Etiket arşivi: “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”

ÜSTAT FİŞEK’İN “SOSYAL TIP” DEDİĞİ…

ÜSTAT FİŞEK’İN “SOSYAL TIP” DEDİĞİ…

Nusret Hoca, bir sosyal tıp örgütlenmesini özlüyordu. Yarım yy’lık meslek yaşamının tümünü bu uğurda savaşımla sürdürdü. Binlerce hekim yetiştirdi. Ülküsü ve mesajının, -yurt dışındakiler bir yana- bu binlerin beyninde ve yüreğinde yer ettiğinden kimsenin kuşkusu olmasın… 

Türk ve Dünya insanlarının sağlığının korunması ve geliştirilmesi ereğini yaşamının başlıca uğraşı kılan ve 52 yıllık hekimlik hizmetinin tümünü bu doğrultuda veren Prof. Fişek‘in yorulmak bilmeyen yüreği, 3 Kasım 1990 günü durdu. Ölümünden hemen önce ağzından dökülen sözler, “Sosyal tıbbı koruyun” oldu. Acaba neydi bu büyük sağlık emekçisinin “Sosyal Tıp” tan kastı? ABD’de bakteri biyokimyası doktorası yaparken nasıl olmuştu da Sosyal Tıp anlayışını benimsemişti?

İstanbul Tıp Fakültesi 1938 yılı mezunu Dr. Fişek, aynı yıl Adana Sıtma Enstitüsü’nde sıtma savaş hekimi olarak ülkesinin sağlık ordusuna katılmıştı. 2. Dünya Paylaşım Savaşını izleyen yıllarda ABD’de Harvard Tıp Fakültesinde doktora yapmıştı. Bu yıllarda, tüm  Dünyada hekimlik ve  sağlık sorunları ile tıp hizmetleri  yaygın olarak  tartışılıyor ve 16. yy’da  T. Moore’un, 19. yy’da S. Neuman, R. Virchow, E. Chadwick’in.. temellerini attığı Sosyal Tıp felsefesinin olgunluk dönemi yaşanıyordu. 2 Büyük Savaştan büyük yaralar alarak çıkan insanlık, dev boyutlara varan sağlık sorunlarına çözüm arıyordu. Halk yorgun düşmüştü, kaynaklar son derece sınırlı idi. Özetle Dünya koşulları, olgunluk dönemindeki bu felsefelerin artık yaşama geçirilmesi için çok uygundu. S. Neuman, 1847’de “Tıp aslında sosyal bir bilimdir” demişti. R. Vichow daha da ileri giderek; “Tıp, iliğine, kemiğine dek sosyal bir bilimdir.” diyordu. Virchow, “Hekimlikte Reform” adlı yapıtında şu görüşlere yer veriyordu:

  • Herkesin çalışma hakkı vardır.
  • Herkesin sağlığının korunması toplumun görevidir.
  • Hükümet halkın sağlığı ile yakından ilgilenmelid
  • Sağlığı geliştirme ve hastalıklar ile savaş yalnızca hekimlik hizmetleri ile sağlanamaz.
  • Sağlık ile sosyo-ekonomik koşullar arasındaki etkileşim, önemli bilimsel araştırma konularıdır. 

A. Grotjhan, 1915’te yazdığı “Sosyal Patoloji” kitabında; sosyal hekimliğin 3 ana ilkesini özetliyordu:

  1. En önemli hastalık; toplumda en çok görülen, en çok öldüren ve en çok engelli bırakan hastalıktır.
  2. Bireyin ya da toplumun sağlık düzeyini belirleyen, kişinin hastalanmasına, yaralanmasına
    ya da ölümüne yol açan biyolojik ve fizik çevre etmenlerini oluşturan -veya bunların etkisini
    koşullayan- etkenler, gerçekte sosyal ve ekonomik niteliklidir.
  3. Bir kimsenin hastalığı yalnızca kendini ilgilendirmez, aileden başlayarak tüm toplumun sorunudur.

Sosyal hekimliğin en anlamlı tanımı ise R. Guerin’den geliyordu (1946) : “Sosyal hekimliğin konusu, hiçbir ideolojiye ve öğretiye bağlı olmadan hekimlik hizmetlerinin toplum yararına geliştirilmesidir.” Bu yaklaşımda hiçbir ideoloji ya da öğretiye bağlı olmama öğeleri, sosyalist hekimlik ile sosyal hekimliği birbirinden ayırma amacını gütmektedir. Sosyalist hekimlik, hekimlik hizmetlerinin sosyalist öğreti açısından ele alınmasıdır. Oysa sosyal hekimlik, tüm ideoloji ve öğretilerden bağımsızdır.

