Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ KIBRIS TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ
KIBRIS TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Sayın İsmail Bozkurt’un kavramsallaştırdığı Kıbrıs Türklerinin “Var Olma Mücadelesi”, 20’nci yüzyıla damgasını vuran bir olgudur. İngiliz yönetimi altında başlayan Var Olma Mücadelesi, Kıbrıs Cumhuriyeti sırasında ve sonrasında da sürmüş, günümüzde çözüm bekleyen sorunların başında yerini almıştır.

Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından 20’nci yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da başlatılan Milli Mücadele’nin bir benzerini de Kıbrıs Türkleri vermektedir. Ancak bir farkla; Anadolu’daki Milli Mücadele kısa bir süre sonra Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüş olmasına karşın, Kıbrıs Türk halkının bağımsızlık istenci (iradesi) ne yazık ki uluslararası kuruluşlar ve bağımsız devletler tarafından, Türkiye dışında, tanınmamıştır. Bu durum Kıbrıs Türk halkının on yıllar süren yalnızlığına yol açmıştır.

Kıbrıs Türklerinin vermiş olduğu ve dinamik yapısını hâlâ koruyan bu mücadelenin hem KKTC’de hem de Türkiye başta olmak üzere çeşitli düzlemlerde anlatılması ve kamuoyu ile akademik dünyada farkındalık oluşturulması büyük önem taşımaktadır.

Peki, bu konuda KKTC’nin devlet politikası var mıdır? Buna “evet” diyebilmeyi çok isterim, ancak Kıbrıs Türklerinin Var Olma Mücadelesinin kitlesel olarak anlatıldığı, yükseköğretim kurumlarının programları arasında olduğunu söyleyebilmek olanaklı değildir. Kıbrıs Türklerinin Var Olma Mücadelesi ile Kıbrıs Türk halkına on yıllardır dayatılan insanlık ve hukuk dışı uygulamaların yeterince anlatılmadığı gerçeği kamuoyunun da uzlaştığı bir sorundur.

KKTC’de halen etkin 22 üniversiteden yalnızca ikisinde (Yakın Doğu Üniversitesi ve Lefke Avrupa Üniversitesi) Tarih Bölümü vardır. Bu durum bile Kıbrıs Türklerinin savaşımının (mücadelesinin) kamuoyuna anlatılması ve yeni kuşaklarda tarih bilincinin oluşturulması konusundaki politika eksikliğinin somut göstergesidir.

Şöyle ki: Halen KKTC üniversitelerinde 110 bine yakın öğrenci lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini yürütmektedir. Bu öğrencilerin %90’nı aşan bölümünü Türkiye ve 3. ülke vatandaşları oluşturmaktadır. Kısaca 90 binin üzerindeki üniversite öğrencisi mezun olduktan sonra uzun yıllar kaldığı KKTC’den ayrılırken, Kıbrıs Türklerinin Var Olma Savaşımından habersiz olarak ülkelerine dönmektedir. Uzun yıllardır süren bu durumun doğal sonucu olarak, KKTC’de yükseköğrenimlerini tamamlayan yaklaşık 400 bine yakın kişi, Kıbrıs Türklerine uygulanan insanlık ve hukuk dışı politikalar konusunda bilgi sahibi olmadan ülkelerine dönmüşlerdir.

  • Kıbrıs Türk halkının Var Olma Savaşımını anlatabilmek yolunda çok büyük bir fırsatın kaçırılmış olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Bu eksikliğin yaratmış olduğu sakıncalar her düzeyde dile getirilmiş olmasına karşın, önemli bir adımın atılmamış olması düşündürücüdür.
***
Kıbrıs Türklerinin Var Olma Mücadelesini Anavatan Türkiye’de anlatmak, hem kamuoyunda hem de akademik alanda farkındalık yaratmak amacıyla önemli bir girişimde bulunulmuştur.

Nitelikli bilimsel ve ulusal öğretim ile araştırmaları önceleyen, içinde bulunduğu coğrafyayı ve Türkiye’yi okumaya çalışan bir vizyonla çalışmalar yapan Başkent Üniversitesi kurucusu ve Yönetim Üst Kurul Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın bu konudaki eksikliği gidermek amacıyla vermiş olduğu buyrum (direktif) doğrultusunda

  • Kıbrıs Türk Tarihi Araştırmaları Merkezi KITAMER kurulmuştur.

Türkiye ve KKTC’de benzeri olmayan bu Merkezin misyonları arasında:

  • Türkiye’de Ulusal Dava olarak kabul edilen Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık savaşımını geniş kitlelere duyurmak ve farkındalık düzeyini artırmak,
  • Akademik çalışmalar yaparak sorun alanlarını bilimsel yöntemlerle inceleyip elde ettiği sonuçları ve çözüm önerilerini ilgili kurumlarla paylaşmak,
  • Gereksinim duyulması durumunda Kıbrıs’taki gelişmeler konusunda danışmanlık yapmak yer almaktadır.

KITAMER’in yakın bir gelecekte Kıbrıs Türk Tarihi Enstitüsü’ne dönüşmesi ile ilgili stratejik hedef ise, on yıllardır dile getirilen ancak bugüne dek somut adım atılmamış önemli bir tasarımdır..
===========================
Dostlar,

Bu önemli ve coşku veren Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kurucu müdürlüğüne, dostumuz E. Albay Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ atanmıştır.

Mehmet Balyemez - Kıbrıs Türk Tarihi Araştırmaları Merkezi - Başkent Üniversitesi | LinkedIn

Sayın Balyemez Cumhuriyet Tarihi doktorudur. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde Sn. Prof. Dr. Bige Sükan danışmanlığında yürüttüğü doktora tezi, Kıbrıs Türk tarihinde son derece kapsamlı ve değerli, beş yüz sayfayı aşkın bir bilimsel araştırma ürünüdür. İngiliz arşivlerinden geniş ölçekte yararlanılmıştır ve Türk Tarih Kurumu‘nca basılmaya değer bulunmuştur.

Dr. Balyemez’in kişisel arşivinde oldukça varsıl (zengin) belgeler bulunmaktadır. Bunların araştırmacılara açılması ve ulusal – uluslararası kamuoyuna doğru bilgiler verilmesi gereklidir. Haklı Kıbrıs Ulusal Davamızı savunmada elimiz gerçekte çok güçlüdür.

Ingiliz Yönetimi Döneminde Kıbrıs Türklerinin Siyasi Kitabı

Dr. Balyemez, KKTC üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştığı yıllarda “KKTC Tarih Kurumu”  (Türk Tarih Kurumu benzeri) kurulması için çok çaba göstermiştir. Bu adım atılmalıdır. KKTC halkına ve özellikle gençlerine ulusal tarih bilinci kazandırılması yaşamsaldır.

