERDANOĞLU

ADD Yazı Kurulu Üyesi
3 Mart 2014
 

Osmanlı, dine dayalı (teokratik) yönetimi benimsediği için, Şer’iye (din) Bakanlığına
yer vermekteydi. Ankara Hükümeti de bir süre bu bakanlığı korumak zorunda kaldı.
1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi ile oluşan, Cumhuriyeti onayan 2. TBMM,
3 Mart 1924’te Devletimiz için yaşamsal önem taşıyan 3 ayrı yasayı yürürlüğe koydu.

Bu yasalar:

429 sayılı; “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye Vekâletinin İlgasına Dair”
(Din ve Vakıflar ve Genel Kurmay Bakanlığı’nın Kaldırılmasına Dair) Yasa,

430 sayalı; Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) Yasası,

431 sayalı; “Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın
Türkiye Cumhuriyeti Sı­nırları Dışına Çıkartılması” yasasıdır.

431 sayılı yasa, “Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet
mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
  hükmüne yer vererek; Cumhuriyet yönetiminde, halifeliğe yer kalmadığının
yasal dayanağını oluşturmuştu.

429 sayılı Yasanın 1. maddesi, günümüz Türkçesiyle şu içerikte düzenlendi:

“İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri dini kuruluşların idaresi, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ilgi ve yetkisine bırakılmıştır. Çünkü: Türkiye Cumhuriyetinde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bu­lunmak, TBMM ile O’nun kurduğu Hükümete aittir.”

Altında Atatürk’ün imzası olan bu yasa hükmüne dikkat edildiğinde;

  • Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) verilen görevin;
  • İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri
    dini kuruluşların idaresi” 
    ile sınırlı olduğu görülmektedir.

Ne var ki, Atatürk’ten sonra Kemalizm’in kuşatılması ve Cumhuriyetin
temel yasalarının içeriğinin yozlaştırılması sürecinde DİB yasası yeniden düzenlenmiş ve bu konudaki 633 sayılı Yasanın 1. maddesinde şu hükme yer verilmiştir:

“İslam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile il­gi­li işleri yürütmek, konusunda toplumu aydınlatmak ve iba­det yerlerini yönetmek.”

Böylece DİB verilen “toplumu aydınlatma” göreviyle, fetva yetkisi tanınmış,
bir anlamda siyasetin içine çekilmiştir.

Öte yandan; Osmanlı yönetimi her ne denli, son dönemde Batı anlamında tıbbiye ve harbiye okullarını açmış ise de, eğitimde medrese ve yabancı okullar çoğunlukta idi.
Bu durumun farkında olan “Kurucu Baba” Mustafa kemal Atatürk,
henüz sıcak savaşın sürdüğü koşullarda (16 Temmuz 1921’de) Maarif Kongresini toplamış ve burada yaptığı konuşmada:

  • “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan, yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelen bütün etkenlerden tamamıyla uzak, ulusal karakterimize uygun bir eğitim sisteminin uygulanmasına..” duyulan gereksinimi dile getirmişti.

Kurtuluştan sonra Türkiye’nin geleceği için yaşamsal önemde olan ulusal ve çağdaş eğitimin temelleri atılmaya başlanıldığında, “Eğitim Andı” olarak bilinen metin,
bir genelge ekinde duyurulmuştur. Söz konusu genelgede eğitimin amacı;

  • “Toplumsal yaşamda, dünya ve ahret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” cümleleriyle özetlenmişti.

Gerekçesinde;

“… 2 tür eğitim bir memlekette 2 tür insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır.” vurgusu yapılan,
öğretim birliği (tevhid-i tedrisat) ile ilgili yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte;
Osmanlı döneminde geçerli olan ikili yapının ortadan kaldırılması hedeflenmişti.

Böylece; ulus-üniter devlet kurmak ve bunu korumak zorunda olan ülkemiz de,
hem eğitim hem de kültür yönünde, çağdaşlığa yönelmenin yasal zemine kavuşmuştu.

Eğitimin amacı ve verilecek derslerin içeriği;

  • geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” olduğu için,

bu amaç doğrultusunda, çoğunluğu İslami kurallara bağlı toplumumuz için gerekli
imam-hatiplerin yetişmesine 430 sayılı Yasa’nın 4. maddesi olanak tanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özgür ve uygar uluslar topluluğu içindeki yerini almaya yönelik olarak öbür devrim yasaları ile birlikte, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konulan yasalar sayesinde ve hepsinden önemlisi; Kemalist ilkelere bağlı yönetim sayesinde çağdaş Türkiye’ye kavuşmaya yönelmişti.

Atatürk’ün yönetiminde ve Kemalist hedefler doğrultusunda yoluna devam eden Türkiye, Batı devletlerinin Rönesans ve Reform ışığında yüzyıllarda gerçekleştirdiği başarıları birkaç yıla sığdırmayı başarmıştır (bkz. dipnotu).

Cumhuriyetin erdeminin ayrımında olmayan ve bu gelişmeyi içine sindiremeyen Osmanlı kalıntıları sinsi çabalar içinde iken, Batılı tarafsız yazarlar

  • Türkiye’yi devrimcilik anlamında, Fransız İhtilali’nden ve
    Sovyet Dev­rimi’nden daha ileride bulmuşlardır.

Onlara gö­re; Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’ den başka hiçbir ülkede bu denli köktenci bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız İhtilali, si­ya­sal kurumlar arasında sınırlı kalmış, Sovyet Devrimi sos­yal alanları sars­mıştır.

Yalnızca Türk Devrimi, siyasal kurum­ları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları,
aile ilişkilerini, ekono­mik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve
bun­ları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenile­miş­tir.

Her değişim yeni bir değişime neden ol­muş, her ye­nilik bir başka yeniliğe
kaynaklık etmiştir. Ve bunların tü­mü­nün halkın yaşamında yer tutmuştu.

Egemen güçler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu olduğu coğrafya, coğrafi, stratejik,
yer altı ve yerüstü zenginlikleri yönden olağanüstü üstünlüklere sahip olduğunun ayrımında oldukları için, Türkiye’yi çok kısa zaman diliminde yeryüzünün en saygın konumuna yükselten Kemalizm’in önünün kesmenin sinsi çalışmasını yürütmekte idiler.

– Köy Enstitülerinin kapatılması,
– Halkevlerinin yok edilmesi,

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak”içerikli eğitim anlayışının yozlaştırılması ve

NATO’nun,
Dünya Bankası’nın,
IMF’nin ve
benzeri kökü dışarda kuruluşların Türkiye’ye yerleşmesi,

Kemalizm’i dondurması bu çabalar sonrasında oldu.

Düşündürücü olan ise; Türkiye’yi yönetenlerden daha çok, Türkiye’de gözü olanlar Türkiye’nin farkında idiler.

3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasaları ile Cumhuriyet’in niteliği belirlendi.
Buna göre; çağdaş dünyaya erişmek, onları da geçmek için çağdaşlığın vazgeçilmesi olan laik eğitim sistemine yer verilmiştir.

Bugün Türkiye’nin;

-Uluslararası bir saygınlığı var ise,
-Bölgesinde güçlü bir konuma sahip ise
-Avrupa Bilirliğine tam üyelik için başvuruda bulunulmuş ise

Hiç kuşkusuz 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının yadsınamaz katkıları olduğundandır. Bugün Türkiye,

-Bölgesinde kimi tehditlerle karşı karşıya ve uluslararası kuruluşlarca kuşatma altına alınıyor ise,
Avrupa Birliği’ne tam üyelik, verilen tüm ödünlere karşın geçekleşmiyor ise,

Daha da önemlisi günümüzün Türkiye’si, Atatürk döneminde olduğu gibi uluslararası saygınlığını koruyamıyor, komşuları ile sorunlar yaşıyor ve bölgesinde hak ettiği; ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğe sahip değilse…

Bilinmeli ki; Kemalizm’in yasal dayanağını oluşturan, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının ilke ve amaçlarından uzaklaşılmış olmasındandır.