Dr. Fişek, işte bu atmosferde ABD’deki eğitimini tamamlayarak ülkesine döndüğünde; Sosyal Tıp anlayışı, yukarıda özetlenen çerçevede kafasında yerleşmişti. Doktora eğitimi sırasında kazandığı yığınla bilgi ve becerinin, aslında ülkesinin karşı karşıya bulunduğu dev boyutlardaki sağlık sorunlarını çözmede yeterli olmadığını, engin sağduyusuyla kısa zamanda sezinledi. O’na göre ülkesinin sağlık sorunlarının çözümü laboratuvarda mikroskobun altında ya da tüplerin içinde değildi. Türk insanının sağlık sorunları çok daha makro düzeyde idi ve öncelikle bütüncül (holistik) bir bakış ve çerçeve gerektiriyordu. Ağacı, giderek onun dallarını, yapraklarını.. incelerken ormanı gözden kaçırmamak gerekiyordu. Altyapıdan yoksun büyük bir kara parçası üzerinde eğitimsiz ve sağlıksız bir nüfus hızla çoğalıyordu! Endüstrileşme süreci henüz başarılamamıştı. Ülke kaynakları olabildiğine sınırlıydı. 2. Büyük Savaşın ardından, hemen her alanda halk darlık içindeydi. Başta sıtma ve verem olmak üzere; lepra (cüzzam), frengi, trahom gibi hastalıklar çok yaygındı. Örn. Tüberküloz 1. ölüm nedeni idi! “Sosyal hastalıklar” adı da verilen bu hastalıklar ülke kalkınmasına ket vuruyordu. Halk yetersiz ve dengesiz besleniyordu. Ölüm oranları ve ortalama yaşam süresi gibi öbür kimi sağlık düzeyi ölçütleri çok karamsardı…

Tüm bunlara karşın, ülkenin özgün koşulları ile uyumlu, dar kaynaklarla dev boyutlardaki ivedi sağlık sorunları ile ussal savaşıma elverecek ulusal bir sağlık politikası ortalarda yoktu. 1950’lerden sonra siyasal iktidarlar sağaltıcı (tedavi edici, iyileştirici) sağlık hizmetlerine daha çok ağırlık vermeye başlamıştı. Ancak bu hizmetler çok pahalı ve sınırlı idi ve büyük kesimi yoksul olan, kırsal kesim insanına ulaştırılamıyordu. Henüz sosyal güvenlik kavram ve kurumları toplumun gündemine çıkmamıştı. Oysa sağlık, –İnsan Hakları Evrensel Bildirisi‘nde de vurgulandığı üzere- doğuştan kazanılmış bir insanlık hakkı idi (10 Aralık 1948, md. 25) ve herkese eşit – hakkaniyetli olarak verilmeliydi. Bu Bildiriye, Türkiye Cumhuriyeti de imza koymuş bir BM üyesiydi. Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü kurulmuş ve Türkiye, bu örgütün kuruluş Anayasasını onaylayarak üye olmuştu (1947, 5062 sayılı yasa ile). Buna göre sağlık şöyle tanımlanıyordu :

  • “… Yalnızca hastalık ya da engelliliğin bulunmaması demek olmayıp;
    bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik durumudur…”

Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin de yasal sağlık tanımı olan bu evrensel tanımı yakalamak için sağlık hizmetlerini herkese eşit – hakkaniyetli olarak götürmenin kamusal bir görev olarak kaçınılmazlığı bir kez daha vurgulanmış oluyordu.

*  *  *

Nusret Hoca, 27 Mayıs 1960 Devrimi ile birlikte Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığına getirilince, en büyük yapıtı olan, 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası“nı yaşama geçirdi. Prof. Fişek, bu yasayı aynen şöyle tanımlıyordu :

  • ATATÜRK’ün İzinde Bir Devrim Yasası!

