Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

30 Ağustos Zaferi ve Laik Cumhuriyetimiz

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Cumhuriyet Tarihçisi
08.2023 / Güre

30 Ağustos’ta kazanılan büyük zaferin, yüz birinci yıl dönümündeyiz. Bu zaferin, laik Cumhuriyete  uzanan yoldaki en önemli kilometre taşı olduğu biliniyor. Zaferin Cumhuriyetle taçlandırılması sayesinde de uygar dünyadaki yerimizi almıştık. Bir başka deyişle, 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos’ta sona eren kanlı boğuşma, Gazi Mustafa Kemal’in zihninde biçimlendirdiği laik cumhuriyet hedefine yönelikti.

Zaferin doksan dokuzuncu yıl dönümünde kaleme aldığımız yazımızın başlığı, “30 Ağustos Zafer Kutlaması ve Tepkisel Bir Çığlık!”tı. Yüzüncü yıl dönümü yazımızı da “30 Ağustos Zafer Kutlamasının Yüzüncü Yıl Dönümüne Düşen Gölge!” olarak adlandırmıştık. Geride bıraktığımız iki yıl içinde “tepkisel çığlık” da, “gölge” de büyüdü ve giderek büyümekte! Bu nedenle, tanıklık etmekte olduğumuz yüz birinci yıl dönümünde, yüreklere kazıdığımız zaferin büyüklüğünü saklı tutarak, bir kez daha “Atatürk Cumhuriyeti” ne yönelik tehditlere ve kuşatmaya dikkat çekmeye çalışacağız.

Milat öncesi dönemlerden beri Türklerin kezlerce girip çıktıkları, 1071’den bu yana da kapıları ardına dek Türklere açılmış olan, tarihin akışında üzerinde pek çok egemenlik çatışmasının yaşandığı, 620 yıllık Osmanlı egemenliğinin çöküş sürecinde ise kurtlar sofrasında paylaşıma sürüklenen ve sonunda Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde verilmiş olan üç buçuk yıllık kanlı bir Milli Mücadele sonrası Türk’e yurt yapılan Anadolu coğrafyasında; tarihin tanıklık ettiği büyük bir devrimle kuruluşu gerçekleştirilen Cumhuriyetimizin, daha doğduğu gün boğulmaya çalışıldığı asla unutulmamalıdır.

Anadolu coğrafyası üzerinde, hem içeride hem de dış dünyadaki etkileri büyük olan bu devrim gerçekleştiği sırada, örneğin 1918-1939 arasında, Meclisleri açık olan  ve bir biçimde demokratik kurumları işleyen ülke sayısı  Avrupa’da beş, Amerika’da beş olmak üzere toplam on dolayındaydı.[1] Bu nedenledir ki; Osmanlı artığı topraklar üzerinde yaşayan özellikle saltanat ve halifelik yanlıları, cumhuriyetin erdemini kavrayamadıkları veya kavramak istemedikleri için ya doğrudan ya da dolaylı biçimde onu doğduğu andan başlayarak boğmaya çalışmışlardır. 1920’lerin mütareke basını olarak adlandırılan dönem gazetelerinin sayfaları, bu doğrultuda çok sayıda ihanet örneğini sunar. Biz burada, yalnızca İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi, yerli işbirlikçi, Damat Ferit’in gözde (AS: ve sözde!) din adamlarından ve işgal döneminde “Dârü’l Hikmeti’l İslamiye” (Yüksek İslâm Şûrası benzeri bir kurum) üyesi yapıldıktan sonra Ayasofya Camisi minberinde vaaz vermeye başlayan Hafız İsmail örneğini vermekle yetinelim. Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılırken minberde Millicileri isyancı olarak anan hafız, dinleyicilerinden o “taife-i bagiyle” yani isyancı grupla (Atatürk ve arkadaşları) Allah ve O’nun halifesine itaat edinceye kadar savaşmalarını ister ve ‘Kur’an’ın emrettiği gibi bunlarla mücadele etmenin tüm Müslümanlara farz olduğunu’ söyler.[2] O, Anadolu’da filizlenen Türk ihtilalinin Cumhuriyete dönüşeceğini de ilk sezenlerden biridir. Daha 1920 Nisan’ında, Ayasofya’da bunu dillendirdiği görülür. Cumhuriyet karşıtı hafız, ‘Dünyada İngiltere, İtalya, Japonya devletlerinden maada hükümetler cumhuriyete inkılap ettiler. Biz ise hükümdarsız, halifesiz hiç de payidar olamaz bir milletiz. Dinimiz, kesinlikle bunu gerektirir.’ [3] der.

Yüz yıl öncesinin iktidar sahibi sultanları, Damat Ferit hükümetleri ve işbirlikçileri Cumhuriyeti, doğduğu gün böylesi bir nefretle boğmaya koyulmuşlardı. Bugün de yıllara yayıp, ilmik ilmik örgüleyerek kurdukları tek adam rejiminin başında oturan bugünkü Sultan, iktidarları pekiştikçe özgüven tazeleyen bürokrasinin tepesindeki etkili ve yetkililer, yine iktidardan güç alan tarikat ve cemaatler ile kuşkusuz günümüzün yerli işbirlikçileri, laik Cumhuriyeti boğma tasarımını (projesini) sonlandırma uğraşı içindedirler. İktidar sahiplerinin çekinmeden dillendirdikleri “kindar bir nesil yetiştirme” söyleminin itici gücü, yüz yıl önce duyulan kinden pompalanan ve bir türlü kesilip atılamayan kanın aktığı damardır. Bu durumda dünün Hafız İsmail’i ile Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, ‘benim söyleyemediklerimi söylüyor’ dediği bugünün Halil Konakçı’sı veya daha da çoğaltılabilecek öbür örnekleri arasında  –yaşadıkları zaman diliminin dışında– herhangi bir fark olduğunu söylemek olanaklı mıdır?

Her şeyden önce Anayasa Mahkemesi’nin, bugünkü iktidar partisi AKP’nin,
laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu, ancak kapatılma yerine
hazine yardımının kesilmesi yolundaki kararının,
25 Temmuz 2008 tarihli resmi gazetede yayımlanmış olduğunu unutmamak gerekir.

Dönemin Barolar Birliği Genel Başkanı Özdemir Özok da, mahkemenin AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” yolundaki anılan kararının bu partiye yönelik “kesin” bir uyarı olması nedeniyle son derece önemli olduğunu vurgulamış ve ‘AKP eğer bundan böyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dikkatinin üzerinde olduğu bilinciyle hareket edip kendisine çeki düzen vermeyi başarabilirse, bu hem halkın % 47’sinin oyunu alarak iktidar olma şansını elinde bulunduran AKP, hem de Türkiye için yararlı olacaktır. Aksi tutum ve davranışlar hem AKP’nin geleceği, hem de ülkemiz için telafisi olanaksız sonuçlar doğurur.[4] içerikli bir değerlendirme yapmıştı.

Ne ki, söz konusu yüksek mahkeme kararının üzerinden geçen on beş yılın sonunda iktidar partisi AKP, aksine laiklik ilkesini eylemli olarak ortadan kaldırmış, anayasayı kezlerce çiğneyerek (ihlal ederek) anayasal düzeni alt üst etmiş ve –ne acıdır ki– şimdi artık neredeyse teokratik (dinci) devleti yaşama geçirme aşamasına ulaşmıştır.

Bilindiği gibi Mustafa Kemal Atatürk, 1920’lerde başlatmış olduğu devrimci yürüyüş sürecinde laik-demokratik Cumhuriyet’in önündeki saltanat, hilafet, medrese eğitimi, şer’i hukuk, çağ dışı kılık kıyafet, kimi Orta Çağ kurum ve kuruluşları gibi engel taşlarını, gerektiğinde devrim yasaları ve anayasal düzenlemeler eşliğinde birer birer kaldırmıştı. Büyük ölçüde yara almış olsa da Atatürk Cumhuriyeti’nin laik kurumları ve devrim yasaları, şimdilerde sözüm ona yürürlüktedir. Örneğin, Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) henüz bütünüyle yürürlükten kaldırılmış değil. Ancak büyük devrimcinin, yüz yıl önce birer birer kaldırmış olduğu engel taşlarının, yeniden yerlerine konmakta olduğu da somut bir gerçektir.

  • Ulus olarak yüz yüze kaldığımız bu görünüm (tablo) nedeniyle itiraf edelim ki,
    hepimiz bir ölçüde suçluyuz!
  • Laik kurumlarıyla ayrıcalıklı bir yeri olan Atatürk Cumhuriyeti’ni koruyamadık!

Aydın sorumluluğu ile hareket edip, bireysel ya da küçük öbeklerle kurumsal tepkiler veren, bu nedenle de bedeller ödeyen ve ödemekte olan “namuslular cephesi”nin çabaları da şimdilik laik Cumhuriyet kuşatmasını yaramamıştır.

Yapılması gereken; uçurumun kenarındaki Atatürk Cumhuriyeti’ne, kuşkusuz demokratik kurallar doğrultusunda ve bir jakoben duyarlılığı ile –Atatürk gibi– kol kanat gerip, savunmak ve gerici kuşatmadan kurtardıktan sonra kuruluş felsefesi doğrultusunda siyasa üretmektir.