Başkent Üniversitesi kurucu rektörü, yurtsever bilim insanı hocamız Sayın Prof. Dr. Mehmet Haberal‘ın, kendisine götürdüğümüz böylesi bir öneriye hızla ve yürekten destek vermesi alkışlanacak bir durumdur. Zamanla bu Araştırma ve Uygulama Merkezinin ulusal – uluslararası ölçekte lisansüstü tezlerin üretildiği bir Enstitü’ye evrilmesi çok yerinde olacaktır.

Devletin ilgili birimlerinin, başta Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, bu girişme destek vermeleri çok olağandır. Türkiye’de ve İngiltere’de, dünyanın başka yörelerinde yaşayan Kıbrıs Türklerinin de bu Merkezle yakından ilgilenmeleri gerekmektedir:

Merkez, web sitesini de açmıştır ve önemli bilgi, belgeleri paylaşmaya başlamıştır :

https://kitamer.baskent.edu.tr/kw/index.php

Başarılar diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 06 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

32 YIL SONRA BAHRİYE ÜÇOK ve TURAN DURSUN CİNAYETLERİ..

32 YIL SONRA BAHRİYE ÜÇOK ve
TURAN DURSUN CİNAYETLERİ..

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi aydın din bilgini Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK, 32 yıl önce bu gün, evine gönderilen patlayıcı madde içeren bir paketle öldürülmüştü.

fotosu

 

Ne yazık ki tetikçiler gerisindeki azmettiriciler hala yakalan(a)madı!??

– Bahriye hoca, namaz kılmanın ve oruç tutmanın
İslam dininde zorunlu olmadığını belgeleriyle yazmıştı.
Türbanın da İslamda yeri olmadığını savlıyordu kanıtlarıyla..

Bahriye Üçok, türban dinde yok ile ilgili görsel sonucu

Dinci yobaz, gerçekle yüzleşemedi ve “infaz” kararı verdi.. Allah’ın lanetinin sonsuza dek bu katillerin ve azmettiricilerinin üzerinde olacağı kesindir.. Bizim böyle olmasını dilememize bile gerek yok..

Aynı çağdışı karanlık anlayış, 1 ay önce bir başka aydın din bilgini Turan Dursun’a da kıymıştı.. 4 Eylül 1990’da.. O Turan Dursun ki, Kuran’ın 8 cilt ansiklopedisini yayımlamıştı tüm gerçekliğiyle. (Kaynak Yayınları)

“DİN BU” adlı görkemli kitabıyla İslamiyeti köhne boşinanlardan (hurafelerden) arındırmaya çabalıyordu.. Din simsarı yobaz, halkın gerçek İslamı öğrenmesini istemedi, çünkü acımasızca sömürüsünü din üzerinden, onu alet ederek, kutsal duyguları alet ederek sürdürmeye kararlı idi..

İnsan aklı ve onuru elbet bu karanlıkları da aşacak..
Bu çabaya omuz vermek ne onurlu bir sorumluluktur..

Turan dursun kuran meali ile ilgili görsel sonucu

Dinci – yobaz şu soruya yanıt vermeli                               :

  • Bu ülkede yüz bini çok aşkın cami… var…

Türkiye neden kalkınmış bir ülke değil?
Türkiye neden yolsuzlukta, ahlaksızlıkta, rüşvette, dolandırıcılıkta, zimmet – irtikap vb. suçlarda dünyada en önlerde geliyor??
Bunca namussuz, ahlaksız, ırz düşmanı, ihale fesatçısı, vakıf vurguncusu, filo sahibi, din baronu, küçük çocukların bile Kuran kurslarında ırzına geçen… uzaydan mı geldi??

Din her şeyden önce güzel ahlak demek değil mi?

ISLAMDA_ORTUNME_GERCEGI_VE_TURBAN_UYDURMASI 

başlıklı çok aydınlatıcı bir makaleyi okumak üzere lütfen üzerinde tıklar mısınız??

  • ERDEMLİ İNSAN nasıl yetişecek bu topraklarda??
  • İnsan, nasıl insan olacak / insanlaşacak bu coğrafyada??

Sevgi, saygı ve derin kaygı ama NESNEL UMUT ile. 06 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

DEMOKRASİ, LAİKLİK ve TOPLUMSAL BARIŞIN SÜREKLİLİĞİ

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Osmanlı Devleti bir imparatorluktu. İmparatorluklar çok etnisiteli, çok dinli, çok mezhepli ve çok kültürlü yapılardır.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeniden dirilerek bir ulus devlete ve bir cumhuriyete dönüşmüştür.

Günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti’nin demografisi Osmanlı’nin tüm dinsel, etnik ve kültürel çeşitliliklerini bünyesinde barındıran bir yapıdadır. Türkiye toplumu, demografik ve sosyolojik yapı olarak türdeş (homojen) değildir. Çok etnisiteli, çok dinli ve çok kültürlü özellikler taşır.

Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK,

  • ” Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye (Türk değil) halkına Türk Milleti denir.”

diyerek çoğulcu bir çerçeve (zarf) kimlik oluşturmuş, bu çoğulcu kimliğin hukuksal ve anayasal karşılığı olarak tüm yurttaşların eşitliği üzerine bina edilmiştir.

Yürürlükteki 1982 Anayasımızın 66. maddesi Türk kimliğini, “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” diye tanımlamıştır. Bu tanım, tüm etnik ve dinsel çeşitlilikleri olduğu gibi eşit kabul eden bir tanımlamadır.

Bu verilerden hareketle, sosyolojik, siyasal ve hukuksal açılardan Türk kimliği, bir ırk tanımı olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkesin ortak kimliğidir; geniş ve kapsayıcıdır.

Peki devletin ve ulusun varlık ve bütünlüğünü bozmadan bu etnik, dinsel ve kültürel çeşitlilik bir arada, barış ve erinç (huzur) içinde nasıl yaşatılabilir?

Çözüm, bu tür farklılıkları ortak çıkarlar, ortak amaçlar ve ortak idealler rotasında, hiçbir kesimi öbürlerine ezdirmeden, barış, dostluk, kardeşlik ve erinç (huzur) içinde birlikte yaşatmaya yönelik olmalıdır.

ÖYLEYSE:

1- Dinler, mezhepler ve öbür inanç farklılıklarını bir arada yaşatabilmek; evrensel ölçülerde din ve vicdan özgürlüğü sağlayabilmek için LAİK bir rejime gerek vardır.

  • Laiklik olmadan inanç demokrasisi, din ve vicdan özgürlüğü olmaz.

2- Toplumdaki tüm ırk, dil vb. etnik farklılıkları bir arada yaşatabilmek için, çoğunlukçu değil iyi işleyen, temel ve evrensel insan haklarına dayalı ÇOĞULCU BİR DEMOKRASİ gerekir. Ontolojik olarak her etnik kümenin kendisini ifade etmesine ve gündelik yaşamda kendi anadilini konuşmasına engel oluşturmak yanlıştır. (AS: Tek Resmi dil koşulu ile)

3- Devletin anayasal hukuk düzeninin ve bu hukuku uygulayacak siyasal iktidarlar ve devlet bürokratlarının, yurttaşların eşitliğinin vazgeçilmezliği ilkesinden hareketle, devletin tüm nimet ve külfetlerinin adil dağıtılması gerekir. Çünkü DEVLETİN DİNİ –ille böyle söylenecekse- ADALETTİR. Adalet mülkün (Ülkenin) yani iktidar olabilmenin temelidir.

