Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet SALTIK Mülkiyeliler Birliği Üyesi

AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE

AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE..

Açlık grevleri üreten hukuk düzeni, insan haklarına aykırıdır.
Demokratik hukuk devleti; açlık grevini yaratan ortamın her halini;
hukuki ve siyasal dayatmalarını gözden geçirip çözüm üretmelidir.

(http://bianet.org/bianet/insan-haklari/187324-acik-grevleri-uzerine)


Av. Fikret İlkiz 
ilkiz@mail.koc.net, İstanbul – BİA Haber Merkezi 12 Haziran 2017

Geçmiş yıllarda yaşadığımız günlere ve benzer süreçlerin acılarına dönmemek dileğiyle…
Açlık grevi yapan tutukluları zorla beslemek çözüm müdür? Bu yola başvurmak suretiyle yaşam hakkının zorla korumak acaba tutukluların özgür iradesine uygun mudur?
Açlık grevi; içinde bulunulan duruma başkaldırma amacıyla başvurulan son çare olarak görülebilir. Sorunun çözümü için dikkat çekmenin binbir türlü yolundan birisidir. Öğretim görevlisi Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, KHK ile işten atılınca işsiz ve ekmeksiz kaldılar… Seslerini duyurmanın bir yolu olan ve son çare olarak gördükleri süresiz aç kalmaya kendi özgür iradeleriyle karar verdiler. Tutuklandılar ve cezaevindeler…
Aç kalmayı içeride sürdürüyorlar!

  • Açlık grevleri üreten hukuk düzeni insan haklarına aykırıdır.
  • Başka çare bırakmayan bir düzen adalet üretemez.
  • Böyle bir yola başvurulmasına neden olan bir hukuk düzenin kendisi hukuka aykırıdır.
  • Demokratik hukuk devleti; açlık grevini yaratan ortamın her halini;
    hukuki ve siyasal dayatmalarını gözden geçirip çözüm üretmelidir.
  • İnsan onuru ve her şeyden önce yaşam hakkını korumalıdır. 

Bilinmelidir ki, açlığa ve ölüme yatmaya karar veren kişinin kişisel kararı; sorunların çözümde bir insanın ölümü veya sakat (AS: engelli! Bir yasa ile tüm yasalardan bu sözcük ve çürük – özürlü sözcükleri çıkarıldı-2013) kalması pahasına kazanılacaksa eğer; üstün tutulması gereken asıl değer, insan yaşamının korunmasıdır. Bir kişi bile ölmemelidir, sakat (AS: engelli) kalmamalıdır. İster hukuki, ister siyasal ve isterse politik tercihlerden kaynaklanan ve kimseye zarar vermeyen ama kendi bedenini taleplerinin kabulü için kendi kararı ile açlığa ve ölüme yatıran her insanın yaşamı korunmaya değerdir.

  • Açlık grevi tasvip ve teşvik edilmemelidir, etmiyorum.

Zorla besleme yoluyla baskı ve işkence arasında nasıl bir ilinti vardır?

Tartışılıyor ama yaygın kabule göre zorla besleme bir tür işkence olarak kabul edilmektedir. Dünya Tıp Örgütü’nün (AS: Dünya Tıp Birliği – World Medical Association) 1975 Tokyo Bildirgesi, hekimleri aktif ya da pasif bir biçimde veya tıbbi bilgi tedarik ederek işkence eylemine katılmaktan men etmiştir. Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi açlık grevindeki mahkumların zorla beslenmemesini özel koşul olarak kabul etmiştir.

Bildirge’nin açlık grevi ile ilgili beşince maddesi; “Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.”

İşkence gören bir mahkum kendisine yapılan baskıyı protesto etmek amacıyla açlık grevine başlarsa doktor, mahkumu rızası dışında gıda almaya zorlamamalıdır. Bir başka deyişle, böylelikle mahkumu, ileride daha fazla işkence görmek üzere sağlığına kavuşturmamalıdır. Madde 5’in Tokyo Bildirgesinin kapsamı içine alınmasının temel nedeni budur. Özellikle zorla beslemeyi yasaklayan 5. madde işkence mağduru mahkumlarla ilgilenen doktorlara destek sağlamayı amaçlar.

1989 yılında, Güney Afrika’da madde 5’in uygulanmasını gerçekleştiren hekimlerin tavrı geniş yankılar uyandırmıştır. Johannesburg’da Kalk ve Veriava adlı doktorlar (1991) mahkumiyet koşullarını protesto etmek amacıyla açlık grevine giden 33 mahkumu tedavi ettiler. Mahkumlar hastaneye kaldırıldığında, Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi gereğince bilgilendirildiler. Zorla yemek yedirilemeyeceği kendilerine izah edildi. Dahası, Dr. Kalk mahkumların yargısız mahkumiyetlerinin bir tür işkence olduğunu öne sürerek, açlık grevinin etkilerinden kurtulan hastaların mahkumiyetlerine geri dönmelerini engellemek için hastaneden tahliye (AS: taburcu) edilmelerini de kabul etmedi.

“Kalk reddiyesi” olarak anılagelen bu karar tam da Tokyo Bildirgesi’nin açlık grevi hükmüyle gerçekleştirmek istediği amaca örnektir.

Dünya Hekimler Birliği 1991’den itibaren Malta Bildirgesini benimsemiştir.  Bu Bildirge, işkencenin olduğu durumlara atıfta bulunmaksızın, sadece gönüllü olarak sınırsız aç kalma/oruç tutma eylemini ve bu durum bağlamındaki mahkum-doktor ilişkisini içerir. Eğer açlık grevcisi zorla beslenmeyi net bir ifadeyle reddetmişse, o zaman hekim klinik ve ahlaki muhakemesini hastanın yararını gözeterek en iyi biçimde kullanmalıdır. Doktor hastanın ölümden döndürülmekten memnuniyet duyacağına ikna olmuşsa, hastanın isteklerine “karşı gelmek” ve onu hayata döndürmek gerekebilir. “Malta” bildirgesi doktorlara oruç tutan hastaya son bir şans verme imkanını tanır. (…)  Mahkumların zorla beslenmesine (….) doktorlar asla iştirak etmemelidir. Bu tür davranışlar bir tür işkencedir ve doktorlar “açlık grevcisinin hayatını kurtarma” kisvesi altında bu eylemde hiçbir şekilde yer almamalıdır. Oruç tutan mahkumun insanlık onuruna saygı duyma, karşılıklı güvene dayanan doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde açlık grevcisinin bilinçli rızasını dikkate alma hastasının yararını gözeten doktorun mesleki sorumluluğunun bir parçasıdır  (Hernan Reyes. Tutukluluk Halindeki Açlık Grevlerinin Tıbbi ve Etik Yönleri ve İşkence Meselesi).

Malta Bildirgesi de her tür zorla besleme durumunu reddetse de, doktorların nihai olarak hastalarının yararı doğrultusunda hareket etmesini şart koşar.

“Açlık grevcilerinin sağlığından sorumlu hekimler için bir rehber niteliğindeki, Açlık Grevleri Üzerine Deklarasyon, Kasım 1991’de Malta’da toplanan, 43. Dünya Tıp Kongresi tarafından kabul edilmiştir. Malta Bildirgesi’ne göre: “Hastanın kendi kararına saygı göstermek hekimin görevidir. Hekim müdahale etmeden önce hastayı bilgilendirerek iznini alır, ancak acil durum ortaya çıktığında, hekim, hasta için en iyi olanı yapmak zorundadır(md.1/2). “Bu çelişki, özellikle müdahaleyi reddettiği konusunda açık bir beyana sahip olan açlık grevcisi komaya girdiğinde ve ölmek üzereyken ortaya çıkar. Ahlaki yükümlülükleri açısından hekim, hastanın iradesine aykırı da olsa hastayı yaşama döndürmek zorundadır; mesleki sorumluluğu açısından ise hastanın iradesine saygı göstermek durumundadır” (md.2). “Müdahale etmek ya da etmemek konusundaki son karar, temel çıkarları hastanın iyiliği olmayan üçüncü tarafların müdahalesi olmaksızın hekimine bırakılmalıdır. Gerektiğinde hekim, hastaya açıkça, onun (hastanın)  tedaviyi reddetme, koma durumuna ilişkin olarak, yapay beslenme ve ölüm riski gibi konulardaki kararını onaylayıp onaylamadığını belirtmelidir. Eğer hekim, hastanın reddetme kararını onaylamıyorsa, onun başka bir hekim tarafından takip edilmesini sağlamalıdır” (md. 4).

“Açlık grevi yapan kişi, baskı altında tutulabileceği ortamlardan korunmalıdır. Bu durum onun diğer grevcilerden ayrılmasını gerektirebilir” (md.5) (Sevinç, Murat. Bir İnsan Hakları Sorunu Olarak: Açlık Grevleri. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi. www.Politics.Ankara.Edu.Tr).

  • Hukuk devleti, bireylerin hukuken kendilerini güvende hissettikleri ortamı yaratmak zorunda olduğunu ve kendisinin de hukuk kurallarıyla bağlı olduğunu bilir, bilmelidir.
  • Hukuk devletinin asıl varlık nedeni, kişi haklarını koruyacak ve güvence altına alacak bir hukuk düzeni yaratmaktır.
  • Demokratik hukuk devletinde, devletin sahip olduğu gücün hukuki sınırları, insan temel hak ve özgürlükleriyle sınırlıdır. Çünkü “özgürlüklerimizi koruyan, biçimsel anlamda yasalar değil, haklardır”.
  • Herkes, içeriği adil olan yasaların var olduğu adaletli bir toplumda yaşamaya hak sahibidir.

Yasalara aykırı görülse bile hukuksal olan, eylemleri siyasal olsa bile hukuka, adalete ve hakka uygun olan; iki eğitimci Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın başlattığı ve tutuklandıktan sonra sürdürdükleri açlık grevlerine duyarlı olunması ve onların yaşam hakkının korunması hepimizin görevidir. Sorunların çözümü için son çareyi kullanma yolundalar ve cezaevindeler…
O halde sokaktaki vatandaştan az biraz daha çok, onların yaşamları devletin koruması ve hukukun teminatı (AS: güvencesi) altındadır.

Sorunların çözümü için yaşamlarını açlık grevlerine yatıran insanların hiçbiri “düşman” değildir.

