Etiket arşivi: Av. Fikret İlkiz

Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

HUKUK GÜNDEMİ
Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

Av. FİKRET İLKİZ
BİA Haber Merkezi 10 Aralık 2018
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/203357-beyanname-ve-yetmis-yillik-kuller

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nden insanlık ne ummuştu ne buldu? Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler.

70 yıldan çok daha önceydi…Birinci Dünya savaşı çoktan bitmiş, silah üretimi ile kalkınmanın mucitleri görülen Naziler, muhaliflerin zayıflığı ile beslenerek işbaşı yapmışlardı. SA, SS ve Gestaponun kurucusu, III Reich Başbakan yardımcısı Hermann Goering “Nazi Tekniği” denilince ne anlaşılması gerektiğini Nürnberg Mahkemesinde şöyle anlatmıştı:

“Tabii ki insanlar savaş istemezler. Adam evinde memnun mesut yaşarken neden savaş istesin ki? Ülke halkları hiçbir zaman savaşmak istemezler, Rusya’da da, İngiltere’de de, Almanya’da da… Bu anlaşılır bir şey tabii ki, ama bir ülkenin politikasına liderler karar verirler. Demokrasi de olsa, faşist diktatörlük de olsa liderlerin insanları arkalarından sürüklemeleri son derece kolaydır. Onlara ülkelerinin saldırıya uğradığını söyleyin yeter. Barış yanlısı olanları da vatansever olmadıkları için ülkeyi tehlikeye atmakla suçlayın, bu kadar basit. Bu taktik bütün ülkelerde işler…”

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden insanlık ne ummuştu ne buldu?

İnsan hakları öğretisinin tersine devletler hukuku ve yargıyı kullanmaya başladılar. Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı ama en yararlısı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler. 70 yıl içinde oluşturulan bu hukuk anlayışı yüzyılımıza damgasını vurdu. Denenmiş taktik başarılıydı, demokratik ülkelerde bile en geçerli taktik olarak benimsendi.

Amerika’nın “Guantanamo” ve benzeri diğer kamplarını anımsayın! “Amerika Özsaygısını Tahrip Ediyor” başlıklı yazısını Ronald Dworkin şöyle bitiriyordu:

  • Bugün bizi tehdit eden başka bir tehlikedir: Bu, Amerikan güvenliğini birazcık dahi olsa iyileştiren her şeyin meşru olduğu inancıdır. İhtiyat bizim tanıdığımız yegâne değer durumuna gelmiştir. Cesaret ve onur, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmektedir. Terör tehlikesi bütünüyle bakıldığında, kendileriyle yaşamayı öğrendiğimiz uyuşturucular, seri cinayetler ve diğer cürümlerden daha büyük değildir. Ancak onurumuzu kendi edimimizle içine düşürdüğümüz tehlike çok daha büyüktür. ‘Güvenlik ve haklar arasında yeni bir denge kurulması’söylemi gerçekten yanılgıya sürüklemektedir: Bu deyim güvenliğimizi kendi haklarımıza değil, başka insanların haklarına göre değerlendiriyor. Güvenliğimizi kendi şerefimiz karşısında değerlendirmek çok daha önemli sayılmalıdır.”

Bütün tehlikelerden arınmış bir dünya beklerken ve 70 yıllık birikimle korkudan kurtulma özgürlüğünün sağlandığı bir dünya yaratmayı umarken; düşman ceza hukuku yaratarak kin, nefret, ceza tehdidi ve düşmanlığın hukukunu uydurduk… Bu anlayışın yarattığı hukukun arkasından sürüklenmeyelim, yüzyılın tehlikesidir.

Sürekli tekrarlanan “güvenlik”; kaygılı bir güvensizlik yaratılarak devletin kendi yurttaşlarına karşı onu içten içe kemiren ve hukuk devleti olmaktan uzaklaştıran bir söyleme dönüştürüldü. “Güvenlik kaygısı” ve korkusu üzerine kurulu hukuktan yana olan siyasal iktidarlar özellikle dünyayı “düşman ceza hukuku” ile donattılar.