  • Laik devletin dini, ırkı, mezhebi tarikatı, cemaati…olmaz.

Devlet, liyakat ve ehliyet ilkesi dışında, kendi yurttaşları arasında ayrımcılık yapamaz.

4- Başta eğitim, ekonomi, adalet, yargı, diyanet, iç ve dış güvenlık (polis, ordu) vb. kurum ve örgütlerin yukarıda gösterilen 3 ana amaca uygun ve etkin olarak kurgulanması gerekir. Devlet çarkı düzgün ve adil işlemelidir.

5- Demokratikleşmeye, belki de partilerin siyasal örgütlenme yapısından başlanmalıdır. Siyaset kurumunun işleyişi, a’dan z’ye adil ve güvenilir olmalıdır. Siyasal ahlak yasası çıkarılmalıdır. Siyasal partilerin, oy devşirme kaygısı ile ırkçılık, etnik bölücülük, dinsel ayrımcılık vb. konularda ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı söylemlerde bulunmaları yasaklanmalıdır. Siyasal partiler arasındaki rekabet de kirli değil, dürüst olmalıdır. Partiler arasındaki rekabet konusu, her alanda ekonomik, toplumsal gönencin (refahın) artırılması ve halka hizmet niteliğinin yükseltilmesi üzerine odaklanmalıdır.

6- Hiçbir siyasal. ırkçı, dinci, etnik, bölgeci cinsiyetçi…  kesime demokrasi görüntüsü ya da düşünce özgürlüğü gerekçe yapılarak laikliği, din ve vicdan özgürlüğünü, kişisel ve demokratik özgürlükleri yok etme özgürlüğü verilmemelidir.

Kıssadan hisse, Atalarımız diyor ki :

“Ne doğrarsan aşına o gelir kaşığına.”

Bireyler ve toplumlar kendi geleceklerini ancak kendi akılları, kendi yetenekleri ve kendi olanakları çerçevesinde oluşturabilirler. Eldekini yeterli bulanlara sözüm yok. Ancak, yeterli bulmuyorsanız, mutsuzsanız, daha özgür ve iyi koşullarda yaşamak istiyorsanız o zaman akılcı ve bilimsel olarak gereğini yapın.

İnsan umut ettikçe yaşarmış. Umudunuz, yaşama sevinciniz ve yaşamı güzelleştirmeye yapabileceğiniz katkılarınız hiç eksilmesin..

SUPHİ GÜRSOYTRAK ANISINA

Suay Karaman 

Değerli Dostlar,

27 Mayıs 1960 İhtilali’nin kurmaylarından ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanlarından Suphi Gürsoytrak’ı (24 Ocak 1925 – 30 Eylül 2011), ölümünün 11. yılında anmak için toplandık; hepiniz hoş geldiniz. Suphi Gürsoytrak adı anılınca aklımıza ilk gelen 27 Mayıs 1960 İhtilali’dir. Özellikle 1957 yılından sonra Demokrat Parti iktidarının, anayasa dışı tutum ve davranışlarına karşı bir oluşumun içinde yer almış, ülkenin Atatürk ilke ve devrimleri yolunda ilerlemesine hizmet edecek çalışmalarda bulunarak, 27 Mayıs İhtilali’ne katılmış ve ülke yönetimini üstlenen Milli Birlik Komitesi‘nde görev almıştır. 25 Ekim 1961’de iktidarın seçimle iş başına gelen sivil otoriteye devredilmesiyle Cumhuriyet Senatosu Tabii Üyeliği görevine başlamış, Parlamentoda verimli ve değerli çalışmalarda bulunmuştur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra senatörlük görevi sona ermiştir. Bundan sonra siyasetle ilgilenmemiş, demokratik kitle örgütlerinde görev almıştır. 

İlk olarak 27 Mayıs 1960 öncesine ve sonrasına bakmakta yarar var:

27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen bir sivil iktidarın, demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı (AS: haklı ve meşru) bir tepki olarak gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için aşağıdan yukarıya doğru giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir “ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir. Askeri harekâtlar ve ihtilaller, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanır. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu biçimde belirlenir. 

Demokrat Parti iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe okunan ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. TBMM’nin onayı olmadan emperyalist ABD’nin çıkarı için Kore’ye asker yollanmıştı. 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu DP iktidarıydı. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti. Muhalefeti cezalandırmak için 18 Nisan 1960’ta Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bu Komisyonun yetkilerinin genişletilmesinden sonra, Ankara ve İstanbul’da olaylar çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştu.

Ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuş, gazeteciler hapse mahkûm edilmişti. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu. Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşürenlere,

  • “odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm” ve
  • “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz”

diyenlere bugün “demokrasi yıldızı” denmektedir. Günümüzde ise aynılarını yapanlar buna ‘ileri demokrasi’ adını vermektedirler. 

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuş, yasaların anayasaya uygunluğu (ve  TBMM İçtüzüğünün) denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik duruma getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Milli Güvenlik Kurulu, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü (TSİ), Milli Prodüktivite Merkezi (MPM), İhracatı Geliştirme Merkezi, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur.

1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak Yüksek Hakimler Kurulu, Yüksek Seçim Kurulu gibi kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın – Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır. 

27 Mayıs 1960 Devrimi, gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası ile baskıcı 12 Mart 1971 muhtırası ve devrim karşıtı 12 Eylül 1980 darbesi ile karşılaştırılamaz. 27 Mayıs’ı anlamak için;

– Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, 
– Atatürk ilke ve devrimlerini,
– tam bağımsızlığı,
– emperyalizm karşıtlığını ve
– yurtseverliği özümsemek gerekir.

Bu özümsemeden payını alamamış olanlar, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe sayarlar ve yıllardır yaşadığımız sivil darbeyi görmek istemezler. 

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin tek olumsuz yanı; üç kişinin idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezası insanlığa yakışmaz, insanlık onuruyla bağdaşmaz. 