Türkiye’nin ceza hukuk sistemi “düşman ceza hukuku” hiç değildir, olmamalıdır.
================================
Dostlar,

Değerli Hukuk adamı, kıdemli Avukat Sn. Fikret İlkiz‘in bu derlemesi çok önemlidir. Güncel hengame içinde kayna(tıl)mamalıdır.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın ciddi ve kararlı AÇLIK GREVİ 3 ayı geçmiştir. Bu süre son derece ciddi zamandır. Her 2 masum, haklarında kesin yargı kararı olmaksızın işlerinden atıldıkları için, çaresizlik ve insan onuru adına yaşamlarını bile bile feda etmektedirler ve kesin kararlıdırlar!

Bu 2 insan sırasıyla 12+ ve 22+ kg tartı yitirmişlerdir. Hızla erimektedirler!
Wernicke-Korsakoff sendromu sınırındadırlar. Bu çok ciddi ve dönüşümsüz bir beyin hastalığıdır ve kişiyi tam engelli kılar (5510 sayılı yasa md. 25).
Vakit kalmamıştır. Alarm çalıyor..

İçişleri Bakanı Soylu, bu 2 insan için savcılık kayıtlarının tersine suçlama yapmıştır. Bu ayıptır, günahtır, Bakan suç işlemiştir. Kato dağına gitme yürekliliği gösteren Bakan Soylu, şimdi bir adım atsın ve hapishanede bu 2 genç insanı hemen ziyarete gitsin.. Hem kendini bağışlatsın bir ölçüde hem de bu insanlara geçici güvence versin.. Adalet Bakanı Bozdağ da yapabilir böylesi bir insani girişimi.. Haklarında kesinleşmiş yargı kararı olmadığı için hukukun evrensel ilkelerinden ‘‘masumiyet karinesi” gereği masum olan bu 2 genç insan işe iade edilsinler, idari izne ayrılsınlar (zaten hastanede epey süre sağaltımları zorunlu) ve tutuksuz yargılamaları sürsün. Bağımsız – tarafsız yargının kesin kararı ne çıkarsa onun gereği yerine getirilsin..

Türkiye ve AKP iktidarı bunca sağır – dilsiz – kör olup 3 maymunu oynayamaz. Vicdanlar henüz bunca nasır bağlamamış olsa gerektir. Bu dram sonlansın!

Bu arada ilgili mahkemenin de, sanıkların ÖLÜM – KALICI ENGELLİLİK NEDENLİ KRİTİK SAĞLIK DURUMUNU GÖZETEREK tutuksuz yargılama ve istiyorlarsa sağlık kurumunda sağaltım olanağı sağlaması yasal görevidir:

Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CEZA ve GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA YASA md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir:

”…hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”

İlgili savcı ve sorumlu mahkeme neden kayıtsız kalarak siyasilerin suçuna ortak oluyor?

Katar sorununun ‘‘Bayramdan önce çözülmesini” (!) uluslararası topluma buyuran Türkiye Sultanı, Katar Emiri biraderini nedense herkeslerden çok kollarken, neden ülkesindeki bu yaman trajediyi görmezden geliyor?????

Sevgi, saygı ve yürek yangını ile. 12 Haziran 2017, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Naci Beştepe : Vatan Partisi üyeliğimden istifamı verdim

Naci Beştepe :
Vatan Partisi üyeliğimden istifamı verdim

(AS: Bizim yorumumuz yazının altındadır..)

Kasım 2015’te, VATAN PARTİSİ MYK’daki görevimden istifa etmiştim.
Mart 2017’deki kurultayda görev talep etmedim.

Bu gün (16 Mayıs 2017) Vatan Partisi üyeliğimden istifamı verdim.
Birlikte çalıştığımız tüm partililere teşekkür eder, bundan sonraki çalışmalarında başarılar dilerim.
Naci BEŞTEPE
=========================================
Dostlar,Bize de ulaşan e-iletiyi paylaşmak istiyoruz..
Vatan Partisi’ne biz, -üye olmamakla birlikte- sürekli destek verdik veriyoruz.
Ulusal Kanal’a, da taa kurulma aşamasından  bu yana, sürekli..
Birkaç seçimde oy verdiğimiz de oldu. Silivri ziyaretlerine, yer yer açık hava etkinliklerine katıldık.Yayın organlarında yazılarımız yayımlandı, Ulusal Kanal’da programlara katıldık.
Parti eğitimlerinde katkılarımız oldu.. Web sitemizde çalışmalarına, Aydınlık yazılarına yer verdik, veriyoruz..
Bu partide “tuhaf” bir seçicilik hatta adeta kastik bir yapılanma gözlüyoruz..
Kimi eleştiriler ve eleştirenler “bağışlanmıyor” ve dışlanıyor..
Belli katı kalıplar var ve o kalıplara uyma, itaat zorunluğu.. Parti disiplini ötesinde!
Değerli dostumuz, Sn. E. Tümg. Naci Beştepe ilk değil..
Prof. Yalçın Küçük‘ün Ulusal Kanal programları kesildi, dışlandı.
Türker Ertürk amiral de dışlandı.

16 Nisan halkoylaması deli saçmalığı sürecinde geriye doğru halkımızın aydınlatılması sürecinde bizden hiç yararlanılmadı (oysa Tıbbiye + Mülkiye eğitimimiz vardı ve pek ala Anayasa konularını işleyebilirdik.. Biz vargücümüzle web sitemizde uğraş verdik.. birkaç da konferans..) AKP’nin Şehir Hastaneleri tuzağı – talanını Ulusal Kanal’da işleme önerimiz de kabul görmedi!? (Sabahatin Önkibar, Gn. Md. Mustafa Kaya, etik dışı davrandılar ve telefonlarımızı yanıtlamadılar!?)..
Sn. Beştepe’nin yazısı AYDINLIK‘ta sansürlenince o yazıyı web sitemizde aynen yayımlamıştık ve genel yayın yönetmeni sevgili İlker Yücel‘e çağrımız olmuştu sorunu düzeltmesi için..
(http://ahmetsaltik.net/2017/05/10/sansurlenen-aydinlik-yazim-fotograf-ve-puro/)
Bu gidiş Vatan Partisi ve bağlantılı kurumlarına ne getirir, ne götürür.. takdiri kendilerinindir. Ancak Naci Beştepe gibi eşi zor bulunur bir yurtsever aydını, savaşım insanını, emekli tümgenerali…. muazzam birikimi ve enerjisiyle, sınırsız özverisiyle, uyumlu kişiliğiyle.. Vatan Partisinden dışlamak akıl alır bir iş değildir. Kesin olarak bu ağır hatadan zararlı çıkacak olan Sn. Beştepe değildir. O’nun ufuk açan yazılarını biz “dokunmadan” web sitemizde yayımlamayı sürdüreceğiz.
Vatan Partisi ve bağlantılı kurumları ile abonesi olduğumuz AYDINLIK ile ilişkilerimizi
biz de gözden geçireceğiz.Bu partinin neredeyse örtük AKP – Erdoğan yandaşı – destekçisi konumuna sürüklenmesini hazin, hatta vahim buluyoruz..

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 17 Mayıs 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Not : Yazının erişkesi (linki) İlker Yücel’e gönderilmiştir (25.5.17)

Nuriye Gülmen: Açlığımızın 69. gününü Filistinli tutsaklara adıyoruz

Nuriye Gülmen:
Açlığımızın 69. gününü Filistinli tutsaklara adıyoruz

KHK ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça eylemlerinin 189., açlık grevinin 69. gününü İsrail hapishanelerinde açlık grevinde olan Filistinli tutsaklara adadı. Bugün (16 Mayıs) saat 18.30’da açlık grevindeki Filistinli tutsakların eşleriyle alanda canlı bir bağlantı yapılacak.

KHK ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen, öğretmen Semih Özakça ile eylemlerinin 189., açlık grevinin 69. gününü (16 Mayıs) İsrail hapishanelerinde açlık grevinde olan Filistinli tutsaklara adadıklarını açıkladı.

Nuriye Gülmen, Twitter hesabında yayımladığı videoda şöyle konuştu :

– Merhaba, bugün direnişimizin 189., açlık grevimizin 69. günü.
Bizim için çok anlamlı ve özel bir gün. Açlığımızın 69. gününü Filistin’de açlık grevinde olan tutsaklara adıyoruz. Aslında onlarla aynı açlığı paylaşıyoruz. Zalimler aynı, onlara zulmedenlerle bize zulmedenler, bizi işimizden atanlar aynı. Onlar aynı soydan geliyorlar.
Biz de aynı soydan geliyoruz. Biz dünya halklarını temsil ediyoruz. Bugün onlarla açlığımızı paylaştığımız için gurur duyuyoruz. Akşam saat 18.30’da Filistin heyeti bizimle olacak ve alandan canlı bağlantı yapacağız. Tutsak Ahmed Saadat’ın eşi ve tutsak olan El-Fetih liderinin eşi ve Leyla Halid canlı bağlantıyla aramızda olacak.
Herkesi bu kez hem devam eden saldırılara karşı bizimle dayanışmak,
Yüksel direnişini sahiplenmek için, hem de Filistinli tutsaklara ses olmak için alana davet ediyoruz.
=============================
Dostlar,

KHK ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça‘nın
açlık grevi 17 Mayıs 2017’de 70. gününe girdi.

Bu süre kritik derecede uzundur ve beyinde Wernicke-Korsakoff sendromu denilen kalıcı zedelenmelere neden olabilir.

70 gündür açlık grevi yapan bu 2 OHAL KHK’sı mağduru kamu çalışanı, yaşamlarını tehlikeye sokmuşlardır. Bildiğimiz ölçüde yalnızca şekerli – tuzlu sıvı ve B vitaminleri (özellikle B1-Thiamine) almaktadırlar. Ne yazık ki, Başbakanlığa birkaç yüz metre uzaktaki bu ölümcül eylemleri 2 ay boyunca Başbakan Binali Yıldırım tarafında duyulmamıştır!? Bu doğru ise, Başbakan’ın basın danışmaları insanlık suçu işlemişlerdir ve hak ettikleri yaptırımı görmelidirler.

Dün OHAL Komisyonu üyelerinin belirlendiği basında yer aldı.
Bu Kurul “der – hal” durumun kritikliği, ölüm -kalıcı engellilik riski nedeniyle Akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakçanın durumunu görüşmeli ve hızla karara bağlayarak bu insanları görevine iade etmeli, soruşturma sürecekse bu 2 ağır mağdur insan görevde iken yürütülmelidir.

Durum acil ve vahimdir.. 
İnsani sorumlulukla göreve çağırıyoruz..

40 yıllık hekim olarak…

Sevgi, saygı ve derin acı ile. 17 Mayıs 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Çernobil’in 31. yıldönümünde nükleer santrale bir kez daha hayır!

Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu (TTB – HSK),

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Çernobil nükleer faciasının 31. yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada, nükleer santrallere bir kez daha hayır dedi. TTB – HSK tarafından 26 Nisan 2017 tarihinde yapılan açıklamada, Çernobil’in yıldönümü dolayısıyla nükleer santrallerin etkilerine değinilerek, nükleer santrallerin olumsuz etkilerinin yalnızca kazalarla sınırlı olmadığı vurgulandı.

Türkiye’nin nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşayabilen bir ülke olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve bir işçiyi etkileyen radyoaktif bir malzeme ile oluşan kaza hatırlatıldı. Açıklamada,

  • “Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar şüphesiz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.” denildi.

ÇERNOBIL’ÍN 31. YIL DÖNÜMÜNDE NÜKLEER SANTRALE BİR KEZ DAHA HAYIR DİYORUZ!

Bundan tam 31 yıl önce, 26 Nisan 1986 günü Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Pripyat kasabasında kurulu Çernobil Nükleer Santralinin dört numaralı reaktöründe bir patlama meydana geldi. Patlama sonucu ortaya çıkan radyasyon serpintisinden Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın dışında içinde ülkemizin de olduğu 14 Avrupa ülkesi etkilendi. Kaza anında 30 işçi yaşamını yitirdi; önce 115.000, daha sonra 220.000 kişi olmak üzere 335.000’den çok insan bölgeden tahliye edildi. 1955´de kurulan UNSCEAR’ın (Birleşmiş Milletler Atomik Radyasyonun Etkilerini Araştırma Bilimsel Komitesi) raporlarına göre kazadan sonra bölgede yaşayan yaklaşık 500.000 insan yüksek radyasyona maruz kalmış; Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da 2005’de çocuklarda 6.000’den fazla tiroid kanseri rapor edilmiştir. Aynı örgüt önümüzdeki yıllarda yeni tiroid kanseri olgularının görülebileceğini kestirmektedir. Yine UNSCEAR’ın raporlarında üç ülkede de bu kaza nedeni ile büyük bir sosyal çöküntü ve ciddi ekonomik kayıplar yaşandı. Üstelik kazadan sonra çevreye yayılan sezyum-137’nin yarılanma ömrü 30 yıl olmasına karşın durum değişmiş değil.

Dünya Sağlık Örgütü de Çernobil Nükleer Santralinin lahit içine alınması sırasında bu çalışmalarda görev alan 240.000 kişinin yüksek radyasyona maruz kaldığını ve izlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Her üç ülkede devasa bir alan hala yerleşime kapalı; çok daha geniş bir alanda ise radyoaktif kirlenme nedeni ile tarım ve hayvansal üretim yapılmasına izin verilmiyor.

  • Nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri
    yalnızca kazalarla sınırlı değildir!

Nükleer enerji 1950’li yıllardan bu yana elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Günümüzde çalışan yaklaşık 450 nükleer santral vardır ve dünya enerji isteminin yaklaşık %6.8’i nükleer santrallerden sağlanmaktadır. 1986 Çernobil nükleer kazası sonrası, tüm dünyada nükleer santral yapımı büyük oranda azalmış, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş ülke yapımı tamamlanan nükleer santrallerini dahi üretime almamış; çalışan santrallerini de belli bir program dahilinde kapatmayı planlamışlardır. 2011’de Japonya’da meydana gelen Tohoku Depremi sonucu oluşan Fukuşima Nükleer Santrali kazası bu eğilimi hızlandırmıştır. Ancak bu gelişmelere karşın son yıllarda ülkemizin de içinde olduğu kimi ülkelerde yeni nükleer santraller kurulmaya çalışılmakta; nükleer teknolojiye sahip ülkelerin şirketleri ‘nükleer santral ihalesi’ peşinde koşmaktadır.  

Nükleer kazaların sonucunda salt çevresi değil küresel ölçekte olumsuz sağlık etkileri ve çevre yıkımı gözlemlenmektedir. Öte yandan, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri yalnızca kazalarla sınırlı değildir. Kazalar dışında, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkilerinin birkaçı şöyle sıralanabilir:

Uranyum madenlerinde çalışanlarda ve yakınlarında yaşayanlarda çok sayıda bilimsel çalışma yapılmış ve artmış kanser riski gösterilmiş, ayrıca özellikle Almanya kaynaklı çalışmalarda normal çalışan nükleer santrallerin çevresinde yaşayanlarda bile sağlık sorunları olabileceği kanıtlanmıştır. Yine bu çalışmacılar, 16 nükleer santralin 5 km yakınında yaşayan 5 yaş altı çocuklarda lösemi riskinin 2.19 kat artmış olduğunu saptamışlardır.

Nükleer santrallerde, sabotaj veya savaş gibi insan kaynaklı sorunlar yüzünden ya da Fukuşima Nükleer Santrali örneğinde olduğu gibi deprem veya tsunami gibi doğa olayları sonucu kazalar meydana gelebilmekte ve bu riskleri önleyebilmenin herhangi bir yolu bulunmamaktadır.
Ayrıca hepimizin bildiği gibi, radyoaktif atıkların bertarafı sorunu çözülememiştir;
üstelik nükleer santrallerden çıkan radyoaktif atıkların yarılanma ömrü çok uzundur.

Nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşanan ülke: Türkiye

Ülkemizde yapılması planlanan AKKUYU, SİNOP ve İĞNEADA nükleer santrallerinin,
ileride geri dönüşü olmayacak insan ve çevre sağlığı sorunlarına yol açması olasıdır.
Dünyanın teknolojik olarak en ileri ülkelerinde bile onlarca nükleer santral kazası olması,
bize bu enerji biçiminin hiçbir zaman tam güvenli sağlanamayacağını göstermektedir.

Üstelik ülkemiz nükleer santrali olmadan nükleer kaza (!) yapabilmiş bir ülkedir!  

1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen
İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve radyoaktif bir malzeme ile oluşan bir işçiyi etkileyen kaza unutulmamıştır.

Nükleer Santrallerden kaynaklanan sağlık ve çevre risklerinin boyutları çok faklıdır. Örneğin herhangi bir kaza, bir bölgenin binlerce yıl kullanılamamasına yol açmaz. Oysa Çernobil nükleer kazasından sonra daha önce de belirttiğimiz gibi 335.000’den fazla insan yerinden edilmiş ve aradan geçen 30 yıldan fazla süreye karşın hala evlerine dönememiştir.

Sonuç olarak; herhangi bir nükleer santralin çevresinde yaşayanlar açısından ciddi sağlık riskleri her zaman var olacaktır. Bu nedenle

nükleer santral planlarından bir an önce vazgeçilmelidir.

Ülkemizin deprem açısından riskli, terör ve savaş odaklarına yakın olması, yapılacak olan santrali bir hedef haline getirme olasılığını da beraberinde getirebilir. Nükleer enerji üretiminin hiçbir aşamasında; santralin yeri ve kısıtlı inşaat işleri dışında ülke kaynakları ve işgücü kullanılmayacaktır. Nükleer enerji yakıtlarını üreten ülke sayısı çok azdır ve yenilerine izin verilmemektedir; bu nedenle tümden dışa bağımlı bir enerji türüdür. Nükleer Santral savunucularının başka bir savı da teknoloji transferidir. Ancak bu hedef de gerçekçi değildir; basına da yansıyan sözleşmelere göre santral işletmesi ihaleyi alan ülkelerce yapılacaktır.

  • Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar kuşkusuz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
HALK SAĞLIĞI KOLU
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki açıklamayı bütünüyle paylaşıyoruz.
TTB Halk Sağlığı Kolu, bizim de üyesi olduğumuz bir birimdir.

Çernobil faciasını kurbanlarının acısı tarif ötesidir. Bu ölçüsüz acıyı, biz de yüreğimizin derinliklerinde yaşıyoruz. Sorumluları cezalandırılmış mıdır, bilemiyoruz. Ama ne yapılırsa yapılsın, yaşanan – yaşanmakta olan acılar ve ödenen – ödenmekte olan bedel giderilemiyor.

İnsanlık ve Türkiye aklını başına almalı ve nükleer kumardan vazgeçilmelidir.
Başta tasarruf önlemleri;
– enerji iletim hatlarındaki yitik ve kaçakların en aza indirilmesi,
– yaşam biçiminin gözden geçirilmesi,
– toplu taşıma, bisiklet kullanımı,
– bina yalıtımı,
– gereksiz nüfus artışının frenlenmesi (her aileye 1 çocuk!)..

başlıca ve çok ekili önlemlerdir. Yatırımlar doğayla barışık, yenilenebilir enerji teknolojilerine ve yenilerinin geliştirilmesine yöneltilmelidir. Almanya 2030’da nükleer güç santrallerini tümden kapatmış olacak..

Türkiye’de yaşanan radyasyon kazalarından birine de biz tanık olduk.
İlgili kişi (kurban!) kimliğinin saklı kalmasını istediği için örtük olarak yazalım :

  • Birkaç yıl önce Ankara’da bir hastanede Tıp son sınıf öğrencilerimizle bu hastayı görmüştük.
    24 yaşlarında erkek hasta, Doğu Anadolu’da çalıştığı şirkette ….. borusu kaynaklarını taşınır (portable) C kollu röntgen aygıtı ile kaynak yeri kaçağı için denetlemekle (kontrol etmekle) görevliydi. Bu alet elinden düşmüş ve akut olarak (birden, kısa sürede) yüksek dozda X ışını almıştı dolayısıyla iyonlaştırıcı radyasyon etkisinde kalmıştı. 2 katı yaşta görünümlüydü (hızla yaşlanmıştı!), dişlerini ve saçlarını hemen hemen tümüyle yitirmişti. Genel durumu iyi değildi ve yaşam ümidi çok düşüktü sağaltımın 2. yılında.
  • Öyküsünü gerçek olarak hasta dosyasına ver(e)miyordu çünkü çalıştığı büyük şirket kendisini tehdit etmişti. Hatta yakınlarının dükkanlarına uyarı (!) olarak zarar verilmişti. Sonrasında ise öldürmeler olabilirdi! “Kaynağı belirsiz akut radyasyon hastalığı” olarak kayda alınmıştı. Kendisi ve ailesinin 4857, 5510 ve 6331.. sayılı yasalardan kaynaklanan giderim (tazminat), engellilikle (malulen) erken emeklilik, sağaltım.. haklarından yararlanması sıkıntılıydı.
    SGK’yı da zarara sokuyordu bir ölçüde. Oysa bu olay tipik iş kazası (5510 s. yasa  m 13 ve
    6331 s. yasa m. 3/g).
  • Halen yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz ama doğrusu yaşamda olduğunu hiç sanmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kayıtlarında bu hazin olay perdeli.. gerçekler kayda alınamadı.
    Oysa işverenin işe aldığı emekçilere önce eğitim vermesi ve bunu belgelemesi gerek (6331
    s. yasa m. 4). İşçinin dosyasında bu imzalı eğitim belgeleri- tutanakları var mı bilmiyoruz ama, olayın akışından anlıyoruz ki böyle bir eğitim yok! Olsaydı, ilk söylenecek, sıkı sıkı tembihlenecek nokta, taşınır röntgen aygıtının düşüp – kırılması durumunda hızla oradan uzaklaşma talimatı olurdu. Söz konusu talimat gereğince verilmiş olsaydı, işçi de uyar ve
    en hızlı biçimde olay yerinden uzaklaşarak işverene bilgi verirdi..