30 Ağustos’un 101. yıldönümünde Başkumandan Büyük Atatürk’ü, onun dava ve silah arkadaşlarını, ayrıca Duatepe’de, Kocatepe’de, Zafertepe’de ve Dumlupınar’da can veren şehitlerimizi, merhum gazilerimizi… saygı, gönül borcu ve rahmetle anıyoruz.

[1] Fabio L. Grassi, Atatürk, Çev. Eren Yücesin Canday, İstanbul, 2009, s. 9.
[2] Alemdar, 26 Nisan 1920’den akt: Şaduman Halıcı, “Ayasofya Camisi’nde bir yüzellilik”, Cumhuriyet, 20 Ağustos, 2023, s. 3
[3] Aynı yer
[4] Özdemir Özok, “Tarihi Karar”, TBB Dergisi, Sayı: 78, 2008, s. 26.

Zafer Bayramı Coşkulu Törenlerle Kutlanmalıdır

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral

Bugünkü sınırlarımız içinde bağımsız cumhuriyetimizin temeli üç askeri zafere (İnönü, Sakarya, Dumlupınar) ve bir siyasi zafere (Lozan) dayanır.

Kurtuluş savaşımızda Yunan ordusunun imha edildiği kesin sonuçlu muharebeler Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi (Dumlupınar), olağanüstü zor koşullarda zamanın en güçlü emperyalist devletlerine karşı ulusça kazanılmış büyük bir zaferdir (utkudur). Bu utku kazanılmasa idi Lozan Barış Antlaşması yapılamaz, Cumhuriyet ilan edilemez, devrimler yapılamaz, ülkemiz parçalanırdı.

Büyük Taarruz askeri açıdan ise, gerek planlama ve hazırlık, gerek taarruz için tertiplenme, gerekse planlandığı biçimde sevk ve idare edilmesi bakımından dünya harp tarihinde eşine az rastlanan zaferdir. Bu nedenlerle her yıldönümünde anımsanması ve hak ettiği  coşkuyla kutlanması ulusal birliğimiz ve ordu-ulus bütünleşmesi açısından önemlidir. Geçmişteki zaferlerden ortak gurur duymak ulus olmanın gereğidir.

Ancak, 2016 hain darbe girişimi fırsata çevrilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) karşı yapılan planlı darbe kapsamında TSK’ya ve ordu-ulus bütünleşmesine önemli ölçüde zararlar verilmiştir. Bu kapsamda ulusal bayramlarda TSK’nın gövde gösterisi olan görkemli geçit törenleri de yapılmamaktadır.

Bütün devletlerin tarihlerindeki önemli günlerde görkemli anma törenleri yapılır (ABD’de 4 Temmuz bağımsızlık günü, Fransa’da 14 Temmuz Bastil günü, Rusya’da 25 Haziran zafer günü, Yunanistan’da 25 Mart bağımsızlık günü….). Bu törenlerde silahlı kuvvetler halkın önünden coşkulu alkışlar arasında geçerken, ordunun silah sistemleri, eğitim ve disiplin düzeyi halka ve dünyaya gösterilir. Askeri lise öğrenciliğinden tugay komutanlığına dek çeşitli düzeylerde kişisel olarak katıldığım geçit törenlerinde halkın alkışları ile duyduğum gururu sürekli anımsarım.

Görkemli geçit törenleri ulusun da ordusu ile gurur duyması, güven tazelemesi için uygun fırsatlardır.

Törenlerin düzenli yapılması Ordunun silah sistemlerinin ve yeteneklerinin gösterilmesi dosta güven verdiği ölçüde düşmana da korku verir. Bu törenlerin yabancı askeri ataşelerce dikkatle izlenmesi bu nedenledir.

TSK’nın kuruluşundan gelen en önemli niteliği ulus-ordu (Ulusun Ordusu) olmasıdır. Törenlerin iptal edilmesi ordu-ulus bütünleşmesine zarar verir.

Törenlerin iptal edilmesinin nedeni kamuoyuna doyurucu biçimde açıklanamamıştır. Olsa olsa Enver Sedat örneği bir öldürü (suikast) korkusu olabilir. Cumhurbaşkanı yeri geldiğinde, olmadığı halde kendisinin “başkomutan” olduğunu söylemektedir. Kendi ordusundan korkan, askerine güvenmeyen bir kişi komutan olamaz. Böyle bir korku varsa gerekli güvenlik önlemlerini almak zor değildir.

  • Ordunun yeni bir darbe girişimi veya suikast yapmasından endişe varsa;
    tarikat bağlantılarını açıkça belli eden personele karşı hızlı ve etkili önlemler alınmalı, ;
    Orduya FETÖ benzeri başka tarikatların/cemaatlerin sızması önlenmelidir.

Bu iktidarın çok önemsediği Sultan 2. Abdülhamit de darbe korkusu ile donanmayı Haliç’te çürütmüş, orduda atışlı eğitimleri yasaklamış, Harp Okulu öğrencilerine tahta tüfekle eğitim yaptırmıştır. Bunun acı sonuçları Balkan Savaşındaki bozgunla yaşanmıştır.

Tarih okuyanlar ve tarihten ders çıkartabilenler bu coğrafyada yaşamanın güçlü orduya bağlı olduğunu görürler. Yalnızca güçlü olmak yetmez, gücü göstermek de önemlidir.

Görkemli geçit törenlerin yeniden yapılmaya başlanması ulusun ordusu ile gurur duyması, gücümüzün dünyaya gösterilmesi ve ulus olma bilincinin geliştirilmesi bakımından önemlidir.

Bu konu önümüzdeki 100. yıl Cumhuriyet bayramından başlanarak dikkate alınmalıdır.

 

ÖZELLEŞTİRME SERİ (ARDIŞIK) CİNAYETLERİ

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ardışık (seri) cinayetler, TV ve sinema filmleri ile polisiye romanların değişmez konularından biridir. Bir seri katilin, belirli bir sistemle cinayetler işlemesi, bir kenti hatta bir ülkeyi korku ile teslim almasını, polisin katili yakalamasını nefesimizi tutarak izleriz. Ancak her seri cinayet ille de kan ve vahşet ile yaşamımızı alt üst etmez. Kimi kez de bu cinayetlerin kurbanı kendimiz oluruz da, cinayete kurban gittiğimizin ayırdına bile varmayız! Ekonomik, sosyal, kültürel, inanç cinayetleri bu türden seri cinayetlerdir.

Özelleştirme seri cinayetleri de bu türden katliamlardandır ve ne yazık ki kurbanı olduğumuz bu seri cinayetlerin ayrımında değiliz.

Kutsal Ulusal Kurtuluş Savaşını 9 Eylül 1922 günü İzmir rıhtımında büyük bir utkuyla (zaferle) noktalayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki devrimciler, şimdi çok daha büyük  bir savaşa başlayacaklardı. Ekonomik Bağımsızlık Savaşı… Bu kez düşman  daha sinsi, daha deneyimli idi, savaş uzun solukluydu. 500 yıla yaklaşan kapitülasyonlar ile Türk yurdunun kanını emerek kendi pazarı durumuna getiren, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen Batılı ülkeler, başından beri karşı oldukları genç cumhuriyetin yaşamasına izin vermeyeceklerdi. Bu niyetlerini Lord Kürzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya apaçık söylemişti.

Ulusal Kurtuluş Savaşının mimarı Mustafa Kemal Paşa, zaferden (utkudan) sonra İzmir’e gelen gazetecilere “siyasal, askeri zaferler ne denli büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” diyecekti. Nitekim bu söze uygun olarak zaferden yalnızca 5 ay sonra, 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini toplayacaktı. Ülkenin her yerinden gelen katılımcılar (AS 1150 dolayında) günler boyu (AS: 15 gün!) yanmış, yıkılmış ülkenin nasıl ayağa kalkacağına ilişkin görüş bildirdiler. Zamanın ruhuna (gereklerine) uygun olarak  önce, görece özel sektöre ağırlık veren görüşler benimsendi. Ancak yüz yıllarca kapitülasyonların baskısı altında kalan yurdumuzda ne girişimci vardı, ne sermaye, ne yetişmiş insangücü, ne bilgi birikimi, ne yol, ne tüccar, ne sağlıklı bir pazar düzeni vardı. Zaferi kabullenemeyen Batılı emperyalist güçlerin kuşatması ise hepsinin önüne geçiyordu. Buna ek olarak bütün dünya, 1929’da patlak veren büyük bir ekonomik bunalıma doğru hızla yuvarlanıyordu.

Bu koşullar altında, özellikle 1930’lu yılların başından itibaren (bu yana) genç Cumhuriyet kamuculuğa yöneldi. Onuncu yılda, başta Sümerbank olmak üzere, her alanda devletin büyük sanayi kuruluşlarını yaratmaya yönelmesi, hemen her sektörü kendi alanında kredi sağlayan bankacılık sistemi ile desteklemesi büyük atılım yarattı. Tekstilden, çimentoya, madencilikten, endüstriyel tarım ürünlerine, ulaşım ve haberleşme ağlarına, üretim ve tüketim kooperatifçiliğine dek her alandaki yatırımları, insangücünün eğitimine verilen özen ve bütüncül yatırım politikaları destekledi. Onuncu Yıl Marşı’ndaki coşku ile anlatımını bulan bu büyük atılım Anayasamıza, Atatürk İlkelerine ve CHP’nin “Altı Ok“’una “DEVLETÇİLİK” olarak kazındı. Bu politika yaşamın her alanına yayılarak bütünsel kurtuluş ve kalkınma atılımına dönüştü. Ne acıdır ki iktidarı ile, muhalefeti ile tarikatçısı ile, bölücüsü ile, ikinci cumhuriyetçisi ile büyük bir kesim, adeta nokta atışı yaparak 1930’ların Türkiye’sine saldırdı. Bu saldırı günümüzde de sürüyor.