Şimdi 12 Eylül 1980 darbesinden sonra demokratik kitle örgütünde görev alan Suphi Gürsoytak’a gelelim. 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) kurucusu olan Gürsoytrak, 1994-1998 yılları arasında da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 6. Genel başkanı olarak görev yapmıştır. Suphi Gürsoytrak zamanında, Dernek kısa sürede büyük atılımlarda bulunmuştur. Bu atılımları şöyle sıralayabiliriz: 

ADD şube sayısı 49’dan, 322’ye yükselmiştir, yurt dışında 26 şube açılmıştır, ADD üye sayısı yaklaşık 5 binden, 55 bine yükselmiştir. Derneğin yayın organında, yaklaşan emperyalist tehlikelere dikkat çeken yazılar yazılmış, dergiler Anadolu’ya dağıtılmıştır; tümü gönüllülerce karşılanacak biçimde 500 öğrenciye harçlık verilmiş, yaklaşık 200 öğrenci ise ADD’nin o dönemde kamuoyunda yarattığı saygınlığının sonucu, özel dershanelere ücretsiz yerleştirilmiştir ve halen hizmet veren ADD Genel Merkez binası, gönüllülerin de katkıları ile dernek adına satın alınmıştır. 

Kemalist dik duruşuyla dikkat çeken Suphi Gürsoytrak’a karşı hain saldırılar düzenlenmiştir. ADD Genel Merkezi’ni bombalamak amacıyla, ,

27 Şubat 1995’te ADD Genel Merkezi tuvaletinde
bomba düzeneğini hazırlayan bir kişinin elindeki bomba patlamış,
kişi parçalanmıştır. Parçalanan cesedin parçaları,
ADD’nin simge adlarından eski genel sekreter
merhum Seher Yıldırım tarafından temizlenmiştir.

Ankara’nın gecekondu semtlerine gidilerek, toplumu aydınlatma görevi yerine getirilmiştir. Bu çalışmalar sonucunda ADD’ye gelerek kendi mahallelerine konuşmacı gönderilmesini isteyen her kesimden yurttaşlarımız olmuştur. Ankara Valiliğinden alınan izin doğrultusunda Ankara’da bulunan her düzeydeki okullara konuşmacılar gönderilmiştir. 

Bir ayda, on bin başvuruyla üye kaydının yapıldığı günler yaşanılmıştır, bu üyelere uzmanlık alanları ve isteklerine göre ADD amaçları doğrultusunda görevler verilmiş ve yararlı sonuçlar alınmıştır. Ülkemizin birlik ve bütünlüğünden yana olan kuruluşlarla, iş ve güç birliği çalışmaları başlatılmıştır. 

ADD amaçları doğrultusunda hizmet üretmek, ADD’ye ekonomik destek sağlamak amacıyla ATA Vakfı kurulmuştur. Daha sonra ATA Vakfına, Gölbaşı’nda değerli bir arazinin verilmesi sağlanmıştır. Ancak bu araziye sahip çıkılmadığı için, arsa Hazine tarafından geri alınmıştır. 

Bütün bunlar yapılırken Atatürkçü kuruluşların ulusal güç birliği oluşturma girişimlerinin başlatıldığı aşamada, Genel Başkan Suphi Gürsoytrak’a karşı, yönetim içinden muhalefet hareketi de başlatılmıştır. Bu muhalefet girişimi sonrasında, kendi listesinden genel yönetim kurulu üyeliğine gelen arkadaşları, Suphi Gürsoytrak’a güvensizlik oyu vererek Genel Başkanlıktan düşürülmesine yol açmıştır. 18-19 Mayıs 1996’da yapılan 4. Olağan Genel Kurul sonunda; Suphi Gürsoytrak’ın listesi kazanmış ve Gürsoytrak yeniden genel başkanlığa seçilmiştir. 

Ancak içten içe yapılan saldırılar sürmüş ve yönetime seçilen kimi üyelerin muhalefete katılmaları ile 24 Kasım 1997’de yapılan Genel Yönetim Kurulu toplantısında, Gürsoytrak’a güvensizlik önergesi verilmiştir. 8 Şubat 1998’de yapılan olağanüstü genel kurulda Suphi Gürsoytrak’ın listesindeki adayların çoğu yönetime seçilmiştir. Haziran 1998’de yapılan olağan genel kurulda Gürsoytrak, bu kez yönetime seçilememiştir. 

ADD Dergisinin Şubat 1998 sayısında dernek içinde; “çağdaş mandacı” örgütlerden söz edilmiş olması, ADD’nin kuşatma altına alındığının bir anlamda habercisi olmuştur. Bu kuşatma daha sonra da zaman zaman görülmüştür. Suphi Gürsoytrak döneminde görüldüğü gibi Atatürkçü Düşünce Derneği, karşılık beklemeden çalışan ve yurtsever yönetimlerin elinde olduğu sürece, büyük atılımlar yapacak ve ülke politikasına yön verecektir. 

Tüm yaşamını ülkesi ve toplumu için yararlı işler yapmak için geçiren 27 Mayıs devrimcisi ve ADD eski genel başkanı Suphi Gürsoytrak’ı saygı ve özlemle anıyoruz. Huzur içinde uyusun.

Sözlerime son verirken hepinize teşekkür ederim. 

Azim ve Karar, 3 Ekim 2022
(*) ADD Çankaya Şubesi’nin 30 Eylül 2022’de düzenlediği
“Suphi Gürsoytrak ve ADD” etkinliği konuşması.

3. DÜNYA (NÜKLEER) SAVAŞI OLUR MU?

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
Çekirdek Fiziği (Nükleer Fizik) Uzmanı
ADD Bilim Kurulu Başkanı

Değerli arkadaşlar,

Ne yazık ki bu soruya kesinlikle “hayır” yanıtını veremiyoruz; bu olasılık, İngilizce deyimiyle fifti-fiftidir….

Bugün için Dünyada, 2022 SIPRI Raporuna göre, 9440 adet “nükleer başlık” diye bilinen yüksek yıkım güçlü süper bombalar bulunuyor 9 ülkede. % 90’ı Rusya ve ABD envanterindedir, geri kalanı Çin, Fransa, İngiltere, Hindistan, Pakistan, İsrail ve K. Kore’nin elindedir. (bir sonraki “10. nükleer güç” adayı İran olabilir)

2. Dünya savaşında ABD’nin Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı iki Atom bombasının korkunç sonuçlarını* gören ülkeler, başta ABD ve SSCB (Rusya) olmak üzere 18 ülke 1965-68 arası uzun tartışmalardan sonra Nükleer silahların üretimini sınırlayan, nükleer silah tekniklerinin yayılışını engelleyen bir antlaşmaya (NPT) (AS: Nuclear Non-Proliferation Treaty) vardılar ve öbür ülkelerin imzasına açtılar.

Hindistan, Pakistan, İran, İsrail…. 5-6 ülke dışında hemen tüm BM üyesi ülkeler bu antlaşmayı imzaladı ve onayladılar… Türkiye 1969’da imzalamıştı NPT Andlaşmasını…
***
Hem Rusya ve hem de ABD envanterindeki nükleer başlıkların karşılıklı indirimlerle azaltılışı sonunda başlangıçtaki sayı 16 binden bugün için 9440 başlık düzeyine azaltılmış görünüyor. Bu başlıklardaki patlayıcı güç kısa menzilli taktik başlıklar 1 kTon’dan…. kıtalararası 400-1000 kTon’a dek değişiyor… (AS : 1kTon = 1 kilo ton = 1000 ton!)