AKP’nin 14+ yıllık tek başına iktidarında 18 bini aşkın emekçiyi işçi cinayetlerine
kurban verdik!
Türkiye, her yıl İŞÇİ CİNAYETLERİ ALMANAĞI yayınlanan ender ülkelerden.
Yüreğimiz yangın yeri…
Emekten yana bir iktidar kurulamadıkça çözüm de yok!

Sevgi ve saygı ile. 26 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

CHP Konya Milletvekili Hüsnü Bozkurt hakkında savcılık soruşturması

CHP Konya Milletvekili Hüsnü Bozkurt hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Halk TV’de yaptığı bir konuşmayı gerekçe göstererek soruşturma başlattı..

CHP'li Bozkurt'a soruşturma!

Meslektaşımız Sayın Dr. Hüsnü Bozkurt, İstanbul Tıp Fakültesi 1973 mezunu olup bizden 4 yıl daha kıdemli, 44 yıllık hekim olan bir meslek ağabeyimizdir. Yıllarca askeri hekimlik yapmış bir KBB uzmanıdır. Konya’da çok başarılı sağlık hizmetleri vermiştir ve emekliliğinden sonra köşesine çekilmemiş, yurt savunmasına siyasetçi olarak katılmıştır. Çok birikimli ve harman yüreklidir. HALK TV Halkın Arenası programında geçtiğimiz hafta (31 Mart 2017 gecesi), Nazım Hikmet Kültür Merkezinden yapılan yayında son derece coşkulu bir bitirme konuşması yapmıştır. Tüm salonu ayağa kaldırarak Kuvayı Milliye ruhun coşkusunu ateşlemeye çalışmış ve başarılı olmuştur.

Sözlerinden ancak yarası olanların gocunması söz konusu olabilir. 
Ülkemiz işgal edilirse Kurutuluş Savaşını bir kez daha başlatacağımızı ve emperyalistlerle onların işbirlikçilerini bir kez daha İzmir’de denize dökeceğimizi haykırmıştır.
Başka bir seçeneğimiz var mı? İşgali kabul mü edeceğiz??

CHP Konya Milletvekili Dr. Hüsnü Bozkurt yalnız değildir ve kimse O’nu linç edemez!

AKP önce içindeki by lock kullanacak derecede kesin FETÖ’cü vekilleri ve üst düzey yöneticilerini soruşturmalıdır. By lock kullanan AKP’li vekillerin listesi CHP’nin elindedir.
Bir genel başkan yardımcısının (Prof. Yasin Atalay), MİT’tekki FETÖ kod numarasına dek deşifre edildiğini basından okuyoruz. (563189 kayıt no ile; AKP Genel Başkan Yardımcısının “FETÖ’cü” olduğunu tespit eden MİT yazısının 21.02.2010 tarihli ve MİT-SAB-KN-067 sayılı yazı olduğu bildirildi.) Erdoğan’dan Arınç’a, Adalet Bakanı Bozdağ’dan eski Milli Eğitim Bakanı’na… dek TV’lerde FETÖ başına açık çağrılar ve övgüler dizildiğini, “hasretlik bitsin” çağrılarını izliyoruz.

  • Soruşturulacaksa, bu açık – gizli FETÖ’cü kişi ve iktidar partisi AKP soruşturulmak zorundadır.
    Bu görev de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınındır.

Anayasa değişikliğinde Yargı için “bağımsız” sıfatına bir de “tarafsız” sözcüğü eklenecekmiş!
Yaratılmış / yaratılacak Majestelerinin yargısını pekiştirmeye maske olmak üzere galiba..

Dr. Hüsnü Bozkurt‘un yakasını bırakmak ve çağrı yaptığı gibi ayağa kalkarak Cumhuriyete sahip çıkmak yurttaşlık borcumuzdur. Adalet örgütünün kamu vicdanını yaralamaktan sakınmasını beklemek ve gerçek anlamda hukukun üstünlüğünden başka güç tanımamasını dilemek hakkımız ve görevimizdir. (Kendisiyle telefonla görüştük, destek verdik..)

Sevgi ve saygı ile. 03 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

==================================
CHP’li Bozkurt, açılan soruşturmaya yanıt verdi

CHP Konya Milletvekili Hüsnü Bozkurt, katıldığı bir televizyon programındaki açıklamaları nedeniyle hakkında başlatılan soruşturmayla ilgili ‘O programdaki tüm sözlerimin arkasındayım.’ dedi. (03 Nisan 2017, YURT Gazetesi)

CHP'li Bozkurt, açılan soruşturmaya cevap verdi
CHP Konya Milletvekili Hüsnü Bozkurt, katıldığı bir televizyon programındaki açıklamaları nedeniyle hakkında başlatılan soruşturmayla ilgili “O programdaki tüm sözlerimin arkasındayım. Sözlerim, ülkemizi bölmek isteyenlere, emperyalist güçlere ve işbirlikçilerine.
1 saatlik konuşmamın tek bir cümlesini bağlamından koparıp çarpıtarak ‘Evet, diyenleri denize dökecekmiş’ diye bir yalanla beni karalamaya çalışanların amacını anlıyorum.” dedi.

CHP’li Bozkurt’un, bir televizyon programındaki açıklamalarının ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçundan hakkında başlatılan soruşturmayla ilgili yaptığı yazılı açıklama, şöyle:

  • “31 Mart Cuma akşamı konuk olduğum ‘Halk Arenası’ programındaki konuşmalarıma, 3 gün sonra internette ve yandaş medyada yapılan çarpıtma ve saldırılar üzerine bu açıklamayı yapma gereği duydum. Hemen belirteyim ki, o programdaki tüm sözlerimin arkasındayım. Yandaş medyada cımbızlanarak kullanılan konuşmamın aslı aynen şu şekildedir:
  • Bu bir emperyal plan, Sevr nerede hazırlandıysa, BOP nerede hazırlandıysa, BOP haritası nerelerde çizildiyse, o mahfillerde hazırlanıp, Meclis’ te bu metni okumadan imzalayan milletvekillerinin onayı ile milletin önüne getirildi. Bu metin bir ihanet belgesidir.
    Bu Anayasa metni bir bölünme, 1923 cumhuriyetini tasfiye metnidir. Milletimiz bu anayasanın içine gizlenmiş tuzakları bilirse % 1 bile evet çıkmaz. Bu millete güvenmek gerek. Ben eminim en az % 60-65 hayır çıkacak. Ama olur da evet çıkarsa kimse heveslenmesin,
    biz yine Samsun’a çıkarız, Amasya, Sivas, Ankara’ ya geliriz, oradan İnönü, Sakarya, Dumlupınar ve İzmir’e kadar sizi de, 7 göbek sülalenizi de, bütün emperyalistleri yine denize dökeriz‘ dedim. Ki daha önceleri de gerek Meclis Genel Kurulunda yaptığım konuşmalarda gerekse katıldığım televizyon programlarında, oylanacak Anayasa metninin bir emperyal proje olduğunu defaatle (AS: kezlerce) dile getirdim.
  • Sözlerim çok açık; 9 Eylül 1922’de kimleri denize döktüysek onları kastediyorum. Sözlerim, ülkemizi bölmek isteyenlere, emperyalist güçlere ve işbirlikçilerine. Keşke bana gösterilen tepki; askerimizim başına çuval geçirenlere, ‘Evet’ kampanyası yürüten, İstanbul ve Ankara’ da bayrağı göndere çekilen, Kerkük’ de Türkçe’yi yasaklayan Barzani’ ye, 18 adamızdaki Yunan bayrağına ses çıkarmayanlara, Süleyman Şah türbesini kaçıranlara, Musul konsolosluğumuzu üç beş IŞİD teröristinden koruyamayanlara, Münbiç, Rakka derken 71 şehit verdiğimiz Fırat Kalkanı Harekatı’nı 1 gece ansızın bitiriverenlere, ezanı yasaklayan İsrail’ e tek söz edemeyenlere, askerlerimizi şehit eden Rusya’ ya, cami bombalayan ABD’ye çıt çıkaramayanlara…’ gösterilseydi. 
  • Ben, 20 yıl bu şanlı Ordunun üniformasını giymiş, 44 yıllık bir hekimim, Atatürkçü bir yurttaşım. Ne dediğimi gayet iyi biliyorum. 1 saatlik konuşmamın tek bir cümlesini bağlamından koparıp çarpıtarak ‘evet diyenleri denize dökecekmiş’ diye bir yalanla beni karalamaya çalışanların amacını da anlıyorum tabii. Ama bu kişilere hatırlatmak isterim ki, Anayasamızın 123. maddesinde yapılmak istenen değişiklik (kamu tüzel kişiliği kurma – yani eyalet, özerk bölge ilan etme – yetkisinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile tek imza ile mümkün hale getirilmesi) kabul edilemez, bu yetki eyaletin, federasyonun ve bölünmenin önünü açar. Keza Cumhurbaşkanının aynı zamanda bir partinin genel başkanı olması ve devlet başkanı sıfatıyla ‘Türk Milleti’nin birliğini ‘ temsil edecek olması da Milleti böler.
    Bu iki madde Anayasamızın değiştirilemez maddelerinden 3. maddeye aykırıdır. Hassasiyetim ülkemin ve milletimin bölünmez bütünlüğüdür. Elbette evet diyen de, hayır diyen de bu ülkenin makbul yurttaşlarıdır. Yine söylemeliyim ki, milletimiz bu metne gizlenmiş tuzakları bilirse bu anayasaya asla geçit vermez, vermeyecektir.”
    ==========================================
    Dostlar,