Alman ceza hukukçusu Günter Jakobs; “tehlikenin önlenmesine yönelik bir ceza hukuku anlayışıyla”  devlet düzenini tanımayan yurttaşları “düşman” olarak görüyor. Ürkütücü… O’na göre düşman bellenenleri işleyecekleri suçlarda temel haklardan yoksun bırakmanın yerinde olduğunu savunuyor. Böylesi bir hukuk anlayışı giderek kökleşiyor. Bu hiçbir ülkenin hukuk politikası olamaz, olmamalı.  Dünya liderleri bu anlayışı ülke politikalarında içselleştirmeye çalışıyor. İktidara yapışık hükümetler koltuk zamklarında böylesi bir anlayışı kullanıyor.

Hukukun Beyannameden 70 yıl sonra yaşamaya başladığı buhranında sanık bile olamayacak derecede hakları kısıtlanan insanlar “düşman” sayılıyorlar. Yargıyı kendinden yana olmaya devşiren iktidarlar için “düşman”lar yurttaş ceza hukukunun amacı ve muhatabı bile değildirler. Nesnedirler… Hatta onlar, düşman ceza hukuku anlayışına göre en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlikelerdir ve “cezanın” muhatabı kabul edilmezler.

Sayın Hayrettin Ökçesiz’in ceza adaleti hakkındaki sözlerini akılda tutmak gerekiyor: “Bir düşman ceza hukukunun yasalarla insanı kişi olmaktan çıkararak bir av hayvanına dönüştürmesine izin veremeyiz. Bu tehdidi çocuklarımıza bir hukuk mirası olarak bırakamayız. Demokratik ceza hukuku tasarımını, temel hakların ve özgürlüklerin tüm insanlarca doyasıya yaşanabileceği bir hukuk düzeninin tanımlayıcı kavramı olarak benimsemek zorundayız. Diktatörlerin ve miyop teknokratların ceza hukuklarına güvenlik kaygılarımızla meşruluk kazandıramayız. Dworkin’in uyarısına kulak vermeliyiz: Cesaret ve onur, sözde güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmemelidir. Çünkü gerçek güvenlik sürekli kılınmış, eşit ve daha çok özgürlüktür. Özgürlük ise cesaret ve onurla taşınır.”

Benjamin Franklin’in Özgürlük Anıtı’na yazılmış sözleri bugün her zamankinden daha anlamlıdır:

  • “Güvenlik için özgürlüklerinden fedakârlık edenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak eder.”

Temel hakların ve özgürlüklerin doyasıya yaşanabileceği demokratik ceza hukukunun temeli olan insan onuru, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilemez. İnsanlar bunu hak etmediler. Ölüleri için mezarlık sahibi bile olamayan insanların acılarından doğan 70 yıllık İnsan Hakları Beyannamesi’ni yakmayın!

İnsan hakları ve insan onuru; yargı, hukuk ve yasa koyucu için yön göstericidir. İktidarların sınırıdır. İnsan haklarını ne kadar sınırlandırırsanız hukuk devletinin niteliği de o kadar tehlikeye girer. Bu yüzden ceza hukukunda; hiçbir koşulda insan onurunu korumaktan vazgeçmediğimiz, cesaret ve onurumuzun özgürce taşındığı bir anlayışla hukuk devleti yaratmak herkesin ve her kurumun görevidir. Beyanname böyle diyor!

Düşmanlık hukukla bağdaşmaz, devlet insan öğütmez, insanın cesaret ve onurunu korur. Biriktirdiği ve bir yerde depoladığı soruşturmaları tayin ve takdir ettiği zamanlarda ortaya çıkararak insanları ceza tehdidi altında bırakmaz. Devlet vatandaşlarına tuzak kurmaz.

Hukuk, insanları düşman yapmaz. Düşman ceza hukuku, insan haklarına aykırıdır.

II. Dünya Savaşı’nın acıları henüz sarılmadı. II. Dünya savaşının faşizmini yaşayanların sistematik ve acımasız hak ihlallerinden çıkardığı dersle yazdıkları İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine saygı gösterin.