Bir Nükleer başlık için ortalama 20 kTon TNT patlayıcı desek bile, bugün için Dünyada en az 9 bin Hiroşima bombası bulunuyor demektir… 20 kTon Japonya’da ~100 bin kişinin ölümüne yol açabildiyse, Dünyadaki nükleer silahların tümü de en az bir milyar insanın, büyük olasılıkla 5 milyar insanın ölümüne ve birlikte ekosistemin (radyasyon ve yangınlarla) onarılmaz büyük yaralar alışına yol açabilir.

Ukrayna savaşında askeri, siyasal, ekonomik ağır yaralar almış ve almaya devam edecek olan mütecaviz (saldırgan) Rusya (AS: Biz Rusya’yı nefsi müdafada görüyoruz), daha doğrusu Putin savaşın frenini kırmış, yani istese de bataktan çıkamayacak durumda köşeye sıkışmış görünüyor.

Peki baştaki soruya dönelim:
ABD ve Batı güçlerince köşeye sıkıştırılmış Putin, bir kedi refleksiyle, nükleer silahlarını kullanabilir mi?

Hatalı bir refleks kesinlikle önce kendinin ve ardından Rusya Federal Cumhuriyetinin sonu olur ve Sibirya 25-30 ülkeye bölünür… Bu arada “NATO nükleer silahlarının depolandığı” Adana/İncirlik de hedef olur mu? Olur! nükleer savaş bilançosu çok ağır ve sürprizlerle dolu olabilir; örneğin İsrail İran’a saldırmak fırsatını da yakalamış olur…

image.pngAynen “zehirli Kral Kobra ve güçlü kaslarıyla Boa” yılanları arasındaki savaş gibi…. Karşılıklı vuruşmak ve karşılıklı ölüşmekle sonuçlanacak bir nükleer savaş salt 21. yüzyılın son savaşı değil, savaşların da sonu olabilir.

Sevgilerimle..æ

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 05 Ekim 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

YOLDAŞ

Feto, Yunan TV’sine , “Türk halkı sarhoş gibi davranıyor. Erdoğan, Yunanların adaları işgali.. gibi anlamsız şeyler söylüyor. Yunanistan, her zaman dünya kültürlerinin gelişimin sütunu olmuştur” dedi.

Beraber yürüdükleri de Yunan’ın kazanmasını isterdi…

GERİCİ

Elazığ’da gerici Hüda-Par ve Vefa-Der, sanatçı İrem Demirci’yi istemediklerini açıkladılar. Konser iptal edildi.

Bu yobazlar, dur diyen çıkmadıkça gem azıda dolaşırlar…

SİMİT

Eminönü’ndeki simitçi heykelinin bronz simitleri çalındı.

Hırsızlar gücüne göre çalıyor…

HİZMET

Erdoğan, Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi’nin “Muhalefet, şehir hastanelerini eleştiriyordu, şimdi biraz kesildi. Nasıl karşılıyorsunuz?” sorusuna Ahmet Hakan’ı örnek göstererek, “Valla Abdulkadir Bey, artık köşenden gereğini yapacaksın. Ahmet Bey yapıyor bak.” dedi.

Hizmette zor soru yok, sınırsız destek var…

UYUM

Sayıştay raporunda;

  • “Orduevi ve kışla gazino müdürlükleri ile özel eğitim merkezi komutanlıkları mal ve hizmet alım işlerinde, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu hükümlerinin uygulanmadığı görülmüştür.” tespiti yapıldı.

Uydum imama, Mevlam kayıra…

ZAMANLAMA

Turizm Bakanı Nuri Ersoy, “Türk turist olarak gezmek istiyorsanız, benim size tavsiyem bütçe açısından tatile kışın gidebilirsiniz. Kışın fiyatların en uygun olduğu dönem” dedi.

Zaten deniz mevsimi de kışa rastlar ülkemizde…

SEBEP

Maliye Bakanı Nebati iktidarın ekonomik politikalarına ilişkin,

  • “Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım günümüzde giderek ön plana çıkan davranışsal ekonomi ve nöro ekonomi ile daha fazla önem kazanmaktadır” dedi.

Halkın anlayacağı dilden konuşulunca ekonomideki kötü gidişin nedeni şimdi anlaşıldı…

MİLLİYET

Ege krizi nedeniyle Yunanistan gemi turlarını iptal ederken, Yunan adalarına akan Türk vatandaşları 1 milyar avro para bıraktı.

Milliyetçilik, milli davalara sahip çıkma…

ŞİFACI

“Ben öldüm, geri döndüm, sürekli uçuyorum ve insanların üstündeki nazarı çıkarıyorum, şifacıyım” diye tanıtan Hasan Vural, bankta oturan zihinsel engelli bir kızın yanına oturup “Sende nazar var, ben çıkarayım” diyerek tacizde bulundu. Gözaltına alındı.

Uçup gökte yok olası…

AŞAĞILIK

RTE, daha iyi arabaya binmek, daha iyi telefon almak, daha çok konsere gitmek istemeyi “süfli (aşağılık) heves” olarak niteledi.

  1. Yeteri kadar varken daha çok uçak, daha çok lüks araç istemek,
  2. Man Adası’nda şirket kurup daha çok vergi kaçırarak daha çok para kazanmayı istemek,
  3. Daha çok yabancı bandıralı gemiye sahip olmayı istemek ne denli aşağılıktır?..

GİDER

Sarayın günlük gideri 10 milyon TL’yi aştı!

Ben giderim o gider,

İtibar gider milletin parası gider…

KABİLİYETSİZ

RTE, ”Enflasyonu hızla düşürme kabiliyetine sahip bir ülkeyiz”

Yıllardır düşürmeyip yükselttiğine göre başarısızlıktan zevk alıyor olmalı…

KAYIP

Sayıştay, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun Sağlık Bakanlığı’na hastaların sağlık giderleri için verdiği 161 milyar TL’nin 42 milyarının nereye harcandığını bulamamış.

Önemli değil canım, bu kadarcık açığın aramızda lafı mı olur…

ESCOBAR

Zafer Partisi Kongresi’nde “Ümit Başkan burada, Escobar nerede!” sloganı atılınca salonun emniyetinden sorumlu polisler salonu ve kongre alanını terk etmiş.

Kim bu Escobar, nedendir bu emniyetin gocunması?..

DEVASA

Eylül ayı itibarıyla yıllık enflasyon %83.5, ENAG’a göre ise %186.

RTE açıkladı, ABD ve Avrupa’da açıklanan enflasyon ile gerçek enflasyon arasında devasa fark varmış.

Bizim neyimiz eksik onlardan!..

MAGANDALIK

Üç maganda, istek şarkılarını bilmediği için söyleyemeyen sanatçıyı öldürdü.

Devleti yönetenlerin davranışı toplumun her kesimine yansıdı…

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na Açık Mektup!