Değerli meslektaşımız, CHP Konya Milletvekili Sn. Dr. M. Hüsnü Bozkurt asla suç işlememiş, tersine suç işlenmesini engellemeye çalışmış, yurttaş ve Milletvekili sorumluluğunun vazgeçilmez gereğini yerine getirmiş, Ulusumuzu uyarıp – aydınlatma görevini üstlenmiştir. Kendisinin yanındayız. Yanıtı üzerinden dik duruşunu da destekliyor ve saygı ile selamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 03 Nisan 2017, Ankara (ekleme, saat 16:53)

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Güncelleme     : Cumhurun başkanı olarak herkese eşit uzaklıkta durması gereken Erdoğan, dün de (3.4.17) CHP Konya Milletvekili Dr. Hüsnü Bozkurt’a ağır biçimde yüklendi :

  • “.. sana adım attırmazlar yaa” dedi.
  • Hızını alamadı “.. sen geri zekalı mısın yaa??” dedi.
  • Erdoğan bu gün (4.4.17) Zonguldak’ta “terbiyesiz”, “ahlaksız” dedi. “Seni Samsun’a, Amasya’ya sokmazlar yaa..” dedi Dr. Hüsnü Bozkurt için. Başbakan B. Yıldırım “alçak, densiz..” buyurdular Reisin izinden ayrılamadan.. Ne denli utandırıcı ve acı verici.. Oysa Konya MV Dr. Bozkurt’u, partisinin genel başkanı Kılıçdaroğlu bu günkü TBMM gurup konuşmasında ne denli ağırbaşlı ve ölçülü eleştirdi, nazikçe uyardı.
  • Erdoğan neden öfke – nefret kusuyor, önüne geleni azarlayıp çatıyor, herkesle kavgalı acaba?
  • Erdoğan Kasımpaşa yıllarında kalmış ne yazık ki. Hem bilerek toplumu geriyor – kutuplaştırıyor, hem uygar tartışma kültürünün ve demokratik hoşgörünün yerleşmesine engel okuyor hem de SUÇ İŞLİYOR. Cumhurbaşkanı olmak kimseye hakaret etme yetkisi vermez, yasalar karşısında dokunulmaz da kılmaz. Erdoğan özellikle hukuka saygılı olmak zorundadır (4.4.17).

Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanına TBMM’yi fesih yetkisini bal gibi veriyor.. CB Erdoğan istifa edecek mi? Etmeli!

Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanına
TBMM’yi fesih yetkisini bal gibi veriyor..
CB Erdoğan istifa edecek mi? Etmeli!

6771 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un, Anayasa’nın 175’inci maddesinin dördüncü fıkrası gereğince halkoyuna sunulmak üzere…

11 Şubat 2017 Resmî Gazete Sayı : 29976

=============================
MADDE 11 – 2709 sayılı Kanunun 116 ncı maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“H. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi
MADDE 116 – Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilir. Bu halde Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.
Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde,
Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.
Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.
Seçimlerinin birlikte yenilenmesine karar verilen Meclisin ve Cumhurbaşkanının yetki ve görevleri, yeni Meclisin ve Cumhurbaşkanının göreve başlamasına kadar devam eder. Bu şekilde seçilen Meclis ve Cumhurbaşkanının görev süreleri de beş yıldır.”
===================================

16 Nisan 2017 günü Halkoylamasına sunulacak 18 maddelik anayasa değişikliği yasasının 11. maddesi yukarıya, 2 çift çizgi arasında aynen aktarılmıştır.
CB Erdoğan, dünkü (27.3.17) İstanbul’da gençlerle buluşma konuşmasında;

  • “Cumhurbaşkanının Meclisi feshetme yetkisi yok.. Yalan söyleme Kılıçdaroğlu..
    Bunu ispatla, ben Cumurbaşkanlığından istifa edeceğim.. Ama sen de..” dedi.

Anayasa değişikliğinin 11. maddesinde kırmızıya boyayıp altını çizdiğimiz tümce aynen şöyle :

  • Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde…

Hiçbir koşula veya kurala bağlamaksızın Cumhurbaşkanına TBMM seçimlerini yenileme yetkisi verildiği açık seçik görülüyor. TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar veren Cumhurbaşkanı Meclisi feshetmeyip ne yapmaktadır? TBMM’nin geçerliği bitirilmekte, 600 vekilin yetkisi kalmamakta, seçim yenilenene dek TBMM geçici olarak etki kullanmaktadır. Halkın seçtiği 600 vekile karşılık 1 kişinin iradesi daha üstün tutulmaktadır. Yasa maddesinde telaffuz edilmeyen “fesih” sözcüğüdür.
Fakat tanınan yetki, görüldüğü üzere bal gibi “fesih” yetkisidir. TBMM ancak 3/5 oyla, 600 vekilin en az 360’ının oyu ile kendisini feda ederek seçimi yenilemeye yetkisi var ve bu durumda CB seçimi ve genel seçim birlikte yapılacak.

Erdoğan bu 18 maddelik kısa metni okumamış mıdır? Okuyup anlamamış mıdır?
Muhalefeti ve Kılıçdaroğlu’nu 18 maddeyi okumamış olmakla suçlamaktadır.
Başbakan Yıldırım da bu yavan ve ucuz suçlama ve demagojiyi sürdürmektedir.
Erdoğan’ı danışmanları yanıltmakta mıdır?
Ya da Erdoğan gene gündem oyunu ile sokaktaki insana öfke hitabeti mi kullanıyor?
Bu tablolar Türkiye’ye yakışıyor mu? İnsanımızın kendisine güvenini istismar değil mi?
*****
Cumhurbaşkanına üstelik sorgusuz sualsiz, kafasına estiği gibi, dilediği zaman TBMM’yi hükümsüz bırakma keyfi yetkisi bunca açık olmakla da kalmıyor!
11. maddede şu düzenleme var :

  • “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine
    karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.”

Açıkçası, Erdoğan 10 Ağustos 2019’da ilk 5 yılını doldurduğunda yeniden aday olsa ve seçilse, 10. yılı dolmaya yakın, örneğin 1 gün kala TBMM seçimleri yenileme kararı verirse, Erdoğan 3. kez aday olabilecek ve 5 yıl için 1 kez daha seçilme hakkı olacaktır. Böylelikle ardarda 2 kez CB seçilme düzenlemesi esnetilerek 3 kez ve toplam 15 yıl görevde kalma olanağı yaratılmaktadır. Üstelik 10 Ağustos 2019’da yapılacak CB seçimi, Anayasa değişikliği nedeniyle yeni rejimde ilk sayılırsa, geriye doğru 5 yıllık dönem sayılmayabilecektir. Böylelikle Erdoğan, 10 Ağustos 2019’dan başlayarak, üst üste 3 kez, toplamda “15 yıl – 1 gün” (toplamda 4 dönem = 20 yıl!) Cumhurbaşkanlığında kalabilecektir. Tayyip Bey Şubat 1954 doğumlu olup, 64. yaşının içindedir. 10 Ağustos 2019’da 65,5 yaşında olacaktır. Buna 15 yıl daha eklendiğinde 80,5 yaşına dek, toplam 20 yıl, yani 4 dönem Cumhurbaşkanlığı, 12,5 yıl da Başbakanlık olmak üzere 32,5 yıl ülkemizin tepesinde kalmış olacaktır. Erdoğan’ın mesleği Başbakanlık / Cumhurbaşkanlığı olmuş oluyor! Başka kimse bu göreve yaraşır değil.. Ölene dek saltanat..
Tek eksik, kendisinden sonra büyük oğlunun tahta çıkacağı hükmü! Bu arada,
Halkoylamasından “evet” çıkarsa Eminenımı, damadı, mahdum ve kerimeleri…. Cumhurbaşkanı yardımcısı, Bakan, CB danışmanı olarak görmeye hazırlanalım!

Oysa uygar demokratik ülkelerde böylesine anormal uzun / yaşam boyu 1 (veya 2) numara olmak asla söz konusu olmuyor. (Örn. ABD’de en çok 4+4, iki dönem – 8 yıl Başkan olunabiliyor.) Ancak ilkel Afrika rejimlerinde bizde öngörüldüğü gibi böylesi bir ucube görülebilir.

Şimdi soralım                              :
R.T. Erdoğan, B. Yıldırım, AKP’liler, gözü kapalı “EVET”çi yığınlar, yandaşlar..
bu anayasa değişikliğini yapan ve bizim hala bilmediğimiz içerideki – dışarıdaki aklıevveller ne yazdıklarını okumadılar mı? Ya da okuyup anlamadılar mı?
Ya da bu “kutsal metin” (!) gökten mi indirildi, kimi AKP’lilerin görünce salavat getirdikleri, -haşa- “Allah’ın bütün niteliklerini taşıyan” asrın lideri Erdoğan için?!
Yoksa bizleri aptal yerine koyup, bunlar nasılsa okumazlar, okusalar da anlamazlar.. diye mi varsaydılar?

Hangisi, hangisi, hangisi eyyy ilgili, etkili ve de yetkililer? Hangisi??!

Biz, anayasa değişkliğinin, CB Erdoğan’a

  • seçimlerin yenilenmesine karar verme = bal gibi TBMM’yi fesih
    yetkisi verdiğini kanıtladık.. Erdoğan istifa edecek midir? Elbette biliyoruz, etmeyecektir.. Ama bizim O’nu istifaya çağırma hakkımız doğmuştur ve bu çağrıyı açıkça yapıyoruz..

Anayasa değişikliği metnini kasıtlı olarak – bilinçli olarak böylesine tuzaklı, sinsi,
halkı aldatacak biçim ve içerikte karmaşık düzenleyerek ülkemizi demokrasiden koparmayı, istikrarını ve iç barışını, bütünlüğünü yıkmayı hedefleyenleri kınıyoruz! Ulusumuz ve tarih onları bağışlamayacaktır, bu iğrenç kumpasa milyonlarca kez “HAYIR” diyoruz ve “Hak” kazanacaktır, gönülden inanıyoruz buna..

Sevgi, saygı, KAYGI ama UMUT ile. 28 Mart 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Isparta Şehir Hastanesi’nin kirası

Çiğdem Toker
Cumhuriyet
, 26.3.17

Isparta Şehir Hastanesi’nin kirası

Isparta Şehir Hastanesi cuma günü açıldı (AS: 24 Mart 2017).

Orada eskiden Sümer Holding’in Isparta Halısı vardı. Fabrika kapatıldı,
arazisi Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Sağlık Bakanlığı da Akfen’e devretti. 