KAMUCU EKONOMİK POLİTİKA KURTARICI OLDU

Dünya büyük bir ekonomik bunalım içinde yuvarlanıp yabanıl (vahşi) bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken; Türkiye bir yandan Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan da tarihinin en büyük kalkınma hızına ulaştı. Ülke ayakları üzerine dikildi. İşsizlik son buldu. Bütün yurt yüzeyine yayılmış kamu yatırımları büyük kentlere göçü engellediği gibi, tarımsal endüstriye dayalı yatırımlarla köyden kente göçün de önüne geçildi. 1930’ların kamucu politikaları o denli başarılıydı ki; İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası yürütülen Amerikancı politikalar döneminde bile, başta ağır sanayi ve petrokimya kuruluşları olmak üzere kamu yatırımlarından vazgeçilemedi. (İsdemir, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi vb.) Kamu yatırımlarının tamamlanması 1970’li yılların sonlarına dek geldi.

TÜSİAD’CILARIN ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI

Ülkenin siyasal bunalımlarla çalkalandığı 1970’lerin sonlarına doğru sinsi (örtük) bir özelleştirme saldırısı başlatıldı. Bu dönemde TÜSİAD tarafından yayınlanan GÖRÜŞ adlı mini kitapçıkların neredeyse tümünün konusu özelleştirme idi. Siyasal iktidarların yandaşlarına kadro bulma amacıyla kötü yönettiği kamu kurumları, kasıtlı olarak kötüleştirildi. “Önce kötüleştir, sonra özelleştir” dönemi sinsi biçimde ilerledi.

– “Devlet pijama mı diker”,
– “devlet sunta mı üretir”
“devlet don-gömlek mi yapar?

yaygaraları ile kamu kuruluşları kötülendi. Kamu kuruluşlarını destekleyen bankalar bu kuruluşları desteklemek yerine dolandırıcıları, düşsel (hayali) ihracatçıları destekledi. Bu bankalar batırıldı. Sümerbank, Etibank, Şekerbank, Tarişbank, Emlakbank gibi bankaların adları bile unutturuldu. Köylünün bankası iktidar destekçisi yayın kuruluşları ile yüklenicilerin (müteahhitlerin) buyruğuna verildi.

CİNAYETLER SERİSİ ÖZEL TV KANALLARI İLE BAŞLADI

TÜSİAD’cıların adamı Turgut Özal’ın açıkladığı “24 Ocak Kararları“nın (1980) sağlıklı bir demokratik düzende uygulanması olanaksızdı.12 Eylül 1980 faşist darbesi bu kararların uygulanmasının önündeki bütün engelleri kaldırdı. 12 Eylül dönemi, siyasal, demokratik, kültürel, ekonomik hakları alt üst ederken; bunlara engel olacak her türlü örgütlenmeyi de yok etti. Karşı duranlar ölçüsünde karşı durma olasılığı olanlar da cezaevlerine dolduruldu. 1961 Anayasası tümüyle değiştirilirken (AS: 35 maddesi) en önemli darbelerden biri de devlet iletişim kanalı TRT’ye (Türkiye Radyo Televizyon) indirildi ve özerkliği yok edildi. Önce darbecilerin buyruğuna verildi, sonrasında ise siyasal iktidarların buyruğuna verilecekti.

12 Eylül döneminde ekonominin yönetimini emperyalist ülkeler adına teslim alan Turgut Özal, darbeyle getirilen antidemokratik Seçim Yasası, paralel yürüyen veto sistemi ve bir daha düzeltilmeyen Siyasi Partiler Yasası ile tüm yönetime egemen oldu. Her türlü rezalete alışıp şaşırma duygularımızı yitirdiğimiz bu dönemde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Telsiz Yasası başta olmak üzere, TRT Yasası, Basın Yasası ve Türk Ceza Yasa’sını ihlal ederek ilk özel televizyonu yayına soktu ve ilk özelleştirme cinayetini işledi.

Muhalefet başta olmak üzere gazeteciler, haberleşme (iletişim) kuruluşları, aydınlar bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı durmak yerine, akıma ayak uydurdular. Madem TRT özerk olmaktan çıkmış ve siyasal iktidarın buyruğuna girmişti o halde herkes, her çevre, her siyasal parti, her cemaat kendi TV kanalını kursundu. (!) Özel TV kuramayanlar özel radyo kurdular. Bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı çıkması gerekenler, sabahlara dek süren TV tartışma programlarında “özgürce” Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün değerlerine saldırıyordu. ABD’nin komşumuz Irak’a saldırısını sinema filmi izler gibi bizlere izletiyorlardı. Artık haberleşme, gazetecilik mesleğinin parçası olmaktan çıkmıştı. Büyük iş adamlarının bir holdingi, bir bankası, bir de özel televizyonu vardı. Bu TV kanallarında Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının yanında en büyük saldırının hedefinde ekonomik kalelerimiz vardı.

Özelleştirmelerle her ürün, her hizmet daha ucuz ve daha nitelikli (kaliteli) olacaktı!

Siyasal desteğe sahip holding patronları, banka kurmak yerine kamu kuruluşlarını desteklemekle görevli bankaları ele geçirip içini boşalttı. (Etibank en tipik örnektir). Buna bağlı olarak kamu ekonomik kuruluşları kapışılmaya başlandı.

Artık cinayetler serisi çorap söküğü gibi gelecekti. Hastanelerde kuyruk mu var? Gelsin özel hastaneler. Okullarda eğitim sistemi bozulup laik – demokratik eğitim rafa mı kalktı? Gelsin özel okullar. 40-50 yıl önce devlet okullarında başarısız olanların diploma almak için koştuğu özel okullar, artık zorlu sınavlarla girmek için yarış edilen kurumlar durumuna geldi. İşverenler kreş mi açmıyor? Gelsin özel kreşler. Devlet, anaokulları için kaynak mı bulamıyor? Gelsin paralı özel ana okulları. Günümüzde  bu okulların bir yıllık bedeli, yüksek bir memurun bir yıllık gelirine ulaştı. Çocuğunuz üniversitede istediği bölümü mü kazanamadı, gelsin sözde Vakıf üniversiteleri, dindarlar için ayrı cemaat üniversiteleri, zengin (varsıl) çocukları için kantin kapılarında “burslular giremez” (tepkiler üzerine bu yazılar sonraları kaldırıldı) yazan ayrıcalıklı üniversiteler… Bunların ücretlerini ise hiç sormayın. Yurt mu bulamadınız? Tarikat yurdundan sosyete yurduna dek hepsi var. Yeter ki paradan haber verin…

Olanlara ve sonrasında olacaklara küçük bir azınlık dışında hiçbir ciddi itiraz gelmedi. İktidar ve muhalefet “son sosyalist devlet” dedikleri Cumhuriyetimizin temellerine dinamit koydular. Hızını alamayanlar “babalar gibi satarım” diyerek (ANAP Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) kamuya ait her şeyi “tarihten kazımaya” kararlıydı. Bunu söyleyenler sağlıklarını Türk doktorlarında değil, ABD’deki ünlü hastanelerde aradılar. Sonrasında gariban yurttaşlarımız da özel hastane kapılarında soyuldu. Şehir hastanelerinin içine yabancı adlı mağazalar yerleştirildi. Özel araçlarınızla çarşıya pazara giremediniz mi? Tüketim MABETLERİ (tapınakları) Alışveriş Merkezleri (AVM), zincir mağazaları ile buyruğunuzda! Kendinizi güvende duyumsamıyorsanız özel güvenlik şirketleri buyruğunuzda. Yıllarca kamu çalışanlarının tatil (dinlence) gereksinimi karşılayan kamu kamp ve eğitim kuruluşları da kapatılarak arazileri turizm işletmecilerine tahsis edildi (özgülendi), yağmalandı. İnsanlar tatil (dinlence) gereksinimlerini karşılamak için zeytinlikleri, öbür tarım alanlarını yağmalayıp “villa” adı altında gecekondu sahibi oldular. Arsa spekülatörleri, inşaat malzemecileri varsıl (zengin) edildi.

Artık özelleştirmeye o denli alıştık ki; geçiş garantili (güvenceli) köprüler, otoyollar, havalimanları yadırganmaz oldu. Ülkenin en turistik karayolunda bir siyasetçiye tünel, evet yalnızca bir tünel izni verilerek Deli Dumrul’un köprüsünden sonra Deli Dumrul’un tüneli de oldu. (Göcek Tüneli) Bütün bu sömürünün gelecekte de güvence altında olması için Uluslararası Tahkim kuralı önce anayasal (1999, m. 125), sonra da yasal kılıfa (2001) kavuştu.