Prof. Dr. Özer Ozankaya
ADD Kurucu Üyesi ve 4. Gnl. Bşk.
of.ozankaya@isnet.net.tr

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na Açık Mektup!

Sayın Kılıçdaroğlu,

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu, Türk ulusunun olduğu gibi tüm uygar insanlığın da sonsuza dek saygı ve sevgisini kazanmış olan Mustafa Kemal Atatürk, daha 103 yıl önce, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın ilk temel adımlarından Erzurum Kongresi’ni düzenlemeye hazırlanırken, 7-8 Temmuz akşamı, yakın arkadaşlarından Mazhar Müfit (Kansu) Bey’e şu demokrasi programını not ettirmişti:

“Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.
İki: Padişah ve hanedan konusunda zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.
Üç: KADINLARIN ÖRTÜNÜP KAPANMASI KALKACAKTIR. (Büyük harfle yazan Ö.O.)
Dört: Fes kalkacak, uygar uluslar gibi şapka giyilecektir.
Beş: Latin harfleri kabul edilecektir.”

Türk ulusu ve Cumhuriyet Halk Partisi üye ve seçmenleri, tümüyle demokrasinin, insan hak ve özgürlükleri düzeninin olmazsa olmaz koşulları olan bu siyasal kültür kalıtına yüz yıldan beri, bilinçle ve sarsılmaz kararlılıkla sahiptirler.

Başta ABD, sömürgeci devletlerin Türk ulusuna yaraşır görmedikleri, çünkü tüm İslam dünyasına da özgürlük ve bağımsızlık, kendi evlerinin efendisi olarak yaşama yollarını açacak gelişmelerin temeli olan bu kalıta sahip çıkmak, CHP Genel Başkanı’nın da birincil ödevi olmak gerekir, düşüncesindeyim.

Saygılarımla. 05 Ekim 2022

Ege’de Yaşanan Gerilim ile İlgili Değerlendirmelerim

Onur Öymen

Ege’de yaşanan gerilimle ilgili Sputnik’e yaptığım değerlendirmeleri aşağıda sizinle paylaşıyorum.

“Emekli büyükelçi Onur Öymen, Ege’de yaşanan gerilime ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Öymen, Yunanistan’ın ‘büyük devletlere çok büyük ödünler verdiğini’, bu ödünler sonucunda başta ABD olmak üzere büyük devletlerin Yunanistan’ın gerçekleştirdiği bütün eylemlerde arkasında olduğuna işaret etti.

Radyo Sputnik’te yayınlanan İsmet Özçelik’le Ankara Farkı programına emekli büyükelçi Onur Öymen konuk olarak katıldı. Öymen programda, Ege’de yaşanan gerilimi ve Türkiye’de yaklaşan seçimleri değerlendirdi.

Yunanistan’ın Amerika’ya başta Dedeağaç olmak üzere çok sayıda üs kurma imtiyazı verdiğini kaydeden Öymen, Yunanistan ve ABD’nin işbirliği içinde olduğunu ifade etti. Öymen, konuyla ilgili şunları söyledi:

“Yunanistan büyük devletlere çok büyük ödünler veriyor. Başta Amerika, Fransa, Almanya olmak üzere, çok büyük ödünler veriyor stratejik alanda ve savunma ürünlerinin satın alınması alanında. Aynı şekilde büyük devletlerin petrol şirketlerine Güney Kıbrıs civarı alanında doğalgaz arama imtiyazları veriyorlar. Yunanistan kara sularını genişletmeye kalksa ve Türkiye buna tepki gösterse ben eminim ki büyük devletler Yunanistan’ın arkasında yer alacak.

  • Yunanistan Dedeağaç’ta Amerika’ya çok büyük bir üs kurma imtiyazı verdi.

Bunun karşılığında da bu gibi konularda daima Amerika’dan destek bekliyorlar. Yani Yunanistan ne yaparsa yapsın, en haksız olduğu konuda bile arkasında Amerika’yı görüyor veya görmek istiyor. Türkiye’ye F-35’leri vermekten vazgeçtiler, onun yerine Yunanistan’a F-35 vermeye kalkıyorlar. Yani Ege’deki dengeleri Yunanistan lehine çeviriyorlar. Esas mesele Ege’deki dengeleri Türkiye aleyhine, Yunanistan lehine değiştirme girişimidir bu.

  • Türkiye, öbür ülkelerin tutumu ne olursa olsun kendi ulusal çıkarlarını korumalıdır.”

Yunanistan’ın Lozan ve Paris Antlaşmalarını ihlal ettiğini ve bu ihlalleri giderek artırdığını söyleyen Öymen, uluslararası toplumun bu duruma kayıtsız kalmasının ‘düşündürücü’ olduğunu ifade etti. Gerek Güney Kıbrıs’ta gerek Ege’de Yunanistan’ın himaye edilmesine karşı, Rusya’nın Kuzey Kıbrıs’a sivil uçuşları başlatma ihtimali olduğu yolunda bazı haberler olduğuna vurgu yapan Öymen, şunları kaydetti:

“Yunanistan 1952 yılından beri Lozan ve Paris Anlaşması hükümlerini ihlal ediyor. Bu ihlallerini de giderek artırıyor. Son olarak Amerika’dan aldığı bazı zırhlı araçların Ege’deki silahsızlandırılmış statüdeki iki adaya konuşlandırması bunun en son aşaması. Lozan anlaşmasını ve 1947 Paris anlaşmasını imzalayan devletler buna neden sessiz kalıyor? Uluslararası toplumun kayıtsız kalması düşündürücü. Bu Türkiye’nin güvenliğini çok yakından ilgilendiren bir konudur.

Öte yandan Chicago Sivil Havacılık Sözleşmesine göre ülkelerin kara sularının üzerindeki hava sahası onların egemenlik alanıdır. Ege’de kara suları 6 mil. Yunanistan, ‘Onun üzerine bizim 10 millik hava sahamız var’ diyor. BM’nin daimî üyelerinden biri bile çıkıp Yunanistan’ı eleştirmedi.

Gerek Kıbrıs’ta gerek Ege’de Yunanistan’ı himaye etmek, başka konularda birbiriyle çatışan ülkeler için bile sanki ortak bir hedef haline gelmiş. Bunun bir istisnası olacağa benziyor. Bu yönde ilk kez Rusya’nın KKTC’ye sivil uçuşları başlatacağı yönünde bilgiler var. Eğer bu olursa haksızlıklara küçük de olsa dengeli bir karşılık vermek için ilk istisna olacak.

  • Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne ekonomik, ticari ambargolar var.

Kültür, turizm, spor ambargosu var ve ulaşım ambargosu da var. Ben bu durumu hayretle karşılıyorum. Bu kadar haksızlığa, hukuksuzluğa karşı bütün ülkelerin tepki göstermesi gerekirdi.”

