Etiket arşivi: Fikret İlkiz

AYM kararından sonra başka sorular

AYM kararından sonra başka sorular

  • Anayasa Mahkemesi kararlarındaki yargılar ne işe yarar? Sonunda hak ihlali olduğu kararı verilecekse; bunca yaşanan gözaltına almalar, tutuklamalar, yeniden tutuklamalar niçin? Hangi yaraları sarıyor da meşhur “adalet yerini buldu” lafı ne kadar kof, içi boş ve neden işe yaramıyor artık…

    Av. Fikret İlkiz
    İstanbul – BİA Haber Merkezi18 Ocak 2021

Çizim: Tarık Tolunay

Gezi Olayları, Gezi Davası, yeniden Gezi Davası…

Gözaltılar, serbest bırakmalar, tutuklamalar, yargılamalar, tahliye kararları, yeniden başka tutuklamalar… Geriye ne kaldı? Hatırlanan yargılama, sanık savunmaları! Mahkemenin tüm sanıklar için verdiği beraat kararı.

Gezi olayları arada bir hatırlandığında hala siyasilerin ağızlarından düşürmedikleri politik söylemlerinin konusu. Basit bir anlatım gibi geliyor yaşadıklarımız. Her ceza davasından geriye kalan yaşanmış acılar, bıraktığı izler o kadar basit değil, yaşayanlar, çekenler bilir!

Yargılamalar, yargılamalar, bazen acı acı düşündürüyor; Anayasa Mahkemesi kararlarındaki yargılar ne işe yarar? Sonunda hak ihlali olduğu kararı verilecekse; bunca yaşanan gözaltına almalar, tutuklamalar, yeniden tutuklamalar niçin? Hangi yaraları sarıyor da meşhur “adalet yerini buldu” lafı ne kadar kof, içi boş ve neden işe yaramıyor artık…

Güvenilir adalet dedikçe; güveni azaltan yargı reformlarının sağladığı nedir ki; hiç kimse yargıya güvenmiyor! Anayasa Mahkemesinin 3.12.2020 tarihli (B. No 2019/7132) Yiğit Aksakoğlu hakkındaki “tutuklamanın hak ihlali” olduğu hakkındaki kararı Gezi Davasının nasıl bir dava olduğu hakkındaki ipuçlarıyla dolu!

Anayasa Mahkemesi, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun 2014 yılı Gezi Parkı Olayları Raporu’na yer vermiş. Raporda yer alan “mevcutlardan” birisi şöyleymiş:

“- Kamuoyunda olayların çevreci bir saikle başladığını ve bireylerin yaşadıkları çevreye ilişkin kararların kendilerine sorulması talebini ortaya koyduklarını ifade edenler olduğu gibi yerleri değiştirilen ağaçların bahane olarak kullanıldığını, hareketin iktidara karşı yurt dışı destekli bir kalkışma olduğunu belirtenler ve polisin müdahalesini Başbakanlık binasının ele geçirilmeye çalışılması, kamunun ve özel kişilerin mallarına zarar verilmesi ile ilişkilendirenler de mevcuttur.”

Davanın başvurucusu 16.11.2018 tarihinde gözaltına alınmış, tutuklanmış. Gezi Davası açılmış. 28.2.2019 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuş. 25.06.2019 tarihinde ceza mahkemesi hakkında tahliye kararı verilmiş. Mahkeme hakkında beraat kararı vermiş, ardından 3.12.2020 tarihinde Anayasa Mahkemesi karar vermiş.

Anayasa Mahkemesi bu davanın soruşturma aşamasında verilmiş olan “tutuklama” kararının “Tutuklamanın hukuki olmaması nedeniyle Anayasanın 19. Maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine” karar vermiştir. 30.000,00 TL manevi tazminat bedeline hükmedilmiş, insan yaşamında haksızca harcanmış mahpusluk zamanının karşılığı…

