Etiket arşivi: Sanayi Devrimi

Trakya’yı kurtar(may)alım mı?


Trakya’yı kurtar(may)alım mı?

İlhan Vardar
AYDINLIK
, 16.3.15
Trakyayı kurtar(may)alım mı?
“Şu anda yarının artık bugün olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Çok geç kalmış olmak diye bir şey vardır.
Sayısız uygarlığın beyazlamış kemikleri üzerinde şu acılı sözcükler yazılı:
‘Çok geç.’
Eyleme geçmezsek, merhameti olmadan güce,
ahlakı olmadan kudrete,
kavrayışı olmadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış
zaman koridorlarına sürükleneceğimiz kesin.’’
Martin Luther King
Yine bir seçim dönemi ve yine tatlı su entellerinin, ya da “tamam biz de görüyoruz yanlışları, ama seçim dönemi eleştiri yapmak yanlış” diye her şeye gözlerini kapayan, takım tutar gibi
parti tutup seçimlerde tıpış tıpış gidip oy kullanmayı demokrasi olarak algılayan kişilerin
bu görüşüne karşın, kişisel eleştiriler de olduğu için yanıtımı on sekiz yıl önceden
vermek istiyorum.
1997’de ne seçim vardı, ne AKP. O zamanda bizler eleştirilerimizi yapıyor, bu eleştirileri yapan dostlar görmüyor, duymuyor, konuşmuyordunuz.. Şimdi bu şekilde düşünenlere
“AKP’nin hizmetkarlığını yapıyorsunuz” suçlamasına karşın o günlerde de iktidarımızı engelliyorsun söylemleri vardı.!
İşte bu zihniyetiniz Martin Luther King’in elli yıl önce söylediği gibi
  • “Merhameti olmadan güce, ahlaklı olmadan kudrete, kavrayışı olmadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına” sürüklenmemize neden olmadı mı?
    Hala çok ama çok geç değil mi?
“Uzun bir kış’tan sonra şu son günlerde İstanbul dışına, Trakya’ya doğru bir yolculuğa çıkarsanız, hele hele biraz yağış varsa fark edeceğiniz ilk şey gözleriniz kapalı bile olsa
buram buram toprak kokusu olacaktır. Bunun üzerine gözlerinizi açtığınızda baharla birlikte uyanan doğanın o yeşil örtüsüyle karşılaşırsınız. Yolculuğunuz daha bakir bir bölgeye ise ve gelincik mevsimine rastlarsa yemyeşil buğday tarlaları içindeki kızıl gelinciklerin seyrine
doyum olmaz. Hele hele yeşille mavinin bütünleştiği kıyı şeritlerine ulaştığımızda duyulan haz, mutluluğun resmini yaptırtabilecek bir dinginlik verir insana.Hiç kimse böyle bir yolculuğa hayır diyemez sanırım. Ama ne yazık ki, yıldan yıla bu tür manzaralarla karşılaşmak için çok daha uzun yollar katetmemiz gerekiyor. Ve bu uzun yolları katederken daha birkaç yıl önce yeşillikler arasında yalnızca kiremitlerinden ve saman yığınlarından köy olduğunu anlayabildiğimiz yerleşim birimlerinin gittikçe betonlaştığını,
artık beton yığınları arasından ağaçların göğe uzanmak istercesine direndiğine tanık olursunuz. Sınırlarının ağaçlardan, derme çatma çalılardan oluştuğu o eski büyük bahçelerin içindeki tek katlı, sundurmalı, bahçenin bir kenarındaki ahırlı köy evlerinin yerlerini kat kat beton yığınlarına terk ettiğine tanık olursunuz.

Ama bizler, burunlarımızı tıkayarak, gözlerimizi kapayarak daha yeşile, daha maviye ulaşmak ve oraları da -önceleri kısa tatillerde keşfedip daha sonra – yok etmek için son hızla gitmekteyiz!
Özellikle Sanayi Devriminden sonra Batı’da, daha çok tüketen insanın daha mutlu olduğu,
kişi başına üretilen, demirin, çeliğin çimentonun mutluluğun göstergesi olduğu kabul edilmiştir.
Doğal kaynakların kısıtlı oluşu göz önüne alınmadığı için de bir yandan doğal kaynaklar tükenmekte öbür yandan işlenen ham maddeler doğaya atık olarak dönmektedir.
2. Dünya Paylaşım Savaşından sonra kapitalizmin büyüme tutkusu tüketim için üretim” yerineüretim için tüketim sürecini başlatmıştır. Artık üretim, insanların doğal gereksinimleri için değil de oluşan  tröstlerin devleşmesi ve ayakta kalabilmesi için
yapılmaya başlanmıştır.
Bu da çevre sorunlarının korkunç boyutlara ulaşmasına neden olmuştur.
Bizim gibi daha sanayileşme ve demokratikleşme aşamasına bile gelememiş ülkelere çöreklenen dev tröstler tüm dünyanın yaşanamaz duruma gelmesine neden olmuştur. Bilindiği gibi
bu tüketim çılgınlığı süreci ülkemizde de 12 Eylül 1980 darbesini izleyen hükümetler sonrası büyük bir hız kazanmıştır.
Bir yandan uluslararası tröstler ve yerli tekeller ülkemizde çevreye duyarlı gözükmeye başlamışlar ve hatta son yıllarda çevre ödülleri dağıtır duruma gelmişlerdir.
Ama öte yandan kurulan montaj fabrikalarının en verimli tarım arazilerinde kurulmasından
hiç mi hiç çekinmemişlerdir.
Çevre konularına en çok duyarlı vakıflarımız ise özel üyeliklerini Dolar üzerinden yapmakta
ve bu tür kuruluşların desteğini almaktan çekinmemektedirler.” (*)
Trakya’yı kurtaralım – İlhan VARDAR,
Bilim ve Ütopya Dergisi, Mayıs 1997, sayfa 7=====================================