Akfen de 800 yataklı bir şehir hastanesi yaptı.
Isparta Şehir Hastanesi, iktidarın Mersin ve Yozgat’tan sonra Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırtıp devreye aldığı 3. şehir hastanesi. 
Başbakan Binali Yıldırım törende “Vatandaştan 5 kuruş alınmayacak” demiş.
Yanı sıra “Şu gördüğünüz eser 600 milyon TL” diye de eklemiş. 

(600 milyon TL, ihalenin yapıldığı dönemden kalan, güncellenmemiş bilgi olsa gerek.
Zira Akfen Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın yatırım tutarını 1 milyar 150 milyon TL olarak açıkladı.) 

Açılışla ilgili haberlerde, devletin müteahhit şirkete 25 yıl boyunca kaç milyon TL ödeyeceği bilgisi, nedense yine yer almıyordu. 
O halde gösterilmeyeni buradan aktaralım: 
Sağlık Bakanlığı KÖİ modelinde, projeyi yapacak şirkete önce hazine arazisi tahsis edip
sonra da 25 yıl kira ödüyor. Bu sebeple, kira bedelleri yarıştırılıyor. 

En düşük kira bedelini teklif eden ihaleyi kazanıyor. 
Dolayısıyla, eğer şehir hastaneleri için bizden çıkacak vergileri merak ediyorsak,
ihale tarihindeki kur üzerinden söylenen rakamları bugüne getirmek zorundayız. 

İş dünyası TL açıklasa da hesaplarını hep kur üzerinden yapıyor çünkü.

Bedel dört yılda katlandı 
Akfen İnşaat, Sağlık Bakanlığı’nın 4 yıl önce (Şubat 2013) yaptığı ihalede 52 milyon 250 bin TL ile en düşük teklifi vermiş. O tarihte kur 1.77 TL. 
O günün parasıyla Sağlık Bakanlığı 25 yıl boyunca Akfen’e her yıl 29.5 milyon dolar
kira ödemeyi taahhüt etmiş oluyor. 

Bugünün kuruyla da yıllık 106.5 milyon TL yapıyor. 
Yani kamu kaynaklarından Akfen’e 25 yılda ödenecek toplam kira bedeli 2.6 milyar TL olacak. (AS : Günümüz kuru ile sabit fiyatla!)
Kira bedeli ile yatırım bedeli karşılaştırıldığında şirket kazancı, kâğıt üzerinde şimdiden
1.5 milyar TL görünüyor. 

Fakat şehir hastanelerinde para kazanılan asıl mevzuyu bir daha hatırlatalım. İşletme alanları. 
Isparta Şehir Hastanesi’nde, bilgi işlem, güvenlik, temizlik, görüntüleme, yemekhane ve
otopark gibi bütün hizmetleri de Akfen işletecek. 

Şirketten aldığım bilgi: Bu anlaşma 5 yıllık yapılmış.
Beş yıl sonra Bakanlık ile şirket bir araya gelip yeniden değerlendirecekmiş.
================================
Dostlar, 

11 Mart 2017 günü sabahtan akşama ŞEHİR HASTANELERİNİ konuştuk Mimarlar Odası Ankara Şubesi binasında. Ankara Tabip Odası ile birlikte düzenlenen bir etkinlikti ve web sitemizde gerekli duyuruları yapmıştık. Mimarlar ve Kent Plancıları, Hekimler ve Hukukçular konuyu enine boyuna değerlendirdiler : ŞEHİR HASTANELERİ SEMPOZYUMU

Ayrıca bu konudaki çok sayıda yazımızdan 2’sinin erişkesi (linki) aşağıda..
2. sinini yazarı eski Sağlık Bakanlarımızdan Sn. Rifat Serdaroğlu..

ŞEHİR HASTANELERİ SOYGUNU

Şehir Hastanelerinin Yüksek Maliyeti Gizleniyor

Dostlar,

“Şehir hastaneleri” AKP’nin ülkemize en büyük kazıklarından biri.
R.T. Erdoğan ise ne yazık ve ne acı ki “benim hülyam, benim rüyam” diyor!?
Ne yapmalı da bu acımasız soygunu Tayyip beye anlatmalı?? (Bilmiyor ise!?)
Çevresi bir danışmanlar ordusunca Çin seddinden beter sarılı.
Bir başka ciddi engel de Erdoğan’ın narsisistik kişiliği..
(bu konuyu da epey yazdık web sitemizde, bakılması yerinde olur..)
Danışmanlar bu handikapı dikkate alıp Tayyip beye hep duymak istediğini söylüyor korkarız. Oysa Saray’da yalnızlaştırılan hatta yalıtılan Erdoğan’ın bu ülkenin aydınlarını dinlemesi gerek.

Yaverine dek FETÖ’cü çıkmadı mı?
Suat Avni figürü yabancı istihbarat ajanı değil de kim??

Bu nedenlerle, “SARAYDA TUTSAK ERDOĞAN’A YARDIM ETMELİ
başlıklı makalemizi yazmıştık sitemizde 12 Ocak 2017’de..

Sn. Çiğdem Toker, 3 Şubat 2017’de Cumhuriyet‘teki köşesinde “Mersin Şehir Hastanesi” başlıklı bir yazı daha yazmıştı.. Onun da okunması yararlı olur.

Başbakan Binali Yıldırım 24 Mart 2017 günü İsparta mitinginde

  • Vatandaştan 5 kuruş alınmayacak buyurdu..Arşivlere kaydedildi.. Bakıp göreceğiz.. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasası 1 Ekim 2008 günü zorunlu genel sağlık sigortasını ülkemize PRİM = EK VERGİ soygunu ile dayattığında SGK’nın sağlık hizmeti kapsamı günümüzden çok daha genişti.
    Hızla sağlık güvencesi daraltıldı. Ayrıca %20 fark ile özel sağlık kuruluşlarından da hizmet alınabilecekti.. O zamanlar yazıp çizdik, anlattık.. Birkaç yıl içinde %20 mavi boncuğu ile başlatılan zorunlu genel sağlık sigortası soygunu; çok değil, önüne 1 tane “sıfır” alarak %200 oldu.. Tam 10 katı! Cepten harcamalar da sürekli artıyor ayrıca.. SGK hep dev açıklar veriyor.. Ha bire prim afları getiriliyor zorunlu kalınıp.. Açıklar bütçeden kapatılıyor.. tam mali çöküş!

Şimdilerde ise 5 yıldızlı otel konforlu fahiş kira ve işletme bedelli hastanelerde fark alınmadan sağlık hizmeti verilecek haa??

Bu halk bunca aptal değil.. Kimi siyasiler ise bunu bile göremeyecek durumda..

Sevgi, saygı ve KAYGI ama UMUT ile. 27 Mart 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

GIDA GÜVENLİĞİ ve SANİTASYONU, SU HİJYENİ, GDO’LU GIDALAR ve HALK SAĞLIĞI

GIDA GÜVENLİĞİ ve SANİTASYONU,
SU HİJYENİ, GDO’LU GIDALAR ve
HALK SAĞLIĞI

Sevgili Asistanlarımız, Öğrencilerimiz (AÜTF Dönem 3 vd.)
ve Site Okurlarımız,

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nde Dönem 4 (önceleri), birkaç yıl D5’te ve
2015-16 ders yılından başlayarak D3’te verdiğimiz

GIDA GÜVENLİĞİ ve SU HİJYENİ

konulu dersimizin oldukça varsıl ve güncel power point yansıları (pdf olarak) aşağıda..
Ayrıca sitemizde bu konuyla ilgili çok sayıda yazımız var…
Bu Dosyanın kaynakları içeren 2 yansısına bakılması dileğiyle..

Bu yansıları izlemek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız?

Gida_Guvenligi_ve_Sanitasyonu  (155 yansı, 4,8 MB)

Ayrıca, “gıda güvenliği ve sanitasyonu” anahtar sözcükleriyle çağrıldığında sitemizde
çok sayıda konuya ilişkin dosyaya erişilebilir.

Saltık, A. Son biçimiyle AÜTF D3 Dersi Gıda Güvenliği ve Su Hijyeni;

4,7 MB, 154 yansı; lütfen tıklayınız :

Gida_Guvenligi_ve_Su_Hijyeni

Saltık, A. GDO Yönetmeliği Neden Geri Çekilmeli ya da İptal Edilmeli?
Bilim ve Ütopya, syf. 71-79, Ocak 2010 ve
İst. Barosu Dergisi, cilt 84, Sayı 2010/1 Ocak-Şubat, syf. 51-64, 2010.
GDO_Yonetmeligi_neden_geri_cekilmeli_01.12.09

Saltık, A. Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar : Stratejik ve Uluslararası Boyutlar.
Farklı Boyutlarıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar.
Ankara Tabip Odası yayını, Mart 2010, Kitap bölümü, syf. 109-117). Genetigi_Degistirilmis_Gidalar_Stratejik_Boyutlari

Saltık, A. Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar ve Halk Sağlığı. Farklı Boyutlarıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Ankara Tabip Odası yayını, Mart 2010, Kitap bölümü, sf. 33-40). GD Gıdalar ve Halk Sağlığı, Nevzat Eren kitabına, 28.02.10
……..

Tüm ilgililere yararlı olması dileğiyle..