Osman Kavala bu davanın tutuklu sanıklarından birisiydi. Yargılandı, mahkeme beraat kararı verdi, tahliyesine dedi; Osman Kavala yeniden tutuklandı ve halen hapiste tutuluyor… Osman Kavala hakkında Anayasa Mahkemesinin (G.K), B.No. 2018/1073, 22.5.2019 tarihli kararı, Yiğit Aksakoğlu hakkındaki kararında “İlgili Hukuk” başlıklı 35. inci bölümde “bkz” (bakınız) yazılı; bakınız. Anayasa Mahkemesi ne Anayasanın 19. maddesini ve ne de Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerini yazmaya gerek bile görmüyor… Bakınız; Osman Kavala hakkındaki kararı…

Anayasa Mahkemesi kararında Gezi olayları sırasında çok sayıda toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlendiği, bunların bir kısmının barışçıl nitelik taşıdığı Anayasa Mahkemesi kararlarına da yansıdığını ifade ederek; Anayasa Mahkemesinin Gezi olaylarıyla ilgili olarak toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine karar verdiği başvuruları örneklemiştir. Barışçıl toplantıların düzenlenmesinin, organize edilmesinin ve bunlara katılmanın suçlama konusu olmaması gerektiğini karara bağlamıştır. Anayasa Mahkemesi; ancak barışçıl olmayan veya barışçıl bir şekilde başlayıp sonradan şiddete evrilen gösterilerdeki fiillerine bakılarak kişiler hakkında ceza davası açılabileceğine, ceza hukukuna veya özel kanunlarda yer alan bir hükmün ihlali halinde bu fiillerin suçlama konusu edilebileceğinin altını çizmiştir. Bir kişinin fiilinden dolayı yapılacak olan yargılamanın konusu “şiddet içeren bir toplantı düzenlemek”, düzenlenmesine yardım etmek olmalıdır. Böyle bir durum varsa bile kişinin mutlaka cezalandırılacağı anlamı çıkarılmamalıdır. Adil yargılanma hakkı gereği yargılama sonunda eğer ceza verilirse bile; bu cezanın orantılı olması şarttır.

Anayasa Mahkemesi soruyortutuklamak için deliliniz var mıdır?

Yoksa tutuklama olmaz, dava olmaz. Eğer deliliniz varsa; “barışçıl olmayan ve şiddet içeren eylemlere katılımın bir suçlamaya konu edilmesi durumunda bunun dayanaklarının somut olgularla gösterilmesi gerekir.”

AYM Gezi olayları ile ilgili davada şu gerçeğin altını çiziyor: “Öte yandan cebir ve şiddet, bu davadaki en önemli husustur zira başvurucunun tutuklandığı ve daha sonra yargılandığı suçun en temel unsuru cebir ve şiddet kullanımıdır.”  

Gezi davasını yaratan iddianame mademki; “Hükûmeti devirmeye yönelik bir girişimin parçası olarak yapıldığını” ileri sürmüştür; iddiasını kanıtlamak için kanıtlarını ve bu girişimi ortaya koyan olguları göstermelidir, ama gösterilmemiştir.

Kuvvetli suç şüphesinin var olup olmadığı sorgulanmalıdır. Anayasa Mahkemesi böyle bir eylem için cebir ve şiddetin varlığını arıyor. Kişinin “güç veya şiddet” kullanıp kullanmadığına, delil olup olmadığına ya da böylesi suç oluşturan davranışları desteklediği konusunda delil bulunup bulunmadığına bakıyor.

İddiaya göre neler suç sayılmıştır? İddianameye konu olayların birbiriyle bağlantısı yoktur. Bir kısmının Gezi olayları ile ilgisi bulunmamaktadır. Anayasa’dan kaynaklanan bir hakkın kullanımına ilişkin örneğin Gezi olayları hakkında kitap çıkarma girişiminde bulunma, dernek kurma, internet sitesi açma, dernek faaliyetleri için fon arayışı, dernek faaliyetlerine katılma, toplantı düzenleme gibi faaliyetlerin “şiddet içermeyen faaliyetler olduğu” Anayasa Mahkemesinin tespitidir.

AYM’ye göre; “60. Savcılık; başvurucunun da dâhil olduğu şüphelilerin Gezi olaylarını organize ettikleri gerekçesiyle Türkiye genelinde gerçekleşen mala zarar verme, nitelikli mala zarar verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme, nitelikli yağma, nitelikli yaralama, 2863 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından da dolaylı fail olarak sorumlu olduklarını iddia etmiştir. Ancak söz konusu eylemler ile başvurucu arasında bir illiyet (AS: nedensellik) bağı olduğu ortaya konulamamıştır.”