Dostlar,

Trakya’da (Edirne’de) 1988 -2004 arasında 16+ yıl yaşamış ve halen hemen hemen her yıl Tekirdağ’da birkaç hafta geçiren bir insan olarak, Trakya’nın çevre sorunlarını izliyor ve yakından biliyoruz. Çeyrek yüzyılda nereden nereye gelindiğini büyük acıyla izliyoruz.

O bölgede yaşadığımız yıllarda Edirne’de Çevre Gönüllüleri Derneği kurmuş ve
savaşım vermiştik. Geçtiğimiz yıl (2014) Ekim ayında da Edirne’de düzenlenen
17. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi‘nde temamız “SANAYİLEŞME ve ÇEVRE SAĞLIĞI” idi.

Trakya’daki bol yüzeysel sular, çok su kullanan tekstil sanayisinin yapılaşma gerekçesi olmuştu. Tabii Avrupa’ya yakın oluşun da payı var… Son verilerle yüzeysel sular 400 m’ye dek tüketilmiştir! Boşaltılan mağaralara (lakünalara) ise ne yazık ki, bir çevre cinayeti uygulanarak kimi sanayi kuruluşlarının atık suları doldurulmuştur. Trakya’nın yaşam damari Ergene ırmağı,
toksik atık yatağı durumundadır. 1. sınıf tarım toprakları yapılaşmaya açılmıştır.

Trakya nüfusu hızla büyümektedir ve İstanbul Istrancaların sularını vantuz gibi emmektedir.

Bir yabancı banka özellikle çiftçilere kredi vermekte, tahsil edemediğinde (!) topraklara
el koymakta ve Yunanistan’a yakın – komşu bu topraklar belli ellerde toplanmaktadır!

Bir de KANAL İSTANBUL tasarımı yaşama geçirilirse bu, Trakya’nın elden çıkması demektir.
Bu çılgın, çevre düşmanı, yıkıcı – talancı rant tasarımından derhal vazgeçilmeli;
Trakya’da havza planlaması ile çevresel yıkım daha fazla geç kalmadan durdurulmalıdır.

Sevgi ve saygıyla.
17.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri


Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

2013 yılını bitirmek üzereyiz… Bir yıl içinde olanlara baktığımız zaman; Türkiye’de yaşanan hızlı dönüştürme ve evirme politikalarının; Türkiye’nin kuruluş felsefesi, amacı ve hedeflerinden nerelere geldiğimizi açıkça görebiliriz.


Cumhuriyetimiz niçin ve nasıl kuruldu?

Hemen bir durum saptaması yapalım:
Türkiye Cumhuriyeti, Sanayi Devrimi sonucu palazlanan yayılmacı kapitalist-emperyalist politikaların, Türk Ulusal varlığını ortadan kaldırmak için, Sevr Projesi’ni
(10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti’ne dayatması üzerine Türkleri bu
yok oluş projesine razı etmek için Anadolu’ya sürülen işgal ordularına karşı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Türk Ulusu’nun bir bağımsızlık savaşı vermesi sonucunda kuruldu. Bu bağımsızlık savaşı, Türk Ulusu’na modern anlamda bir ulus/ millet bilincini kazandırdı. Bu bilincin temelinde

– kökleri binlerce yıl geriye uzanan ortak yaşanılmış tarih;
– horlanıp dışlanmış olmasına karşın varlığını sürdürebilmiş Türkçe;
– ortak bir bilinç etrafında kümelenmiş Türkiye halkının, gelecekte de birlikte,
bütünleşik ve kaynaşık biçimde yaşama istenci bulunuyordu.

Bu zorlu süreç; Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehasıyla savaşın kazanılmasından sonra; önce “Yurtta Barış Dünyada Barış” felsefesiyle biçimlenen dış politikaya dayandırıldı. Buna koşut olarak;

– ulusal kimliğin güçlendirilmesi,
– tarihsel zamanda kaçırılmış olan Aydınlanma sürecine yönelerek bir Aydınlanma
Devrimi
ne dönüştürülmesi,
– tarım toplumlarının bir göstergesi olan feodal yapının dağıtılarak
ulus kimliğinin güçlendirilmesi..

gibi bir dizi çalışma içine girildi. Aydınlanma Devrimi’nin öz değerleri ve kurumları olan

– Millet mektepleri,
– Halkevleri,
– Köy enstitüleri,
– Devrim ocakları,
– Üniversiteler ve öbür eğitim kurumları ile
– Dünya klasiklerinin yaygın çevirisi ve dağıtımı..

gibi birçok işler başarıldı. Temel amaç, önce bireyin ilk başta kendisinin değerli olduğunu kabullenmiş bir Rönesans (Yeniden doğuş) yaşaması; sonra Aydınlanma değerleriyle aklı ve bilimi yaşamın bütünü içinde kullanması;
bu algılar dünyasında modern anlamda önce birey, ardından feodal ilişkilerin yıkılmasıyla gerçekleşmeye başlayan uluslaşma sürecinde kendini yurttaş olarak görmesini sağlamaktı.