Sonuçta elimizde ne limanlarımız, ne karayollarımız, ne enerji santrallerimiz, ne elektrik dağıtım şirketlerimiz, ne telefon idaremiz, ne petrol rafinerimiz, ne şeker fabrikamız, ne araç muayene istasyonumuz, ne doğru düzgün eğitim veren okulumuz kaldı! Posta örgütümüzün yerini bile kargo firmaları aldı. Asker ocağında yemeği kendi yaparak aynı zamanda meslek edindirmek yerine yemek firmalarından hazır yemek alınmaya başlandı ve toplu zehirlenmeler yaşandı.

Şimdi ne çocuklarımıza eğitim parası yetiştirebiliyoruz; ne şekere, ne telefona, ne güvenliğe, ne dinlenceye para yetiştirebiliyoruz. Kamu ulaşımı desteklenmediği için herkes özel araç sahibi olma peşinde. İkinci el araç fiyatı sıfır araç fiyatından çok. Lojman bulamayan kamu görevlileri, ev sahiplerinin / bankaların insafına terk edilmiş durumda.

Seri (ardışık) katili bulmak için önce seri (ardışık) cinayetler olduğunu algılamamız gerekiyor. Güzel yurdumuzdan işgal ordularının sürülüp atıldığı şanlı günlerin 101. yılını kutluyoruz. Sinsi biçimde başlatılan özelleştirme seri cinayetlerinin ardından yabancı şirketlerin saldırısı hız kazandı. Bu vahşi istila kuvvetleri (yabanıl yayılma güçleri) yalnızca kamu mallarını ele geçirmekle kalmadı. Türk girişimcisinin  dişiyle, tırnağıyla yarattığı yerli ürünler de birer birer bu azgın yayılma (istila) ordusunun eline geçti. İçme suyumuzdan, zeytinyağımıza, peynirimizden, tank fabrikamıza, sigaramızdan, rakımıza, şarabımıza, sabunumuza dek…

Büyük bir temizliğin vaktidir…

Bütüncül kurtuluş ve kalkınmanın önü, bütünsel istila (yayılma) ile kesildi.
Yeni bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin vaktidir.
Bütüncül (topyekün) bir Ulusal Kurtuluş Savaşı… (26.08.2023)

Avrupa’da ve Türkiye’de göç sorunu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
28 Ağustos 2023, Cumhuriyet

 

Ekonomik ve siyasal açıdan azgelişmiş ülkelerden ve iç savaş yaşanan ülkelerden Türkiye’ye ve Batı Avrupa’ya yönelik yıllardır yaşanan yoğun göç dalgası, kapitalizmin ve emperyalizmin sonuçlarından biridir.

  • Emperyalizm, kapitalizmin küreselleşmiş biçimidir.

Dünyadaki kapitalist güç odakları, kendi ülkelerindeki vatandaşlarını sömürme kontenjanı dolunca, sömürü için başka ülkelere yönelmektedirler ve bunun sonucunda emperyalizm olarak bilinen bozuk düzen ortaya çıkmaktadır.

  • Kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, göç sorunu çözülemez.

Bu nedenlerle, “demografik mühendislik” olarak anılan sorun da, kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, ortadan kaldırılamaz. Sınır güvenliği önemlidir, ancak tek başına bir çözüm yolu değildir.
***
Batı Avrupa ülkelerinde son yıllarda siyaseti en çok etkileyen konulardan biri göç sorunudur.

  • Göç sorunu Avrupa’da yabancı düşmanlığını, ırkçılığı ve İslamofobiyi körüklemektedir. 

Oysa bu soruna yol açan güçlerin arasında, Avrupa Birliği, Britanya ve ABD de yer almaktadır. Göç sorununu tek başına, göç veren ülkelerdeki çarpık ve kötü yönetimlere bağlamak olanaklı değildir.

Suriye, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerdeki iç savaşları körükleyen, bu ülkelerde rejim değişikliği ve darbe gerçekleştirme yoluna giden, ABD, Britanya, İsrail ve bazı AB ülkeleridir.

Küreselleşme adı altında, küresel dayanışma yerine, küresel sömürü düzenini dayatan; ABD, Britanya ve bazı AB ülkeleridir. 

AB ülkeleri NATO üzerinden ABD’ye bağımlı oldukları için de, ABD’nin yayılmacı politikalarına destek vermek zorunda kalmaktadırlar. AB’nin NATO’dan bağımsız olarak kendi savunma örgütünü kuramamış olması sorunun parçalarından birisidir.

Ancak sonuçta, göç sorunundan en çok etkilenen, coğrafi olarak çatışma bölgelerine daha yakın olan ve kendi içinde de dar bir coğrafi alana sahip olan AB ülkeleridir, ABD değildir. Bu nedenle NATO üyesi AB ülkelerinin, ABD’nin müdahaleci ve yayılmacı politikalarına karşı çıkmaları, AB’nin de lehine olacak bir gelişmedir. Ancak AB içindeki çapsız siyasetçiler, bu gerçeği görmemekte ısrar etmektedirler.
***
AB ülkelerindeki merkez sağ siyasetçilerle birlikte, sosyal demokrasinin özünden uzaklaşan sahte sosyal demokratlar da sorunun bir parçasıdır. Dünyadaki sosyal demokrat, demokratik sosyalist ve demokratik sol partileri bir araya getiren Sosyalist Enternasyonel’in, 1951 yılında Frankfurt’ta gerçekleşen 1. kongresinde kabul edilen kuruluş ilkelerinin 7. maddesinde şu ifade yer alır:

  • Demokratik sosyalizm, emperyalizmin her türünü reddeder.
  • Tüm insanların baskı altına alınmasına ve sömürülmesine karşı mücadele eder.”

Sosyalist Enternasyonel’in 1989 yılında Stockholm’de gerçekleşen on sekizinci  kongresinde kabul edilen “İlkeler Deklarasyonu”nun, 6-8, 34-35, 38-43, 79-80, 83-92. maddelerinde, kuzey ve güney yarım küre arasındaki ekonomik ve sosyal uçurumlara dikkat çekilir, azgelişmiş ülkelerin ekonomik ve sosyal düzenlerinin geliştirilmesi için mücadele edilmesi gerektiği vurgulanır.

Avrupa sosyal demokratları bu çizgiden uzaklaştıkları için de AB bir göç sorunu ile karşı karşıyadır.

AB, kendi yarattığı “Frankenstein” ile karşı karşıya kalmıştır, ama bu gerçeğin üzerini de, yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla ve İslamofobiyle örtmeye çalışmaktadır.
***
Göçmen sayısı konusunda dünya rekortmeni olan Türkiye ise AKP’nin mutlak teslimiyetçi politikaları nedeniyle dünyada en acıklı durumda olan ülkedir.

Resmi sayılara göre Türkiye’de 5 milyona yakın göçmen bulunmaktadır.

  • Türkiye, AB’nin göçmen deposu konumundadır.

AB’nin kabul etmediği göçmenleri, Türkiye kendi topraklarında barındırmaktadır.

Göç konusunda, Avrupa Birliği ABD’nin, Türkiye de Avrupa Birliği’nin arka bahçesidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Barış için…

Barış için…

SERPİL GÜVENÇ

 

                                       “Mektuplar alırım

                                        Allı-karalı
                                        Üstünde Görülmüştür
                                        Yiyecek alınmaz damgaları
                                        …
                                        Okurum, içim daralır
                                        Bakamam göğe, utanırım
                                        Alır mektuplarımı
                                        Havalandırmaya çıkarım

                                        Dışarda deli bir lodos
                                        Esrik bir sonbahar
                                        Aylardan Aralık
                                        Adrasan üstünde eflatun bulutlar
                                        Tahtalı’da kar vardır
                                         Yasemin kokar ortalık

                                        Dostlar ki gurbette
                                        Dostlar ki hapistedir
                                        Mektuplarıyla yetinirim artık”1

ÇHD yöneticileri, Gezi davası sanıkları, Merdan Yanardağ, ülkenin dört bir yanından muhalif gazeteci, Demirtaş ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu siyasetçiler gibi Barış da artık içerde. Bir kez daha, beşinci kez parmaklıklar arkasına geçti.

AKP iktidarında cezaevleri dolup boşalıyor. Kadın katilleri, çocuk tecavüzcüleri, mafya şefleri ve artıkları, Cumhuriyet düşmanları gönderildikleri bu mahallerden bir yasayla ya da bir torba yasanın ek maddesiyle salıveriliyorlar; onların yerini yurtsever gazeteciler, aydınlar, muhalif siyasiler alıyor.

Haberi okuduğumda, Aziz Nesin’in Romanya’da yayımlanan ‘Presa Noastra‘ dergisinin uluslararası soruşturmasındaki bazı aktarımları geldi aklıma.
Gazetecilik mesleğinin erdemleri nelerdir?” sorusunu şöyle yanıtlar Nesin.