Dünyanın merkezinde kurulu olan Türkiye’nin, bölgesinde etkin ve saygın bir ülke olma özelliğine kavuşması ve bu saygınlığının sürekli olması için;

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” hedefli eğitimi gerçekleştirecek
siyasal kadrolara şiddetle gereksinim bulunmaktadır.

A. Saltık’tan dipnot     :

Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee der ki;

“Batı dünyasındaki Rönesans, Reformasyon, bilim ve düşünce devrimi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni, ATATÜRK, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

Savaş, özgürlükler ve ciddiyet

Savaş, özgürlükler ve ciddiyet

Özgür Mumcu
Cumhuriyet 
24 Ocak 2018
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)
Savaş pek ciddi iştir. Haliyle demokratik düzenlerde yurt dışına asker göndermek, silahlı kuvvet kullanmak için özel hukuki usuller öngörülür. Mesela zamanında ABD öncülüğündeki Irak işgaline katılmamamızı, anayasanın yurt dışına asker göndermek için nitelikli çoğunluk aramasına borçluyuz.

Afrin’e yapılan Zeytin Dalı operasyonunun uluslararası hukuk açısından tartışılması başka bir konu. Ancak kamuoyunda Irak-Suriye tezkeresi diye bilinen, Irak ve Suriye’ye sınır ötesi operasyon konusunda hükümete verilen yetkinin bir yıl daha uzatılmasına ilişkin tezkere,
eylül ayında AKP, CHP ve MHP oylarıyla geçmişti. 

Bu üç parti, Afrin operasyonuna verdikleri destekle, askeri müdahalenin eylül ayındaki tutumlarıyla uyumlu olduğunu göstermiş oldu. 
Demokratik düzenlerde, her kararın kamuoyunda enine boyuna tartışılması esastır. Hele söz konusu olan Meclis’te nitelikli oy çoğunluğu aranan kuvvet kullanma kapsamındaysa. Yetki hükümete sonsuza dek verilmez. Dolayısıyla hükümet yetki sahibi olmasına yetki sahibidir ancak askeri müdahalenin yerindeliği ve muhtemel etkileri hakkında eleştirilerin serbest olması demokrasinin gereğidir.

Gelgelelim, bugün Afrin operasyonunu eleştirenlerin toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının bulunduğu söylenemez. Miting düzenlemeye çalışanların gördüğü sert baskı bunu ispat etmekte. TCK’nin devletin güvenliğine ilişkin suçlar bölümünde yer alan suçların bir askeri operasyonun yerindeliğine yönelik eleştirileri kapsadığını söylemek, en fantastik hukuki yorumla dahi mümkün değildir.

Gelişmiş demokratik düzenlerde, toplumun bazı kesimlerinin hükümetlerin aldığı ya da almayı planladığı kuvvet kullanma kararları aleyhine gösteri yaptıkları malum. Toplumların gelecekleri hakkında en doğru karara ulaşmaları için her kesimin sesinin kamuoyuna ulaşabilmesi demokrasinin en temel kurallarından biri. 1991’in Ocak ayında Refah Partisi’nin genç il başkanı olarak Turgut Özal’ın ABD’nin Irak operasyonuna katılma kararı aleyhine, aralarında Kürt siyasi hareketinin ilk partisi HEP’in de olduğu muhalefet partilerini, Refah Partisi İl Başkanlığı’nda toplayarak ortak basın toplantısı düzenleyen sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın o vakitler faydalandığı bir kuraldan bahsediyoruz.

Savaş konusunda başka bir mesele ise devlet ciddiyeti. Devlet Bahçeli, Afrin için “Ya Afrin yıkılsın ya teröristler yakılsın” dedi. Silahlı çatışma hukukuna göre şehirleri yıkmak da
sıfatı ne olursa olsun insan yakmak da ağır ihlaldir. Silahlı çatışma, aynı zamanda her türlü manipülasyonun yapıldığı uluslararası bir propaganda mücadelesi. Bir iktidar ortağı niteliğindeki Devlet Bahçeli, müthiş bir devlet ciddiyetsizliği sergileyerek iktidarın uluslararası kamuoyu yaratma ve destek arayışını baltalamaya başlamış görünmektedir. Bunu şuurlu yapıp yapmadığını ise söz konusu Devlet Bahçeli olduğu için anlamak elbette mümkün değil. 
Güvenlik-özgürlük dengesinde ağırlığınızı sürekli şekilde güvenlik kefesine koyarsanız,
devlet idaresi de uluslararası ilişkilerdeki güç ve pozisyonunuz da dengesizleşir. 


25. yıldönümü                                 :
Bu gün, babam Uğur Mumcu’nun katledilmesinin “25. yıldönümü”.
25 yıldır her yıl olduğu gibi evimizin önünde O’nu anacağız.
Ölümünden çeyrek asır sonra en azından hayal ettiği ülkeye yaklaştığımız avuntusunu hissetmeyi umardım.
Ancak çeyrek asırdır düşüncelerini ve hayalini kararlılıkla savunanların dost varlığı da
az avuntu değildir.
=============================================
Dostlar,
Sevgili Özgür,  kızkardeşi ve annesi Güdal hanım bize Uğur Mumcu’dan emaneti, armağanıdır.
Uğur  Mumcu, yaşamını ülkemizin geleceği – esenliği – Atatürk Devrimleri.. için gözünü kırpmadan feda etmiş bir yiğit – namuslu – yurtsever gazeteci – yazar – Ulusun hukukçusudur.
Oğul Özgür’ün de babasının yolunda giderek gazetemiz Cumhuriyet‘te nitelikli – yetkin bir yazar olması sevinç ve teselli kaynağıdır.
Ailenin kurduğu Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı UM:AG da saygı ve özverili bir çabadır. Bu Vakıf bir yandan Uğur Mumcu’nun açtığı – yarattığı ekol doğrultusunda araştırmacı gazeteci – yazar yetiştirmeye çabalamakta, bir yandan Uğur Mumcu’nun basılamamış yazı – araştırma -dosyalarını yayınlaştırmakta, bir yandan da Aydınlanma çabamıza emek vermektedir.

um:ag vakfı web sitesi ziyaret edilerek destek verilebilir – verilmelidir: http://www.umag.org.tr

um:ag, 24 Ocak 1993 tarihinde öldürülen yürekli gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun gazetecilik anlayışını sürdürecek genç gazetecileri basına kazandırmak ve edebiyat, felsefe, sinema, resim ile görsel sanatta sıradanlığı reddedenlerin bir araya gelebileceği, kendilerini geliştirebileceği bir kültür ve sanat merkezi olma amacıyla kurulmuştur.

um:ag yayınları, dünü değerlendirmek ve bugünü anlayabilmek amacıyla Uğur Mumcu’nun bütün yapıt ve yazılarını kitaplaştırarak okurlara sunuyor. Her yıl eklenen yayınlarıyla da okuyucuları araştırma dizileri, özel diziler ve yeni yapıtlarla buluşturmaktadır.

um:ag ayrıca, “faili meçhul” bırakılan cinayetlerin yaşandığı ülkemizde adalet ve demokrasinin, ancak, dayatmalara, baskılara, hoşgörüsüzlüğe, işkenceye, haksızlığa direnen yurttaşların çoğalmasıyla yerleşebileceği bilincini demokratik kitle örgütlerinin de katılımıyla, her yıl 24 Ocak – 31 Ocak günleri arasında gerçekleşen ‘Adalet ve Demokrasi Haftası’yla hayata geçirmektedir.

um:ag Akademi, 2011 yılından itibaren İstanbul’da Kadir Has Üniversitesi Yaşam Boyu Eğitim Merkezi’nde çalışmalarına başlamıştır.

Bugün um:ag Araştırmacı Gazetecilik eğitim programı ile yazma-felsefe-sinema atölyeleri seminerleri ve siyasal düşünceler tarihi seminerleri insanların özgürce bir araya gelebildikleri, paylaşabildikleri ve üretebildikleri farklı bir kültür ve sanat merkezidir.

25. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinlikleri programına Vakıf sitesinde şu adresten erişilebilir.

http://www.umag.org.tr/tr/etkinlikler/1/25-adalet-ve-demokrasi-haftasi

Uğur Mumcu‘ya, kendimizi ödenemeyecek borç altında duyumsayarak selam gönderiyoruz.

AKP iktidarının 16. yılında tek başına muktedir (!?) olmasına karşın cinayetin içyüzünü
neden aydınlat(a)madığını hem anlıyor hem de anlayamıyoruz..

Ama biliyoruz ki; insanlık onuru her zaman, er ya da geç karanlıkları aşmakta ve insanlık yavaş adımlarla da olsa, erdemli bir yaşam ve gelecek kurma yolunda Uğur Mumcu gibi bilgelerin öncülüğünde ilerlemektedir, ilerleyecektir.

  • Bir an bile olsun akıldan çıkarılmamalıdır ki;
    Uğur Mumcu, ATATÜRK Cumhuriyeti’nin ürünüdür.

Sevgi ve saygı ile. 24 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK : Eğitimde millilik kaybedildi

Eğitimde millilik kaybedildi

Süleyman Çelik, değişen eğitim müfredatını yazdı.

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK
ADD Samsun Şb. Eski Başkanı
14.8.2017, AYDINLIK web sitesi

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Tayyip Erdoğan, ‘İslâm Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması’ toplantısı açılış oturumunda yaptığı konuşmada, “Soran, sorgulayan nesil yetiştirememekten” yakındı. “Soran, sorgulayan” nesil yetiştirebilmek bir eğitim sistemi meselesidir.

İNSAN ÖZGÜR ORTAMDA GELİŞİR

İnsanlar özgür bir ortamda büyür ve eğitilirlerse; yani kuşkuya, özgürce soru sormaya/ sorgulamaya, eleştiriye ve tartışmaya yer veren; kısaca demokrasi kültürüne dayalı, eleştirel akılcı bilimsel eğitim görürlerse akılları gelişir; yaratıcı olur, buluş ve keşifler yaparlar. Kendi akılları ile sorunların üzerinden (AS: üstesinden) gelebilecekleri için kimsenin peşine takılmaz; yalnız akıl ve bilimi rehber edinir, demokratik rejime uygun, özgür birey olurlar. Buna “Aydınlanmacı Eğitim” denir.

Tersine dogma, hurafe, korku masallarına dayalı; olayları / olguları neden – sonuç ilişkisi ile açıklamayıp doğaüstü güçlere bağlayan; tabular dayatılan, biat kültürünü esas alan, ezberci eğitim sistemi ile eğitildiklerinde, insanların akılları gelişmez ve büyüdüklerinde de bebekler gibi içgüdüsel reflekslerle yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. İçgüdüsel refleksler, yaşamın sorunlarının üzerinden gelmeye yetmeyeceği için, bunlar kullanılmaya elverişlidirler; çoğu kendilerini güdecek bir şarlatanın peşine takılır / mürit olur ve kullanılırlar. “Dogma, tabu, biat, mürit” gibi sözcükler genellikle dini söylemler olmakla birlikte demokratik olmayan ideoloji ile yönetilen ülkelerde de eğitim bu şekilde yapılır.

ÇAĞDAŞ EĞİTİMİN ÖNEMİ

Önüne engeller konulmuş sular bazen taşar; bentleri, barajları yıkarak felaketler oluşturur. Önüne engeller konularak gelişmesi önlenmiş akıllar da taşabilir; o zaman karşımıza El Kaide, IŞİD, Boko Haram vs. olarak çıkıp felaketlere neden olurlar…

Sayın Erdoğan’ın aynı konuşmasında, “Hoca kılıklı şarlatanın peşine takılan insan müsveddeleri; doçent, profesör olmuşlar ama şarlatan için ‘bize şah damarımızdan daha yakın’ diyorlar,” diye tanımladığı FETÖ’cüler, bu şekilde eğitilmiş insanların tipik örnekleridir. Bunların okumuş olmaları, profesör ya da general olmaları fark etmez.

  • 15 Temmuz’da gördüğümüz gibi, koskoca generaller, hiçbir askerlik bilgileri olmayan sivil imamların aklına uyup darbe yapmaya kalktılar.

Batı, Aydınlanma Devrimi ile aydınlanmacı eğitime geçerek Ortaçağ karanlığından çıktı ve daha önce gerisinde olduğu Doğu’nun önüne geçti, sömürmeye başladı.

Atatürk devrimlerinin nihai (AS: sonal, soncul) amacı Aydınlanma Devrimi idi.

  • Atatürk, “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller istiyor”diyerek bu amaca aydınlanmacı eğitim ile erişilebileceğini işaret etmişti. Bu nedenle eğitim en önem verilen konu oldu. Öyle ki, öğretmenlere milletvekillerininki kadar aylık verildi.

‘BENİM DE PEŞİMDEN GELMEYİN’

Bununla birlikte cehalet diz boyu idi ve bu eğitimi uygulayacak yeterli eğitimci yoktu. Padişahın kulu olarak yetiştirilmiş öğretmenlerin çoğunluğu Aydınlanmadan habersizdi.
Öyle ki Samsun’da öğretmenlerle yaptığı bir söyleşide, söz alan herkes, mürşit (kılavuz, rehber) ve benzeri betimlemelerle kendisine övgüler dizerek konuşunca, Atatürk söz almış ve özetle şu konuşmayı yapmıştır:

  • “Kardeşlerim, gönülden söylediğinize inandığım için iltifatlarınıza teşekkür ederim. Ancak geçmişte milletimizin başına ne geldiyse bir insanı mürşit edinip peşinden gitmeleri yüzünden gelmiştir. Artık ben de dahil, hiç kimseyi mürşit edinmeyin. Benim de peşimden gelmeyin. Yalnız bilimi rehber edinin” diyerek kısaca “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” şeklinde özlü söze dönüştürülen konuşmasını yapmıştır.

Köy Enstitüleri ile amaca erişilir gibi olunmuştu ki, halkımızın mürit olarak kalmasını isteyen emperyalistler ve yerli egemenler / işbirlikçilerce kapatıldılar. (AS: 1954, Demokrat Parti, Adnan Menderes hükümeti.. ayrıca Halkevleri ve Halkodalarını da DP-Menderes kapattı!)

EĞİTİMDE MİLLİLİK KAYBEDİLDİ

Bundan sonra gerici ya da aymaz / sapkın iktidarlarca adım adım aydınlanmacı eğitimden uzaklaşılarak dogmatik / ezberci eğitime doğru gidildi. Sonunda ‘Milli Eğitim’ milliliğini kaybetti. Özlemle andığımız Sevgili Ahmet Taner Kışlalı‘nın deyimiyle

  • Milli İhanet Bakanlığı’‘na dönüştü.

Bu Bakanlıkça hazırlanmış olan Yeni Öğretim Programı (müfredat) ile eğitim tümüyle dogmacı / ezberci sisteme dönüşecektir. Bu eğitim programı ile Türkiye Ortaçağ’a gider / Suudi Arabistan düzeyine düşer.
===================================
Dostlar,

DİNCİ – KİNCİ NESİLLER YETİŞTİRECEK EĞİTİMİ HALKIMIZ REDDECEKTİR!

Sayın Prof. Dr. Süleyman Çelik Eczacılık kökenli Farmakoloji hocasıdır. Uzun yıllar Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyeliği yapmış ve emekli olmuştur. Nitelikli bir Cumhuriyet aydınıdır. ADD’de (Atatürkçü Düşünce Derneği) dava arkadaşımızdır. Bu yazısıyla, AKP = RTE‘nin eğitim – öğretim programında geçtiğimiz ay yaptığı kökten gerici – yobaz yetiştirmeye dönük değişikliği özlü biçimde irdelemekte.