Bu yasa, sağlık hizmetini devlet görevi olarak temel kamu hizmetleri arasına alıyor; herkese eşit – hakkaniyetle götürmeyi hedefliyordu. Ülkenin geri kalmış yöre ve kesimlerine öncelik tanıyor;  koruyucu sağlık hizmetlerini öne çıkararak 1. Basamak Sağlık hizmetini örgütlüyordu. Yasa örgütlenme, finansman ve sağlık insangücü politikaları bakımından kendi içinde tam bir bütünlük ve uyum gösteriyordu. Sağlık planları, ülkenin sosyo-ekonomik kalkınma planlarının bir parçası idi; hiçbir biçimde şabloncu değil, özgündü. Sağlık yönetimi biliminin evrensel ilkelerinden kalkılarak; verili koşullarımız doğrultusunda uygulamalar, kurumlar üretilmişti. Pilot denemeler çok olumlu sonuçlar veriyordu. Ne var ki, Hoca Müsteşarlıktan alındıktan sonra (1965) işbaşına gelen iktidarların siyasal yeğlemeleri çok farklı idi. 1961 Anayasası’nın 49. maddesine karşın sağlık hizmetlerinin toplum yararına geliştirilmesi tavsadı, giderek tümden yadsındı ve günümüzde iki yüzyıl öncesinin köhnemiş ekonomi öğretileri (!) doğrultusunda piyasa ekonomisinin sözde liberal acımasız ve çağdışı dayatmalarına terkedildi. 224 sayılı yasa, uygulanmamakla birlikte, günümüze değin bilimsel bir seçenek de üretilemedi.

  • Neo-liberal dayatma Sağlıkta Dönüşüm, KüreselleşTİRme politikaları bütünü içinde tam yıkım oldu!

Kovit-19 salgını bu politikalarla yönetilemedi. Ardışık afetler, iklim faciası.. küresel toplumu açıkça tehdit ediyor.

Çözüm; sağlık hizmetini herkese temel bir hak olarak
kamusal sorumlulukla üstlenmek ve koruyucu hizmetlere
kesin öncelik vermek, sağlığın sosyo-ekonomik belirleyicilerini bütünsellikle iyileştirmektir.

Sevgi ve saygı ile. 03 Kasım 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD kurucularından Nusret Fişek’in 1971’den beri 50 yıllık öğrencisi, asistanı…
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Yazımız ADD web sitesinde de yayınlanmıştır : Microsoft Word – Belge1 (add.org.tr)

3 Kasım Prof. Dr. Nusret Fişek Anma Etkinliği kapsamında Prof. Dr. Nusret Fişek’in özgeçmişi ile hakkında yazılanlardan oluşan seçki için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.

http://www.halksagligi.hacettepe.edu.tr/fotogaleri/nusretsergi.php#

Prof. Dr. Nusret Fişek’in Özgeçmiş Videosunu izlemek için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.

https://www.youtube.com/watch?v=GV-P6i5skLU

Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

HUKUK GÜNDEMİ
Beyanname ve Yetmiş Yıllık Küller

Av. FİKRET İLKİZ
BİA Haber Merkezi 10 Aralık 2018
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/203357-beyanname-ve-yetmis-yillik-kuller

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nden insanlık ne ummuştu ne buldu? Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler.

70 yıldan çok daha önceydi…Birinci Dünya savaşı çoktan bitmiş, silah üretimi ile kalkınmanın mucitleri görülen Naziler, muhaliflerin zayıflığı ile beslenerek işbaşı yapmışlardı. SA, SS ve Gestaponun kurucusu, III Reich Başbakan yardımcısı Hermann Goering “Nazi Tekniği” denilince ne anlaşılması gerektiğini Nürnberg Mahkemesinde şöyle anlatmıştı:

“Tabii ki insanlar savaş istemezler. Adam evinde memnun mesut yaşarken neden savaş istesin ki? Ülke halkları hiçbir zaman savaşmak istemezler, Rusya’da da, İngiltere’de de, Almanya’da da… Bu anlaşılır bir şey tabii ki, ama bir ülkenin politikasına liderler karar verirler. Demokrasi de olsa, faşist diktatörlük de olsa liderlerin insanları arkalarından sürüklemeleri son derece kolaydır. Onlara ülkelerinin saldırıya uğradığını söyleyin yeter. Barış yanlısı olanları da vatansever olmadıkları için ülkeyi tehlikeye atmakla suçlayın, bu kadar basit. Bu taktik bütün ülkelerde işler…”

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden insanlık ne ummuştu ne buldu?