Bir gazetecide bulunması gereken üç erdem yani gerçeğe saygılı olmak, doğruluk duygusu ve halktan yana olmak – zaman ve yere göre – değişkenlik gösterirler. Bunun nedeni, insanların “gerçek, “doğru”, “halk” kavramlarına farklı anlamlar yüklemeleridir. Çağımızda insanların kavramlar üzerinde anlaşabilmeleri, ancak aynı sınıfın insanları olmalarıyla gerçekleşebilir. Örneğin bir Amerikan emperyalistiyle onun Türkiye’deki aracısı olan Türk kompradoru “Gerçeğe saygı” deyince aynı şeyi anlarlar. Onlar için doğruluk, sınıflarının egemenliğinin sürmesi için kendi koydukları hukuk kurallarına ve sosyal kurallara bağlı kalmaktır. Derginin sorusunu “1970 yılında Türkiye’de gazetecilik mesleğinin erdemleri nelerdir?” olarak değiştiren Nesin, Türkiye’de bütün basının büyük sermayenin malı olduğunu ve iki kaynaktan – devletten ve özel sermayenin reklamcılık işletmelerinden gelen – ilan geliriyle beslendiklerini söyler. Bu durumda bir gazetecinin “gerçeğe saygılı olması”, “doğruluktan yana olması”, “halktan yana olması” olanağı yoktur.  “Gerçek” egemen olan sermayenin gerçeğidir, doğruluk onun doğruluğudur, halk da salt onun tüketicisi olan ve hep tüketicisi kalması istenilen halktır.

Bu çarkın dışına çıkabilen yok mudur?

Aziz Nesin, bu koşullara rağmen, sayıları az da olsa, halktan yana, doğruluk duygusu taşıyan ve gerçeğe saygılı gazetecilerin varlığına işaret eder. Bu insanlar “az yerde görülen yüreklilikle büyük tehlikeleri göze alarak halkımız açısından erdemli olabilmişler ve olabilmektedirler”. Emekçi sınıfın aydınları olan Türk gazetecileri, büyük sermayenin baskısından kurtulmak için, (o tarihte) kendilerinin birçok zorluklarla çıkardıkları çok az tirajlı dergilerde, gerçeğe saygılı olmakta, doğruluk duygusu taşımakta ve halktan yana yayın yapmaktadırlar”.2

Bu ülkenin emekçi sınıfına gönül vermiş, onlardan yana tavır koymuş aydınları, gazetecileri için 1970’lerde ifade edilen bu gerçeklerin 50 yıl sonra halen geçerli olması, demokratik hak ve özgürlükler konusunda bir arpa boyu ilerlemek şöyle dursun ne denli geriye gittiğimizi göstermektedir. Barış, denetimli serbestlik talebinin (isteminin) reddedilmesi üzerine teslim olmak üzere gittiği Silivri cezaevi kapısında, sorunun kendisinin içeri alınmasından ibaret olmadığını, halkın haber alma özgürlüğünün, bilgi alma özgürlüğünün gasp edilmek istendiğini belirtirken hem bu vargıyı doğruluyor hem de muhalif aydın kesim üzerindeki baskıların devam edeceğine işaret ediyor.

Gerçekten de siyasal iktidar elindeki tüm olanaklarla hedeflediği düzeni yerleştirinceye dek zor seçeneğini sürdürmeye ve tepki gösterenleri de saf dışı etmeye kararlı görünüyor. Sürekli olarak kullanageldiği, toplumun tüm hücrelerine zerk etmeye çalıştığı kader, fıtrat ve benzeri dinsel kavramların ve bunların yanı sıra şoven milliyetçiliğin en büyük yardımcısı olduğunu eklemeye bilmem gerek var mı?

Umutsuzluk çağrıştıran bu koşullar, kendi içlerinde gelecek güzel günlere ulaşmanın çözümünü taşıyorlar. Halkın yarısının kendisine dayatılan bu ortaçağ dünyasını reddetmesi ve bu karşı koyuş içinde sosyalist partilere verilen bir milyonu aşkın oy güçlü bir direnişin göstergesidir.

Bir örnek, okulları tümden cami/medreseye dönüştürecek olan, Anayasa ve yasalara aykırı CEDES projesine karşı çıkan 100 kurumun “laik yaşam, laik eğitim, eşit yurttaşlık” sloganıyla 16 Eylül’de İzmir’de yapacakları mitingdir. Yapılan açıklamada CEDES iptal edilinceye dek illerde laiklik buluşmalarının düzenleneceği de belirtilmiştir. Bir başka örnek, Ankara Beşevler’de Hacettepe Üniversitesi Konservatuvarı ve Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesinin yıkılmasıyla açılan alana ABB meclisi kararıyla bir “ibadet alanı” yapımına karşı, başta Ankara Mimarlar Odası olmak üzere mahalleliler ve derneklerce başlatılan imza kampanyasıdır.

İşçiler hakları için direnmekte, ülkenin birçok yerinde maden tekellerine ve onların yerli ortaklarına karşı, canını dişine takan halk, ağaçlarını, derelerini, topraklarını savunmaktadır.  

Bu birkaç örnek bile

  • Örgütlenmenin, direniş ve mücadelenin ilk koşulu olduğuna işaret ediyor.

İnsanın örgütlenmesinin bir fantezi değil büyük bir gereksinmenin sonucu olduğunu, insanın tek başına kendini koruyamayacağını ve savunamayacağını söylüyor büyük gülmece ustamız. Çağdaş insanın örgütlü insan olduğunu, bir örgütün üyesi olmayan insana çağdaş insan denemeyeceğini, örgütlenme gereğinin çok derinden duyulduğu dönemlerde insanların birden çok örgüte üye olduklarını da ifade ediyor.

  • Toplum üzerindeki ölü toprağını hızla silkip atmaya başlamış,
  • yolun sonunda ışık görünmüştür.

Barış’ın da, Merdan’ın da, öbür tutukluların da aramıza dönmelerini hızlandırmanın yolu, örgütlenerek direnmek ve

  • Her alandaki gerici, faşist, anti demokratik, yasa dışı uygulamalara karşı yasal hakkımız olan demokratik tepkiyi göstermektir.
  • Örgütlü bir halkı hiçbir güç yenemez.
  • 1.Metin Demirtaş, 1988, Bir Mendil Gökyüzü içinde ‘Mektuplar Alırım’, 33-35, Cem Yayınevi, İstanbul
  • 2.Aziz Nesin, 2013, Aziz Nesin Soruşturmada, Sorulara yanıtlar belgeler, s. 88-93, Nesin Yayınevi, İstanbul

KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI -MUSTAFA KEMAL’in DOĞUŞU-

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar, Halk Şairi

26 Ağustos 2023,
Büyük Taarruz’un 101. Yılına
Saat 05:30, Afyon / Kocatepe

 

KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI
-MUSTAFA KEMAL’in DOĞUŞU-
                                    

Büyük olay, büyük insan doğurur
O günlerde doğdu Mustafa Kemal
Akkorda demiri tavlar yoğurur
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Mevzi Çanakkale yerini aldı
Orada binlerce şehidi kaldı
Zaferle dünyaya büyük nam saldı
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Karaydı bu millet, hep bahtı kara
Yok, doktor hemşire yarasın sara
Düşmüştük topyekûn fakir, fukara
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Manda ve himaye kabul görmüştü
Düşmanlar dört koldan yurda girmişti
Saltanat onura leke sürmüştü
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Pay pay idik o uğursuz Sevr ile
Bunları anlatmak kolay da dile
Cana tak etmişti tehditle hile
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Hem denizden, hem girdiler karadan
Adalet, merhamet kalktı aradan
Hep eller havada kurtar Yaradan
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

İngiliz, Fransız hepsi geldiler
İstanbul, Maraş’ta hayli kaldılar
Katliam yaparak korku saldılar
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Donanma çürümüş, dağılmış Ordu
Nasıl toparlanıp savunsun yurdu
Bu hal çok can yaktı, çok yürek burdu
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Müftü kılığında gezen gidiler
Atamıza katli vacip dediler
İşgalci elinden çok yal yediler
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Saraydaki çıkarına bakmıştı
Teslimiyet bayrağını çekmişti
Yılgınlığın tohumunu ekmişti
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Pontus Rum, Delibaş çıktı meydana
Anzavur, İngiliz hepsi yan yana
Çok şehit verilip kıyıldı cana
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Doğmuştu Samsun’da ülke güneşi
Yoktu tarihinde başka bir eşi
Her gün boğazlarken kardeş kardeşi
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Havza üstü, Amasya’ya gelindi
Yurdu kurtarmaya karar kılındı
Tüm ülkede kalk borusu çalındı
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Anzavur Biga’da ayağa kalktı
İngiliz uşağı çok canlar yaktı
Nice zulüm yaptı, nice kan aktı
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

İşgal ağır, düzensizken ordular
Efeler, zeybekler cephe kurdular
Birlikte düşmana karşı durdular
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Çörçil diyordu ki “Bu adam hasta”
Atamız koymadı ülkeyi yasta
Gösterdi kendini düşmana dosta
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

İçler acısıydı vahimdi durum
Vatanın önünde, vardı uçurum
Çareler aradı Sivas, Erzurum
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Düşmanın paylaşım tezi çürüdü
Bağımsızlık aşkı yurdu bürüdü
İlk hedef Akdeniz! Dedi yürüdü
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Zafer ile bugünlere gelindi
Padişahın tahtı yere çalındı
Lozan barışıyla tapu alındı
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

Aydınlı’yım hür yaşamak erektir
Bu ulus kavgada tek bir yürektir
Bu tarihi unutmamak gerektir
O günlerde doğdu Mustafa Kemal

 

SİYASAL DİNCİLIK NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

İşin en kısa özeti şöyledir :
Siyasal dincilik demek, siyasal dinci partilerin, kendi siyasal iktidarlarını kalıcı duruma getirebilmek için kapitalizmin küresel gücünden yararlanabilmek amacıyla, İslam dinini kapitalizm ya da serbest piyasa ekonomisi kuralları ile harmanlamak ve evlendirmektir. (AS: İslamiyeti emperyalist kapitalizmin buyruğuna sokmak!)

