Etiket arşivi: ‘Düşman’ Ceza Hukuku

Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

HUKUK GÜNDEMİ
Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

Av. FİKRET İLKİZ
BİA Haber Merkezi 10 Aralık 2018
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/203357-beyanname-ve-yetmis-yillik-kuller

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nden insanlık ne ummuştu ne buldu? Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler.

70 yıldan çok daha önceydi…Birinci Dünya savaşı çoktan bitmiş, silah üretimi ile kalkınmanın mucitleri görülen Naziler, muhaliflerin zayıflığı ile beslenerek işbaşı yapmışlardı. SA, SS ve Gestaponun kurucusu, III Reich Başbakan yardımcısı Hermann Goering “Nazi Tekniği” denilince ne anlaşılması gerektiğini Nürnberg Mahkemesinde şöyle anlatmıştı:

“Tabii ki insanlar savaş istemezler. Adam evinde memnun mesut yaşarken neden savaş istesin ki? Ülke halkları hiçbir zaman savaşmak istemezler, Rusya’da da, İngiltere’de de, Almanya’da da… Bu anlaşılır bir şey tabii ki, ama bir ülkenin politikasına liderler karar verirler. Demokrasi de olsa, faşist diktatörlük de olsa liderlerin insanları arkalarından sürüklemeleri son derece kolaydır. Onlara ülkelerinin saldırıya uğradığını söyleyin yeter. Barış yanlısı olanları da vatansever olmadıkları için ülkeyi tehlikeye atmakla suçlayın, bu kadar basit. Bu taktik bütün ülkelerde işler…”

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden insanlık ne ummuştu ne buldu?

İnsan hakları öğretisinin tersine devletler hukuku ve yargıyı kullanmaya başladılar. Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı ama en yararlısı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler. 70 yıl içinde oluşturulan bu hukuk anlayışı yüzyılımıza damgasını vurdu. Denenmiş taktik başarılıydı, demokratik ülkelerde bile en geçerli taktik olarak benimsendi.

Amerika’nın “Guantanamo” ve benzeri diğer kamplarını anımsayın! “Amerika Özsaygısını Tahrip Ediyor” başlıklı yazısını Ronald Dworkin şöyle bitiriyordu:

  • Bugün bizi tehdit eden başka bir tehlikedir: Bu, Amerikan güvenliğini birazcık dahi olsa iyileştiren her şeyin meşru olduğu inancıdır. İhtiyat bizim tanıdığımız yegâne değer durumuna gelmiştir. Cesaret ve onur, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmektedir. Terör tehlikesi bütünüyle bakıldığında, kendileriyle yaşamayı öğrendiğimiz uyuşturucular, seri cinayetler ve diğer cürümlerden daha büyük değildir. Ancak onurumuzu kendi edimimizle içine düşürdüğümüz tehlike çok daha büyüktür. ‘Güvenlik ve haklar arasında yeni bir denge kurulması’söylemi gerçekten yanılgıya sürüklemektedir: Bu deyim güvenliğimizi kendi haklarımıza değil, başka insanların haklarına göre değerlendiriyor. Güvenliğimizi kendi şerefimiz karşısında değerlendirmek çok daha önemli sayılmalıdır.”

Bütün tehlikelerden arınmış bir dünya beklerken ve 70 yıllık birikimle korkudan kurtulma özgürlüğünün sağlandığı bir dünya yaratmayı umarken; düşman ceza hukuku yaratarak kin, nefret, ceza tehdidi ve düşmanlığın hukukunu uydurduk… Bu anlayışın yarattığı hukukun arkasından sürüklenmeyelim, yüzyılın tehlikesidir.

Sürekli tekrarlanan “güvenlik”; kaygılı bir güvensizlik yaratılarak devletin kendi yurttaşlarına karşı onu içten içe kemiren ve hukuk devleti olmaktan uzaklaştıran bir söyleme dönüştürüldü. “Güvenlik kaygısı” ve korkusu üzerine kurulu hukuktan yana olan siyasal iktidarlar özellikle dünyayı “düşman ceza hukuku” ile donattılar.

Alman ceza hukukçusu Günter Jakobs; “tehlikenin önlenmesine yönelik bir ceza hukuku anlayışıyla”  devlet düzenini tanımayan yurttaşları “düşman” olarak görüyor. Ürkütücü… O’na göre düşman bellenenleri işleyecekleri suçlarda temel haklardan yoksun bırakmanın yerinde olduğunu savunuyor. Böylesi bir hukuk anlayışı giderek kökleşiyor. Bu hiçbir ülkenin hukuk politikası olamaz, olmamalı.  Dünya liderleri bu anlayışı ülke politikalarında içselleştirmeye çalışıyor. İktidara yapışık hükümetler koltuk zamklarında böylesi bir anlayışı kullanıyor.