Çünkü gerçek ulus devletleri; ancak akılcı ve bilimin üstünlüğünü benimsemiş; dogmalara ve feodal ilişkilere kendini kaptırmamış bireylerle oluşturulabilirdi.
Bunun için de laiklik ön koşuldu.

– Yurttaşlar topluluğu ulusu oluşturacak;
– Ulus kendi istencine ve egemenliğine dayanarak Cumhuriyeti en yüksek değer olarak görecek onu demokrasiye taşıyacak ve öte yandan da
– ulusal ve üniter yapısını koruyacak ve geleceğe öylece yürüyecekti.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk Aydınlanma Devrimi’nin getirdiği kazanımlardan sayısız ödünler verildi. 2013 yılı içinde yaşananlara bakıldığında; önce Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun bir uzantısı olarak, bu zamana değin hiçbir ülkede görülmemiş ölçüde, devleti oluşturan resmi kurumlar ile terör odakları arasında bir diyalog süreci yaşandı. Terörün ortaya çıkmasında baş sorumlu olan Abdullah Öcalan’la oraya gönderilen kurullar arasında kimi mutabakat metinleri oluşturuldu. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini oluşturacak temel dayanaklar doğrudan terör örgütünün kaleminden çıktı ve bu kamuoyunun bilgisine sunulduğu gibi; Diyarbakır’da düzenlenen büyük bir toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosunda Türkiye milletvekili olan kişiler tarafından, farklı bir dil ve lehçe ile okundu.

Buna koşut olarak; çözüm süreci adına, modern ve demokratik anayasa masallarıyla, Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak anayasa çalışmaları yapıldı. Türk Ulusu/ Milleti; Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürü, hatta Türk bayrağı ve Türk Vatanı gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Sözde akil adamlar korosu, değişik görüşmeler yaparak, milletin genel arzusunu hiç de yansıtmayan raporlar hazırlayarak, bu sürece temel oluşturma çabası içine girdiler. Kamuoyunda Atatürk’ü, ulus kimliğini ve bu kimliğin değer ve simgelerine karşı yoğun bir nefret kampanyası başlatıldı.

Atatürk heykellerine saldırılar arttı; çöplerden Atatürk poster ve çerçeveli resimleri toplandı. Sivil toplum hareketlerinde iş, üzerinde Atatürk’ün resmi olan flama ve bayrakların toplanmasına kadar gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
en temel kurumlarından “T.C.” logosu çıkarıldı. Devlet kurumları, resmi bayramlara ve kutlamalara gereken ilgiyi göstermediği gibi; sivil kurumların ve sivil toplumsal örgütlerin öncülüğünde toplumun kendi kutlama ve anma toplantılarına fütursuzca müdahaleler söz konusu oldu. Ulus devleti ve onun değerlerini savunan kişilere ve kurumlara yoğun baskılar gözlemlendi. Okullardan Atatürk Dönemi’nden beri okutulan “Andımız” yasaklandı. Okullarda din derslerinin sayısı arttığı gibi; 4 + 4 + 4 eğitim politikasıyla; bilinçli biçimde İmam Hatip Liseleri’nin sayısı alabildiğine çoğaltılarak, okul yaşındaki çocukların bu okula gitmesi için yönlendirmeler yapıldı.

Düzenlenen Kuran okuma yarışlarıyla çocuklara bilgisayar dağıtımları;
Hac ziyaretleri gibi ödüller resmi ve yarı resmi kurumlar tarafından konuldu.
Yazılan ders kitaplarında ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplarda
ulusal kimliği küçümseyici; buna karşın cihadı, laik devlet ilkesine aykırı olarak,
bir dinin tek bir mezhebinin inanç kalıpları yer aldı.

Onca Anayasa Mahkemesi kararına karşın, türban bütün kamu kurumlarında serbest bırakıldı. İş, kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine kadar uzatılarak,
bir toplumsal psikoloji ve nefret duygusu yaratıldı. Gezi Olayları’na karşı aşırı polis gücü kullanılarak; toplum kesimlerini karşı karşıya getirecek;

“Yüzde elliyi zor zaptediyorum”..

gibi sözler en üst makamlarca dile getirildi. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan olayların temelinde ne gibi etkenler olduğunu araştırmak yerine; bu olaylara katı bir ideolojik duruşla ve polisiye tepkilerle karşılık verildi. Cemaatçilik ruhu, devletin
en mahrem kurumlarının en üst düzeylerine dek örgütlenmeyi başardı.

Bütün bu olaylar zinciri içinde 2013 yılı sonunda ulaşılan sonuç da şudur:

Millet, bütün bu olan bitenler karşısında, şiddetli bir yanıltma politika ve yandaş basının yoğun biçimde bu yönde kullanılmasına karşın, olayların nereye gittiğinin büyük ölçüde farkına vardı. Milli günler milyonlarca kişinin katılımıyla anılmaya ve kutlanmaya; cumhuriyetçi güçlerin dayanışmasına yol açtı. Ulus/ Millet, yaşanan olaylara bakarak, Atatürk’ün ve cumhuriyetin değerlerini daha iyi kavramaya başladı.
Terör gruplarının savunduğu düşüncelerin, milli değerler üzerine oturtulduğunu görerek; Atatürkçülük bilinci daha yaygın bir durum aldı. Resmi günleri anma törenlerine, örneğin 10 Kasım 2013 günü düzenlenen Atatürk’ü anma toplantı ve yürüyüşlerine milyonlarca kişi katılarak, toplum bu olup bitenler karşısında huzursuzluğunu açık biçimde ortaya koydu. Toplum bir yandan ayrıştırılırken;
öte yandan yine toplumun kendi öz istencinden kaynaklanan etkenlerle,
ulusal güçlerin birliği gibi arayışlara yöneldi.