Bu tür iktidarların temel ve kalıcı politikası, kapitalizme sürekli pazar bularak ve zenginlere de kamu kesesinden sürekli kaynak aktararak iktidarda kalmaktır. Demokrasiyi, yalnızca kendi işine geldiği ölçüde benimsemek ve araçsallaştırmaktır.

Geniş kapsamlı, iktidarı övmeye programlanmış ama iktidarı eleştirmeye kapalı bir medya desteğine sahip olabilmektir Siyasal iktidar tekelini sürdürebilecek, Güçler Birliğine dayalı bir hukuk ve yargı sistemi kurabilmektir. Tıpkı monarşilerde olduğu gibi, bütün yetkilerin tek kişide toplandığı ve her şeye yine tek kişinin karar verdiği bir parti devleti kurabilmektir.

Yoksulları da; ilahi yazgı ya da kader diyerek içinde yaşadıkları olumsuz ve kötü koşullardan başka bir seçeneklerinin olmadığına, özellikle de dini siyasete alet ederek, inandırmaktır. Sonra da genelde cahil kalmış ya da cahil bırakılmış; sosyal ve ekonomik açıdan zayıf, güçsüz, yoksul ve bilinçsiz kitleleri ırk, vatan, bayrak, din, gibi kutsalların beka tehlikesi içinde olduğu konusunda yaratılan algılarla zihinlerini yıkamaktır.

  • DİNCİ SIYASAL İKTİDARLARİN AMACİ CAHİL VE YOKSUL KİTLELERİ CEHALET VE YOKSULLUKTAN KURTARMAK DEĞİLDİR.
  • ÖZELLIKLE DİNCİLIK KOZUNU ETKİN BİÇİMDE KULLANARAK, YANİ DİNBAZLIK YAPARAK, BU GENİŞ KİTLENİN İÇİNDE BULUNDUĞU CEHALET ve SEFALET KOŞULLARİNI KALICILAŞTIRIP ONLARI KENDI VERİLİ KOŞULLARINDA SANAL OLARAK MUTLU ETMEYE CALIŞMAKTIR.

Ayrıca yoksul ve cahilleri, dış ve iç düşmanların varlığı ile ikna / tehdit edip korkutarak / aldatarak, sahip ve köle ilişkilerine benzer biçimde, ölmeyecek ölçüde sadaka kültürünü de devreye sokarak, bitmez tükenmez sabır, kanaat ve itaat telkin etmektir.

Cehennemden ebedi kurtuluş ve cennette de sonsuz egzotik ve fantastik yaşam vaadi ile cahil halkı, siyasal iktidarın asla tercihlerini değiştirmeyecek sadık dinci iktidar yandaşları durumuna getirmek demektir.

  • Başka bir deyişle siyasal dincilik dindarlık değil, dinbazlıktır.

Toplumdaki cahil bırakılan geniş kitleleri, sayın Yaşar Nuri Öztürk‘ün deyimi ile “Allah ile aldatmak“tır.

Türkiye’deki siyasal rejimin ne olduğunu ise sizlerin eğitim, akıl, zekâ, gözlem, algılama ve siyasal anlayışına bırakıyorum.

Sözün özü                   :
Cehalet yenilgiye uğratılmadan, akıl ve bilim odaklı ve insan merkezli bir anlayış egemen kılınmadan, sözde değil özde olarak, hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik, laik ve sosyal bir devlet anlayışı egemen olmadan aldatmalar, aldanmalar, açlık, sefalet, geri kalmışlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik sürer.

Ayrıca İslam ülkeleri ve toplumlarının   :

a- Birlikte ve barış içinde yaşayabilmeleri için mutlaka çoğulcuğu yani laikliği keşfedip benimsemeleri gerekir. Toplumsal huzur (erinç) ancak duygudaşlık (empati) yapıp, inanç ve düşünce olarak size benzemeyenlerle adil biçimde varlık ve yaşam haklarına inanmak ve saygı duymakla olanaklı olur.

b- Aklın ve bilimin kavrayış açıcı, değiştirici, iyiye ve güzele doğru geliştirici, ekonomik ve toplumsal refahı (gönenci) artırıcı ve çağdaş uygarlığa dönüştürücü
gücünü görmeleri ve uygulamaları gereklidir.

  • Geri kalmışlık, açlık, sefalet ve en önemlisi de cehaletten kurtulmak mutlaka bunu gerektirir.

Türkiye nereye gidiyor? 

GANİ AŞIK
Eski CHP Kayseri Milletvekili / Emekli Müftü

25 Ağustos 2023, Cumhuriyet

Mekke baş imamı Şeyh Abdurrahman es Sudeys, 4 Ağustos’ta, tüm İslam coğrafyasında yankılar uyandıran bir hutbe okudu. Genel havası ve ana teması ile hutbe, çağın koşullarının dikkate alınmasının kaçınılmazlığı anlamındaydı. Oldukça uzun hutbeyi özetlemeye yerimiz elvermiyor ama çok çarpıcı bir örnek sunmak isteriz: Selefi ekolü olarak, Hanefi mezhebindeki rey ve kıyas kurumunu onaylıyor ve yaşamı kolaylaştırmak olarak niteliyordu. (Bir fakihin kendi düşüncesi ve benzer hükümlere kıyas yöntemi ile sorunlara çözüm getirmesi).

Suudi Arabistan’da bile kadınlara yaşamı kolaylaştırma açılımları planlanırken bizim İhvancı iktidar, “türbana güvence” bahanesiyle anayasal düzene bir altın vuruşa hazırlanıyor, Mecelle‘nin de temeli olan “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” prensibini (ilkesini), Türkiye’nin Atatürk Cumhuriyeti ile birlikte ilerlediği medeniyet (uygarlık) yolunu kapatma kararında ve devlete de hâkim (egemen) durumdaki tarikatlar, bilinen vakıf cemaat ve dernekler

Din elden gidiyor, din hükümleri ebediyen değişmez

çığlıkları ile toplumu tahrik ediyorlar, aydınları sindirmeye çalışıyorlar. Zaten bu yöntem siyasal İslamcı iktidarın devlet politikası. Gerçek öyle mi?

İslamın değiştirilemez hükümleri inanç ve ibadetlerdir.

Kamu düzenine zarar vermemek koşulu ile erken dönem Cumhuriyet hükümetlerinden itibaren (başlayarak) tüm iktidarlar başta İslam, insanlar neye inanıyorsa onu yaşamalarını kolaylaştırmışlardır.

LAİKLİK ve AKILCILIK

Dünya medeniyet (uygarlık) ailesinden kopmamak için kültürde, ilimde, fende, ticaret ve sanayide, kısaca devlet mekanizmasının düzenli işleyişinde bilimi yol gösterici olarak benimsemişlerdir.

İslam dünyasında suyu çekilen ama Türkiye’de etlenip butlanan İhvan hareketinin hedefi başka ve sloganı çarpıcıdır: “Cumhuriyet, İslamı camiye hapsetti.”

Yüz yıllık bir çabanın sonucu olarak şimdi İslam camiden çıktı, devleti yönetiyor, halimiz de ortada. Çünkü

  • Her dini grubun, tümü de Kuran prensiplerine aykırı kendine göre bir İslamı var, bunun sonu iç kargaşa ve parçalanmaktır.
  • Laikliğin olmadığı ya da uygulanmadığı bir ülkenin geleceği karanlıktır.

Çünkü laiklik anayasamıza, Cumhuriyet kurucularının bir fantezisi olarak değil çağların imbiğinden süzülüp gelen insanlığın son buluşu olarak girmiştir.

DİNDEN BAĞIMSIZ KARARLAR

Bir din hükmü olan zekâttan Musevilere de pay verilmesi uygulamasını (müellefei kulup) Halife Ömer, “Artık onların İslama katılmasına ihtiyacımız kalmadı” gerekçesi ile uygulamadan kaldırdı. Yine Ömer, kıtlıkta hırsızlık yapanları ellerinin kesilmesini yasakladı. Sevad’da askerin toprak ganimeti almasını menetti. Halife Ali, Hz. peygamber ve izleyen 3 Halife döneminde bayram namazlarının kent merkezinden uzak Musalla’da kılınması uygulamasına, hasta ve yaşlıların kent merkezindeki camilerde kılabileceği kolaylığını getirdi.

DİYANET’İN GÖREVİ

Birleşmiş Milletler’den (BM) bir yetkili, “Dünya ısınmıyor, kavruluyor” dedi. Türkiye’nin neredeyse tümü ama özellikle kimi bölgeleri 50 dereceye yaklaşan sıcaklıktan adeta nefessiz kaldı. Dünyanın ısınması sürecek ve gelecek oruç aylarında, ülkemiz yanıp tutuşacak.