Hukukun Beyannameden 70 yıl sonra yaşamaya başladığı buhranında sanık bile olamayacak derecede hakları kısıtlanan insanlar “düşman” sayılıyorlar. Yargıyı kendinden yana olmaya devşiren iktidarlar için “düşman”lar yurttaş ceza hukukunun amacı ve muhatabı bile değildirler. Nesnedirler… Hatta onlar, düşman ceza hukuku anlayışına göre en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlikelerdir ve “cezanın” muhatabı kabul edilmezler.

Sayın Hayrettin Ökçesiz’in ceza adaleti hakkındaki sözlerini akılda tutmak gerekiyor: “Bir düşman ceza hukukunun yasalarla insanı kişi olmaktan çıkararak bir av hayvanına dönüştürmesine izin veremeyiz. Bu tehdidi çocuklarımıza bir hukuk mirası olarak bırakamayız. Demokratik ceza hukuku tasarımını, temel hakların ve özgürlüklerin tüm insanlarca doyasıya yaşanabileceği bir hukuk düzeninin tanımlayıcı kavramı olarak benimsemek zorundayız. Diktatörlerin ve miyop teknokratların ceza hukuklarına güvenlik kaygılarımızla meşruluk kazandıramayız. Dworkin’in uyarısına kulak vermeliyiz: Cesaret ve onur, sözde güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmemelidir. Çünkü gerçek güvenlik sürekli kılınmış, eşit ve daha çok özgürlüktür. Özgürlük ise cesaret ve onurla taşınır.”

Benjamin Franklin’in Özgürlük Anıtı’na yazılmış sözleri bugün her zamankinden daha anlamlıdır:

  • “Güvenlik için özgürlüklerinden fedakârlık edenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak eder.”

Temel hakların ve özgürlüklerin doyasıya yaşanabileceği demokratik ceza hukukunun temeli olan insan onuru, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilemez. İnsanlar bunu hak etmediler. Ölüleri için mezarlık sahibi bile olamayan insanların acılarından doğan 70 yıllık İnsan Hakları Beyannamesi’ni yakmayın!

İnsan hakları ve insan onuru; yargı, hukuk ve yasa koyucu için yön göstericidir. İktidarların sınırıdır. İnsan haklarını ne kadar sınırlandırırsanız hukuk devletinin niteliği de o kadar tehlikeye girer. Bu yüzden ceza hukukunda; hiçbir koşulda insan onurunu korumaktan vazgeçmediğimiz, cesaret ve onurumuzun özgürce taşındığı bir anlayışla hukuk devleti yaratmak herkesin ve her kurumun görevidir. Beyanname böyle diyor!

Düşmanlık hukukla bağdaşmaz, devlet insan öğütmez, insanın cesaret ve onurunu korur. Biriktirdiği ve bir yerde depoladığı soruşturmaları tayin ve takdir ettiği zamanlarda ortaya çıkararak insanları ceza tehdidi altında bırakmaz. Devlet vatandaşlarına tuzak kurmaz.

Hukuk, insanları düşman yapmaz. Düşman ceza hukuku, insan haklarına aykırıdır.

II. Dünya Savaşı’nın acıları henüz sarılmadı. II. Dünya savaşının faşizmini yaşayanların sistematik ve acımasız hak ihlallerinden çıkardığı dersle yazdıkları İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine saygı gösterin.

Barış için, yoksulluktan ve tehlikelerden korunmak için kabul edilen böyle bir Beyanname hakkında boş boş konuşmayın hiç olmazsa, çünkü konuşacaksınız. Böylece belirlediğiniz ülke politikalarınızın harcına insanların küllerini savurmuş olmayın!

Aklınızda kalsın. İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için, insan haklarının hukuk düzeni ile korunması gerektiği İnsan Hakları Beyannamesinin en kıymetli amaçları arasındadır.

BM Genel Kurulu yetmiş yıl önce, “Toplumun her bireyi ve her organının bu Bildiriyi sürekli göz önünde bulundurarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye ve ulusal ve uluslararası geliştirici önlemlerle gerek üye devlet halkları gerekse bu devletlerin yargı yetkisi içindeki ülkelerin halkları arasında bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin biçimde tanınıp gözetilmesini sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak başarı ölçüsü olarak” İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan etmiştir. Tüketmeyin!