Bütün bu olup bitenler karşısında,

  • 2014 yılının bir derlenme ve toparlanma yılı olacağı; 
  • Cumhuriyetimizin kendi öz değerlerine yeniden dönüş süreci yaşanacağı 

umudu artmıştır.

Günümüzde Atatürkçülük Nerede?


Günümüzde Atatürkçülük Nerede?

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“-En büyük Türk, Atatürk”

 

 

Şakşakçı, yağdanlık; her türlü ortama kendini uydurmakta pek hünerli kesim konuşuyor:

“Artık Kemalizm bitti!”

Niçin diye sormaya gerek bile yok.
-“Çünkü Kemalizm, çağın gereklerine karşılık veremiyor.

O;

1. Ulusalcı,
2. Devrimci,
3. Laik,
4. Halkçı,
5. Cumhuriyetçi ve
6. Devletçi… (6 Ok ilkesi)

Bu değerlerden bugünümüze dek ne kalmışsa, kalana bile dayanamıyor;
Atatürk gibi “dahi” bir kimlik ve kişiliğin karşısına olmadık kişileri çıkarıyorlar.
Bir tür tarihten rövanş alma… Bir şeyleri içselleştirememe ve kanıksayamama… Dünyayı doğru okuyamama…

Örneğin, çok etkili ve yetkin bir kişilik tutup, ulusçuluk kavramından “ırkçılığı” anlayabiliyor ve çağdaş dünyanın bir önceki evresi olan feodal ilişkiler düzenini ve ümmetçi siyaseti, çoğulcu demokrasinin bir parçası gibi allayıp, şekerleyip önünüze koyabiliyor…

Ulusçuluktan ırkçılığı,
Cumhuriyetçilikten vesayetçiliği;
Halkçılıktan yozlaşmayı anlayan ve konuları böyle algılayan bir kafanın çağdaş bir kafa olduğu söylenebilir mi?

Ya tutup, “demokrasi, demokrasi, ille de demokrasi; Kemalist vesayetçi düzen
sona erdi
, yerlerde debeleniyor; çağın gerisinde kaldı derken”; gidip demokrasiyi
Said-i Nursi’nin nur ayetlerinde, Ortadoğu’nun haremlerin içinde kaybolmuş
Vahabi kültüründe arayan ve Osmanlı Devleti’ne de bakarak, ondan kendine bir kimlik
ve edinim bulmaya çalışan kafaya ne demeli?

İnsanın bu tür tarihe şaşı bakanları görünce, şunu diyesi geliyor:

A “şaşıbakanım”, senin tarihte çok değer verdiğin, sanki bir Altın Çağmış gibi bugüne taşımaya çalıştığın o düzenin temsilcisi olan sultanların kendi bulundukları zaman diliminde oynadıkları rol, senin savunduğun değerler dünyasıyla hiç uyuşmaz. Öyle ya! Neredeyse Roma’yı yeniden ihya etmeyi düşünen; bunun için Otranto Seferi’ne bile çıkmayı göze almış; dönemin katı taassuplarını kırarak, çok dil öğrenmiş, felsefeye merak salmış… dince günah sayılmasına karşın tablosunu yaptırmış bir
Fatih Sultan Mehmet
; o dönemde O’nun düzenine karşı başkaldırmış gerici zümre varken, nasıl senin tarihsel çizgini ve eksenini temsil eder? O, kendi döneminin koşullarına göre, yaşadığı çağın yerleşik kalıplarını kırmaya çalışan bir anlayışa sahipti…

Ve örneğin, bugün yecelttiğiniz ve göklere çıkardığınız Sultan II. Abdülhamit bile, sizin sandığınız ölçüde şeriatçı bir kimlik ve kişilik değildi. Neyi, kime karşı savunuyorsunuz? O’nun, dönemin koşulları içinde İngilizler’e karşı bir siyaset olarak kurguladığı “İslamcı” politikaya bakarak, Sultan’ı taassup içinde bir kimlik ve kişilik mi sandınız? Dince neredeyse dünyanın en büyük tefekkür sahibi kişisi olarak nitelendirdiğiniz,

Said-i Nursi’yi “Delidir” diyerek tımarhaneye attıran
Sultan II. Abdülhamit değil mi?

Bu zıtlıklar bir yana; Atatürk’ün getirdiği değerler dünyasına baktığımız zaman;
geçmişin eleştirisi yerine, günümüze bakıp, o değerler dünyasından bugünün
geri kalmış toplumları olarak ve elbette kendi gerikalmışlık düzeyimizin içinde değerlendirerek, Atatürk’ü ve O’nun aydınlanma ideolojisini nereye koyabiliriz,
bunu düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülük’ü tabu biçimine getirmeye çalışanlar olduğu söylenir sık sık… Doğrudur. Belli dönemlerde, O’nu kalıp haline getirerek, tarihin dar bir alanına hapsedip bırakmaya çalışanlar hep bu ülkede olmuştur. Ancak, şunu söyleyelim:

  • Her şeyi bir yana bırakın: Atatürkçülük; akla, bilime, evrensel ve çağdaş değerlere, Türk Kültürü’nü içselleştirmeye, yurtseverlik duygularına yönelmiş ve ezilen uluslara antiemperyalist duruşuyla örnek olmuş
    bir harekettir.