İnsan hakları öğretisinin tersine devletler hukuku ve yargıyı kullanmaya başladılar. Siyasal iktidarlar insan külleri üzerine basa basa “taktiklerin” en acımasızı ama en yararlısı olan “düşman ceza hukuku” anlayışını kendi halklarına reva gördüler. 70 yıl içinde oluşturulan bu hukuk anlayışı yüzyılımıza damgasını vurdu. Denenmiş taktik başarılıydı, demokratik ülkelerde bile en geçerli taktik olarak benimsendi.

Amerika’nın “Guantanamo” ve benzeri diğer kamplarını anımsayın! “Amerika Özsaygısını Tahrip Ediyor” başlıklı yazısını Ronald Dworkin şöyle bitiriyordu:

  • Bugün bizi tehdit eden başka bir tehlikedir: Bu, Amerikan güvenliğini birazcık dahi olsa iyileştiren her şeyin meşru olduğu inancıdır. İhtiyat bizim tanıdığımız yegâne değer durumuna gelmiştir. Cesaret ve onur, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmektedir. Terör tehlikesi bütünüyle bakıldığında, kendileriyle yaşamayı öğrendiğimiz uyuşturucular, seri cinayetler ve diğer cürümlerden daha büyük değildir. Ancak onurumuzu kendi edimimizle içine düşürdüğümüz tehlike çok daha büyüktür. ‘Güvenlik ve haklar arasında yeni bir denge kurulması’söylemi gerçekten yanılgıya sürüklemektedir: Bu deyim güvenliğimizi kendi haklarımıza değil, başka insanların haklarına göre değerlendiriyor. Güvenliğimizi kendi şerefimiz karşısında değerlendirmek çok daha önemli sayılmalıdır.”

Bütün tehlikelerden arınmış bir dünya beklerken ve 70 yıllık birikimle korkudan kurtulma özgürlüğünün sağlandığı bir dünya yaratmayı umarken; düşman ceza hukuku yaratarak kin, nefret, ceza tehdidi ve düşmanlığın hukukunu uydurduk… Bu anlayışın yarattığı hukukun arkasından sürüklenmeyelim, yüzyılın tehlikesidir.

Sürekli tekrarlanan “güvenlik”; kaygılı bir güvensizlik yaratılarak devletin kendi yurttaşlarına karşı onu içten içe kemiren ve hukuk devleti olmaktan uzaklaştıran bir söyleme dönüştürüldü. “Güvenlik kaygısı” ve korkusu üzerine kurulu hukuktan yana olan siyasal iktidarlar özellikle dünyayı “düşman ceza hukuku” ile donattılar.

Alman ceza hukukçusu Günter Jakobs; “tehlikenin önlenmesine yönelik bir ceza hukuku anlayışıyla”  devlet düzenini tanımayan yurttaşları “düşman” olarak görüyor. Ürkütücü… O’na göre düşman bellenenleri işleyecekleri suçlarda temel haklardan yoksun bırakmanın yerinde olduğunu savunuyor. Böylesi bir hukuk anlayışı giderek kökleşiyor. Bu hiçbir ülkenin hukuk politikası olamaz, olmamalı.  Dünya liderleri bu anlayışı ülke politikalarında içselleştirmeye çalışıyor. İktidara yapışık hükümetler koltuk zamklarında böylesi bir anlayışı kullanıyor.

Hukukun Beyannameden 70 yıl sonra yaşamaya başladığı buhranında sanık bile olamayacak derecede hakları kısıtlanan insanlar “düşman” sayılıyorlar. Yargıyı kendinden yana olmaya devşiren iktidarlar için “düşman”lar yurttaş ceza hukukunun amacı ve muhatabı bile değildirler. Nesnedirler… Hatta onlar, düşman ceza hukuku anlayışına göre en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlikelerdir ve “cezanın” muhatabı kabul edilmezler.

Sayın Hayrettin Ökçesiz’in ceza adaleti hakkındaki sözlerini akılda tutmak gerekiyor: “Bir düşman ceza hukukunun yasalarla insanı kişi olmaktan çıkararak bir av hayvanına dönüştürmesine izin veremeyiz. Bu tehdidi çocuklarımıza bir hukuk mirası olarak bırakamayız. Demokratik ceza hukuku tasarımını, temel hakların ve özgürlüklerin tüm insanlarca doyasıya yaşanabileceği bir hukuk düzeninin tanımlayıcı kavramı olarak benimsemek zorundayız. Diktatörlerin ve miyop teknokratların ceza hukuklarına güvenlik kaygılarımızla meşruluk kazandıramayız. Dworkin’in uyarısına kulak vermeliyiz: Cesaret ve onur, sözde güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilmemelidir. Çünkü gerçek güvenlik sürekli kılınmış, eşit ve daha çok özgürlüktür. Özgürlük ise cesaret ve onurla taşınır.”