Büyük devletlerin uzun yıllardır Türkiye’nin çıkarlarına karşı politikaları olduğunu dile getiren Öymen, “Bizim uzun yıllardan beri yaşadığımız tecrübeler, 1699 Karlofça Anlaşmasından beri gördüğümüz gelişmeler şunu gösteriyor ki; büyük devletlerin Türkiye’nin çıkarlarına karşı çok uzun vadeli politikaları var. Bu sayede bu kadar önemli stratejik mevkide bulunan bir ülkeyi kendi etki alanlarına almak istiyorlar. Türkiye bunlarla mücadele ederek Kurtuluş Savaşı’nı kazandı. Bolşevik İhtilali‘nden sonra Lenin’in ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı sırasında desteği olmuş. Bunu biliyoruz. Hindistan’daki Müslümanlardan da katkılar gelmiş. Ama netice itibarıyla (sonuç olarak) Türk halkının gücüyle biz büyük bir Kurtuluş Savaşı vermişiz. Emperyalizme karşı çok büyük bir savaş vermişiz ve ondan sonra da bugüne kadar gerçekten bağımsız, egemen bir ülke olarak bağımsızlığımızı sürdürmüşüz. Fakat görüyoruz ki, büyük devletlerden bazılarının Türkiye’ye karşı politikalarında özlü bir değişiklik yok. O zaman nasıl Türkiye’nin çıkarlarına zarar verecek eylemleri neredeyse bir stratejik tercih olarak kullanmışlarsa, şimdi de bunun son örneklerdi Ege’de ve Kıbrıs’ta görüyoruz.” şeklinde konuştu.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 9-13 Ekim tarihleri arasında Amerika’ya gidecek olmasını yorumlayan Öymen, şunları söyledi: Bu gibi temasların değerlendirilmesi için orada kiminle görüşüleceği, bu görüşmelerin ne sonuç vereceği, kamuoyuna hangi açıklamaların yapılacağı, bu görüşmelerin Türkiye’nin menfaatlerine ne gibi katkılarda bulunacağı gibi hususlara bakmak lazım. Deniz Baykal Genel Başkanken Başkan Obama Türkiye’yi ziyaret etmişti ve belli başlı siyasi partilerin liderleri ile Ankara’da görüşmüştü. Yani geçmişi de var bu gibi üst düzey temaslar Türkiye’de de temas olmuştur. Yalnız Amerika’da değil Türkiye’de de bu ülkelerin temsilcileri ile siyasi liderler görüşmüştür, Avrupalı liderlerle görüşmüşlerdir. Herkes bunu doğal karşılıyor. Yeter ki bu ziyaretler Türkiye’nin temel ilkelerine, egemenlik haklarına, ulusal çıkarlarına hizmet edici sonuçlar versin.”

“Bizim bütün ülkelere bir telkinde bulunma olanağımız olsaydı derdik ki:

  • ‘Demokrasinin gelişmesine yardımcı olmak istiyorsanız lütfen seçimlerimize karışmayın.
  • Bütün ülkelerin egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne saygı gösterin.’

Bunu bütün ülkelere söylemek gerek. Uluslararası alanda demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü egemen kılmak gerek.”

Saygılar, sevgiler. (29.09.2022)

 

 

Aday nasıl belirlenir?

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
03 Ekim 2022, Cumhuriyet

Bir yanda, emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı mücadelesi yürüten Mustafa Kemal Atatürk hakkında idam kararı veren Padişah Vahdettin’in, vatan haini olmadığını savunanlar; Atatürk’ün “Nutuk”ta yazdığı gibi, alçakça önlemler almaya çalışanların ve gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanların avukatlığına soyunanlar; bir yanda, emperyalizme karşı mücadelede umudu, İran’daki ve Afganistan’daki kadın düşmanı ve laiklik karşıtı teokratik yönetime bağlayanlar; bir yanda Türkiye’nin, Irak’ın, Suriye’nin, Çin’in toprak bütünlüğünü savunurken Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü umursamayanlar, Rusya’nın “ilhak” adı altında Ukrayna’yı işgal etmesine seyirci kalanlar ve böylece büyük bir çelişki içine düşenler; bu çelişkili tavırla, gelecekte Türkiye’nin toprak bütünlüğünün de tartışma konusu olmasının yolunu açanlar; bir yanda, CHP’yi ve CHP’li belediyeleri terörle ilişkilendirmeye çalışarak, siyasal geleceklerini yalanlarla ve iftiralarla inşa edenler; “Gezi” direnişindeki masumları suçlu, suçluları masum gibi göstermeye çalışanlar; bir yanda, post-modern saçmalıklarla ve kavram kargaşasıyla ekonomi analizi yapanlar…

Bu bulanık ortamda, muhalefetin cumhurbaşkanı adayını belirlemesiyle ilgili süreç daha da büyük bir önem kazanıyor. Muhalefetteki partilerin, kişisel çıkar ve anlık heyecanlardan arınarak, bu süreci bilimsel bir yöntemle yürütmeleri gerekir. Türkiye’deki genel manzaraya bakıldığında, muhalefetin bir seçim daha yitirme lüksünün kalmadığı açıktır.
***
Araştırma kurumlarının araştırmaları büyük ölçüde tümevarımsal çıkarımlara dayanır. Tümevarımsal çıkarımda, tikel öncüllerden yola çıkılarak tümele yönelik bir sonuca ulaşılır.

Tümevarımsal çıkarımlar, kesin ve mutlak sonuçlara ulaşılmasını sağlamasa da, tümevarımsal çıkarımla seçim sonuçlarına yönelik öndeyileme yapılırken, tikel öncüllerin ve örneklerin azami ölçüde çoğaltılması ve çeşitlendirilmesi, yaklaşık olarak da olsa, bir sonuca ulaşılmasını sağlayabilir.

Başka bir deyişle, 20-25 ilde, 3-5 bin kişi ile değil; 60-70 ilde, 10-15 bin kişi ile yapılan bir araştırma, daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Bugüne dek, kamuoyuna açıklanmış, böyle bir araştırma yok. Araştırmaların hepsi sınırlı sayıda il ve kişi ile gerçekleştirilen araştırmalardır.

Geniş çaplı araştırma yapmak maliyet ve zaman gerektiren bir şeydir. Ancak muhalefetin bu konuda maddi olanakları olduğu gibi, çok geniş bir zamanı da vardı. Böyle bir araştırma için hâlâ geç kalmış da sayılmazlar.

Araştırma şirketlerinin, sınırlı sayıda tikel örnekle yetinmelerinin çeşitli nedenleri vardır. Siyasal parti yöneticilerinin duymak istedikleri sonuçları vermek, mali ve lojistik olanaksızlık, bazı pilot illerin genel seçmen eğilimlerini yansıtan iller olduğu iddiası, bunların arasında sayılabilir.