Sevgi ve saygıyla. 28.02.2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Öğretim üyeleri tasfiye edilirken Erdal İnönü’yü anmak

Öğretim üyeleri tasfiye edilirken
Erdal İnönü’yü anmak

Prof. Emre KONGAR
Cumhuriyet, 09.02.1017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Kendi besledikleri iktidar ortaklarıyla birlikte…
Önce tasfiye ettikleri sonra yeniden yapılandırdıkları TSK içinde…
Kritik noktalarda konuşlanmalarına destek oldukları veya göz yumdukları
FETÖ mensuplarının…
Giriştikleri 15 Temmuz Kalkışmasını bahane eden iktidar…
İlan ettiği OHAL çerçevesinde… Yayınladığı KHK’lerle…
Bütün bürokraside ve üniversitelerde geniş çaplı tasfiyelere devam ediyor.
                                                            ***
Mahkeme kararlarına dayanmayan ve adalet mekanizması tarafından da denetlenmeyen bu tasfiyeler, sadece idari kararlarla yapılıyor. Bu KHK’lerin sonuncusu, artık Fethullah Gülen Terör Örgütü, FETÖ diye andıkları Cemaat mensuplarını ve sempatizanlarını da aşarak, demokrat, solcu, Atatürkçü, barışçı, laik akademisyenleri de kapsamına aldı.
                                                            ***
7 Şubat 2017’de yayımlanan 686 sayılı KHK ile 4464 kamu görevlisi tasfiye edildi.
Yüksek Seçim Kurulu’ndan 10, Yargıtay’dan 10 kişi… Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, aralarında emniyet müdürleri de olan 417 personel, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan 893, Sahil GüvenlikKomutanlığı’ndan 3 asker… Sermaye Piyasası Kurulu’ndan 1, Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’ndan (TOKİ) 2, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’ndan (TRT) 80, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden 2 personel… Milli Eğitim Bakanlığı’ndan 2 bin 585 öğretmen…
Avrupa Birliği Bakanlığı’ndan 3, Dışişleri Bakanlığı’ndan 48, Ekonomi Bakanlığı’ndan 15, İçişleri Bakanlığı’ndan 49, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan 16 kişi…
Çeşitli üniversitelerden, 115’i Barış Bildirisi’ni imzalayan olmak üzere,
330
akademik personel…  
Kamu görevinden çıkarıldı.
Bu tasfiyeler “yandaş kalemşörlerin” bile tepkisini çekti.
                                                          ***
Görevden alınan akademisyenler arasında pek çok ünlü ve değerli isim var ama
benim en çok dikkatimi, öğrencim/meslektaşım olan, kendisinden çok şey öğrendiğim
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Ana Bilim Dalı Başkanı
Prof. İbrahim Kaboğlu çekti:
Yüzlerce akademisyen, binlerce kişi elbette çok önemli ama tek başına O’nu görevden almanın bile hukuki ve vicdani hesabını kimse veremez!
12 Eylül 1980 darbecileri, tasfiyeyi 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’nı kullanarak yapmışlardı; bu nedenle o dönemde görevden alınan yüzlerce kişiye “1402’likler” denildi. Ama bu “KHK’zedelerin” sayısı “1402’likleri” kat be kat aştı!
Bu vesile ile, 1402’liklerin tümünün görevlerine dönmüş olduğunu da anımsayalım..
                                                        ***
Bu korkunç ortam içinde yarın 10 Şubat Cuma günü, bir akademisyen, bir politikacı,
bir büyük insan, Erdal İnönü anılıyor:
Türkiye’nin övündüğü üniversitelerden biri olan İstanbul Kültür Üniversitesi’nin
Akıngüç Oditoryumu’nda saat 15’te, 10’uncu kez düzenlenen bir toplantı düzenlenmiş.

MIT öğretim üyesi Dr. Canan Dağdeviren “Hep ‘Sevinç’liydi Erdal Hoca” başlıklı bir konuşma yapacak.
12 Eylül 1980 darbecilerinin lideri Evren’in “Kemalizm” yerine ikame ettiği
(Sevgili Ali Sirmen’in unutulmaz deyimi ile) “Kenanizm” çerçevesinde, Erdal İnönü de, 1984 seçimlerinde adaylığı Askeri Cunta tarafından veto edilen politikacılar arasındaydı!

Siyasal kariyerini tehlikeye atarak SODEP ile Halkçı Parti’yi birleştirmiş, 1991 seçiminde de Kürt sorununun barışçı çözümü için, Kürt politikacıları kendi listesinden Meclis’e sokmuştu.
“Bu dehşet günlerinin” de geçici olduğunu, belki “O dehşet günlerini” yaşamış olan
Erdal Bey’i anarken daha iyi anlar ve geleceğe ilişkin olarak umudumuzu koruyabiliriz!
=================================
Dostlar,

Sayın Kongar’ın yazdıklarını paylaşıyoruz.
Biz de 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerini, Sıkıyönetim ortamında gözükara tasfiyeleri yaşadık. Fakat sayıca ve ölçü bakımından bunca hukuksuz olanını ve “insafsızcasını” anımsamıyoruz.
Üstelik sıkıyönetim yok, OHAL yürürlükte.. Erdoğan dilerse sıkıyönetim de ilan edebilir (Anayasa md. 104/B). Bir fakat daha; pervasızca – meydan okurcasına AKP – RTE,
bu OHAL KHK’leri ile hiçbir anayasal sınır tanımadan yaşamın tüm alanlarını keyfi biçimde, TBMM devre dışı tutularak düzenliyor ya da düzensizleştiriyor..

AYM kendini yadsıyarak tatil etti.. OHAL KHK’lerini açıkça anayasayı çiğnemelerine karşın CHP’nin başvurusunda “yetkim yok” diyerek incelemedi ve geri çevirdi (AY md. 148).
2 üyesini FETÖ suçlamasıyla sessiz sedasız kurban verdi. Anayasa değişikliği halkoylamasından geçerse, yeni AYM’ye 15 kişinin 12’sini RTE seçecek. 3’ünü de RTE güdümündeki TBMM.. Dolayısıyla “uslu” durmakta yarar var bir kez daha o göreve atanabilmek için.. Bu yüzden, hemen hiç kimse, anayasa değişikliğini CHP AYM’ye götürürse iptal umudu taşımıyor hatta boşuna bir girişim olarak görüyor. Dahası, iptal reddedilirse AKP’nin elini güçlendireceğini..

Somut 2 örnek verelim : Yük ve insan taşıyan motorlu kara araçlarının kar lastiği takması zorunluğunun OHAL ilanını gerektiren nedenlerle en küçük bir bağını kurabilen var mı?

İkincisi rektör atamaları : 676 sayılı OHAL KHK’sı ile rektör atama yetkisi tek başına RTE’de! (29.10.2016)
Anayasa md. 104/b : “Üniversite rektörlerini seçmek..” diyor.. “atamak” değil!
Anayasa md. 130 : “Kanunun belirlediği usul ve esaslara göre; rektörler Cumhurbaşkanınca.. seçilir ve atanır.”

Değinilen OHAL KHK’sı ile rektör ataması doğrudan Cumhurbaşkanı yetkisine bırakıldı. Böylece hem 2547 sayılı Yükseköğretim yasası (md. 13/a) hem de Anayasa’nın yukarıda belirtilen 2 maddesi doğrudan çiğnendi.. 18 yaşındaki çocuk milletvekili yapılacak ama üniversite hocaları rektörlerini seçmeyi bile beceremiyorlar AKP – Erdoğan’a göre..
Ne denli hazin çelişki değil mi?

Bir başka dehşet verici durum, sayıları 20’yi geçen (667-787) OHAL KHK’larının (1-2’si dışında) TBMM’de yasalaştırılmaması.. TBMM bu anayasal görevinden de alıkonuluyor. AKP’nin TBMM grubundan kuşku mu duyuluyor?? Neden bunca hukuksuzluk segileniyor?

Bu tam keyfilik – hukuksuzluk neden ve nerden güç alınarak yapılıyor?
Pek çok idari işlem, gerçek anlamıyla HUKUK KARŞISINDA YOKLUKLA SAKATTIR!
686 sayılı OHAL KHK’sı 330 akademisyenin ile görevlerine son verilmesi de..
Elbette bu Fetret dönemi de geride bırakılacak, mağdur edilen insanlar haklarını alacaktır.
Bunca ölçüsüz ve pervasız, gözü kara hukuksuzlukları yapanlar da her halde hesap verecektir.
İşte bam teli burada : Suçlar öylesine çoğaldı ve ağırlaştı ki, yapıp edenler mutlaka ama mutlaka hesap vermekten kurtulma, kendilerini güvenceye alma çabasında, kavgasında, savaşında…
Son anayasa değişikliği aynı zamanda bir AF YASASI ve ilgililerden yasal hesap sormayı olanaksız kılıyor. Bunca abanma ve akıldışı anayasa değişikliği içeriğini böylesine cansiperane, seçeneksiz, çaresiz, el mahkum savunmanın, “evet”e kilitlenmenin ve ülkeyi mahkum etmeye çırpınmanın altında da bu muazzam korku – panik yatıyor.

AKP-RTE “evet”e mahkum!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. –  Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası-1

Prof. Dr. Emre Kongar

Önce Temel Tanımı Anımsayalım: Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ortaya çıkan Küreselleşme, ya da yabancı terminoloji ile, “Globalleşme” biri siyasal, biri ekonomik, biri de kültürel olarak üç boyutlu bir kavramdır.
Küreselleşme’nin siyasal ayağı, Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal egemenliği ve dünya üzerindeki siyasal jandarmalığıdır.
Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğidir.
Küreselleşmenin kültürel ayağı, birbirinden farklı hatta, biri ötekine zıt iki ayrı oluşuma işaret eder.
Birinci oluşum, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” biçiminde ortaya çıkmıştır.
Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu, özellikle tüketici davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel birörnekliğin önünü açmış olmasıdır.
***
Birinci Safha, Sahte Cennet:
1991’de Sovyetler Birliği resmen çöktükten sonra “Tarihin sonu geldi” , “Sınıf çatışmaları ve ulus devletler arası savaşlar bitti, sınırlar kalkacak”, “Silahlara akıtılan fonlar refahı arttıran üretime gidecek” gibi sonradan hepsinin palavra olduğu anlaşılan birçok beklenti dile getirildi.
Oysa bu Sahte Cennet söylemleriyle dolu olan safhada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da devlet yapıları yıkıldı ama yerlerine mikromilliyetçilik ve mikrodincilikten etkilenen, yıkılanlardan daha “ulusal devletler” kuruldu.
Üstelik de Huntington’un kuramsal olarak dile getirdiği, Batı-İslam uygarlıkları çatışması evresi, bizzat ABD’nin yarattığı Radikal Siyasal İslam Terörizmi uygulayan örgütlerle tüm dünyaya egemen oldu; böylece 10 yıl süren Birinci Safha bitti.
İkinci Safha, Küresel Terörün Yaygınlaşması ve Eşitsizliklerin Artması:
Başlangıcı 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısı ile simgelenen İkinci Safha, Küreselleşme rüyasının hiç de pazarlandığı gibi olmadığını gösterdi.
Düşmanı Sovyetler çökünce hedefsiz kalan askeri olarak örgütlenmiş olan Radikal Siyasal İslam, tüm dünyada ABD’ye ve Batı’ya karşı saldırıya geçti.
Buna karşılık, liderliğini ve egemenliğini, değişen dünya koşullarında Avrupa ve Rusya ile paylaşmak istemeyen ve arkadan hızla gelen Çin’e karşı korumak isteyen ABD, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı “Arap Baharı” denilen bir illüzyonla kana buladı. Yüz binlerce insan hayatını kaybetti ve milyonlarca mülteci, uygar dünyanın sorunu oldu.
Bu arada gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki fark da açılıyor, insanlık daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyordu.
Küreselleşmenin, insan ve uyuşturucu ticaretini engelleyemediği, yoksullukla başa çıkamadığı ve uluslararası terörizme dur diyemediği anlaşılmış, yeniden ulus devlet modeline geri dönülmesi gündeme gelmişti.
Bütün bu olumsuzluklar, dünya halklarının Küreselleşmeyi savunan mevcut yönetimlere karşı, mikrodinci ve mikromilliyetçi eksenlerde tepkiler oluşturmasına yol açtı.
Böylece Küreselleşme, kendi içinde, askeri/siyasal ve ekonomik ayağıyla, kültürel/ideolojik/siyasal ayağı arasında çelişkiler yaşamaya başladı ve bu bizi üçüncü safhaya getirdi.
Üçüncü Safha, Mikromilliyetçilik ve Mikrodincilik Küreselleşmeye Karşı;
Brexit ve Trump.