O halde somut olayda tutuklama kararı verebilmek için ileri sürülen suçlamalar soyuttur ve suç işlendiğine dair kuvvetli belirti yoktur. Anayasa Mahkemesi; suçun sadece katalog suçlardan olması veya sadece atılı suçun yasada öngörülen cezasının alt ve üst sınırına dayanılarak tutuklama kararı verilmesini yeterli görmemektedir. Asıl Anayasanın 19 uncu maddesine ve Ceza Muhakemesi Kanununun 100. maddesindeki koşulların örneğin kaçma şüphesi, delillerin karartılması gibi şartların var olmasını ve bu hususların ancak kuvvetli şüphe oluşturması hâlinde tutuklama kararı verilebileceğini belirtmektedir.

Başvurucu Gezi olaylarından ve 2013 yılında başlatılan ceza soruşturmasından 5 yılı aşkın bir süre sonra tutuklanmıştır. Bu süre zarfında başvurucunun kaçma girişiminde bulunduğuna yönelik bir olgu tespit edilememiştir.

AYM’nin Gezi Olayları davasındaki bir başka tespiti hem başvurucu açısından ve hem de bu davanın diğer sanıkları açısından önemli. Başvurucunun tutuklanmasına dayanak oluşturan delillerin tamamının 2013 yılına ait olduğu ve bu tarihte toplandığı halde; “bu soruşturmanın seyrini değiştirebilecek önemli yeni deliller topladıklarını gösteren herhangi bir bilginin dava dosyasında bulunmadığı” görüldüğüne göre; başvurucunun delilleri karartma şüphesinin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Ayrıca neden beş yıl sonra dava açıldığı izah edilememiştir.

Anayasa Mahkemesi suç tarihi ile tutuklama tarihi arasında önemli zaman diliminin bulunduğu durumları sorguluyor… Anayasa Mahkemesinin ilk örneği Erdem Gül ve Can Dündar ([GK], B. No: 2015/18567, 25/2/2016) kararıdır. Bu davanın başvurucuları hakkında soruşturma başlatıldığının kamuoyuna duyurulmasından sonra tutuklama tedbirinin uygulandığı tarihe kadar geçen yaklaşık altı aylık sürede soruşturma makamlarının suça konu edilen haberler dışında hangi delile ulaşıldığının ve dolayısıyla tutuklama tedbirinin uygulanmasının neden gerekli olduğunun somut olayın özelliklerinden ve tutuklama kararının gerekçelerinden anlaşılmaması hususu; başvurucuların kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği sonucuna varılırken “suç tarihi ile tutuklama tarihi arasındaki zaman” dikkate alınan olgulardan birisidir.

Eren Erdem (B. No: 2019/9120, 9/6/2020) kararında da başvurucunun suça konu olayların yaşandığı tarihten dört yıl kadar sonra -yeni bir olguya ulaşılmadan- tutuklanması ölçüsüzdür…A.C. (B. No: 2016/64868, 27/2/2020) kararında başvurucunun hakkında soruşturma başlatılmasından yaklaşık iki yıl sonra tutuklanması ölçüsüzdür…

Anayasa Mahkemesi  2013 yılından sonra olanları sorguluyor.

Önce Gezi olayları ile ilgili olarak 2013 yılında aralarında başvurucunun da bulunduğu şüpheliler hakkında 2013/1120 sayılı soruşturma başlatıldığı ve 2013/1120 sayılı soruşturma kapsamında başvurucu hakkında birçok iletişimin tespiti ve fiziki takip kararı verildiğine değiniliyor. Ancak daha sonra bu soruşturma 2014/40852 sayılı birçok başka şüphelinin olduğu soruşturma dosyası üzerinden yürütülmeye devam ediliyor…

Sonuçta AYM tarafından yapılan tespite göre; “Savcılık tarafından düzenlenen 9/2/2019 tarihli iddianamedeki delillerin ilk soruşturma dosyasındaki deliller olduğu anlaşılmaktadırBu deliller soruşturma makamlarının elinde olmasına rağmen başvurucu bu ilk soruşturmadan 5 yılı aşkın bir süre sonra 17/11/2018 tarihinde tutuklanmıştır. Başvurucunun bu eylemlerin üzerinden 5 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra tutuklanmasının neden gerekli olduğu, somut olayın özelliklerinden ve tutuklama kararının gerekçelerinden anlaşılamamaktadır (benzer değerlendirmeler için bkz. Erdem Gül ve Can Dündar, §§ 79-81).”