Milyonlarca insanın yitirildiği, en korkunç insan hakları ihlallerinin yaşandığı II. Dünya savaşından sonra akıldan çıkarılmamalıdır ki; yıkılmış, yakılmış evler, sokaklarda mezarsız yatan ölüler olmasın, artık savaş çakmasın diye değil; kendi politikalarının kazancı adına ve sanki barış istermiş gibi tam teslim olacakları anda Hiroşima ve Nagazaki’ye üç gün arayla atom bombaları atılarak sona erdirilmiş savaştan geriye kalan yakılmış ve yanmış insanların külleri üzerine kurulan bir dünyada yaşıyoruz.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, tehlikelerden arınmış bir dünyanın her yerinde
– sürekli barış,
– herkese eşitlik ve ekmek,
– korkularından ve savaş tehdidinden kurtulmuş,
– ifade ve tapınma özgürlüğünün var olduğu

bir dünya düzeninde insan hak ve özgürlükleri için ilan edildi.

10 Aralık 1948, kutlu olsun; inananlara! İnsan amaçtır.

Manşet görseli: Af Örgütü’nün 10 Aralık için düzenlediği “Büyük Resim” sergisinden soldan sağa: 1- Zeyra Doğan 2- ZULAL 3- Oğuz Demir’in eserleri.

AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE

AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE..

Açlık grevleri üreten hukuk düzeni, insan haklarına aykırıdır.
Demokratik hukuk devleti; açlık grevini yaratan ortamın her halini;
hukuki ve siyasal dayatmalarını gözden geçirip çözüm üretmelidir.

(http://bianet.org/bianet/insan-haklari/187324-acik-grevleri-uzerine)


Av. Fikret İlkiz 
ilkiz@mail.koc.net, İstanbul – BİA Haber Merkezi 12 Haziran 2017

Geçmiş yıllarda yaşadığımız günlere ve benzer süreçlerin acılarına dönmemek dileğiyle…
Açlık grevi yapan tutukluları zorla beslemek çözüm müdür? Bu yola başvurmak suretiyle yaşam hakkının zorla korumak acaba tutukluların özgür iradesine uygun mudur?
Açlık grevi; içinde bulunulan duruma başkaldırma amacıyla başvurulan son çare olarak görülebilir. Sorunun çözümü için dikkat çekmenin binbir türlü yolundan birisidir. Öğretim görevlisi Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, KHK ile işten atılınca işsiz ve ekmeksiz kaldılar… Seslerini duyurmanın bir yolu olan ve son çare olarak gördükleri süresiz aç kalmaya kendi özgür iradeleriyle karar verdiler. Tutuklandılar ve cezaevindeler…
Aç kalmayı içeride sürdürüyorlar!

  • Açlık grevleri üreten hukuk düzeni insan haklarına aykırıdır.
  • Başka çare bırakmayan bir düzen adalet üretemez.
  • Böyle bir yola başvurulmasına neden olan bir hukuk düzenin kendisi hukuka aykırıdır.
  • Demokratik hukuk devleti; açlık grevini yaratan ortamın her halini;
    hukuki ve siyasal dayatmalarını gözden geçirip çözüm üretmelidir.
  • İnsan onuru ve her şeyden önce yaşam hakkını korumalıdır. 

Bilinmelidir ki, açlığa ve ölüme yatmaya karar veren kişinin kişisel kararı; sorunların çözümde bir insanın ölümü veya sakat (AS: engelli! Bir yasa ile tüm yasalardan bu sözcük ve çürük – özürlü sözcükleri çıkarıldı-2013) kalması pahasına kazanılacaksa eğer; üstün tutulması gereken asıl değer, insan yaşamının korunmasıdır. Bir kişi bile ölmemelidir, sakat (AS: engelli) kalmamalıdır. İster hukuki, ister siyasal ve isterse politik tercihlerden kaynaklanan ve kimseye zarar vermeyen ama kendi bedenini taleplerinin kabulü için kendi kararı ile açlığa ve ölüme yatıran her insanın yaşamı korunmaya değerdir.

  • Açlık grevi tasvip ve teşvik edilmemelidir, etmiyorum.

Zorla besleme yoluyla baskı ve işkence arasında nasıl bir ilinti vardır?