Benjamin Franklin’in Özgürlük Anıtı’na yazılmış sözleri bugün her zamankinden daha anlamlıdır:

  • “Güvenlik için özgürlüklerinden fedakârlık edenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak eder.”

Temel hakların ve özgürlüklerin doyasıya yaşanabileceği demokratik ceza hukukunun temeli olan insan onuru, güvenliğin dikkate değer tek şey olduğu önyargısına feda edilemez. İnsanlar bunu hak etmediler. Ölüleri için mezarlık sahibi bile olamayan insanların acılarından doğan 70 yıllık İnsan Hakları Beyannamesi’ni yakmayın!

İnsan hakları ve insan onuru; yargı, hukuk ve yasa koyucu için yön göstericidir. İktidarların sınırıdır. İnsan haklarını ne kadar sınırlandırırsanız hukuk devletinin niteliği de o kadar tehlikeye girer. Bu yüzden ceza hukukunda; hiçbir koşulda insan onurunu korumaktan vazgeçmediğimiz, cesaret ve onurumuzun özgürce taşındığı bir anlayışla hukuk devleti yaratmak herkesin ve her kurumun görevidir. Beyanname böyle diyor!

Düşmanlık hukukla bağdaşmaz, devlet insan öğütmez, insanın cesaret ve onurunu korur. Biriktirdiği ve bir yerde depoladığı soruşturmaları tayin ve takdir ettiği zamanlarda ortaya çıkararak insanları ceza tehdidi altında bırakmaz. Devlet vatandaşlarına tuzak kurmaz.

Hukuk, insanları düşman yapmaz. Düşman ceza hukuku, insan haklarına aykırıdır.

II. Dünya Savaşı’nın acıları henüz sarılmadı. II. Dünya savaşının faşizmini yaşayanların sistematik ve acımasız hak ihlallerinden çıkardığı dersle yazdıkları İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine saygı gösterin.

Barış için, yoksulluktan ve tehlikelerden korunmak için kabul edilen böyle bir Beyanname hakkında boş boş konuşmayın hiç olmazsa, çünkü konuşacaksınız. Böylece belirlediğiniz ülke politikalarınızın harcına insanların küllerini savurmuş olmayın!

Aklınızda kalsın. İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için, insan haklarının hukuk düzeni ile korunması gerektiği İnsan Hakları Beyannamesinin en kıymetli amaçları arasındadır.

BM Genel Kurulu yetmiş yıl önce, “Toplumun her bireyi ve her organının bu Bildiriyi sürekli göz önünde bulundurarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye ve ulusal ve uluslararası geliştirici önlemlerle gerek üye devlet halkları gerekse bu devletlerin yargı yetkisi içindeki ülkelerin halkları arasında bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin biçimde tanınıp gözetilmesini sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak başarı ölçüsü olarak” İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni ilan etmiştir. Tüketmeyin!

Milyonlarca insanın yitirildiği, en korkunç insan hakları ihlallerinin yaşandığı II. Dünya savaşından sonra akıldan çıkarılmamalıdır ki; yıkılmış, yakılmış evler, sokaklarda mezarsız yatan ölüler olmasın, artık savaş çakmasın diye değil; kendi politikalarının kazancı adına ve sanki barış istermiş gibi tam teslim olacakları anda Hiroşima ve Nagazaki’ye üç gün arayla atom bombaları atılarak sona erdirilmiş savaştan geriye kalan yakılmış ve yanmış insanların külleri üzerine kurulan bir dünyada yaşıyoruz.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, tehlikelerden arınmış bir dünyanın her yerinde
– sürekli barış,
– herkese eşitlik ve ekmek,
– korkularından ve savaş tehdidinden kurtulmuş,
– ifade ve tapınma özgürlüğünün var olduğu

bir dünya düzeninde insan hak ve özgürlükleri için ilan edildi.