Dileriz uyarılar tek yetkiliye = TEK ADAM‘a erişir!? Ancak umutlu olmak için bir neden yok! Çünkü;

  • ”… dindar ve kindar bir nesil yetiştirmede kararlıyız..” diyen de,
  • ”.. okullarda altyapı vb. tamam, sıra müfredatta..” diyen de;
  • ”.. sosyal kültürel alanda beklediğimiz dönüşümü yapamadık..” diyen de aynı kişi;
    AKP’li Cumhurbaşkanı, laiklik karşıtlığını kezlerce itiraf etmiş R.T. Erdoğan!

Dolayısıyla kafalar duvara çarpmadan feci sonuçların öngörülemeyeceğini düşünüyoruz.

Öte yandan;
– bunca gerici, yobaz, ayrımcı, ötekileştirici, toplumu bölücü ve çatışmaya sürükleyici,
– pozitif bilimler yerine din adına hurafe ile doldurulmuş, ezberci – sorgulamayan,
– din için savaşacak cihat militanı yetiştirmeyi….. hedefleyen,
– temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı,
– laiklik düşmanı,
– Anayasa’nın başlangıç hükümleri ile 2, 24, 42 ve 174. maddelerine açıkça aykırı,
– Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası hukuk metinlerine, başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi… olmak üzere açıkça aykırı..
Artık tartışılmayan Bilimsel bir gerçek olan EVRİM’i dışlayan,
– Ülkemizin kurtarıcısı – kurucusu ATATÜRK‘ü ve Devrim tarihimizi görmezden gelen
Dinci – kinci nesiller yetiştirmeye kararlı ….

Dolayısıyla bu gerici sistem üzerinden toplumu oy deposu müritlere dönüştürmeyi ve ölene dek iktidarda kalmayı, sonra da halife sultanlıkla cülusu (babadan oğula geçen iktidar) hedefleyen bir anti-demokratik siyasal iktidar olgusu ile yüz yüzeyiz..

Ne var ki, böylesine bir eğitim – öğretim programı (!) çokkültürlü bir toplumda, 21. yy’ın şafağında değil Türkiye’de, Körfez Emirlikleri – Afrika kabilelerinde bile asla dayatılamaz!

Bu girişim ölü doğmuştur, meşru değildir, hatta suçtur. İktidar açıkça suç işlemektedir. Cumhuriyetin savcıları, Cumhuriyet Başsavcısı görevlerini artık yapmalıdır.

Danıştay ne beklemektedir önüne getirilen bu Yönetmeliği oyalanmadan iptal etmek ve Yürürlüğünü Durdurmak (YD) için? OHAL mi engeldir YD kararına? O halde yargılamayı hızla tamamlamak ve bu belayı ülkenin başından okullar başlamadan defetmek gerekir.. Yargıç cübbesinin olmayan düğmelerini Başbakan iken Erdoğan’ın önünde iliklemeye çalışan (bilinçaltındaki biatçı eğitimin içgüdüsel refleksi!) kimi yetkililer artık hiç olmazsa gölge etmemelidir.

  • Cumhuriyetin öğretmenleri ve veliler böylesine halkı hiçe sayan faşist ve çağdışı, bütünüyle hukuksuz, TBMM’de özgürce tartışılıp onaylanmamış, toplumsal uzlaşma aranmayan ve olmayan… çocuklarımızı geleceğe hazırlamayan bu dayatmayı tanımayacak, uygulamayacak ve fiilen kadük bırakacaklardır. Büyük ATATÜRK‘ün kurduğu ve bizlere kutsal bir emanet olarak bıraktığı
  • AYDINLANMACI Türkiye Cumhuriyeti, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun yol geçen hanı olarak göremeyeceği ölçüde saygın ve köklüdür. Herkes attığı adıma dikkat etmeli, ”haddini bilmelidir”! AKP iktidarı da elbette gidicidir, sonu görünmektedir ama Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün koyduğu ilkelerle ilelebet payidar kalacaktır. 

    Sevgi ve saygı ile. 14 Ağustos 2017, Tekirdağ

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

DİL DERNEĞİ : CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

CUMHlogoRİYET BAYRAMIMIZ
KUTLU OLSUN!

Bir süredir, Atatürk devrimleriyle kazandığımız tüm değerler tersyüz ediliyor; Atatürk’e ve İnönü’ye ağır suçlamalar yöneltiliyor; Cumhuriyetin kurumları özgürlük, demokrasi getirmeyeceği belli rüzgârla savruluyor. Ulusumuz arka arkaya ölümler yaşıyor, yurttaşlar hukukun üstünlüğü ve ekonomik açıdan yoksunluklarla kuşatılıyor.

Biz, laik cumhuriyetimizin kuruluşunun 93. yılında düşüncesi, eylemleri ve dik duruşuyla ödünsüz olan, dünden bugüne Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmaktan onur duyan her yaştaki gençleriz.

“Cumhuriyet ahlak erdemliliğine dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet yönetimi erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir.” diyen Atatürk‘e 93 yıldır inanıyoruz; sonsuza dek bu inancımızı koruyacağız.

Dün olduğu gibi bugün de Cumhuriyet Bayramını bu bilinçle kutlayacağız; çünkü Cumhuriyet Bayramı, bağımsızlık için savaşan, can veren atalarımızı; başta Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün devrimcileri saygıyla anacağımız; onlara yaraşan yurttaşlar olduğumuzu bir kez daha kanıtlayacağımız gündür.

Atatürk Söylev‘de, “Ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu” anlatmış; bugünü görürcesine devrim karşıtlarını uyarmış; bütün yurttaşları uyanık olmaya çağırmıştır. Her yaştaki gencin, her açıdan eşit olması gereken kadın ve erkeklerin Atatürk’le arkadaşlarının bin bir güçlük ve yüreklilikle aştığı zorlukları bilmesi; Atatürk’ün gençlere seslenişinin anlamını kavraması, laik cumhuriyetimizi sonsuza dek koruma gücümüzü pekiştirecektir!

Cumhuriyetten önce “ümmi ümmet” olan, “kul” sayılan, yoksul, umarsız bir ulus Kurtuluş Savaşıyla yayılmacıya da içerideki işbirlikçilerine de direnmiş, Lozan Barış Anlaşmasıyla bütün dünyaya bağımsız bir cumhuriyet olduğunu kabul ettirmiştir. Bugün Kurtuluş Savaşını önemsemeyen, devrimleri engellemeye çalışanları kahramanlaştırıp “Yeni Osmanlılık” düşü kuranlar, bağımsızlık savaşının ayrıntılarını ve halkın yaşadıklarını yok sayanlardır. Sözde aydınların 21. yüzyılda kabaran saltanat-hilafet ve Osmanlılık özlemi; halkını ve yurdunu bırakıp kaçanlara düzülen övgüler; eğitimsizleştirilen, aş ve iş derdiyle umarsızlaşan, inancı ve köken ayrımı sömürülen halkı kandırabilir belki; ancak bu yüzyılda tarihin akışı tersine çevrilemez.

Bugün devrim karşıtlarının yerleştiği cumhuriyet kurumları yalanlarla değil, büyük acıların ardından görkemli bir ekin devrimiyle kuruldu; bu nedenle biz, ussal, bilimsel doğrularla hukukun üstünlüğünün er geç utkulu olacağına; karşıdevrimin fildişi kulelerinin yıkılacağına Mustafa Kemal’e ve devrimlere inandığımız gibi inanıyoruz. Çünkü türküleri yakanların, yasaları yapanlardan güçlü olduğunu bağımsızlık savaşıyla yaşadık; Türk Devrimiyle öğrendik; Dil Devriminin özgürleştirdiği Türkçeyle devrim karşıtı bütün çirkin oyunları anlıyoruz!

Bu Cumhuriyet Bayramında ulu önder Atatürk’ün Söylev’ini yüksek sesle okuyacak; aymazlık içinde olanları uyaracağız! Atatürk Söylev’de,

  • “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.” demişti.Her yaştaki gençler olarak birinci görevimiz,
  • “Türk bağımsızlığını, Türk cumhuriyetini, sonsuzluğa dek korumak ve savunmaktır!” Bu yüce görevi savsaklamayacağız; laik cumhuriyetimize sonsuza dek sahip çıkacağız!