Barış için, yoksulluktan ve tehlikelerden korunmak için kabul edilen böyle bir Beyanname hakkında boş boş konuşmayın hiç olmazsa, çünkü konuşacaksınız. Böylece belirlediğiniz ülke politikalarınızın harcına insanların küllerini savurmuş olmayın!

Aklınızda kalsın. İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için, insan haklarının hukuk düzeni ile korunması gerektiği İnsan Hakları Beyannamesinin en kıymetli amaçları arasındadır.

BM Genel Kurulu yetmiş yıl önce, “Toplumun her bireyi ve her organının bu Bildiriyi sürekli göz önünde bulundurarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye ve ulusal ve uluslararası geliştirici önlemlerle gerek üye devlet halkları gerekse bu devletlerin yargı yetkisi içindeki ülkelerin halkları arasında bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin biçimde tanınıp gözetilmesini sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak başarı ölçüsü olarak” İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan etmiştir. Tüketmeyin!

Milyonlarca insanın yitirildiği, en korkunç insan hakları ihlallerinin yaşandığı II. Dünya savaşından sonra akıldan çıkarılmamalıdır ki; yıkılmış, yakılmış evler, sokaklarda mezarsız yatan ölüler olmasın, artık savaş çakmasın diye değil; kendi politikalarının kazancı adına ve sanki barış istermiş gibi tam teslim olacakları anda Hiroşima ve Nagazaki’ye üç gün arayla atom bombaları atılarak sona erdirilmiş savaştan geriye kalan yakılmış ve yanmış insanların külleri üzerine kurulan bir dünyada yaşıyoruz.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, tehlikelerden arınmış bir dünyanın her yerinde
– sürekli barış,
– herkese eşitlik ve ekmek,
– korkularından ve savaş tehdidinden kurtulmuş,
– ifade ve tapınma özgürlüğünün var olduğu

bir dünya düzeninde insan hak ve özgürlükleri için ilan edildi.

10 Aralık 1948, kutlu olsun; inananlara! İnsan amaçtır.

Manşet görseli: Af Örgütü’nün 10 Aralık için düzenlediği “Büyük Resim” sergisinden soldan sağa: 1- Zeyra Doğan 2- ZULAL 3- Oğuz Demir’in eserleri.

Yüksek Yargı ve Üstün Yetenekli Yargıçlar

Yüksek Yargı ve Üstün Yetenekli Yargıçlar

Av. Fikret Ä°lkiz ile ilgili görsel sonucuAv. Fikret İlkiz
BİANET, 06.08.2018 

Herkes şikayetçi…
Herkes bireysel başvuru hakkını kullanıyor

Derece mahkemesinin işi, Anayasa Mahkemesi kararını tartışmak ve karara karşı direnmek ve neden uygulanmadığına dair temelsiz gerekçeler yazmak değildir.

Anayasa Mahkemesi’ne 1 Ocak 2012 tarihinden bu yana 30 Haziran 2018 tarihine dek yapılan toplam 191 371 bireysel başvurudan 80 756’sı 2016’da, 40 530’u 2017’de ve 17 892 başvuru ise 2018’de yapılmış… 30 Haziran 2018’de 16 179 bireysel başvuru derdest, inceleme sürüyor.

Anayasa Mahkemesine göre; “bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural” nedir? AYM bu sorunun yanıtına Mehmet Doğan (B. No: 2014/8875, tarih 7.6.2018) kararında değindi. Temel kural yargı yoluyla hak ihlalinin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır.

İlk derece mahkemesi bir hakkın ihlaline neden olacak nitelikte bir karar vermişse; bu kararda “hak ihlali” bulunduğu tespitini yapan AYM kararı ile “eski hale” nasıl dönülebilecektir?

İfade özgürlüğü ile ilgili 7 Haziran 2018 tarihli anılan kararında Anayasa Mahkemesi bireysel başvurunun temel özelliğinin “bir hakkın ihlalinin tespiti” ve zararın giderilmesini sağlanması olduğunu kabul etmektedir. Yani AYM’nin verdiği kararın özelliği; “mümkün olduğunca” hak ihlalinden “önceki eski duruma dönülmesinin” sağlanmasıdır.