10 Aralık 1948, kutlu olsun; inananlara! İnsan amaçtır.

Manşet görseli: Af Örgütü’nün 10 Aralık için düzenlediği “Büyük Resim” sergisinden soldan sağa: 1- Zeyra Doğan 2- ZULAL 3- Oğuz Demir’in eserleri.

Bu gün 10 Aralık İnsan Hakları Günü : OHAL karanlığı

OHAL karanlığı

Bu gün 10 Aralık İnsan Hakları Günü.

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
STK’ler ‘OHAL muhalif kesimlere karşı otoriter bir baskı aracına dönüştü’ dediler.

İnsan Hakları Günü, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul edildiği gün olan 10 Aralık 1948’den bu yana her 10 Aralık’ta kutlanıyor. Ancak İnsan Hakları Haftası nedeniyle düzenlenen toplantılarda OHAL’in kaldırılması çağrısı yapıldı.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Diyarbakır Temsilciliği, Diyarbakır Barosu, Diyarbakır Tabip Odası (DTO) ve Diyarbakır Hak İnisiyatifi, İnsan Hakları Haftası nedeniyle Diyarbakır’da ortak bir basın toplantısı düzenledi. İHD Genel Başkan Yardımcısı ve Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici, Tahir Elçi cinayetini hatırlatıp bunun faili meçhul ve cezasızlık kültürünün en çarpıcı tezahürü olduğunu belirterek, “17 aydır süren OHAL, hukuk güvenliğinden yoksun ve toplumsal yaşamımızda muhalif kesimlere karşı otoriter bir baskı aracına dönüştü” dedi.

İnsan hakları örgütlerinin temsilcileri bu açıklamanın ardından İHD ve kayıp yakınlarının “Kayıplar bulunsun failler yargılansın” sloganı ile her hafta düzenlediği oturma eyleminin 461’incisine katıldı.

KHK ile ihraç edildikten sonra işine geri dönebilmek için Ankara Yüksel Caddesinde eylemini sürdüren Veli Saçılık da destek verdi. Eylemde, 1993’ten beri kayıp olan 23 yaşındaki Hacı Şili’nin akıbeti soruldu, oturma eylemi gerçekleştirildi. Bilici 1 yıllık hak ihlalleri verilerini şöyle açıkladı:

* OHAL KHK’leriyle 100 binin üzerinde kamu personeli ve akademisyen ihraç edildi.

* 160 basın-yayın kuruluşu süresiz olarak kapatıldı.

* 166 gazeteci halen cezaevlerinde tutuklu. Onlarcası hakkında soruşturma ve davalar açıldı, hapis cezalarına çarptırıldı.

* 101 belediyeye kayyım atandı.

* 110 DBP’li belediye eşbaşkanı kayyım sonrası tutuklanırken, 68’i hâlâ tutuklu.

* 5 HDP’linin vekilliği düşürülürken, kimisine hapis cezaları verildi.

*  9’u HDP’li ve 1’i CHP’li olmak üzere 10 milletvekili hâlâ tutuklu.
==================================================
Dostlar,

Yaşasın AKP = RTE ve 1,5 yaşına giren OHAL’imiz…

Dünya İnsan Hakları Gününde konunun önemine ilişkin ve eylem planı niteliğinde açıklamalar, kamuoyuna dönük girişimler duyamadık AKP iktidarından… Beklenmeli miydi, bu da önemli bir sorudur.

Ne var ki, Filistin halkının vatan toprakları ellerinden işgalle alınmış, en temel insan haklarından olan BİR YURT EDİNME – VATAN KURMA hakkı ellerinden alınmıştır.,

Suriye ve Irak, Afganistan, Sudan, Libya, Bosna – Hersek, Yugoslavya ve Türkiye dahil …… pek çok ülkede Batı emperyalizmi açıktan – perde gerisinden iç savaşlar çıkarmış, milyonlarca insanın yaşamı sona ermiş, milyonlarcası göçmen – sığınmacı olmuş, işsiz – aşsız – evsiz – sevgisiz – ümitsiz bırakılmıştır. Irak’ta yüzbinlerce kadının ne yazık ki işgalci Amerişkan askerlerince ırzına geçilmiştir.

  • İnsan haklarının asıl çiğneyicisi ne yazık ki BATI EMPERYALİZMİ olmuştur..21. yy. şafağında artık Küreselleşme = Yeni emperyalizm saldırısına son verilmelidir.