    Ulusumuzun Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!

     Dil Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
                                                  Sevgi Özel
    =============================================
    Teşekkürler Sayın Başkan Sevgi Özel..

En büyük bayramımız kutlu ve mutlu olsun!
YAŞASIN ATATÜRK – TÜRKİYE CUMHURİYETİMİZ!

Sevgi ve saygı ile.
29 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

EĞİTİM İŞ : KHK DÜZENLEMESİ İLE İHRAÇLAR HAKKINDA

KHK DÜZENLEMESİ İLE İHRAÇLAR HAKKINDA

 KHK DÜZENLEMESİ İLE İHRAÇLAR HAKKINDA

1 Eylül 2016 tarihli 1. Mükerrer ve 2. Mükerrer Resmi Gazetede 672, 673, 674 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri yayımlanmıştır. 672 sayılı KHK kapsamında, daha önce görevden alınan kamu personelinden bir kısmı kamu görevinden çıkarılmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra demokratik düzene karşı yapılacak her türlü girişimin, her türlü darbenin tereddütsüz karşısında olduğumuzu dile getirmiş, devletin içine sızan (AS: sızdırılan!) cemaat ve tarikatlar dahil tüm paralel yapıların, devletin tüm kılcal damarlarından kökünün kazınmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştık. Siyasal iktidar ve idari makamlar da bu tasfiye sürecinde çok titiz davranılacağı, kurunun yanında yaşın da yanmasına müsaade edilmeyeceği ve tüm işlemlerin hukuk kuralları çerçevesinde yürütüleceğini ifade etmişlerdir. Sendikamızca Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılan görüşmelerde de aynı husus vurgulanmış, en yetkili ağızlardan hassasiyetle gerekli işlemlerin yapılacağı ifade edilmiş, suçsuz, mağdur kimseler varsa yapılacak adil soruşturma süreçlerinden sonra görevlerine kesin olarak iade edilecekleri ifade edilmiştir.
Ancak görünen odur ki, 672 sayılı OHAL KHK’si ile kamu görevinden çıkarılan kişiler hakkında yürütülen soruşturmalarda beklenen hassasiyetin gösterilmediği, hukukun evrensel ilkelerine riayet edilmediği izlenimi hasıl olmuştur. Hakkında soruşturma yürütülen kişilerin savunmalarının alınmadığı, gerekçe sunulmadığı, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte delillerin var olup olmadığına bakılmaksızın kamu görevinden çıkarma işlemlerinin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Burada mağdur olduğunu düşünen kimselerin izleyebileceği hukuki yol hakkında da kısaca bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. İçinde olduğumuz Olağanüstü Hal düzeni ve söz konusu ihraçların bir olağanüstü KHK ile yapılmış olması durumu hukuken tartışmalı bir duruma getirmiştir.
Burada daha önce bir benzerini yaşadığımız 6528 sayılı yasa ile okul yöneticilerinin doğrudan görevden alınması süreci hatırlanmalıdır. O süreçte gerek görevden almalara karşı yapılan itirazlardan sonra açılan davalar, gerekse de doğrudan itirazda bulunulmaksızın açılan davalar esastan incelenerek karara bağlanmıştır. Bu doğrultuda mağdur olan kimseler öncelikle itiraz dilekçesi vererek kendine yönelik bireysel işlem tesis ettirdikten sonra dava yoluna gidebilecekleri gibi (Sendikamızca o dönem bu yol izlenmiş ve davaların görülmesinde hiçbir sorun da yaşanmamıştır); KHK hükmü neticesinde 01.09.2016 tarihi itibarı ile meslekten ihraç edilmesine karşı da doğrudan dava açabilecektir. İtiraz usulünün KHK hükümlerinde öngörülmemiş olmasının itiraza engel olmadığı, idari işlemlere karşı itiraz hakkı konusundaki genel kuralların burada da geçerli olacağını belirtmek gerekir. Bunun yanında hatırlatmak gerekir ki, o süreçte birçok idare mahkemesi yasa hükmü ile görevden alınmış olması nedeni ile ortada bir idari işlem olmadığı, dolayısıyla idari davaya konu edilemeyeceği yönünde kararlar vermişse de, Danıştay bu konuda bu davaların esasına girilmesi gerektiği yönünde görüşünü netleştirmişti. Yani doğrudan dava açma yolunun da mümkün olabileceği kanaatindeyiz.
Burada mahkemelerin kişilerin yargısal yollara başvurma hakkını ortadan kaldırmaya yönelik kararlar vermemesi gerektiğini ve davaların esasına girerek titiz inceleme yapması zorunluluğunu ifade etmek gerekir. Sonuç olarak mağdur olduğunu düşünenlerin bu yollara başvurabilmeleri mümkündür. Sonrasında da Anayasa Mahkemesi ve AİHM yolu açıktır. Belirtmek gerekir ki; paralel yapı üyesi olduğu iddiası nedeniyle kamu görevinden çıkarılan MEB personeli arasında Sendikamız üyesi yok denecek kadar az sayıdadır. Ancak edinilen bilgiler, kesinlikle bu yapıyla ilgisi olmayan bir kısım kamu görevlilerinin de mağdur edildiği yönündedir. Demokratik kitle örgütü olma bilincimiz, sendikamız üyesi olsun olmasın, 1 kişinin bile mağdur edilmesine sessiz kalmaya imkan bırakmamaktadır. Kaldı ki, yürütülen soruşturmalarda evrensel hukuk ilkelerine riayet edilmemiş olması bu yapıyla mücadeledeki en büyük zafiyet olacaktır. Bu kurallara uyulmaksızın tesis edilen işlemler en nihayetinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilecek ve bu konuda açılan binlerce davada ülkemiz, yine vatandaşlarının cebinden çıkacak milyonlarca liralık tazminat ödemekle karşı karşıya kalacak ve ülkemiz yargı sisteminin evrenselliği yine tüm dünya nazarında zedelenecektir. Diğer yandan KHK’lar ile ilgili bir başka endişe de olağanüstü hal ile ilgisiz konuların KHK kapsamında devreye sokulması, yandaş, kayırıcı ve kadrolaşma faaliyetinin fırsat bilinmesidir.
673 sayılı KHK’nın 8. maddesinde, darbe sonrası geçici olarak görevinden uzaklaştırılanların görevine iadelerinde, mevcut görevlerine değil, başka görevlere iade edilebileceği yönünde bir hüküm göze çarpmaktadır. Tam bir keyfiyet ve kadrolaşma zihniyetinin ürünü bu hükmün gerekçesi izah edilemez. Paralel yapı üyesi olduğu iddiasıyla görevden el çektirilen personelin iade edilmesi bu yapıyla ilgisinin bulunmadığının tespit edildiğini akla getirmektedir. O halde bu yapıyla ilgisi olmayan kişiler mevcut görevlerinden neden alınmaktadır? Paralel Yapı üyesi olduğu düşünülüyorsa neden göreve iade edilmektedir? Ayrıca görevden almalar sadece Paralel Yapı üyesi iddiası ile değil, sosyal medya paylaşımlarındaki eleştiriler gerekçesiyle de gerçekleşmiştir. Bu nedenle eleştiri hakkını kullanan mevcut iktidara muhalif düşüncede olan kamu görevlilerinin de bu imkanla tasfiye edileceği endişesi yaygın kanaattir. Bu çelişkili uygulamanın kadrolaşma ve fırsat bilme dışında başkaca bir gerekçeyle açıklanması olanaksızdır.
Benzer şekilde 674 sayılı KHK’nın 2. maddesinde, Maarif Vakfı Kanunu’na eklenmek üzere, “Mütevelli heyetine ödenecek huzur hakkı ise Milli Eğitim Bakanı tarafından belirlenir”denilmiştir. Bu düzenlemenin Paralel Yapıyla mücadele ile ya da olağanüstü hal ile ne ilgisi vardır? KHK’ların amacı dışında kullanıldığının en açık örneklerinden olan bu düzenleme açıkça Anayasaya aykırıdır. Bir başka kabul edilemez düzenleme de 674 sayılı KHK’nın 2. maddesinde yer alan sözleşmeli öğretmen atamasıdır. Dershane ve etüt eğitim merkezlerinde çalışmış öğretmenlerin KPSS şartı aranmaksızın, sözlü sınav ile sözleşmeli öğretmen olarak atanmasına olanak tanınmıştır. Ülkemizde “atanamayan öğretmenler” başlığında sosyolojik bir gerçekliğin varlığı ortadayken, sözleşmeli öğretmenlik uygulamasının yanlışlığını kezlerce ifade etmiş ve bu uygulamaya da dava açtığımızı duyurmuştuk. KHK ile söz konusu olacak sözleşmeli öğretmen atamasının da tam olarak fırsatçı bir anlayışın ürünü olduğunu belirtmek gerekir. Bunun da kabul edilmesi mümkün değildir.
  • AKP hükümetini ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı tekrar uyarıyoruz    ;
Savunma hakkı tanınmaksızın kamu görevinden çıkarılanların itirazları dikkate alınarak durumları yeniden değerlendirilmeli, hakkında kesin, somut ve objektif deliller (AS: nesnel kanıtlar) bulunmayan kamu görevlileri görevlerine iade edilmelidir. OHAL KHK’lerinin amacı dışında, yasama organının yetkisinin gasp edilmesi ile kullanılmasından da vazgeçilmelidir.
Bundan sonraki süreçte mücadelenin daha keskinleşeceği ortadır. Eğitim-İş olarak demokratik ve meşru zeminde sendikal mücadelemizi daha da etkin sürdüreceğimizi vurguluyoruz.
MERKEZ YÖNETİM KURULU