  • Ben size hiçbir katı dogma bırakmıyorum
    İki şey emanet ediyorum; biri akıl, öteki de bilim!” 

diyen büyük Gazi’yle derdi olanın, akılcılıkla, bilimle, çağdaşlıkla, çağdaş ve evrensel değerlerle ve Türk kültürünün en aşağı yedi bin yıllık geçmişiyle bir derdi vardır.

Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biridir ve her Türk, O’nu yurtseverce duygularla sever… O’nu başının üzerinde yükseltir. Bütün yurttaşlarını, hiçbir etnik, dinsel ve mezhepsel ayrıma bakmaksızın; yasalar, kamu düzeni ve toplumsal yaşam içinde
eşit görür. Bunun güvencesi, bütün dinsel inanışlara ve inançsızlığa eşit uzaklıkta olan çağdaş hukuksal ilkelerdir.

Devlet; din üzerinden siyasal bir yapılanmaya yönelmez.

O yurttaşını ya da bu yuttaşını; ırkı, dini, cinsi, bağlı bulunduğu boy, aşiret kimliğine bakmadan eşit görür…

Bu yaklaşımlarla derdi olan var mı?

Varsa bilin ki; o yalnız Atatürkçülük’ün değil, evrensel değerlerin de karşısındadır.
Çünkü Atatürkçülük, geri kalmış ve akıl devrimini kaçırmış olan Türkler’in
bu değerlerle buluşmasını sağlayan büyük bir devrimci dönüşüm hareketidir.

O nedenle, günümüzde Atatürkçülük; Rönesans ve Reform Hareketlerini yaşayamayarak; bırakın bu değerler düzenini, Sanayi ve giderek de Bilişim devrimini bile gerçekleştirmiş güçlü devletlerin karşısında, ezilen geri kalmış ulusların kendilerini onlara karşı savunmasını ilkesel olarak içselleştirmiş bir karşı duruş hareketinin adıdır.

Ancak bu karşı duruşu, yalnız yayılmacı duygulara karşı askeri ve siyasal düzende engellemekle yetinmez… Geri kalan ulusların geri kalmışlığını, onların tarihsel süreçte Aydınlanma değerlerini; bu değerler sistemi üzerine binmiş olan Sanayi Devrimi’ni
ve bunun arkası sıra gelen bütün modernleşme çabalarını kaçırmalarına bağlar.
Onları bulundukları noktadan alıp;

– kuldan birey, sonra da yurttaş yaratmayı;
– tebayı ulusa çevirmeyi;
– tanrısal bir öze dayanan kişi egemenliğini ulus egemenliğine dönüştürmeyi amaçlar…

  • Gerçek demokratik cumhuriyetin ancak ulus devlette,
    ulus haline gelmiş yurttaşlar topluluğu tarafından yaratılacağını bilir…

Pekala, günümüzde Atatürkçülük nerede?
O’nun geldiği düzey ve içinde bulunduğu koşullar nelerdir?

Derhal yanıtlayalım:

  • Günümüzde Atatürk, yalnız ve yalnız, milletin temiz vicdanındadır.
    O, her an her yerde belirebilir:

Türkiye Türktür, Türk kalacak! Yaşasın Türkiye, Yaşasın Atatürk,
Yaşasın Atatürkçülük” diye atılan naralardadır Atatürk…

Toplumun nefes alışında, ayak seslerinde; gece uyurken rüyalarındadır.
Artık O’nu koruyacak hiçbir yasaya, kurala gerek yoktur. Kim ne kadar vuruyorsa Atatürk’e ve Onun değerlerine; her vuruşta dipdiri yerden fışkıran diri bir filizdir Atatürk, vicdanlarda açan…

O’nun yeşerdiği bahçe o denli bakir, temiz ve coşkuludur ki;
bir vurana, bin yerden seslenir:

“En büyük Türk, Atatürk” diye…

Bugün; hem kabile ya da aşiret düzenini savunup, hem de çoğulcu demokrasinin
bir gereği olarak bu yapıyı olumlu görenler var ya!

Nasıl ki; “Köre gözlük” diyoruz, onlara da tarihe şaşı bakmalarını engellemek için
ayrı bir gözlük vermek gerekiyor.

Eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görmemeyi başarırlarsa,
emin olun her şey daha yerli yerine oturur…

Şimdi birileri ve o birilerinin oluşturduğu topluluklar yeni savruluşlar yaşıyorlar…
Heyecanla, bulundukları yerden haykırıyorlar:

Yeni Osmanlılık….
– Osmanlı Düzeni…
Gerçek demokrasiyi yaratacak olan şeriat!

Kör, doğruya eğri baktıktan sonra; demokrasinin şeriatla olabileceğini savunan
bir kişi, Atatürkçü olsa ne olur, olmasa ne olur…
Hani derler ya; kumaş çok eskimiş, dikiş tutmaz…
En iyisi, “Koyver” gitsin…
Su akar, yolunu bulur nasılsa…

Kemal Arı 
27.11.2013, İzmir

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??


Dostlar,

Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..

Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..

Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..

Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”

Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:

 

1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.

Avrupa’ya az daha yakından bakalım:

Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor

Sovyetler Birliği’ne gelince                      :

Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.

Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…

20. Yüzyıl’a gelince; doğal olarak enerji kaynakları önem kazanmış. Kolay mı?
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;

“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…

Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.

Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:

Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmişEzilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.

Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:

Batı takltçiliği

Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;

ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”

Yineleyelim:

  • Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye… 

Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;

  • “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 

derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…

Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…

Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…

  • Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor; 

verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…

İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?

– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…

– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;

– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;

– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…

Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…

Ne geliyor gözlerimizin önüne?

Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…

Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!

  • “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
sorusunu ne zaman sorarsak soralım kendimize; bunun karşılığı olarak birçok yanıt bulabiliriz. Ancak O’nu büyüklerin büyüğü yapan yönü; Aydınlanmayı yaşayamamış toplumunun kucağına, o aydınlık değerleri getirip koymasıdır. Aydınlanmayı yaşamış toplumlar faşist ve dikta rejimler altında gittikçe tutsaklığın, yıkılışın, insani değerlerden sıyrılışın, gözlerini kan bürümüşlüğün elinde kıvranırken, ulusunu çağdaşlığa ve
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…

Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…

O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.

Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!

Varsa, lütfen yeniden o büyük devrimsel dönüşümü okusunlar, bilgilensinler,
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
İyi ki bu büyük ulus, Atatürk gibi bir dehayı yarattığı için”
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.

Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013

Sanayi Çağına Hangi İnsanla Katılacağız?


Sanayi Çağına Hangi İnsanla Katılacağız?

  • Çağa katılmak bütün ülkelerin tek sorunu.
    Önümüzdeki 10-20 yıl içinde katılamayanların ekonomik köle olmaktan öte bir statüleri olmayacak. Zayıf ülkeler dışarı atılacak. İklimsel değişme ve geleneksel enerji kaynaklarının giderek önem yitirmesi, seçenek (alternatif) enerji araştırmalarının yönünü değiştirdi. Çünkü enerjinin yakın gelecekteki kullanımı, iklimsel tehlike fonksiyonunun değişkenlerinden birisi.

DOĞAN KUBAN

portresi

 

 

 

Almanya’nın nükleer enerjiden vazgeçmesi..

Bu sanayi devi için olağanüstü bir karardı. Bilimsel araştırma bu yeni enerji teknolojileri üzerinde yoğunlaşıyor. Teknoloji ve bilimsel araştırmada başı çeken ABD’nin yeni projelerini inceleyin. Petrol şirketlerinin yeşilden söz eden reklamları bile öğretici.

Sorun, bu dünyaya hangi bilgi katmanıyla katılacağımız?

Geleceğin teknoloji dünyasını öngörmek ilk temel sorun. Yaşamsal!

Düşünmeye başlayalım:

Ülkenin geleceğini çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağız. Onlar bizimkine benzemeyen bir dünyada yaşayacaklar. Benim gibi uzun ömürlü olup, babaları, çocukları ve torunlarıyla birlikte yaşamış olanlar her kuşakta bütün hesapların
ters gittiğini bilirler.

Cumhuriyeti kanla ve özveri ve cesaretle kuranlar 15 yıl sonra dünyanın
o zamana kadar görmediği ölçekte bir dünya savaşı olacağını akıllarına bile getiremezlerdi.

1. Dünya Savaşını kaybeden Almanların silah teknolojisini geliştirmek için
bütün yaşamlarını silah teknolojisi üzerine odaklayacaklarını, 6 milyon Yahudi öldürüleceğini, ama Müslümanların elinden Filistin’in alınacağını, ABD’nin savaştan sonra evrensel jandarmalığa soyunacağını, Avrupa’nın politik öneminin marjinal kalacağını, komünist fakir Çin’in sanayi üretiminin birincisi olacağını hayal bile edemezlerdi.

Köylerinden yüzyıllarca çıkmamış, okuma yazması olmayan Anadolu köylüsünün kentlere dolacağını ve iktidarı kentliden alacağını kimse aklına getiremezdi.
Bugün Türkiye’nin öğrenci nüfusu benim üniversiteden mezun olduğum yıllardaki Türkiye nüfusundan fazla. Bugün ilkokul öğrencileri bile internetli telefon sahibi olabilirler. Bundan on yıl önce Irak savaşını çıkaran ABD’nin şimdi bu alanlardan çekilmeye başlayacağını da kimse kestiremezdi.

  • ABD’nin egemenlik politikası devam ediyor, ama sanayisi
    başka perspektiflere yöneldi bile. Bunları düşünmek zorundayız.

BİZİM GELECEĞİMİZ BUGÜN SAPTANIYOR

Geleceği sorgulayıp yanıt aramak Türkiye’nin temel yaşamsal sorunudur.

Sorgulamanın birinci koşulu bu durumun şimdiki gibi sürüp gitmeyeceğini anlamak demektir. Bu irdelemenin ana yöntemi, her durumu bütün boyutlarıyla sorgulamaksa, ikinci yöntemi de dünya ülkelerinin ve yeni teknolojinin gelişme aşamalarının toplumların yaşamı ile ilişkilerinin karşılaştırılmasıdır.

Geleceğin teknolojide olduğunu anlayıp gereklerini yerine getirmek için,
öğretim modelleri düşünmenin zamanı çoktan geldi. Cahil bir toplum, sayısal olarak şişen bir öğretim sisteminin içeriğini diploma almaya yönelten programlar ve yeterli bir bölümünü teknolojiye ayıramamış bir öğretim. Birkaç gökdelen yerine yüksek matematik, fizik, biyokimya araştırma enstitüleri açmak zor mu?