10 Aralık 1948’de yayınlanan Birleşmiş Milletler  İNSAN HAKLARI BİLDİRGESİ
bu gün, 70. yılına girdi..

Dilerdik ki artık olgunlaşsın ve 70. yılında büyük ölçüde yerleşsin..

Dilerdik ki, bu Bildirge’nin 2000’li yıllara girerken 3. Binyıl güncellemesi yapılsın.

Son saldırı Kudüs üzerinden bilinçli bir kışkırtma ile siyonistlerce = Yahudi ırkçılarınca sürdürülmektedir.

  • Çare, TÜM DÜNYANIN EZİLEN HALKLARININ BİRLEŞMESİDİR…

Büyük ATATÜRK‘ün savsözü ilke olmalıdır : YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ…

Sevgi ve saygı ile. 10 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Zeki Sarıhan : İNSAN HAKLARI NEREDE?


İNSAN HAKLARI NEREDE?

Zeki_Sarihan_portresi
Zeki Sarıhan
10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü!
Bu günde, aydınların yaşadığı merkezlerde birkaç toplantı yapılır, birkaç demeç verilir. Gazete köşelerinde iş olsun diye birkaç yazıya rastlarsınız.

Ama siz hiç İnsan hakları gününde sevinip coşan, bayram veya hiç değilse tören yapan işçi, köylü topluluklarına, hatta gençlik gruplarına
rastladınız mı?

Çünkü halk kitleleri, “İnsan hakları” denen şeyin bir liberal burjuva aldatmacaısı olduğunu biliyorlar. Her insanın yaşama, öğrenim görme, seyahat etme vb. hakları vardır değil mi? Bütün bunlar sözde anayasa ve yasalarda da güvence altına alınmış görünür.

Ama gerçek hiç de öyle değildir. İşkence yasak olduğu halde, bu yasak kâğıt üzerindedir. Çoğu zaman karakollarda, hapishanelerde geçerli olmaz. Yaşamanın bir insan hakkı olduğu yazılıdır da bu kural başıbozuk çeteleri, bireysel düşmanlıklar nedeniyle işlenen cinayetleri bir yana bırakalım; on yıllar boyunca derin devlet, en yetkili makam sahiplerinin bilgisi ve görmezlikten gelmesiyle insanları katletti.

1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”nin maddeleri kulağa ne denli hoş geliyor. Bu haklardan biri de mülk edinme özgürlüğüdür. Burjuvazi istediği ölçüde mülk edinebilir ama bunu kabul eden devletlerin çoğu, topraksız köylülere bir avuç toprak vermeyi bile reddettiler. Emperyalist ülkeler, yoksul ülkelerde darbeler yaptırarak ya da bu ülkeleri doğrudan işgal ederek
yüz binlerce, milyonlarca insanı katlettiler. Onların bağımsız yaşama hakkını bile ellerinden aldılar. Yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmaladılar. Bütün bu cinayet ve öbür kötülükleri yaparken İnsan Hakları Evrenseş Bildirgesi‘ni kabul etmiş hatta daha önceden bunların önemli maddelerini anayasalarına yazmışlardı.

Burjuva ikiyüzlülüğü…

Vietnam’da kasaplığı ile bütün dünyanın nefretini toplayan Amerikan emperyalizmi, bozulan imajını düzeltmek için 1980’lerde “İnsan hakları” ihracına başladı.
Evet, ama bu insan hakkı; Filistin, Irak, Libya ve benzeri halklar için geçerli değildi. Buralarda Amerikan şirketlerinin petrol ve ABD donanmasının üs hakkı
daha önce geliyordu.

Bir insanın en temel hakkı, bağımsız bir ülkede yaşama hakkı değil midir?

Bağımsız bir milletin evladı olamadıktan sonra öbür haklar ne işe yarar?
Milletlerin bağımsızlığı ve hür yaşamasının önündeki en büyük engel de
ABD emperyalizmi ve onun müttefikleri değil midir?

“Ben insan haklarını savunuyorum” diyen her kişi ve kurumun yapacağı ilk iş,
milletler arasında eşit ilişkileri öngören bir dünya sisteminin yaratılması,
bu nedenle emperyalizmin kol ve bacaklarının kesilmesi, bunun yanında
sınıflar arasındaki uçurumu kapatacak emeğin en yüce değer olduğu bir sistem için mücadele etmek değil midir? (10.12.2013)