====================================

Dostlar,

Yukarıdaki açıklamayı biz de bir EĞİTİM İŞ üyesi olarak onaylıyoruz. Ancak açıklamanın dilini çooook eski bulduk ve üzüldük.. EĞİTİM-İŞ, Atatürk Devrimlerini benimsemiş bir Sendika olarak, Dil Devrimi‘ne de bilinç ve kararlılıkla sahip çıkmalı..

Sevgi ve saygı ile.
16 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
EĞİTİM İŞ Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

“92. YILINDA CUMHURİYET ve DEMOKRASİ”

Dostlar,

Dün, 28 Ekim 2015 günü Yüksek Ticaretliler Derneği Ankara Şubesi‘nde çok hoş bir konferans dinledik. Dernek Başkanı sevgili dostumuz Davut Özdemir ve ark. nın çabasıyla düzenlenen konferansın konusu Cumhuriyetimizin 92. Yıldönümü idi.

Çağrılı konuşmacı Sayın Hüseyin Önder,

92. YILINDA CUMHURİYET ve DEMOKRASİ” 

başlıklı bir görsel sunu yaptı. 49 yansıdan oluşan sunu, yer yer sokakta insanlarla demokrasi – cumhuriyet konusunda söyleşileri de içeriyordu. “Yurdum insanı” ne yazık ki bu 2 bağlantılı hatta içiçe kavram hakkında “gene” kulaktan dolma, bilgiye dayanmayan “kendince fikir” sahibi idi.

Yansı içerikleri çok oldukça varsıl idi ve Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın Cumhuriyet’i kurma öyküsü, bu rejime aşkı, çok partili yaşama geçiş çabaları,
çok partili yaşama geçişi teşvik etmesi, kendi kurduğu parti CHP’yi eleştirisi..
Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırma tasarımı ve yaşanan olağanüstü sorunlar,
güçlükler..

Konuşmacı Sayın Hüseyin Önder çok birikimli ve ATATÜRK Devrimlerini,
yakın Cumhuriyet tarihimizi içselleştirmiş bir aydın olarak içten bir sunu yaptı.
Katılımcıları sürece kattı, sunusu sırasında soru ve katkı aldı ve 2 saati bulan etkileşimli (interaktif) bir aydınlanma süreci yaşandı. Oturumu yöneten Yüksek Ticaretliler Derneği Ankara Şubesi başkanı sayın Davut Özdemir, son bölümde ek soru ve katkıları aldı.
Ardından Derneğin salonlarında kokteyl verildi ve katılımcılar ayaküstü söyleşilerini sürdürdüler..

Sayın Hüseyin Önder‘den sunumunun örneğini rica ettik ve sağolsunlar, kırmadan verdiler.
Web sitemizde yayımlama iznini de.. Kendilerine çok teşekkür ederek bu güzelim sunumu paylaşmak istiyoruz. Lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayarak izler misiniz??

CUMHURIYET’in_92.Yili_Huseyin_Onder

Sevgi ve saygı ile.
29 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

FİKRET OTYAM.. USTA’m UĞURLAR OLA..


FİKRET OTYAM..
USTA’m UĞURLAR OLA..

AYDINLIK‘taki son yazısı :

AYDINLIK, 25 Nisan 2015

Defterimin arasından bir kâğıt düştü, sinirli bir anımda yazmışım; eğri büğrü satırlarımdan belli:

“Teyzemi bulamadım, Yemen kazan biz kepçe. Hele başkent San’a’da teyzemi aramadığımız sokak, ev kalmadı neredeyse. Bugün Kenya’ya uçuyoruz. Olanak bulursak fotoğraf çekmek için aslan ve fil avına katılacağız.”

Kâğıdı yeniden defterimin arasına yerleştirdim, üzgün.

Neden Kuzey Yemen? Ne işimiz vardı burada? Türkiye neresi,Yemen neresi? Sanki gitmekle, uçmakla bitmeyecekmiş gibi gelen bir yol, bir yolculuk! Annemin ve babamın yüzünden!
Ve yine anam düştü aklıma!

Karanfil Yemen’de biter 
Kına efil efil tüter
Koyuverin de Musa’m gelsin
Zabitin ettiği yeter!

Yemen’e gidenlerin ardından söylenen Anadolu türkülerinden… Bir kırmızı gül müydü,
karanfil miydi yaşamasız elindeki çiçek? Anımsamıyorum, ama kırmızıydı.
Dudaklarını oynatmak istiyordu, istiyordu ama oynatamıyordu ve çıkmıyordu sesi!
O, buğulu kara gözleriyle bakıyordu bir noktaya, hep bir noktaya…

“Ağabeyimi mi soruyorsun ana, beni anladıysan, beni duyduysan başını salla hafifçe,
olmazsa gözlerini kırpıştır, olmaz mı? Ama zorlama kendini.”

Dudaklarını oynatmak istiyordu; elinde, o yaşamasız elinde kırmızı çiçek!
Karanfil miydi, gül müydü acep?

İlkin, o kırmızı çiçek düştü elinden, gevşeyen parmaklarının arasından, o fersiz gözleri daha bir söndü ve yumuldu yavaş yavaş! Bir şeyler demek istedi son bir çabayla, diyemedi!
Sarıldım boynuna, hafifçe düştü başı kollarıma ve anam ölmüştü! Onu, bu güzel insanı,
beni doğuran, beni büyüten, ninniler masallar söyleyen, leğene koyup misk kokulu sabunlarla gıcır gıcır yıkayan, en sevdiğim yemekleri yapan, hastalanınca başımdan ayrılmayan,
günlerce uykusuz kalan, beni seven, beni kollayan anamı artık göremeyecektim yaşadığım sürece! İnanamıyorum anamın öldüğüne, öleceğine!

ANALAR ÖLMEMELİ

Analar ölmemeli, çocuklar, babalar, kardeşler, yani tüm insanlar ölmemeliydi. Ölmemeliydi ama doğa yasası bu, tüm canlılar sırası gelende öleceklerdi ve ölüyorlardı! Sıra anama gelmişti demek! Ellerini tuttum, kapandım üzerine, ağladım, ağladım, yanakları yine sıcacıktı,

“Bir şeyler söyle ana,” diyordum, “n’olur aç gözlerini, aç konuş, oğlum de, yavrum de, sev beni, okşa o pamuk ellerinle!”