Tartışılıyor ama yaygın kabule göre zorla besleme bir tür işkence olarak kabul edilmektedir. Dünya Tıp Örgütü’nün (AS: Dünya Tıp Birliği – World Medical Association) 1975 Tokyo Bildirgesi, hekimleri aktif ya da pasif bir biçimde veya tıbbi bilgi tedarik ederek işkence eylemine katılmaktan men etmiştir. Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi açlık grevindeki mahkumların zorla beslenmemesini özel koşul olarak kabul etmiştir.

Bildirge’nin açlık grevi ile ilgili beşince maddesi; “Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.”

İşkence gören bir mahkum kendisine yapılan baskıyı protesto etmek amacıyla açlık grevine başlarsa doktor, mahkumu rızası dışında gıda almaya zorlamamalıdır. Bir başka deyişle, böylelikle mahkumu, ileride daha fazla işkence görmek üzere sağlığına kavuşturmamalıdır. Madde 5’in Tokyo Bildirgesinin kapsamı içine alınmasının temel nedeni budur. Özellikle zorla beslemeyi yasaklayan 5. madde işkence mağduru mahkumlarla ilgilenen doktorlara destek sağlamayı amaçlar.

1989 yılında, Güney Afrika’da madde 5’in uygulanmasını gerçekleştiren hekimlerin tavrı geniş yankılar uyandırmıştır. Johannesburg’da Kalk ve Veriava adlı doktorlar (1991) mahkumiyet koşullarını protesto etmek amacıyla açlık grevine giden 33 mahkumu tedavi ettiler. Mahkumlar hastaneye kaldırıldığında, Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi gereğince bilgilendirildiler. Zorla yemek yedirilemeyeceği kendilerine izah edildi. Dahası, Dr. Kalk mahkumların yargısız mahkumiyetlerinin bir tür işkence olduğunu öne sürerek, açlık grevinin etkilerinden kurtulan hastaların mahkumiyetlerine geri dönmelerini engellemek için hastaneden tahliye (AS: taburcu) edilmelerini de kabul etmedi.

“Kalk reddiyesi” olarak anılagelen bu karar tam da Tokyo Bildirgesi’nin açlık grevi hükmüyle gerçekleştirmek istediği amaca örnektir.

Dünya Hekimler Birliği 1991’den itibaren Malta Bildirgesini benimsemiştir.  Bu Bildirge, işkencenin olduğu durumlara atıfta bulunmaksızın, sadece gönüllü olarak sınırsız aç kalma/oruç tutma eylemini ve bu durum bağlamındaki mahkum-doktor ilişkisini içerir. Eğer açlık grevcisi zorla beslenmeyi net bir ifadeyle reddetmişse, o zaman hekim klinik ve ahlaki muhakemesini hastanın yararını gözeterek en iyi biçimde kullanmalıdır. Doktor hastanın ölümden döndürülmekten memnuniyet duyacağına ikna olmuşsa, hastanın isteklerine “karşı gelmek” ve onu hayata döndürmek gerekebilir. “Malta” bildirgesi doktorlara oruç tutan hastaya son bir şans verme imkanını tanır. (…)  Mahkumların zorla beslenmesine (….) doktorlar asla iştirak etmemelidir. Bu tür davranışlar bir tür işkencedir ve doktorlar “açlık grevcisinin hayatını kurtarma” kisvesi altında bu eylemde hiçbir şekilde yer almamalıdır. Oruç tutan mahkumun insanlık onuruna saygı duyma, karşılıklı güvene dayanan doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde açlık grevcisinin bilinçli rızasını dikkate alma hastasının yararını gözeten doktorun mesleki sorumluluğunun bir parçasıdır  (Hernan Reyes. Tutukluluk Halindeki Açlık Grevlerinin Tıbbi ve Etik Yönleri ve İşkence Meselesi).

Malta Bildirgesi de her tür zorla besleme durumunu reddetse de, doktorların nihai olarak hastalarının yararı doğrultusunda hareket etmesini şart koşar.