Tutuklamanın neden gerekli olduğu anlaşılamadığına göre; başka durumlarla ilgili olarak anlaşılamayan başka sorulara geçelim…

Bir soru; 2013 yılındaki soruşturmada elde edilmiş olan delillere dayanılarak bir ceza davası açılmış olmasına ve yargılanan sanıklar hakkında Gezi Olayları nedeniyle İstanbul Asliye Ceza Mahkemesinde beraat kararı verilmiş olduğu halde; aynı delilerden hareketle neden 2019 yılında yeniden ikinci bir ceza davası açılmıştır?

Başka bir soru; 2013 yılındaki soruşturmada elde edilmiş olan delillere dayanılarak 2019 yılında bir kısım sanıklar hakkında gezi olayları nedeniyle hükümeti devirmeye kalkışmak iddiasıyla yeniden açılan ceza davasında yargılanan sanıklar hakkında beraat kararı verildiğine göre; “yeniden kıymetlendirme” adlı soruşturmaya dahil diğer kişiler için herhangi bir karar verilmeden beklenerek beş yıl sonra 2024 yılında üçüncü bir başka ceza davası mı açılacaktır ve/ya açılabilir mi?

Yeniden gözaltı, yeniden tutuklama yaşanır mı?

Başka bir soru; barışçıl toplantıların suç olmadığı Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ortada durup dururken 2019 yılındaki suçlamadan beş yıl sonra Geziye katılanlar hakkında daha önce beraat etmiş olsalar bile; cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs suçunun işlendiği iddiasıyla ilgili bir ceza davası ile karşılaşılabilir mi?

2019 Mayıs ayıdan bu yana geçen sürede yargıda reform dedikleri güvenilir ve ulaşılabilir adaletin öğretilerine göre Anayasa Mahkemesi kararları ile AİHM kararları tanınmadığı için hayatımız sorularla geçiyor.

Bir başka soru; kişilerin yaşam tarzından, kültürlerinden, dünya görüşlerinden, felsefi ve siyasal görüşlerinden dolayı düzene uygun düşünmedikleri için haklarında ceza davası açılarak yargılanmalarına olanak sağlayan bir hukuki düzen olabilir mi?

Olur mu olmaz mı bugünden bilinmez ama yeniden “hukuk reformu/yargıda reform” denilmeye başlanması endişe veriyor. Anayasa Mahkemesi kararından sonra insanın aklına bu tür sorular geliyor…(Fİ/RT)

AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE

AÇLIK GREVLERİ ÜSTÜNE..

Açlık grevleri üreten hukuk düzeni, insan haklarına aykırıdır.
Demokratik hukuk devleti; açlık grevini yaratan ortamın her halini;
hukuki ve siyasal dayatmalarını gözden geçirip çözüm üretmelidir.

(http://bianet.org/bianet/insan-haklari/187324-acik-grevleri-uzerine)


Av. Fikret İlkiz 
ilkiz@mail.koc.net, İstanbul – BİA Haber Merkezi 12 Haziran 2017

Geçmiş yıllarda yaşadığımız günlere ve benzer süreçlerin acılarına dönmemek dileğiyle…
Açlık grevi yapan tutukluları zorla beslemek çözüm müdür? Bu yola başvurmak suretiyle yaşam hakkının zorla korumak acaba tutukluların özgür iradesine uygun mudur?
Açlık grevi; içinde bulunulan duruma başkaldırma amacıyla başvurulan son çare olarak görülebilir. Sorunun çözümü için dikkat çekmenin binbir türlü yolundan birisidir. Öğretim görevlisi Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, KHK ile işten atılınca işsiz ve ekmeksiz kaldılar… Seslerini duyurmanın bir yolu olan ve son çare olarak gördükleri süresiz aç kalmaya kendi özgür iradeleriyle karar verdiler. Tutuklandılar ve cezaevindeler…
Aç kalmayı içeride sürdürüyorlar!