Politika bulaşmayan pırıl pırıl laboratuvarlar..

Benim gibi Cumhuriyetle birlikte doğanlar büyük ideallerle yetiştik.

Biz Türkiye’nin dünyaya ortak olacağına ve onu gerçekleştireceğine inanan bir kuşağın üyeleriyiz. Demokratik bir toplum, aynı şekilde düşünen insanlardan oluşmuyor. Birbirine taban tabana zıt düşünenler var. Dünya toplumu da benzer düşünenlerden oluşmuyor. Bir büyük apartmanın sakinleri de benzer düşünenlerden oluşmuyor. Bu çok yönlülük çağdaş dünyanın tanımı.

Ne var ki dünya yine de ikiye ayrılmış durumda. Biri bilim ve teknolojinin önünde gidiyor. Çağdaşlık temelde bu. Diğeri eski öyküleri yineliyor. Ve başta gidenlerin müşterisi olarak yaşıyor. Eskiden Katolikler Protestanları yakıyorlardı.

Şimdi de Sünniler ve Aleviler birbirlerini öldürüyor, ya da öldürmek için komplo kuruyorlar. Müslümanlar Hinduları, onlar da Müslümanları öldürüyorlar.
Mısır’da laik Müslümanlarla laik olmayan Müslümanlar da birbirlerini öldürüyorlar.
Fakat dikkat ediniz. Avrupa’da Hıristiyanlar orada yaşayan milyonlarca müslümanı öldürmüyorlar. Gerçi arada birkaç faşist çıkıyor. Ama o tipler, Norveç ya da Amerika’da olduğu gibi kendi toplumlarını da hedef alıyorlar. Fakat Amerika, Avrupa ve Çin, Arap ülkelerinde ya da Güney Amerika’da ya da Afrika’da olanlarla çok ilgili. Sorun, eskisi gibi sömürge değil, pazarı korumak. Ekonomik sömürgeleştirme.

ÜSTÜN BEYİNLERİ KULLANMIYORUZ

Bütün bunların teknoloji ile ne ilgisi var? diyeceksiniz. Sorun da burada.
Bu durum bilgi ve teknoloji farkını ayna gibi yansıtıyor. Örneğin biz dünyaya iyi yetişmiş insanlarımızı ihraç ediyoruz, hem eli iş tutan teknisyen, hem de çöpçülük yapanları gönderiyoruz.

Türkiye kendi yetiştirdiği üstün beyinleri kullanmıyor,
ortaboy yetişen insanları gerçek uzman yerine kullanıyor.

Biz öğretmenlerimize, profesörlerimize, fabrikalarda çalıştırdığımız mühendislere yeterli ücret vermeyip onları işlerinden ediyor, ya da yurtdışına kaçırıyoruz.
Her giden iyinin yerini daha kötü biri dolduruyor.

Bunun nedenleri kuşkusuz karmaşık. Türkiye’nin nüfusu büyük. Eğitim ve öğretim örgütlenmesi bu büyük nüfusa üstün hizmet verecek nitelikte olamıyor.
Sonunda büyük bina içine birkaç derleme öğretim üyesi ile üniversite açtık.
Bu öğretim, sadece orta boy adam yetiştirebiliyor. Her kesimda küçükboy ya da ortaboy. Bilim ve teknoloji dahil.

Üniversite programlarına bakın. İşletme, bürokrasi, sosyal bilimler ve politikada milyonlarca ortaboy insan yetişiyor. Peki fizik, kimya, matematik, makine mühendisliği, biyoteknoloji, buralarda okuyanların oranı ne? Kaldı ki ileri teknolojide ortaboy yeterli değil. Çünkü modern teknolojinin doğası akıllı, çok zeki, çok bilgili, yaratıcı adam gerektiriyor. Bütün tarih boyunca orta ve küçük boy adam daha çok yetişti.

Şimdi hapse mahkum olan Berlusconi ile Sarkozy’yi hepimiz biliyoruz.
Oysa bunların daha kötüleri dünyanın her köşesinde.
Geri kalmış ülkelerin sorunu entelektüel gelişmeye geç başlamaktı.
Avrupa bizden önce eğitimde, öğretimde, bilim, sanayi ve teknolojide ileri gitti. Onları Japonya, Çin nasıl izledi! Ama nasıl? Aynı kalitede adam yetiştirerek.

Türkler -dünya onları öyle tanıyor- dünya ulusları içinde göçer olmalarına karşı,
çok büyük bir ulus. Sonradan Müslüman oldular ama, İslam dünyasının en sürekli ve büyük imparatorluğunu kurdular. Bu gün de 1.5 milyarlık İslam dünyasının en güçlü devleti, petrol üzerinde oturan az bir Arap nüfusu dışında, adam başına geliri en fazla olan ülke.

Türkiye Müslümanların içinde hiç sömürge olmayan tek ülke.
(Bir anlamda İran da öyle sayılabilir).

Fakat kültür, bilim, felsefe, sanayi ve teknoloji alanında 16. yüzyıldan bu yana geri kaldık. Avrupa dünyaya egemen olmasını sağlayan bilimsel, teknolojik atılımı daha önce yaptı. Bugün Avrupalı ve Amerikalılar üstün performanslarını bizden daha zeki ve üstün adam oldukları için değil, gelişmiş düzenlerinden dolayı sağlıyorlar.