“Açlık grevcilerinin sağlığından sorumlu hekimler için bir rehber niteliğindeki, Açlık Grevleri Üzerine Deklarasyon, Kasım 1991’de Malta’da toplanan, 43. Dünya Tıp Kongresi tarafından kabul edilmiştir. Malta Bildirgesi’ne göre: “Hastanın kendi kararına saygı göstermek hekimin görevidir. Hekim müdahale etmeden önce hastayı bilgilendirerek iznini alır, ancak acil durum ortaya çıktığında, hekim, hasta için en iyi olanı yapmak zorundadır(md.1/2). “Bu çelişki, özellikle müdahaleyi reddettiği konusunda açık bir beyana sahip olan açlık grevcisi komaya girdiğinde ve ölmek üzereyken ortaya çıkar. Ahlaki yükümlülükleri açısından hekim, hastanın iradesine aykırı da olsa hastayı yaşama döndürmek zorundadır; mesleki sorumluluğu açısından ise hastanın iradesine saygı göstermek durumundadır” (md.2). “Müdahale etmek ya da etmemek konusundaki son karar, temel çıkarları hastanın iyiliği olmayan üçüncü tarafların müdahalesi olmaksızın hekimine bırakılmalıdır. Gerektiğinde hekim, hastaya açıkça, onun (hastanın)  tedaviyi reddetme, koma durumuna ilişkin olarak, yapay beslenme ve ölüm riski gibi konulardaki kararını onaylayıp onaylamadığını belirtmelidir. Eğer hekim, hastanın reddetme kararını onaylamıyorsa, onun başka bir hekim tarafından takip edilmesini sağlamalıdır” (md. 4).

“Açlık grevi yapan kişi, baskı altında tutulabileceği ortamlardan korunmalıdır. Bu durum onun diğer grevcilerden ayrılmasını gerektirebilir” (md.5) (Sevinç, Murat. Bir İnsan Hakları Sorunu Olarak: Açlık Grevleri. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi. www.Politics.Ankara.Edu.Tr).

  • Hukuk devleti, bireylerin hukuken kendilerini güvende hissettikleri ortamı yaratmak zorunda olduğunu ve kendisinin de hukuk kurallarıyla bağlı olduğunu bilir, bilmelidir.
  • Hukuk devletinin asıl varlık nedeni, kişi haklarını koruyacak ve güvence altına alacak bir hukuk düzeni yaratmaktır.
  • Demokratik hukuk devletinde, devletin sahip olduğu gücün hukuki sınırları, insan temel hak ve özgürlükleriyle sınırlıdır. Çünkü “özgürlüklerimizi koruyan, biçimsel anlamda yasalar değil, haklardır”.
  • Herkes, içeriği adil olan yasaların var olduğu adaletli bir toplumda yaşamaya hak sahibidir.

Yasalara aykırı görülse bile hukuksal olan, eylemleri siyasal olsa bile hukuka, adalete ve hakka uygun olan; iki eğitimci Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın başlattığı ve tutuklandıktan sonra sürdürdükleri açlık grevlerine duyarlı olunması ve onların yaşam hakkının korunması hepimizin görevidir. Sorunların çözümü için son çareyi kullanma yolundalar ve cezaevindeler…
O halde sokaktaki vatandaştan az biraz daha çok, onların yaşamları devletin koruması ve hukukun teminatı (AS: güvencesi) altındadır.

Sorunların çözümü için yaşamlarını açlık grevlerine yatıran insanların hiçbiri “düşman” değildir.

Türkiye’nin ceza hukuk sistemi “düşman ceza hukuku” hiç değildir, olmamalıdır.
================================
Dostlar,

Değerli Hukuk adamı, kıdemli Avukat Sn. Fikret İlkiz‘in bu derlemesi çok önemlidir. Güncel hengame içinde kayna(tıl)mamalıdır.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın ciddi ve kararlı AÇLIK GREVİ 3 ayı geçmiştir. Bu süre son derece ciddi zamandır. Her 2 masum, haklarında kesin yargı kararı olmaksızın işlerinden atıldıkları için, çaresizlik ve insan onuru adına yaşamlarını bile bile feda etmektedirler ve kesin kararlıdırlar!

Bu 2 insan sırasıyla 12+ ve 22+ kg tartı yitirmişlerdir. Hızla erimektedirler!
Wernicke-Korsakoff sendromu sınırındadırlar. Bu çok ciddi ve dönüşümsüz bir beyin hastalığıdır ve kişiyi tam engelli kılar (5510 sayılı yasa md. 25).
Vakit kalmamıştır. Alarm çalıyor..

İçişleri Bakanı Soylu, bu 2 insan için savcılık kayıtlarının tersine suçlama yapmıştır. Bu ayıptır, günahtır, Bakan suç işlemiştir. Kato dağına gitme yürekliliği gösteren Bakan Soylu, şimdi bir adım atsın ve hapishanede bu 2 genç insanı hemen ziyarete gitsin.. Hem kendini bağışlatsın bir ölçüde hem de bu insanlara geçici güvence versin.. Adalet Bakanı Bozdağ da yapabilir böylesi bir insani girişimi.. Haklarında kesinleşmiş yargı kararı olmadığı için hukukun evrensel ilkelerinden ‘‘masumiyet karinesi” gereği masum olan bu 2 genç insan işe iade edilsinler, idari izne ayrılsınlar (zaten hastanede epey süre sağaltımları zorunlu) ve tutuksuz yargılamaları sürsün. Bağımsız – tarafsız yargının kesin kararı ne çıkarsa onun gereği yerine getirilsin..