AYM bireysel başvuru ile verdiği kararın niteliği ne olmalıdır? Acaba mümkün olduğu kadar hak ihlalinden önceki eski hale dönülmesi nasıl sağlanacaktır?

Bireysel başvurular hakkında Anayasa Mahkemesi kararıyla öncelikle eğer devam eden hak ihlali varsa, ihlalin durdurulması kararı verilebilir. İkincisi ise, “ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların” ortadan kaldırılmasıdır. Kişi zarar görmüşse, hak ihlalinin “sebep olduğu maddi ve manevi zararların” giderilmesidir. Ayrıca verilecek kararla olayın özelliğine göre “bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması” gerekmektedir.

En önemli ilke ise, AYM kendi kuruluş ve çalışma esaslarını belirleyen 6216 sayılı Kanuna göre hak ihlalinin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması amacıyla neler yapılması gerektiğine karar verirken; “idari eylem ve işlem niteliğinde” karar vermez.

Anılan kararda atıf yapılarak açıklandığı gibi; “Anayasa Mahkemesi ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederken idarenin, yargısal makamların veya yasama organının yerine geçerek işlem tesis edemez. Anayasa Mahkemesi, ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederek gerekli işlemlerin tesis edilmesi için kararı ilgili mercilere gönderir (Bkz. Şahin Alpay (2) [GK], B. No: 2018/3007, 15/3/2018, § 57).”

Demek ki; AYM bireysel başvurularla ilgili ihlal varsa tespit eder ve eğer ihlal devam ediyorsa “ihlali” durdurur, ihlalin sonuçlarını “ortadan kaldırır”, ihlalin neden olduğu “zararı” gidermek üzere karar verir ve gerekirse diğer “tedbirleri” alır. Bütün bunların nasıl yapılacağını kararında gerekçeleriyle gösterir. Kural olarak ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verir.

Usul kanunlarında hangi hallerde başvurulabileceği gösterilen yargılamanın yenilenmesi” düzenlemesi ile Anayasa Mahkemesinin kararlarına konu olan “yeniden yargılama” kavramı birbirinden belli yönleri ile farklıdır.

Bundan sonrasını Anayasa Mahkemesinin kararından okuyalım: “Kuşkusuz ki Anayasa Mahkemesinin yeniden yargılamaya hükmettiği durumlarda da derece mahkemesi, kesin hükme bağlanmış bir uyuşmazlığı yeniden ele almaktadır. Bu yönüyle ilgili usul kanunlarında düzenlenen yargılamanın yenilenmesi müessesesi ile Anayasa Mahkemesince yeniden yargılamaya hükmedilmesi arasında bir farklılık bulunmamaktadır.”

Ama Anayasa Mahkemesinin altını çizerek belirttiği çok önemli farklılık şudur:

“Ancak Anayasa Mahkemesinin, tespit edilen ihlalin giderilmesi amacıyla yeniden yargılama yapılmasına hükmettiği hallerde, ilgili usul kanunlarında düzenlenen yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak yargılamanın yenilenmesi sebebinin varlığının kabulü ve önceki kararın kaldırılması hususunda derece mahkemesinin herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Zira ihlal kararı verilen hallerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece mahkemelerine değil, ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine bırakılmıştır. Derece mahkemesi Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür.”

Bir kez daha belirtelim; kendi verdiği kararla hak ihlaline neden olan ilk derece mahkemesinin Anayasa Mahkemesi kararının kabulü veya reddi, uygulanması veya uygulanmaması konusunda herhangi bir takdir yetkisi yoktur. O halde yeniden yargılama yapılması için Anayasa Mahkemesi’nin geri gönderdiği karar karşısında ilk derece mahkemesi ne yapmalıdır?