  • Açlık grevleri üreten hukuk düzeni insan haklarına aykırıdır.
  • Başka çare bırakmayan bir düzen adalet üretemez.
  • Böyle bir yola başvurulmasına neden olan bir hukuk düzenin kendisi hukuka aykırıdır.
  • Demokratik hukuk devleti; açlık grevini yaratan ortamın her halini;
    hukuki ve siyasal dayatmalarını gözden geçirip çözüm üretmelidir.
  • İnsan onuru ve her şeyden önce yaşam hakkını korumalıdır. 

Bilinmelidir ki, açlığa ve ölüme yatmaya karar veren kişinin kişisel kararı; sorunların çözümde bir insanın ölümü veya sakat (AS: engelli! Bir yasa ile tüm yasalardan bu sözcük ve çürük – özürlü sözcükleri çıkarıldı-2013) kalması pahasına kazanılacaksa eğer; üstün tutulması gereken asıl değer, insan yaşamının korunmasıdır. Bir kişi bile ölmemelidir, sakat (AS: engelli) kalmamalıdır. İster hukuki, ister siyasal ve isterse politik tercihlerden kaynaklanan ve kimseye zarar vermeyen ama kendi bedenini taleplerinin kabulü için kendi kararı ile açlığa ve ölüme yatıran her insanın yaşamı korunmaya değerdir.

  • Açlık grevi tasvip ve teşvik edilmemelidir, etmiyorum.

Zorla besleme yoluyla baskı ve işkence arasında nasıl bir ilinti vardır?

Tartışılıyor ama yaygın kabule göre zorla besleme bir tür işkence olarak kabul edilmektedir. Dünya Tıp Örgütü’nün (AS: Dünya Tıp Birliği – World Medical Association) 1975 Tokyo Bildirgesi, hekimleri aktif ya da pasif bir biçimde veya tıbbi bilgi tedarik ederek işkence eylemine katılmaktan men etmiştir. Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi açlık grevindeki mahkumların zorla beslenmemesini özel koşul olarak kabul etmiştir.

Bildirge’nin açlık grevi ile ilgili beşince maddesi; “Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.”

İşkence gören bir mahkum kendisine yapılan baskıyı protesto etmek amacıyla açlık grevine başlarsa doktor, mahkumu rızası dışında gıda almaya zorlamamalıdır. Bir başka deyişle, böylelikle mahkumu, ileride daha fazla işkence görmek üzere sağlığına kavuşturmamalıdır. Madde 5’in Tokyo Bildirgesinin kapsamı içine alınmasının temel nedeni budur. Özellikle zorla beslemeyi yasaklayan 5. madde işkence mağduru mahkumlarla ilgilenen doktorlara destek sağlamayı amaçlar.

1989 yılında, Güney Afrika’da madde 5’in uygulanmasını gerçekleştiren hekimlerin tavrı geniş yankılar uyandırmıştır. Johannesburg’da Kalk ve Veriava adlı doktorlar (1991) mahkumiyet koşullarını protesto etmek amacıyla açlık grevine giden 33 mahkumu tedavi ettiler. Mahkumlar hastaneye kaldırıldığında, Tokyo Bildirgesi’nin 5. maddesi gereğince bilgilendirildiler. Zorla yemek yedirilemeyeceği kendilerine izah edildi. Dahası, Dr. Kalk mahkumların yargısız mahkumiyetlerinin bir tür işkence olduğunu öne sürerek, açlık grevinin etkilerinden kurtulan hastaların mahkumiyetlerine geri dönmelerini engellemek için hastaneden tahliye (AS: taburcu) edilmelerini de kabul etmedi.

“Kalk reddiyesi” olarak anılagelen bu karar tam da Tokyo Bildirgesi’nin açlık grevi hükmüyle gerçekleştirmek istediği amaca örnektir.