Türkiye ve AKP iktidarı bunca sağır – dilsiz – kör olup 3 maymunu oynayamaz. Vicdanlar henüz bunca nasır bağlamamış olsa gerektir. Bu dram sonlansın!

Bu arada ilgili mahkemenin de, sanıkların ÖLÜM – KALICI ENGELLİLİK NEDENLİ KRİTİK SAĞLIK DURUMUNU GÖZETEREK tutuksuz yargılama ve istiyorlarsa sağlık kurumunda sağaltım olanağı sağlaması yasal görevidir:

Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CEZA ve GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA YASA md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir:

”…hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”

İlgili savcı ve sorumlu mahkeme neden kayıtsız kalarak siyasilerin suçuna ortak oluyor?

Katar sorununun ‘‘Bayramdan önce çözülmesini” (!) uluslararası topluma buyuran Türkiye Sultanı, Katar Emiri biraderini nedense herkeslerden çok kollarken, neden ülkesindeki bu yaman trajediyi görmezden geliyor?????

Sevgi, saygı ve yürek yangını ile. 12 Haziran 2017, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

‘Düşman’ Ceza Hukuku..

Dostlar,

Ersan Barkın ile daha hukuk öğrencisi olduğu yıllarda ADD’de Genel Yönetim Kurulu’nda aynı masanın çevresinde yıllarca birlikte çalıştık.

O şimdi genç, yetenekli ve birikimli bir hukukçu..

Bu yazısının yüksek niteliği açık kanıt değil mi?

Daha çok yazabilmesi dileğiyle..

Kalemine ve yüreğine sağlık sevgili kardeşim Ersan..

Sevgi ve saygı ile.
25.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================================

‘Düşman’ Ceza Hukuku

Av. Ersan Barkın
ADD GYK Üyesi
www.add.org.tr, 24.9.12

Türkiye’nin son beş yılı, siyasal yargılamaların en yoğun biçimde yaşandığı, bu yargılamalar yoluyla ülke silahlı gücünün işlemez kılındığı, aydınların önemli bölümünün dayanaksız gözaltılar ve tutuklamalar yoluyla siyasal/bilimsel süreçten dışlandığı bir görünüm arz etmektedir.

Bu sürecin doğrudan yargı eliyle yürütülmesi ve yargılama sürecinde hukukun evrensel ilkeleri göz ardı edilerek toplumun önemli bölümünün ‘düşman’ olarak algılandığı gerçeği, Jacobs’un ‘düşman ceza hukuku’ tanımlamasını hatıra getirmektedir.

Zira Jacobs’un tasnifiyle olağanüstü dönemlerde/savaş koşullarında hukuk iki şeritli bir yola dönüşür. Bir taraf “vatandaşlara” ayrılmışken, diğer taraf “düşmanlara”, sistemin düşman olarak algıladıklarına ayrılmaktadır.

Bu bağlamda ilkesel sapkınlık ve tüm siyasal baskıya karşın, karşıt olduğu konusunda tereddüt olmayan süjeye “kişi” olarak değil ancak “düşman” olarak bakılabilir.

Bu anlayışa göre ceza hukukun temel amacı, yargılamak, isnat edilen temelli ya da temelsiz savlar çerçevesinde göstermelik de olsa bir muhakeme yürütmek değil; düşmanın tehlikeliliğini ortadan kaldırmak ve hatta “ihraç” etmek, hatta “imha” etmektir ki, hukuk bu sürecin aktörü değil, enstrümanıdır.

Cezalandırılmanın öncelenmesi, usulün esasa üstün gelmesi, usul kurallarının düşmanla savaşımın amacına uygun biçimde güvenlik tedbirleri ya da tutukluluk hukuku haline gelmesi, sürecin anahtarları ve aynı zamanda silahlarıdır
.
İşte bu süreçte savunma hakkı bir terör eylemidir, imha edilmesi gereken bir düşmandır. Ergenekon yargılamalarının son oturumunda sanıkların savunma haklarının ellerinden alınması, bu durumun en açık göstergesidir.