Anam yaşamıyordu artık, ne yaptıysak, ne ettiysek, hayır, artık yaşamıyordu. Nice analar gibi
O da toprak olacaktı artık; zordu bunu kabul etmek, buna inanmak. Ama gerçekti işte,
işte önümde soluksuz yatıyordu döşeğinde! Anam Naciye, Konya’nın Beyşehir İlçesi’nden Kolağası Osman Efendi’nin kızlarından birisi, öteki kızın adı Zülfiye.

Kolağası Beyşehirli Osman’ı topraklarımız arasında bulunan Yemen’e gönderdiler görevle, yıllar, ama yıllar önce, taa Osmanlı İmparatorluğu sırasında. Yemen, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeydi ve bizim ülkemiz sayılıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu da eski gücünü, yüceliğini giderek yitiriyordu.Yemen halkı da Osmanlı sınırları içinde olan nice ülkeler gibi başkaldırıyordu Osmanlı’ya! Zeydi Aşireti’nin başı
İmam Yahya da ülkesinde yönetime başkaldırmıştı; yöresel savaşlar oluyordu ardı ardına,
kanlı savaşlar… Anavatandan çok, ama çok uzak bu topraklara asker mi dayanırdı, top tüfek mi? Bin bir zorlukla geliyordu askerler, savaş araç ve gereçleri, bin bir zorlukla..

Akın akın asker gönderiliyordu Yemen topraklarına. Bunların arasında Eczacı mülazım Vasıf İbrahim de vardı, gönüllü katılmıştı orduya. İstanbul’dan gemiye binip bir buçuk ay sonra
ayak basmışlardı Yemen topraklarına binlerce Anadolu evladı, asker, subay, yük taşıyacak katırlar, toplar tüfeklerle. Yemen’e gönüllü gidenlerden Eczacı Teğmen Vasıf İbrahim, gençliğinin on yılını bu topraklarda geçirdi. İngilizlerin her türlü kışkırtmayı, yardımı yaptığı İmam Yahya kuvvetleri bir yandan, sonradan savaşa katılan İngilizler bir yandan,
savaşı iyice hızlandırdılar ve ordu sonunda yenik ve O da niceleri gibi tutsak düştü İngilizlere!

Kimileri evleniyordu tutsakken! Subaylara olanak tanıyordu İngilizler. Eczacıya “Seni de evlendirelim,” dedi arkadaşları, “kocasını savaşta yitirmiş bir hanım var, bizim şehit Kolağası Osman Efendi’nin kızı, gel sana alalım onu!”

Sonunda olur dedi, yüzünü görmediği bu kadınla evlendi. Naciye kadının ilk kocasından bir yetim oğlu vardı Mehdi adında. Bir de kız kardeşi vardı Naciye kadının, ipek saçlı, kara gözlü Zülfiye. Ne ki Zülfiye’nin o kapkara gözlerine gölge düşürmüştü çiçek hastalığı! Bundan mıdır nedir, yanık yanık türküler söylerdi, ağıtlar söylerdi, tıpkı anavatandaki analar, bacılar gibi!

BARIŞ… BARIŞ… BARIŞ…

İnsanlar anladılar sonunda, savaşın yanı sıra barış diye bir şey vardır! Neden vuruşurlar, neden öldürürler birbirlerini acımasız, neden evler ocaklar yıkılır, çocuklar babasız kalır?
Evet, barış, bunlar artık olmasın diyedir. Barış anlaşması imzalandı, esirler dönecekler ülkelerine artık.

Kocaman bir vapur yanaştı Hüdeyde Limanı’na. Baron Bek adlı bir yolcu vapurudur bu.
Esirleri İstanbul’a götürecek, bir Alman vapuru, kocaman! Eczacı artık binbaşıdır, karısı Naciye, üvey oğlu Mehdi, karısının kardeşi Zülfiye de sıradaydı gemiye bineceklerin sırasında.
İngilizler ellerindeki listelere bakarak esirleri bindirdiler Baron Bek’e ve sıra onlara geldi. Savaşı kazanmış İngilizler kendi havalarındaydılar, gururlu, şımarık, “Sen,” dediler Zülfiye’ye, “Sen binemezsin vapura, burada kalacaksın!..” Bir tartışmadır başladı ve uzun sürdü, Zülfiye de bir Türk komutanının kızıydı ve Türk uyrukluydu, O’nun da sayılması gerekliydi ve tutsak olduğu için anlaşmaya göre elbette binecekti esir taşıyan vapura! Dikbaşlı İngilizler dayattılar, “Gidemez!” Sonuna kadar direttiler, konu yüksek komutanlara ulaştı, burada da tartışmalar sürüp gitti, haber geldi ki, “Naciye gidebilir, çünkü o tutsak bir Türk subayının eşidir.
Çocuk Mehdi de gidebilir, çünkü o da tutsak  subayın oğludur, ama Zülfiye gidemez,
evli değildir, gidemez!”

Bakmıştır Zülfiye kız, köpükler bırakarak giderek küçülen vapurun ardından, sürmüştür ağlaması, çok sürmüştür. Neden sürmesin? Yoktur kimi kimsesi artık, hiç yoktur, yapayalnız kalmıştır Yemen denen o elden çıkmış, sözüm ona vatan sayılan topraklarda, bir zaman
vatan sayılan topraklarda, limanında, kucağında bohçası, bir başına!

İstanbul’a döndükten sonra çok aratmışlar, gelenden, gidenden, orada kalanlardan
haber sormuşlar. Çocukluğumdan beri tek düşüm gidip teyzemi bulmak; İngilizlerin salmadığı, bohçasıyla Hüdeyde Limanı’nda, çöl Yemen’de bir başına boydak kalakalan teyzemi,
anam yadigarını.

===========================================

Dostlar,

Türkiye’miz bunca yangın yeri iken, üstüne üstlük bir de, Fikret Otyam nam seçkin vatan evladını yitirdik. 1926 doğumlu idi, 89 yıl dolu dolu yaşamıştı acıları ve sevinçleri ile.
Bizi en çok etkileyen sanat yapıtları içinde, Anadolu kadınlarınının yüzlerini resmettikleri
başta geliyor..

Ne denli iridir O caaanım Anadolu kadınlarının gözleri.. Yüzlerinin üst yarısı neredeyse gözleridir.. Göz göz olmuştur Anadolu kadını da bize neler neler demektedir!?..

Gözlerime, gözlerimin içine, gözlerimin derinliklerine bakın.. Anlarsınız derdimi, meramımı.. diye haykırmaktadır o bakışları ile adeta..

Otyam ustanın görsel sanat yapıtları düşsel kurgular, fantastik imgelemler (imaginations) temelli değildir.

Ya nedir; esinini doğrudan yaşamdan alarak beslenmiş ve tuvallere Otyam’ın “parmaklarından” (fırçadan değil!) resmedilmişlerdir. Anadolu’yu, özellikle Doğu’yu özellikle dağ taş gezmiş, benzersiz kareler çekmiş ve doğrudan o yaşantı ortamlarında deyim yerinde ise “şarj” olmuştur.

Gördükleridir o iri mi iri kara gözler Anadolu kadınlarının leçeklerinin, yemenilerinin, tüllerinin, başörtülerinin (ama asla günümüzdeki gibi siyaset alet edilen İslamın türbanı gibi değil!) gerisinde.. Otyam usta ie göz göze gelmiş ve iletilerini Usta’nın yüreğinin derinliklerine
sözsüz olarak (non-verbal) deyim yerinde ise ekmişlerdir. Tohumlamışlardır Utyam Usta’yı
o acılı mı acılı iletileriyle.. “Doğurmak” kalmıştır Fikret Otyam ustaya, sancılı doğumlar..