Her yeni toplumsal, kültürel ve siyasal oluşumun tohumları bir önceki dönemde atılır; Üçüncü Safha için de böyle oldu…
Tohumları Soğuk Savaş döneminde atılmış olan ve Birinci ve İkinci Safhalarda güçlendirilen, ABD tarafından pompalanan mikrodinci ve mikromilliyetçi akımlar, Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına karşı tepki duyan halkların bu tepkilerini kanalize eden ideolojiler oldu.
Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan, Avusturya’da Heider, Fransa’da Le Penn, Avrupa’da yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı süreçleri, bu mikrodinci ve mikromilliyetçi akımların sonuçları olarak dünya sahnesine çıktılar.
Birleşik Krallığın (İngiltere’nin) Avrupa Birliği’nden çıktığı ve ABD’de Trump’ın seçildiği 2016 yılı, bu Üçüncü Safhanın başlangıç tarihi olarak görülebilir.
===================================

Trump ve küreselleşmenin üçüncü safhası-2

Batı dünyası (yani ABD), Sovyetler Birliği’ne karşı olan Soğuk Savaşta, dinciliği ve milliyetçiliği etkin ideolojik ve siyasal silahlar olarak kullandı.
1991’de Sovyetler resmen dağılınca, bu birikim, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” olarak Küreselleşme sürecine damgasını vurdu, devletleri parçaladı, sınırları değiştirdi
Ortaçağ’daki Din/Tarım toplumunun dinci/mezhepçi ve Yakınçağ’daki Endüstri Devrimi’nin Irkçı/milliyetçi kimlikleri…
“Neoliberal Neoemperyalizmin”, “Küreselleşme” adı altında dayattığı “Yeni Dünya Düzenine” ideolojik/siyasal açıdan egemen oldu…
İnsanlar ve devletler arası ayrışmanın, yabancılaşmanın, düşmanlığın temellerini oluşturdu.
***
Sovyetler’in dağılmasıyla hem zafere ulaşmış görünen hem de düşmansız kalan Radikal Siyasal İslamcı örgütler:
ABD/Suud tarafından kurulmuş olmalarına karşın…
Arap-İsrail savaşından hareketle…
Huntington’un ileri sürdüğü kültürel/ideolojik “Uygarlıklar Çatışması” çizgilerinde…
İnsanların ve devletlerin, din/ mezhep ve ırk/milliyet ayrımlarında düşmanlaştığı bu ortamda… Teröre başladılar.
***
Küreselleşme ise, insanlığa, barış, refah, adalet ve güven yerine…
Savaş, yoksulluk, sömürü ve güvensizliğin egemen olduğu…
Zenginin daha zenginle
ştiği, yoksulun daha yoksullaştığı siyasal/askeri/ekonomik bir düzen getirdi.
Bu düzen, özellikle de, ABD’nin değişen dünyada liderliğini sürdürebilmek amacıyla başlattığı Ortadoğu savaşıyla her yere yayılan terör ve mülteci sorunları, bütün dünyayı tedirgin etti.
Bu durum, dünya halklarının, gözden geçirilmiş yeni liberalizmin ürettiği, gözden geçirilmiş yeni Küresel emperyalizmin, yani “Neoliberal Neoemperyalizmin” savunucuları olan iktidarlara karşı tepkiler oluşturmasına yol açtı:
Ekonomik sorunların, terör, güvenlik, sömürü ve adalet sorunlarıyla bütünleştiği bu tepkilerin kanalize olduğu ideolojiler ise zaten sürekli pompalanmakta olan “mikromilliyetçi” ve “mikrodinci” çizgiler oldu.
***
Önce Ortadoğu’da ve Avrupa’da kendini gösteren bu Anti Küresel tepkiler, sonunda Kıta Avrupası’nı da aşarak Brexit ile Britanya’ya ve en sonunda da Atlantik ötesine, Trump ile ABD’ye ulaştı.
Böylece Küreselleşme kendi yarattığı çelişkiler içinde çırpınan bir süreç haline geldi.
Küreselleşme sürecini başlatan ve bu süreçten en büyük yararı sağlayan ülke olarak ABD’nin, Küreselleşme karşıtı tepkilere hedef olması doğal ve olağandı…
Ama aynı Amerika’nın Trump’ı seçerek, “mikrodinci” ve “mikromilliyetçi” ideolojik çizgilerde “korumacı bir ekonomiye” dönüş işaretleri vermesi…
Sonuç olarak, kendi başlattığı ve en büyük yararı sağladığı bu Küreselleşme sürecinin doğurduğu “karşı tepkilere”, kendi iç politikasında teslim olması tam bir çelişkiyi yansıtmaktadır.
Trump’ın iç ve dış politikada ne yapacağının pek kestirilememesinin önemli nedenlerinden biri, söylemlerindeki aşırılık kadar bu nesnel çelişkidir.
===========================
Dostlar,

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm ilginç bir tarihsel aşamaya erişti.
Özellikle son çeyrek yüzyılda neredeyse tüm dünyada derin altüst oluşlara neden oldu.
Demokrasi, barış, eşitlik, gönenç vb. değil tam tersine

– savaş ve kan
– ölüm ve gözyaşı
– ülke ve halkların bölünüp parçalanması
– demokrasi değil otoriter-totaliter rejimler
– insan hakları değil eşitsizliklerin derinleşmesi
– ekonomik gönenç değil yoksulluğun küreselleşmesi………

gibi çok ağır tersinir sonuçlar doğurdu.
“Küresel akillerin” tüm bu tersine gelişmeleri öngör(e)mediği söylenebilir mi??
Çeyrek yüzyılı aşan bir “küresel fetret devri” belki de “küresel deney” insanlığa dayatılmıştır. Fatura gerçekten çok ağırdır.
Şimdilerde “Olmadı, pardon..” denebilir mi Erdoğan’ın ülkemize ödettiği bunca ağır faturadan sonra “Milletim ve Allah bizi affetsin..” dayatması kabul edilebilir mi??

Biz kendi adımıza çeyrek yüzyıldır bu sürecin adının

  • “Küreselleşme” değil ama “küçük” bir “TİR” hecesi eklemesi ile “KüreselleşTİRme” olduğunu ısrarla yazıp söyledik.

Çok sayıda makale yazdık, konferans verdik, Tıp Fakültesinde “KüreselleşTİRme ve Halk(ın) Sağlığı” dersleri koyduk ve bu konuda tıpta uzmanlık tezleri yaptırdık…

Güzelim Türkçemizin hünerinden yararlanarak o minik “TİR” hecesi ile

  • söz konusu Küreselleşme sürecinin kendiliğinden ortaya çıkan bir süreç olmadığını,
  • tersine, bu süreci dayatan küresel emperyalist odakların kendilerini saklamak için
    kurgu içinde olduklarını,
  • algı yönetimi yaparak bu kuşatma sürecine direnç örgütlenmesini engellemeye çabaladıklarını,
  • retorik tuzakla zihinleri yöneterek utanmaksızın beyin iğfaline yöneldiklerini
  • 500 yılın vahşi kapitalizmi ile biriktirilen, insanlıktan alınan KAN VE CAN VERGİSİ ile yığılan sermaye dağlarının politikleştirilerek dünya hegemonyası için kullanıldığını,
  • gerçekte “Küreselleşme” sözcüğünü yıpranmış “emperyalizmin” imaj yenilemesinin aracı olduğunu,
  • Samuel Huntigton gibi siparişle yazan sefil ajan-yazarların “The Clash of Civilisation” adlı sözde tez ve kitaplarının kınanmasını ve ciddiye alınmaması gerektiğini,
  • “Tarihin sonu geldi” diyerek kendinden geçen kimi öforiklerin (Japon Francis Fukuyama gibi) hezeyan içinde olduklarını..
  • küresel toplumun görülmemiş ölçek ve derinlikte bir küresel şizofreniye sürüklendiğini..
  • ………………..
  • Reddettik pek çok öneriyi, dayatmayı, çıkarı, fonu, bursu, projeyi…. vs.

Ve insanlık tarihinin bu en büyük kumpasının tarihe, insanlığın ve yaşamın doğasına, diyalektiğe, tarihin olağan akışına, konjonktüre ve 21. yy’dan insanlığın beklentilerine….  uymadığını, SÜR-DÜ-RÜ-LE-ME-YE-CE-Ğİ-Nİ… sabır ve ısrarla, gelişmeleri nesnel olarak gözleyip somut verilere dayalı olarak analiz ettik..

Bu “karabasan” bitmiş değil elbette.. Davul çalınacak aşamada değiliz. İnsanlık emperyalistleşen yabanıl (vahşi) kapitalizm ile savaşımını sürdürecek. Post-modern sömürü yöntemlerini tanıyıp deşifre edecek ve mahkum edecek.

Selam olsun AYDIN SORUMLULUĞUNU ateşten gömlek giyerek yerine getirenlere!

Günümüzde “Kumarhane kapitalizmi” batağına saplanan finans-kapital, artık risk alarak yatırım yapmak üretimle, istihdamla reel “kâr” lar elde etmek yerine spekülatif moneter baskıcı araçlara yönelmiş bulunuyor. Bu da sürdürülemiyor doğallıkla ve diyalektik olarak kendi sonunu hazırlıyor..

YENİ DİN – YENİ TANRI yaratma gibi en ağır silahlarını çekse de!

Post-modern sömürü yöntemleri de duvara dayandı..
Ha gayret insanoğlu, post-modern sömürünün/sömürgenlerin
post-modern proleterya ile devrilmesi pek uzak olmasa gerek..

Tarih ya da tarihsel zaman epey hızlandı; Zamanın kanatlarını rüzgarlamanın vaktidir.

İNSANLIK SÖMÜRGECİLİĞE MAHKUM DEĞİL!

“ Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine
uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve
uyum çağı
egemen olacaktır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Sevgi ve saygı ile.
04 Şubat 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı –
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com