“Bu bağlamda derece mahkemesinin öncelikle yapması gereken şey, bir temel hak veya özgürlüğü ihlal ettiği veya idari makamlar tarafından bir temel hak veya özgürlüğe yönelik olarak gerçekleştirilen ihlali gideremediği tespit edilen önceki kararını kaldırmaktır. Derece mahkemesi, kararın kaldırılmasından sonraki aşamada ise Anayasa Mahkemesi kararında tespit edilen ihlalin sonuçlarını gidermek için gereken işlemleri yapmak durumundadır. Bu çerçevede ihlal, yargılama sırasında gerçekleştirilen usule ilişkin bir işlemden veya yerine getirilmeyen usuli bir eksiklikten kaynaklanıyorsa söz konusu usul işleminin, hak ihlalini giderecek şekilde yeniden (veya daha önce hiç yapılmamışsa ilk defa) yapılması icap etmektedir. Buna karşılık ihlalin, idari işlem veya eylemin kendisinden ya da (derece mahkemesince yapılan veya yapılmayan usul işlemlerinden değil de) derece mahkemesi kararının sonucundan kaynaklandığının Anayasa Mahkemesi tarafından tespit edildiği hallerde derece mahkemesinin, usule dair herhangi bir işlem yapmadan, doğrudan, mümkün olduğunca dosya üzerinden önceki kararının aksi yönünde karar vererek ihlalin sonuçlarını ortadan kaldırması gerekir.”

Derece mahkemesinin işi; Anayasa Mahkemesi kararını tartışmak ve karara karşı direnmek ve neden uygulanmadığına dair temelsiz gerekçeler yazmak değildir. Hak ihlalinin var olduğuna ve giderilmesine ve nasıl giderilmesi gerektiğine ve zararın nasıl giderileceğine dair karar veren Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymak ve gerektiğinde kendi kararının aksine karar vererek hak ihlalinin sonuçlarını ortadan kaldırmaktır.

Günümüzde Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı bir çeşit “direnme” kararı yazan, neden uygulanmaması gerektiğini, dava dosyasını ilk derece mahkemesinin Anayasa Mahkemesi’nden daha iyi bildiğini ve bir nevi Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararına “aldırmamayı” kendince “gerekçelendiren” mahkeme yargıçları “iyi sicil” alıyorlar, aldılar.

Bütün bunların karşılığı olan beklenti “yüksek dereceli yargıç” olmak ve yargıçlık mesleğinde yükselmektir. Hatta bu çeşit mükemmel ve işe yarayan (!) gerekçeli kararların yazıcıları daha sonra Yargıtay’a, Danıştay’a ve hatta Anayasa Mahkemesine üye seçilebilirler. Nedeni çok basit; her hukukçu örnekleri son yıllarda sıkça görülen bu tür gerekçeler yazamaz. Üstün hukuksal ve entelektüel yetenek (!) ister bu türde ve çeşitte gerekçe yazmak, yükselmek için…

Anayasa Mahkemesi’ne yapılan 296 426 başvuru içinden tüm başvurular arasında %60 oranla 1. sırada 176 951 bireysel başvurunun konusu adil yargılanma hakkı geliyor. Derece mahkemeleri tarafından verilen kararlarla “başarılı” kabul edilerek yükselen yargıçların çoğunlukta olduğu yargıda; AYM bireysel başvuru kararları arasında “adil yargılanma hakkının ihlali” neden birinci sıradadır acaba?

Çok yakındır… Bundan böyle “yüksek dereceli” mahkemeler arasında kim kimden daha üstündür, hangi yüksek mahkemenin kararı çok daha üstündür, hak ihlalinin nasıl giderilebileceğine hangi yüksek dereceli mahkeme karar vermelidir, kim kimin kararını uygular veya uygulamaz veya neden uygulamamak gerekir hakkında üstün nitelikli gerekçeli kararlar görmeye ve hayret etmeye hazırlıklı olun….

Şimdilik adli tatil zamanı ve hukuk resmî tatilde.

Bekleyin biraz! Tatil bitsin, herkes yerli yerine otursun, yüksek dereceli makamına bir ısınsın!