Konuş(a)mamış ama daha derinlerden özdeşim (empati, diğerkamlık) kurarak Otyam Usta ile “hemhal” olmuşlardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Küreselleşme şiirinde benzersiz ustalıkla kullandığı biçimde “birbirlerini yaşamışlar” dır!
Batı kökenli Empati‘nin en yetenekli tanımı bir ozanımızdan : “Birbirini yaşamak“..

Kolay mıdır bunca içkin içkin ürün ortaya koymak?!
Onların her
Hangi gönül pınarı dayanır bu varsıl mı varsıl aktarımlara?
Kurur da gider birkaç üründen sonra..
Onların her biri birer ciğer paresidir derinlerden kopup da gelen..

Otyam Usta’yı halkı, Anadolu insanı ve O’nun kültürü, acılı yaşam biçimi bilemiş ve yontmuştur. O ekinin (kültürün) ayrılmaz bir parçası olarak da Otyam Usta içinde, yüreğinde, beyninde bir rezonans üretebilmiş, onu algılayabilmiş ve yapıtlarına yansıtabilmiştir.

Bu, Otyam’ın ardına dek açılmış olan “Gönül gözü” nün objektifidir, tuvalidir, daktiolosudur..

Fikret Otyam bir Cumhuriyet aydını ve sanatçısıdır.

Fikrat Otyam, Atatürk Türkiye’sinin AYDINLANMA DEVRİMİ’nin ürünüdür.

Otyam, Toplumcu (Sosyalist) bir sanatçıdır.
Sanatını topluma adamış, onun sorunlarını, güzelliklerini, öykünmelerini, çözümlerini, iletilerini taşımıştır bize. Bu iletiler, kültürel kodlar her zaman çok açık olmayabilir. O kodları çözmek yaman iştir, Devrimci sanatçının her şeye karşın yılgınlaşmaya, hele hele yabancılaşmaya
hiç mi hiç hakkının olmadığı nice alınterleriyle sulanmak gerekir.

Fikret Otyam Usta ve can yoldaşı, sanatçı dostu Filiz Otyam işte böyle üretken, onurlu,
devrimci – toplumcu sanatçıya yaraşan, Atatürk Devrimlerine tarihsel karşı sorumluluklarını sonuna dek yerine getiren bir yaşam sürdüler.

Selam olsun Otyam’a, Fazıl Hüsnü’ye de, Behçet Kemal’e de, Mehmet Akif’e,
arkadaşın Orhan Kemal’e, çok acılı ezgilerin benzersiz terennümcüsü Selda Bağcan’a da..

Selam olsun Anadolu Erenlerine.. Hacıbektaş’a, Saltık Sultan’a, Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’a, Pir Sultan’a, Aşık Veysel’e…

Selam olsun Mustafa Kemal Paşa‘nın canlandırdığı – harladığı, Osmanlı şalını kaldırarak
yol verdiği kadim Anadolu kültürüne ve Anadolu Rönesansı’na..

Bu topraklar, bu halk, dinci – mezhepçi – faşist – kanlı totaliter başkancı rejimler dayatan
tarih artıklarını kesinkes tasfiye ederek Uygarlıklar Beşiği Anadolu mirasını geleceğe taşıyacaktır. Anadolu, Dünya uygarlık ve kültür birikimine değerli katkılar sunacaktır.

Fikret Otyam Usta, sen rahat uyu, bu böyledir ve sen bu kadim gerçeği içinde besleyerek yaşadın.. Üstüne düşeni fazlasıyla yaptın. Bizebir borcun yok, ama biz sana çook borçluyuz ve ne yapmamız gerektiğini biliyoruz: emin ol yapacağız, başaracağız!

Sevgi ve saygı ile.
9 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Mahzuni özlemi…

Mahzuni özlemi…

Rıza Zelyut


Rıza Zelyut
rizazelyut@gmail.com 
AYDINLIK, 19 Mayıs 2015

13 yıl önce aramızdan ayrılan Mahzuni Şerif’in farkına 1965 yılında varmıştım.
Okul yıllarımda plaklarını aldım, devrimci gazetelerde çıkan şiirlerini topladım.
Bunlardan bir kısmını 1982’de yayımlanan Halk Şiirinde Gerçekçilik adlı kitabımda verdim.

Mahzuni Şerif; Türk halk edebiyatının halk ozanları kolundan gelen büyük sanatçılarımızdan birisi oldu. O; aslında eski Türk din adamları şamanların modern bir temsilcisiydi.
Tıpkı Neşet Ertaş gibi…

O’nda Alevi-Bektaşi edebiyatının duyarlılığı vardı ve bu yüzden kendisine Mahzuni Baba derdim. Bu inançsal duyarlılığı O, kısa sürede 1960’larda hızla yayılan devrimci düşüncenin
bir sesine çevirdi.

Mahzuni; geleneksel duyarlılığı, devrimci bir ozan duyarlılığıyla buluşturmada çok başarılı oldu. Türkülerini fazla sloganlaştırmadan, insanın yüreğine inecek biçimde verdi.
Kimi zaman da sertleşip “Yuh Yuh!” çektirdi.

ATATÜRK’ÜN YOLUNDA

Mahzuni Şerif, devrimci halk ozanları içinde halkımızın acılarını, sıkıntılarını dile getirirken; çözüm olarak da Atatürk’ün yolunu işaret etmekteydi.

Öbür büyük Alevi ozanları gibi O da Cumhuriyet değerlerine ve Atatürk devrimlerine
bütün kalbiyle bağlıydı. Özellikle 1980 darbesinden sonra Türkiye’de ortaya çıkan gerici gelişmeyi görünce, büyük Atatürk’ün önemini daha bir kavramıştı. Bunu, her karşılaşmamızda dile getirmiş, hele hele Hakk’a yürüyüşünden iki yıl önce Ankara’da evinde beni konuk ettiği gün uzun uzun anlatmıştı.

O; devrimciliğini gerçekçi bir tabana oturtmak gereğini hissetmiş; halkımıza çıkış kapısı
olarak da Atatürk devrimlerini göstermiştir. Atatürk’e bağlılığı o kadar ileriydi ki,
bunu ünlü “Sarı saçlım mavi gözlüm” destanıyla taçlandırmıştır.

“Sana hasret sana vurgun gönlümüz
Neredesin mavi gözlüm
Nerde, nerde, nerdesin doost?
Bu gemi bu Karadeniz
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde, nerde, nerdesin doost? 

Ararım izini Dolmabahçe’den
Bir daha dönmez mi bu yola giden
Nerde, nerde, nerdesin dost?
İçimde sen, gözümde sen
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde, nerde, nerdesin doost?

Bulutlar terinden, dağlar kokundan
Sarhoştur sevdiğim, Mahzuni bundan
Bir daha gel, gel Samsun’dan
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde, nerde, nerdesin doost?

ALEVİLERE VASİYETİ

Mahzuni Baba, bu destanıyla Alevilere ölümsüz bir mesaj da bırakmıştır.
Onlara;

“Atatürk’ü benim gibi derinden sevin ve O’nun yolundan asla ayrılmayın!”

mesajı vermiştir. İnanmayan yukarıdaki deyişi yeniden okusun da O’nun Atatürk’e
ne denli bağlı olduğunu anlasın.

Önümüzdeki seçimde gerçek Alevilere düşen görev de Mahzuni Baba’nın öğüdüne ve vasiyetine göre davranmaktır.

Yani;

Hangi parti Atatürk’ün vasiyetine sahip çıkıyorsa,
Alevilere düşen de o partiye sahip çıkmaktır.

Atatürk’ten hesap soracağını söyleyen İslamdışıcı sahte Alevilere, Atatürk’ü düşman ilan eden bölücülere, Atatürk düşmanı türbancı – imam hatipçileri yanına danışman alan
sahte sosyal demokratlara Aleviler oy verirler ise, Mahzuni Şerif’in kemiklerini sızlatırlar…

***
Nasıl da özledim alçakgönüllülük anıtı Mahzuni Baba’yı…
Ve onun “sarı saçlı mavi gözlü”sünü..