Bir soru daha var:

Kendi dahilerimiz, üstün zekâlı, yaratıcı Türkler ne olacak?
Onlar nefes almayacaklar mi?
Bizim büyük bilim adamımız, sanatçımız, düşünürümüz nerede yetişecek?
Nereye göç edecek?
Ortaboy’u geçince ne olacak?

İNSAN HERŞEYİN ÖLÇÜSÜ

Sanayi Devrimi İngiltere’de gerçekleştiği zaman Newton’un dehası bir bilimsel davranış temeli oluşturuyordu. Fakat Sanayi bağlamında James Watt daha önemli bir yaratıcı idi. Faraday da, bilim adamı olarak değil sanayi de yenilik yapan olarak önemliydi.

Bizde ne Newton oldu, ne de Watt.

Bilim ve teknolojiyi dünya düzeyinde yapamayanın hiç sansı olmayacak.

İslam dünyasının hali yeteri kadar açıklayıcı değil mi? Dünya teknoloji ile değişiyor. İslam tarihi geri kalmanın doğasını yeteri kadar iyi açıklamıyor mu?

  • Türkiye’yi kuranlar onun üst düzeyde yetişmiş asker ve sivilleriydi. 

Eğer üst düzey adam yetiştirmezsek, geleceğin dünyası ortaboy adamın yapacağını robotlara da yaptırabilir.

Protagoras, Sokrat’ı kötülediği için pek sevilmeyen ünlü bir sofist filozoftur.
Fakat unutulmayan bir sözü var.

  • “İnsan her şeyin ölçüsüdür.”

(Cumhuriyet Bilim Teknik, 16.08.13)

SEVR’CİLER VE “OSMANLICILAR” LOZAN BOZGUNU’NA YAZGILIDIRLAR!


SEVR’CİLER VE “OSMANLICILAR” LOZAN BOZGUNU’NA YAZGILIDIRLAR!

portresi


Prof. Dr. Özer OZANKAYA

Toplumbilimci

Çağdışı kalıp yarı-sömürgeye dönüşmesi yüzünden I. Dünya Savaşı’na sürüklenen Osmanlı Halife-Sultan yönetimi, 10 Ağustos 1920’de, sömürgeci uşağı bir sözde halife-sultan hükümeti olarak kalmak karşılığında, Türk Ulusu’nun bağımsızlığına son verip onu binlerce yıllık yurdu olan Anadolu’dan silip atmayı amaçlayan

Sevr Andlaşması’nı Saltanat Şurasında onaylayıp imzalamıştı.

Bu, Osmanlı Devleti için doğal bir sondu.

Çünkü Osmanlı Devleti Orta Çağ ölçülerine göre en güçlü durumda iken,
16. yüzyıldan başlayarak

– Batı Avrupa’da düşünce ve inanç özgürlüğü yolunu açan
Rönesans ve Reformasyon devinimlerinin,
coğrafi keşifler ve bilimsel buluşların,
Sanayi Devrimi‘nin tümden dışında kalma aymazlığını sergilemiş
,

böylece Batı’daki ulusal toplum ve ulusal devlet olma gereğini de ıskalamıştı.

Bu yüzden de Osmanlı yönetici sınıfı, asıl dayanağı olan Türk Ulusu’nun bağımsızlık ve gönencinden sorumlu, ona karşı hesap vermekle yükümlü bir devlet olma bilincine
hiç ulaşamamıştı.

Bugün de “Ecdadım Osmanlı!” diyen ve Lozan’ın 90. yıldönümünü bile anmaktan uzak duranların, aynı nedenlerle, yani Rönesans ve Reformasyon devinimlerinin anlamını hâlâ kavramamış ve bilimsel yönteme dayalı düşünüş yapısına
hâlâ ulaşmamış
, ona hâlâ karşıt kalmış olmaları nedeniyle, “ulusluk” ve “yurtseverlik” bilincinden de yoksun kaldıkları, “milletim!” derken Orta Çağın “ümmet”ini kastettikleri, “yurt (vatan)” kavramından yoksun oldukları için “yurd”u sömürgecilere ve
onların maşası bölücü eşkıyaya pe şkeş çekmekte duraksamadıkları,
İngiltere Kraliçesini Ankara’da kabul etmek yerine, İstanbul’u işgal etmenin ve
Sevr’i dayatmanın simgesi olan İngiliz savaş gemisinde ziyaret ettikleri … görülmektedir.

Oysa “Sevr”, Mustafa Kemal’in deyişiyle:

  • “… Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış bü­yük bir yok etme eylemini tamamladığı sanılan” bir antlaşmaydı ve 90 yıl önce, yüreğinde
    ulusal bilinci ateşlenmiş Türk ulusunca, Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal utkunun eseri olan Uluslararası Lozan Andlaşması’yla çökertilmişti.”

Sevr’i hortlatmak isteyen ve bunun için Türk Ulusal Bağımsızlık ve Aydınlanma Devrimi’ne düşmanlık güden sömürgecilerle, Vahdettin’leri “ecdatları” sayan işbirlikçileri, kötücül ereklerine ulaşamayacaklar; Türk ulusu, 76 milyonu bir ve
birlik olarak, Lozan’da elde ettiği yaşama hakkına saldırmak isteyenleri
her zaman bozguna uğratacaktır.

Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunda Kumarhane Kapitalizmi

Dunya_Bankasi’ninLaik_Imparatorlugu’nda_Kumarhane_Kapitalizmi