Dünya Hekimler Birliği 1991’den itibaren Malta Bildirgesini benimsemiştir.  Bu Bildirge, işkencenin olduğu durumlara atıfta bulunmaksızın, sadece gönüllü olarak sınırsız aç kalma/oruç tutma eylemini ve bu durum bağlamındaki mahkum-doktor ilişkisini içerir. Eğer açlık grevcisi zorla beslenmeyi net bir ifadeyle reddetmişse, o zaman hekim klinik ve ahlaki muhakemesini hastanın yararını gözeterek en iyi biçimde kullanmalıdır. Doktor hastanın ölümden döndürülmekten memnuniyet duyacağına ikna olmuşsa, hastanın isteklerine “karşı gelmek” ve onu hayata döndürmek gerekebilir. “Malta” bildirgesi doktorlara oruç tutan hastaya son bir şans verme imkanını tanır. (…)  Mahkumların zorla beslenmesine (….) doktorlar asla iştirak etmemelidir. Bu tür davranışlar bir tür işkencedir ve doktorlar “açlık grevcisinin hayatını kurtarma” kisvesi altında bu eylemde hiçbir şekilde yer almamalıdır. Oruç tutan mahkumun insanlık onuruna saygı duyma, karşılıklı güvene dayanan doktor-hasta ilişkisi çerçevesinde açlık grevcisinin bilinçli rızasını dikkate alma hastasının yararını gözeten doktorun mesleki sorumluluğunun bir parçasıdır  (Hernan Reyes. Tutukluluk Halindeki Açlık Grevlerinin Tıbbi ve Etik Yönleri ve İşkence Meselesi).

Malta Bildirgesi de her tür zorla besleme durumunu reddetse de, doktorların nihai olarak hastalarının yararı doğrultusunda hareket etmesini şart koşar.

“Açlık grevcilerinin sağlığından sorumlu hekimler için bir rehber niteliğindeki, Açlık Grevleri Üzerine Deklarasyon, Kasım 1991’de Malta’da toplanan, 43. Dünya Tıp Kongresi tarafından kabul edilmiştir. Malta Bildirgesi’ne göre: “Hastanın kendi kararına saygı göstermek hekimin görevidir. Hekim müdahale etmeden önce hastayı bilgilendirerek iznini alır, ancak acil durum ortaya çıktığında, hekim, hasta için en iyi olanı yapmak zorundadır(md.1/2). “Bu çelişki, özellikle müdahaleyi reddettiği konusunda açık bir beyana sahip olan açlık grevcisi komaya girdiğinde ve ölmek üzereyken ortaya çıkar. Ahlaki yükümlülükleri açısından hekim, hastanın iradesine aykırı da olsa hastayı yaşama döndürmek zorundadır; mesleki sorumluluğu açısından ise hastanın iradesine saygı göstermek durumundadır” (md.2). “Müdahale etmek ya da etmemek konusundaki son karar, temel çıkarları hastanın iyiliği olmayan üçüncü tarafların müdahalesi olmaksızın hekimine bırakılmalıdır. Gerektiğinde hekim, hastaya açıkça, onun (hastanın)  tedaviyi reddetme, koma durumuna ilişkin olarak, yapay beslenme ve ölüm riski gibi konulardaki kararını onaylayıp onaylamadığını belirtmelidir. Eğer hekim, hastanın reddetme kararını onaylamıyorsa, onun başka bir hekim tarafından takip edilmesini sağlamalıdır” (md. 4).

“Açlık grevi yapan kişi, baskı altında tutulabileceği ortamlardan korunmalıdır. Bu durum onun diğer grevcilerden ayrılmasını gerektirebilir” (md.5) (Sevinç, Murat. Bir İnsan Hakları Sorunu Olarak: Açlık Grevleri. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi. www.Politics.Ankara.Edu.Tr).

  • Hukuk devleti, bireylerin hukuken kendilerini güvende hissettikleri ortamı yaratmak zorunda olduğunu ve kendisinin de hukuk kurallarıyla bağlı olduğunu bilir, bilmelidir.
  • Hukuk devletinin asıl varlık nedeni, kişi haklarını koruyacak ve güvence altına alacak bir hukuk düzeni yaratmaktır.
  • Demokratik hukuk devletinde, devletin sahip olduğu gücün hukuki sınırları, insan temel hak ve özgürlükleriyle sınırlıdır. Çünkü “özgürlüklerimizi koruyan, biçimsel anlamda yasalar değil, haklardır”.
  • Herkes, içeriği adil olan yasaların var olduğu adaletli bir toplumda yaşamaya hak sahibidir.