  • Diyanet’in asıl görevi halkı birbirine düşürmek değil de İslam hükümleri ve uygulamaları konusunda aydınlatmak ise

aşırı sıcakların hüküm süreceği ve tarlada, inşaatta, kömür ve maden ocaklarında oruç aylarında çalışacak Müslümanların, akşamdan “Yarın oruç tutmayacağım” deme hakkına sahip olduğunu, tutamadığı orucunu uygun günlerde -zaten tartışmalı olan- kefaretsiz tutabileceğini halka söylemesi ve İslamın sevgi ve merhametinden haberdar etmesi gerekir.

Tekke ve Zaviyeler Kapatılmıştır

Dr. Cihangir Dumanlı
E. Tuğg., Hukukçu,
Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Geri bıraktırılmış, yarı sömürge durumuna getirilmiş, yoksul, cahil, savaş yorgunu, hastalıklı bir toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı hedefleyen laiklik temelli cumhuriyet devrimi, dini siyasal araç olarak kullanan karşı devrimcilerin direnişi ile karşılaşmış ve onları etkisiz hale getirmiştir.

Devrim – karşı devrim çatışmasının en önemli aşaması genç cumhuriyete karşı yapılan Şeyh Sait isyanı ve buna karşı alınan, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını da içeren önlemlerdir.

Şeyh Sait İsyanı

Hınıs’lı bir aşiret reisi ve toprak ağası olan Nakşibendi tarikatına mensup Şeyh Sait, halifeliğin kaldırılmasına tepki olarak 13 Şubat 1925’de Elazığ’ın Piran köyünde müritleri İle isyanı başlatmıştır. İsyan bir haftada 14 ile yayılmıştır. İsmet İnönü’nün tanımıyla isyan, “Askeri mahiyet arz eden silahlı irtica hareketidir”.

  • İsyancılar yeşil bayrak altında evleri, dükkanları yağmalamışlar, telgraf tellerini kesmişler, resmi binaları işgal etmişler ve resmi görevliler ile jandarma birliklerini etkisiz hale getirmişlerdir.

–  “Allahın emriyle şeriatı geri getireceğiz”
– “Halifelik olmadan Müslümanlık olmaz.”
– “Bize katılanlar cennetliktir,”
– “Kadınlarımızı başı açık gezdiren hükümetin başı ezilmelidir.”

gibi sloganlar kullanan isyancılar Elazığ’a egemen olmuşlar. Diyarbakır’ı iki kez kuşatmışlar, halkın ve güvenlik güçlerinin direnişi karşısında bu kente girememişlerdir.

Başbakan Fethi Okyar başkanlığındaki hükümetin isyana karşı sert önlemler almaktan çekinmesi üzerine, İsmet İnönü ikinci kez Başbakanlığa getirilmiştir.

Yeni hükümet kendisine iki yıllığına geniş yetkiler veren Takrir-i Sükun yasasını Meclis’e getirmiştir. Bu yasaya göre:

  • Biri isyan bölgesinde, öbürü Ankara’da olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulmuş;
  • Bölgesel seferberlik ilan edilerek Adana’daki Kolordu seferber edilmiş ve isyan bölgesine gönderilmiş;
  • Basına sansür konmuş, İsyancıları destekleyen kimi dergi ve gazeteler kapatılmış, yazarları mahkûm edilmiştir.

Ayrıca Hıyaneti Vataniye (vatan hainliği) yasasına ekleme yapılarak, dini siyasete alet edenlerin vatan haini oldukları yasa hükmü durumuna getirilmiştir.

Başarılı isyan bastırma harekâtı sonunda Şeyh Said ve yakın adamları Nisan ortasında Bingöl / Genç bölgesinde yakalanarak Diyarbakır istiklal mahkemesinde yargılanmışlardır. Bu İstiklal Mahkemesinde 389 sanık yargılanmış, 29 kişi idama mahkum edilmiştir

Diyarbakır İstiklal Mahkemesi yargılama sırasında isyanda tekke ve zaviyelerin önemli etkisi olduğunu saptamıştır. 29 Haziran 1925’te mahkeme Başkanlığı savcılığa gönderdiği yazıda “tekke ve zaviyelerin memba ı şer” (kötülük kaynağı) olduklarının, mensuplarının kendilerine kutsal payeler vererek halkı kendilerine secde ettirdiklerinin anlaşılması dolayısı ile kendi il ve ilçelerindeki bu gibi yerleri kapatmalarını bütün illere bildirilmesini” istemiştir.

İsyanın bastırılması üzerine Atatürk’ün yayınladığı mesaj şöyledir:

  • “Türkler cumhuriyetin korunmasına, vatanın gelişmesine, milletin yükselme yolunda çalışmasına engel olmak isteyenlerin uğrayacakları hayal kırıklığını kesin olarak ispat etmişlerdir.” [1]

Ağustos 1925 ayında Şapka Devrimini halka tanıtmak amacıyla Kastamonu gezisinde olan Atatürk, 31 Ağustos’ta Çankırı’da yaptığı konuşmada

  • Tekkeler kesinlikle kapatılmalıdır…. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstericiliğine muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilimden, fenden güç alıyoruz. Bugün falan ya da filan şeyhin yol göstermesi ile maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar topluluğunda varlığını kesinlikle kabul etmiyorum. demiştir.

Atatürk Ankara’ya döne dönmez Bakanlar Kurulunu Çankaya’da toplamış ve 2 Eylül 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili Bakanlar Kurulu kararnamesini yayınlatmıştır.

Kararname ile tekke ve zaviyelerin kapatılması hem cami veya mescit, hem tekke olarak kullanılan yerlerde cami ve mescitlerin açık kalması, kapatılan tekke binalarından oturmaya elverişli olanların okul olarak kullanılması; tarihsel değeri olan türbe binalarının yönetiminin Milli Eğitim Bakanlığına verilmesi; şeyh, derviş, mürit gibi sıfatların yasaklanması öngörülmekte idi.

Aynı ihtiyacın Ankara’daki İstiklal Mahkemesi tarafından da belirtilmesi üzerine, konu bir yasa tasarısı olarak TBMM’ye getirilmiş ve 30 Kasım 1925 tarihli 677 sayılı yasa ile tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.

677 sayılı yasanın gerekçesi şöyledir :

“Tekkeler ve zaviyeler gibi İslam dininin zorunlu kılmadığı kuruluşların, hak yolundan sapmışların elinde düşüncelerin karışmasına ve siyasal amaçların desteklenmesine kadar elverişli olduklarını mal ve canca birçok fedakarlığı gerektiren son gericilik olayı açıkça anlattı, uyanıklık yarattı. Vatan ve devletin esenliği ve huzuru için kuşkulananların dikkatini çekti. Doğu İstiklal Mahkemesinin bu nedenle kendi yargı çevresindeki tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasına karar verdiği bilinmektedir. Ankara “stiklal Mahkemesi de tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması gerektiğine hükümetin dikkatini çekmiştir. “

Yasa:

677 sayılı yasa ile tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.
Bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme, murada kavuşturmak maksadıyla muskacılık gibi unvanların kullanılması bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kıyafet giyilmesi yasaklanmıştır.

Türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır.

Yasaya aykırı hareket edenlere iki aydan az olmamak üzere hapis, elli liradan az olmamak üzere para cezası öngörülmüştür.

Değerlendirme:

Başlangıçta iletişim araçlarının olmadığı dönemde insanların sosyalleşme gereksinimlerini karşılayan tekke ve zaviyeler, zamanla dini siyasal amaçları için kullanan ve halkın kutsal din duygularını sömürerek çıkar sağlayan tarikat ve cemaatlerin denetimine girmiş ve üretime katkısı olmayan insanların gerici düşüncelerin etkisinde boş zaman geçirdikleri yerler durumuna gelmiştir.

Bu durum Cumhuriyet devriminin temeli olan laikliğe aykırıdır. Çağdaş uygarlığa erişmek isteyen cumhuriyette bu tür ortaçağ kurumlarının yeri yoktur.

Tarikat ve cemaatlerin yuvalanarak gerici düşünceleri aşıladıkları bu tür yerlerin Cumhuriyet’e ne denli büyük tehdit oluşturduğu Şeyh Sait isyanında ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet henüz iki yaşını doldurmadan yapılan irtica eylemi zaten çağdaşlıkla bağdaşmayan tekke ve zaviyelerin kapatılmasını çabuklaştırmıştır.

  • Dini siyasete alet edenlerin vatan haini sayılmasını öngören hıyaneti vataniye kanunu yürürlüktedir.

Devrim – karşı devrim savaşımı (mücadelesi) günümüzde sürmektedir.

  • Tarikat ve cemaatlerin örgütlenerek Cumhuriyet’i ortadan kaldırmaya yönelik eylem girişimleri yakın zamanda da yaşanmıştır.

Karşı devrimcilerin 677 sayılı yasaya aykırı hareketle tarikat ve cemaatleri güçlendirdikleri, yasaklanan unvanları ve giysileri açıkça kullandıkları görülmektedir.
Bu tür oluşumların hoş görülmesi hatta desteklenmesi anayasaya aykırı ve yürürlükteki yasalara göre suçtur.