Bu nedenler içinde, salt genel seçmen eğilimlerini yansıtan pilot illerin olduğu savı ciddiye alınabilse de, bu iddia bile temelden yoksundur. Çünkü seçmen davranışı, bir kaya parçasını inceler gibi incelenemez. Türkiye genelini yansıtan sabit pilot iller yoktur. Belli ve sınırlı bir zaman diliminde kimi iller için bu söylenebilir, ancak geçen zaman ve oluşan yeni koşullar içinde, bu illerde de beklenmedik radikal değişiklikler meydana gelebilir.
***
Bir başka önemli konu, seçmenin partiye göre mi, yoksa adaya göre mi oy vereceği konusudur. Muhalefetteki siyasal partilerin oyu aritmetik olarak toplandığında, bu oyların AKP’nin ve MHP’nin oyunu geçmesi, kesin bir sonuç vermez.

Çünkü seçmen adaya göre oy verirse, siyasal parti tercihini de adaya göre değiştirebilir. Nitekim, parti temelinde, “Millet İttifakı”nın “Cumhur İttifakı”na fark attığı kimi araştırmalarda, “Erdoğan’a mı yoksa Kılıçdaroğlu’na mı oy verirsiniz” sorusu sorulduğunda, aradaki farkın kapanması, açıklanması gereken bir durumdur.

Bu nedenle, seçmenin yüzde kaçının partiye göre, yüzde kaçının adaya göre oy vereceği konusu da, mutlaka geniş çaplı ayrı bir araştırma konusu olmalıdır.

Seçimi kazanmak, dilek ve temennilerle değil, bilimle sağlanabilir.

Eczacıların çığlığı

GÜNCEL30.09.2022, BİRGÜN

Türkiye’de sağlık alanındaki sorunlar büyürken hak kayıplarına uğramayan meslek grubu kalmadı. Geçtiğimiz pazar Dünya Eczacılar Günü idi, ancak eczacılar kutlayacak bir şey bulamadılar. Türk Eczacıları Birliği yaşanan zorlu sürece dikkat çekerek eczacıları, eczane çalışanlarını, eczacılık fakültesi öğrencilerini ve tüm ailelerini 16 Ekim’de Ankara’da yapılacak Büyük Eczacı Mitingi’ne davet etti.

Eczacılar yıllardır yaşadıkları sorunları anlatıyorlar. Bırakın çözüm bulmayı işlerin kötüye gitmesiyle canları daha çok yanıyor. Mevcut iktidarın ortaya koyduğu piyasacı sağlık politikaları ilaçta da etkisini gösterdi.

  • Sağlık hizmetlerinin çok “tüketilmesi” ve hasta olmak üzerine kurulu sistem, ilacı da bir tüketim nesnesine dönüştürdü.

Kişi başı yıllık ilaç tüketimi 2002 yılında 10 kutu iken bugün 30 kutuya çıktı. Sistemin yurttaşlar ya da eczacılara değil çok uluslu ilaç şirketlerine yaradığı anlaşılıyor.

SAĞLIK, İLAÇ, ECZACILAR

Eczaneler halkın sağlığı açısından çok önemli görevleri yerine getiriyorlar. Yalnızca ilaç ve aşı sağlanması olarak düşünmeyin. Yurttaşların hemen yakınlarında, mahallerinde en kolay ulaşabildiği sağlık danışmanı konumundalar. Bunun ne denli önemli olduğunu pandemi döneminde açıklıkla gördük. Canı pahasına kesintisiz sağlık hizmeti veren eczanelerde 77 eczacı ve 24 eczane teknisyeni Covid-19’a yakalandı ve yaşamını yitirdi.

Serbest eczaneler gittikçe düşen kârlılık oranlarından ve artan maliyetlerden bunalmış durumda. Kârlılık oranlarında ilaç fiyatlarına göre azalan tarife uygulanıyor. Ancak şaka gibi, bu tarifeyi belirleyen fiyat aralıkları 2004 yılından bu yana güncellenmemiş durumda. 2009 yılında ve geçtiğimiz temmuz ayında kâr paylarında yüzde bir ile üç arasında iyileştirmeler yapılsa da, eczacıların uğradıkları kayıpları karşılamıyor.

Kabaca açıklamam gerekirse; ilaç fiyatları arttıkça daha çok ilaç, kâr oranlarının düştüğü 100-200 TL ve 200 TL’den yüksek kategorisine giriyor. Oysa TÜFE’ye göre bu aralıklar güncellenseydi 2021 yılı için 100 TL olan sınır 375,36 TL, 200 TL olan sınır 750,71 TL olacaktı. Bu yıl enflasyona göre bu rakamları %80 daha artırmamız gerekiyor.

  • Kısacası eczacıyı enflasyon ve dövizdeki artışlar karşısında ezdiren bir model ile karşı karşıyayız.

Hesaplamalara göre eczanelerin brüt kâr oranları 2002 yılında % 17,2’den 2019 yılında %13,8’e gerilemiş durumda. Aynı dönemde karşılanan reçete sayısı ise 113 milyondan 401 milyona çıktı. Yani iş yoğunluğu ve eczane giderleri katlandı.

  • Pek çok eczane kapanma tehlikesi ile karşı karşıya.

Kamuda çalışan yaklaşık dört bin eczacı ise yıllardır yok sayılıyor. Son yayınlanan ek ödeme yönetmeliğinde büsbütün mağdur edildiler. Hakkaniyete uymayan ve çalışma barışını bozan bu durumu günlerdir Sağlık Bakanlığı’na anlatmaya çalışıyorlar ama muhatap bulamıyorlar.

Artan ilaç yoklukları ciddi bir sorun ve eczacıları da hastaları da büyük sıkıntıya sokuyor. Fiyat farkı çıkarmayan ilaç neredeyse kalmamış durumda ve farklar her geçen gün katlanıyor, hastalar cebinden karşılıyor. Bu durum eczanelerde tahsil edilen katılım payları ve reçete bedelleriyle birleşince hastalarla eczacıları sık sık karşı karşıya getiriyor.

Denetimsiz açılan eczacılık fakülteleri bir yandan eczacılık eğitiminin niteliğini düşürürken, bir yandan da genç eczacılar için işsizlik sorununu ortaya çıkarıyor, mesleğe zarar veriyor.

HEKİMLERİN KAYGILARI

Tam da bu tartışmaların içinde, Dünya Tabipler Birliği tarafından yayınlanan bir tutum belgesinde, çok uluslu şirketlerin artan gücünün ve kârı önceleyen politikaların ilaçların niteliğini ve güvenliğini olumsuz etkilediği belirtildi. İlaç üretim, dağıtım ve depolama süreçlerinde kimi zaman asgari güvenlik standartlarının karşılanmadığı vurgulanan belgede, bunların düzeltilmesi için ülke yönetimlerine ve tabip birliklerine önerilerde bulunuldu.

Eczacıların ve hekimlerin uyarıları ortada….

Sağlıklı olmak, ilaca, aşıya güvenle ulaşmak istiyorsak eczacıların çığlığına kulak vermeli ve haklarının arkasında durmalıyız.