Bu sürecin yaşandığı, Tocqueville’nin ifadesiyle çoğunluk diktatörlüğü sistemlerinde yargılamayı etkilemek mesleğinin en önemli gereği olan avukatlara, “adil yargılamayı etkilemek” suçu isnat edilerek, hükümeti yıkmak en meşru siyasal amacı olan siyasal parti temsilcileri de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” isnadıyla yargılanırlar.

Oysa her iki suç da ceza hukuku açısından işlenemez suçlardır.

Darbe dönemlerinde sıklıkla bu yargılamalarda savunman (müdafi) ya da sanık olarak bulunan, yine rastlantısal olarak bugünkü “demokratik süreçte” de savunma hakkını kullanırken adil yargılamayı etkilemek suçundan hakkında dava açılan Turgut Kazan’ın Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki savunmasında ifade ettiği gibi, bu süreci yaşayan savunmanlar (müdafiler) için savunma yaptıkları mahkemelerde sanık sıfatıyla bulunmak değildir utanılacak olan! Ülkelerinin bu bayağılık, pespaye, aşağılık komedyanın sahnesi haline gelmesidir.

Yalnızca Türk siyasal tarihi değil, Dünya tarihi de aslında siyasal davalar tarihinin yörüngesinde ilerler. Bu davalar da neredeyse tümüyle yürütülen savunmalarla anılır, tarihe iz bırakır.

Daha eskilere gitmek olanaklıysa da, Yıldız yargılamalarından başlayarak, Barış davası, Madanoğlu davası, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yargılamaları / Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamaları siyasal tarihin anahtarlarıyla yüklüdür.

Nihayet, 2007’den başlayarak ülke siyasetini tek başına belirleyen, dalga sayıları ve dava adları karmaşası yanında, alışılmışlığın getirdiği ürkütücülükle sıradan biçimde algılanan Ergenekon, Balyoz, Andıç, …davaları.

Bu tür yargılamaları bizim ülkemizde yaşandığı ölçüde kayıtsız biçimde izleyen, hatta yaşanan siyasal, sosyolojik linç ve katil davalarını kimi zaman bir siyasal öç biçiminde algılayan ileri demokrasi ülkesi var mıdır, bilmiyorum. Ama özellikle son siyasal yargılamalarda, siyasal davaların genel karakterinin, DNA’sının da değiştiği netlikle gözlemlenebilmektedir.

Erem’in Jaffe’den aktarmasıyla, iktidarın baskısını artırdığı ve karşıt potansiyeli taşıyan toplumsal kesimlere abandığı dönemlerde, toplum sağlığını siyasal davalardan ayrı tutabilmek görevli süjeler, yargıç, savcı ve avukat, arasında ortak sorumluluktur.

Ancak bu davalarda özellikle avukatın bu sağduyuyu yürütmesi kolay değildir. Bir de, avukatın da profesyonel dürtülerden (saiklerden) öte, vekaletini üstlendiği davanın siyasal neferlerinden olması durumunda, doğrudan avukat tarafından siyasal davalar, siyasal propaganda aracı haline getirilir ki, eleştirilemez.

Ancak bugünkü siyasal davalara baktığımızda genel kuralın aksine davaları siyaset dışı tutmayanlar, hatta siyasal propaganda aracı durumuna getirenler, doğrudan yargıç / savcı örgütüdür. Doğrudan yargıç / savcı örgütü, yaşanan köklü siyasal dönüşüme toplumsal taraftar yaratmaya çabalamaktadır. Yargılamanın tarafı olan savunmanın yarattığı siyasal propaganda ne denli olağansa, yargıç / savcı örgütünün yarattığı siyasal propaganda o ölçüde olağandışıdır ki; bu sürecin aktörleri olan yargılama makamı ancak “mürit” diye tanımlanabilir.

Bugün Türk yargısı, hemen her kademesinde doğrudan müritlerin yürüttüğü bir platformdur.

Siyasal davalarda yargıçların iktidar temsilcisi olarak gözükmesi, avukatı kaçınılmaz olarak bunun karşısında olmaya zorlar. Yürütme organının istihbarat gücünü örtülü / hukuka aykırı biçimde sürdürmeleri, savunmayı zorlayacak doğrudan ya da dolaylı tehditler, savunma sırasında makul karşılanabilecek davranışların davanın kişiselleşmesi ve yargıcın da davanın tarafı halinde gelmesiyle makama hakaret olarak algılanması, avukatların savunma yürüttükleri davalarda sanık konumuna gelmesine yol açar.