Yasalara aykırı görülse bile hukuksal olan, eylemleri siyasal olsa bile hukuka, adalete ve hakka uygun olan; iki eğitimci Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın başlattığı ve tutuklandıktan sonra sürdürdükleri açlık grevlerine duyarlı olunması ve onların yaşam hakkının korunması hepimizin görevidir. Sorunların çözümü için son çareyi kullanma yolundalar ve cezaevindeler…
O halde sokaktaki vatandaştan az biraz daha çok, onların yaşamları devletin koruması ve hukukun teminatı (AS: güvencesi) altındadır.

Sorunların çözümü için yaşamlarını açlık grevlerine yatıran insanların hiçbiri “düşman” değildir.

Türkiye’nin ceza hukuk sistemi “düşman ceza hukuku” hiç değildir, olmamalıdır.
================================
Dostlar,

Değerli Hukuk adamı, kıdemli Avukat Sn. Fikret İlkiz‘in bu derlemesi çok önemlidir. Güncel hengame içinde kayna(tıl)mamalıdır.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın ciddi ve kararlı AÇLIK GREVİ 3 ayı geçmiştir. Bu süre son derece ciddi zamandır. Her 2 masum, haklarında kesin yargı kararı olmaksızın işlerinden atıldıkları için, çaresizlik ve insan onuru adına yaşamlarını bile bile feda etmektedirler ve kesin kararlıdırlar!

Bu 2 insan sırasıyla 12+ ve 22+ kg tartı yitirmişlerdir. Hızla erimektedirler!
Wernicke-Korsakoff sendromu sınırındadırlar. Bu çok ciddi ve dönüşümsüz bir beyin hastalığıdır ve kişiyi tam engelli kılar (5510 sayılı yasa md. 25).
Vakit kalmamıştır. Alarm çalıyor..

İçişleri Bakanı Soylu, bu 2 insan için savcılık kayıtlarının tersine suçlama yapmıştır. Bu ayıptır, günahtır, Bakan suç işlemiştir. Kato dağına gitme yürekliliği gösteren Bakan Soylu, şimdi bir adım atsın ve hapishanede bu 2 genç insanı hemen ziyarete gitsin.. Hem kendini bağışlatsın bir ölçüde hem de bu insanlara geçici güvence versin.. Adalet Bakanı Bozdağ da yapabilir böylesi bir insani girişimi.. Haklarında kesinleşmiş yargı kararı olmadığı için hukukun evrensel ilkelerinden ‘‘masumiyet karinesi” gereği masum olan bu 2 genç insan işe iade edilsinler, idari izne ayrılsınlar (zaten hastanede epey süre sağaltımları zorunlu) ve tutuksuz yargılamaları sürsün. Bağımsız – tarafsız yargının kesin kararı ne çıkarsa onun gereği yerine getirilsin..

Türkiye ve AKP iktidarı bunca sağır – dilsiz – kör olup 3 maymunu oynayamaz. Vicdanlar henüz bunca nasır bağlamamış olsa gerektir. Bu dram sonlansın!

Bu arada ilgili mahkemenin de, sanıkların ÖLÜM – KALICI ENGELLİLİK NEDENLİ KRİTİK SAĞLIK DURUMUNU GÖZETEREK tutuksuz yargılama ve istiyorlarsa sağlık kurumunda sağaltım olanağı sağlaması yasal görevidir:

Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CEZA ve GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA YASA md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir:

”…hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”

İlgili savcı ve sorumlu mahkeme neden kayıtsız kalarak siyasilerin suçuna ortak oluyor?

Katar sorununun ‘‘Bayramdan önce çözülmesini” (!) uluslararası topluma buyuran Türkiye Sultanı, Katar Emiri biraderini nedense herkeslerden çok kollarken, neden ülkesindeki bu yaman trajediyi görmezden geliyor?????

Sevgi, saygı ve yürek yangını ile. 12 Haziran 2017, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com