677 sayılı  yasaya aykırı hareket edenlere iki aydan az olmamak üzere hapis cezası ve elli liradan az olmamak üzere para cezası öngörülmüştür.

Türk Ceza Yasası’nın Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki 4.11.2014 tarih ve 5252 sayılı yasanın  4. maddesi, eski yasalardaki para cezalarının nasıl uygulanacağını düzenlemiştir. Buna göre 31.12.1939’dan önceki yasalarda öngörülen para cezalarının seksen beş bin yedi yüz on beş (85.715) katı uygulanması öngörülmektedir.

Bu nedenle, 677 sayılı yasadaki en az elli liralık para cezasının günümüzde en az 4 285 000 TL (50 X 85.715) olarak uygulanması yürürlükteki yasalar gereğidir.

Cumhuriyet savcılarının dikkatine sunulur.

Şeyh Sait’in üyesi olduğu Nakşibendi tarikatı, isyandan beş yıl sonra 30 Aralık 1930’da da Menemen’de başka bir irtica eylemini vahşice gerçekleştirmiştir (Kubilay’ın şehit edilmesi)

Tarihin bize verdiği ders şudur :

  • Halkın din duygularını kötüye kullanan ve bundan çıkar sağlayan tarikat ve cemaatler laik cumhuriyete tehdittir.
  • Günümüzde farklı adlarla ortaya çıkan tarikat ve cemaatler hoş görüldükleri ve desteklendikleri takdirde, fırsat bulduklarında cumhuriyete karşı ayaklanmaya kalkışabilirler.

Anayasaya aykırı ve yürürlükteki yasalara göre suç olan bu tür oluşumlara izin verilmemeli, hoşgörü gösterilmemeli, ilgili yasalar ödünsüz uygulanmalıdır.

[1] Ş. Süreyya Aydemir. Tek Adam, cilt III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2017, s. 210, 356

Tıp fakültelerinde güncel durum

Dr. Bayazıt İlhan
04.08.2023, BİRGÜN

Üniversite sınav sonuçları açıklandı, gençler tercih telaşındalar. Ben de her yıl bu dönemde, ülkemizde en fazla tercih edilen okullardan tıp fakültelerinin durumuna dair (ilişkin) bilgiler aktarmaya çalışıyorum. Önceki hafta uzmanlık eğitimini ele almıştım, şimdi mezuniyet öncesi tıp eğitimindeki tabloya bakalım. Yazıdaki sayıların çokluğu için şimdiden özür dilerim, durumu anlayabilmemiz için bu verilere ihtiyacımız var.

Özellikle sağlık alanında eylemlerin arttığı, hekimlerin de her platformda sıkıntılarını dile getirdiği bir haftada üzerinde durmamız değerli. Hekimlik tüm dünyada en saygın mesleklerden. Gençlerimizin bu mesleği benimsemeleri, tercih etmeleri, gönül vermeleri Türkiye için olumlu, teşvik edilmeli. Tıp eğitimine, mesleğe, sağlığa yönelik kötülüğün devam ettiğini görmek ise üzüntü verici.

FAKÜLTELER ve KONTENJANLAR

Ankara Tabip Odası’nın derlediği güncel verilere göre 2023 yılında devlet ve vakıf üniversitelerine toplam 18 bin 18 tıp öğrencisi alınacak. Bunların dışında açılan devlet üniversitesi tıp fakültelerine bin 795, vakıf üniversitesi tıp fakültelerine 2 bin 137 yabancı öğrenci kontenjanı ile toplam alınacak öğrenci sayısı 21 bin 950 olacak.

T.C. vatandaşları için kontenjanların dağılımlarına bakalım.

Türkiye sınırları içinde (sınır dışında Kıbrıs, Azerbaycan, Özbekistan ve Suriye’de kurulmuş olanlar da var) 76’sı Türkçe, 12’si hem Türkçe hem İngilizce ve biri yalnızca İngilizce programı olan toplam 89 devlet üniversitesi tıp fakültesi var. Bunlardan 87’si bu yıl öğrenci alacak. Devlet üniversitelerindeki toplam 99 tıp fakültesi programına 13 bin 530 Türkçe, bin 221 İngilizce eğitim öğretim için toplam 14 bin 751 öğrenci alınacak.

Kurulmuş olan 37 vakıf üniversitesi tıp fakültesinden 33’ü bu yıl öğrenci alacak. Bunların 12’sinde Türkçe, sekizinde İngilizce, 13’ünde ise hem Türkçe hem de İngilizce tıp eğitimi programı var. Buralara 2 bin 87 Türkçe, bin 180 İngilizce eğitim öğretim için toplam 3 bin 267 öğrenci alınacak.

Kontenjanların belirlenmesi, tıp fakültesi ve programları açılması, öğretim üyesi ve altyapı kapasitesi konularında çok sorunumuz var. Tüm bunlarda doğru planlamayı ve bilimin gereğini yapamıyoruz. Sağlık Bakanlığı’nın kendi insan gücü planlama raporunda 2017’den itibaren (başlayarak) toplam tıp fakültesi kontenjanının yıllık 5250’ye düşürülmesi gerekiyordu. Tersine, artışın sürdüğünü ve bu yıl 18 binin üzerinde olduğunu görüyoruz. 2022’de tıp fakültelerindeki toplam öğrenci sayısının 112 bin 58 olduğunu düşünürsek nitelikli hekim yetiştirmenin çok uzağında olduğumuzu söylememiz mümkün. Hekim sayısını hızla artırma telaşı bitmiyor, “giderlerse gitsinler” yaklaşımıyla da birleşince sağlık ortamımıza zarar veriyor.

  • Genç hekimlerin sürekli artan yurt dışına gitme talebi (istemi), Türkiye’de gelecek görememeleri ülkemiz için ciddi bir kayıp olmaya devam ediyor.

İngilizce tıp eğitimi programları da tartışmalı biçimde artmaya devam ediyor. Bu yöntemle mevcut tıp fakültelerine yeni programlar ekleniyor, kontenjanlar daha da artıyor. İzmir Demokrasi Üniversitesi Tıp Fakültesi örneği çarpıcı. Daha önce Türkçe programına öğrenci alan fakülte bu sene, nedendir bilinmez, Türkçe programına öğrenci almazken İngilizce programına öğrenci alıyor.

Bu kadar yaygın tıp fakültesi olduğu halde, yeterli altyapısı olmadan öğrenci almaya devam eden, eğitimin tamamı ya da bir bölümü başka yerlerde olan, altısı Sağlık Bilimleri Üniversitesi bünyesinde 11 tıp fakültesi var. Vakıf üniversitelerinin özellikle İstanbul ve Ankara’da konuşlanması da dikkat çekiyor. İstanbul’da tablo acayip, altı devlet ve 21 vakıf üniversitesi tıp fakültesi var. Vakıf üniversiteleri için tıp fakültesi açmak öyle kolaylaştırıldı ki; 12’sinin kendi hastanesi yok, özel hastaneleri tıp fakültesi hastanesi olarak kullanıyor, buralardan hekimlere akademik kadro, profesörlük veriyorlar.

Tıp Eğitimi Programlarını Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği (TEPDAD) Türkiye’de tıp fakültelerinde eğitimin değerlendirilmesinde önemli bir kurum. Dernek Türkiye’deki tıp eğitimi programlarının ulusal ve uluslararası ölçekte akreditasyonunu sağlıyor. Güncel olarak, yazdığım tıp eğitimi programlarından 50’si akredite. Akredite olmuş programların toplam programlar içindeki oranı yalnızca %34. Alınması gereken çok yol olduğu anlaşılıyor.

VAKIF TIP ÜCRETLERİ EL YAKIYOR

Vakıf üniversitelerinin tıp fakültelerinde okuyan öğrenciler bursluluk düzeyine göre ücret ödüyorlar. Tümü burslu olan da var, tümünü ya da bir bölümünü ücretli okuyan da. Bu fakültelerdeki öğrencilerin 115 bin TL’den 435 bin TL’ye dek değişen ücretleri cebinden ödemesi gerekiyor. ABD gibi, hekimlerin yüksek miktarlarda kredi borcu ile mezun olduğu bir ülke olma yolundayız.

Türkiye’de tüm meslek alanlarında görülen eğitimde bozulmanın, sürekli yeni fakülteler açmanın, niceliğin niteliğin önüne geçmesinin yansımalarını tıp alanında da görüyoruz. Ancak biliyoruz ki sağlık alanı bambaşkadır, verilen kimi zararların telafisi (giderimi) yoktur. O nedenle uyarımızı yineleyelim :

Bu ülkeyi yönetenlere “Önce zarar verme!” diyelim.

Bilimin, toplumsal gereksinimlere göre nitelikli tıp eğitimi istemimizi anımsatmayı sürdürelim.
******
Yazarın Son Yazıları
Tıpta uzmanlık eğitiminde ne durumdayız?
Acınası köksüzlüğümüz
Bir meclis, örgütlenme ve mücadele çağrısı
Seçimlerde gündemi belirleyebilmek
Hekimler demokrasiye ve bilime çağırıyor