Siyasal davalarda, davanın tarafı olmaktan kurtulabilen ve yasallık (kanunilik) kurallarına saygı gösteren devlet, kendi, hatta temsil ettiği ulusun onur duygusunu ve ulaştığı uygarlık derecesini kanıtlamış olur.

Aksi, ulusal onuru yerle bir ettiği gibi çoğu zaman siyasal davalardan medet umanların bir süre sonra, davanın bumeranga dönüşmesine ve iktidarın yarattığı Frankeştayn’ın hedefi haline gelmesine yol açar.

Yarattığı siyasal gerilim nedeniyle yargılamanın ya da siyasal çatışmanın tarafı olmayan toplumun derin sarsıntılar yaşamasına, ikiye bölünmesine yol açar ki, bu sistemler sürekli bir siyasal nefret sahnesi haline gelirler ve o sistemlerde insan yığınının ulus olarak tanımlanması olanaksızdır. Türkiye bugün tam da bu cenderenin içindedir, tarihte hiç olmadığı kadar hem de.

Bu tür yargılamalar siyasal tarih boyunca hatırlanır ancak Dreyfus, Zola, Sokrates, Bruno hatta savcı Danilo Anderson, Savcı Doğan Öz toplumsal aydınlanmanın kahramanları olurlarken, yargılayanlar faşizmin aktörleri olarak ellerindeki kanla hatırlanır. Yazık ki, bugün bu ülkede “kan”, siyaseti yönlendirenlerin ve yağdanlıklarının suratlarına dek sıçramıştır.

Ergenekon yargılamaları, dayanakları, dayanaksızlığı, hukuksuzluğuyla türlü biçimlerde anlatılabilir.

Ancak davanın ardındaki siyasal amaç değerlendirilerek irdelenmeye çalışıldığında, ortak demokratik cephenin ana ögelerinin birbirine kırdırılması çabası ilk göze çarpan niteliklerdir.

Sürecin etkin siyasal aktörlerinin, karşıtlarının oyun dışında tutulması, kalanlarının tan ağarırken çalan zille uyanma korkusunun bilinçatına işlenmesiyle etkisizleştirilmesi yanında; ilk kez “ağabeyime söylersem seni fena yapar!” söyleminden ve temelsiz inancından kurtularak kendi ayakları üzerinde yükselen bir hareketin yarılmasına yol açmıştır, başarılıdır.

Ergenekon davası, ortak demokratik cephenin mücadele arkadaşlarının müşteki/müdahil-sanık biçimde karşı karşıya getirildiği, bu yönde tahrik edildiği bir davadır.

Siyasal davaların tipik özellikleridir; ortada yargılanır görünen birileri vardır ancak sürecin asıl ögeleri gerçek biçimde yargılanamaz, kimi zaman sahnede ufak bir mağdur rolü verilse de işin sonunda mutlaka payelendirilir, ‘gizli tanık’lık gibi ‘apoletlerle’ adam kılığında dolaşırlar..

Aynı kazanda kaynıyoruz. Yaz sıcağında serinlemek için bile kazan suya balıklama atlayan kurbağacıklar, artık kaynayan suyun yarattığı Karacabey Hamamı gevşekliğiyle, olan bitenin farkında olabilecek durumda değiller, namlu artık kendilerine de yönelmiş olmasına karşın.

Bu süreci tersine çevirebilmek Kemalistlerin önce kendilerini sorgulayarak, tarihte en mağrur/egemen gösterildiği dönemlerde dahi örselenerek, ezilerek, öldürülerek kabullendirildiği ezberinden arınmakla olanaklıdır.

Baskı, siyasallaştırır. Bugün Türkiye’nin en politika dışı kitlesi Atatürkçülerdir.

Çünkü yaşadığını düşündüğü “rejim” tüm siyasal gücünden arındırılmış, yozlaştırılmıştır (karaktersizleştirilmiştir).

Buna Atatürk Türkiye’si değil, Uzaylı Zekiye Türkiye’si denebilir ancak.

Süreç, kaçınılmaz olarak, Kemalistleri de politikleştirecektir, sivriltecektir.

Balbay ile cezaevinin nemini böbreklerimizde hissedeceğiz, Perinçek yerine dizlerimiz sızlayacak, Özkan’ın kızına baba olacağız..

Belki Mustafa Kemal’in siyasal cevherini öylece anlayabileceğiz, ilk kez.

O zaman, kazanacağız.

=============================================