Etiket arşivi: Bugün Türk yargısı hemen her kademesinde doğrudan müritlerin yürüttüğü bir platformdur

‘Düşman’ Ceza Hukuku..

Dostlar,

Ersan Barkın ile daha hukuk öğrencisi olduğu yıllarda ADD’de Genel Yönetim Kurulu’nda aynı masanın çevresinde yıllarca birlikte çalıştık.

O şimdi genç, yetenekli ve birikimli bir hukukçu..

Bu yazısının yüksek niteliği açık kanıt değil mi?

Daha çok yazabilmesi dileğiyle..

Kalemine ve yüreğine sağlık sevgili kardeşim Ersan..

Sevgi ve saygı ile.
25.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================================

‘Düşman’ Ceza Hukuku

Av. Ersan Barkın
ADD GYK Üyesi
www.add.org.tr, 24.9.12

Türkiye’nin son beş yılı, siyasal yargılamaların en yoğun biçimde yaşandığı, bu yargılamalar yoluyla ülke silahlı gücünün işlemez kılındığı, aydınların önemli bölümünün dayanaksız gözaltılar ve tutuklamalar yoluyla siyasal/bilimsel süreçten dışlandığı bir görünüm arz etmektedir.

Bu sürecin doğrudan yargı eliyle yürütülmesi ve yargılama sürecinde hukukun evrensel ilkeleri göz ardı edilerek toplumun önemli bölümünün ‘düşman’ olarak algılandığı gerçeği, Jacobs’un ‘düşman ceza hukuku’ tanımlamasını hatıra getirmektedir.

Zira Jacobs’un tasnifiyle olağanüstü dönemlerde/savaş koşullarında hukuk iki şeritli bir yola dönüşür. Bir taraf “vatandaşlara” ayrılmışken, diğer taraf “düşmanlara”, sistemin düşman olarak algıladıklarına ayrılmaktadır.

Bu bağlamda ilkesel sapkınlık ve tüm siyasal baskıya karşın, karşıt olduğu konusunda tereddüt olmayan süjeye “kişi” olarak değil ancak “düşman” olarak bakılabilir.

Bu anlayışa göre ceza hukukun temel amacı, yargılamak, isnat edilen temelli ya da temelsiz savlar çerçevesinde göstermelik de olsa bir muhakeme yürütmek değil; düşmanın tehlikeliliğini ortadan kaldırmak ve hatta “ihraç” etmek, hatta “imha” etmektir ki, hukuk bu sürecin aktörü değil, enstrümanıdır.

Cezalandırılmanın öncelenmesi, usulün esasa üstün gelmesi, usul kurallarının düşmanla savaşımın amacına uygun biçimde güvenlik tedbirleri ya da tutukluluk hukuku haline gelmesi, sürecin anahtarları ve aynı zamanda silahlarıdır
.
İşte bu süreçte savunma hakkı bir terör eylemidir, imha edilmesi gereken bir düşmandır. Ergenekon yargılamalarının son oturumunda sanıkların savunma haklarının ellerinden alınması, bu durumun en açık göstergesidir.

Bu sürecin yaşandığı, Tocqueville’nin ifadesiyle çoğunluk diktatörlüğü sistemlerinde yargılamayı etkilemek mesleğinin en önemli gereği olan avukatlara, “adil yargılamayı etkilemek” suçu isnat edilerek, hükümeti yıkmak en meşru siyasal amacı olan siyasal parti temsilcileri de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” isnadıyla yargılanırlar.

Oysa her iki suç da ceza hukuku açısından işlenemez suçlardır.

Darbe dönemlerinde sıklıkla bu yargılamalarda savunman (müdafi) ya da sanık olarak bulunan, yine rastlantısal olarak bugünkü “demokratik süreçte” de savunma hakkını kullanırken adil yargılamayı etkilemek suçundan hakkında dava açılan Turgut Kazan’ın Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki savunmasında ifade ettiği gibi, bu süreci yaşayan savunmanlar (müdafiler) için savunma yaptıkları mahkemelerde sanık sıfatıyla bulunmak değildir utanılacak olan! Ülkelerinin bu bayağılık, pespaye, aşağılık komedyanın sahnesi haline gelmesidir.

Yalnızca Türk siyasal tarihi değil, Dünya tarihi de aslında siyasal davalar tarihinin yörüngesinde ilerler. Bu davalar da neredeyse tümüyle yürütülen savunmalarla anılır, tarihe iz bırakır.

Daha eskilere gitmek olanaklıysa da, Yıldız yargılamalarından başlayarak, Barış davası, Madanoğlu davası, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yargılamaları / Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamaları siyasal tarihin anahtarlarıyla yüklüdür.

Nihayet, 2007’den başlayarak ülke siyasetini tek başına belirleyen, dalga sayıları ve dava adları karmaşası yanında, alışılmışlığın getirdiği ürkütücülükle sıradan biçimde algılanan Ergenekon, Balyoz, Andıç, …davaları.

Bu tür yargılamaları bizim ülkemizde yaşandığı ölçüde kayıtsız biçimde izleyen, hatta yaşanan siyasal, sosyolojik linç ve katil davalarını kimi zaman bir siyasal öç biçiminde algılayan ileri demokrasi ülkesi var mıdır, bilmiyorum. Ama özellikle son siyasal yargılamalarda, siyasal davaların genel karakterinin, DNA’sının da değiştiği netlikle gözlemlenebilmektedir.

Erem’in Jaffe’den aktarmasıyla, iktidarın baskısını artırdığı ve karşıt potansiyeli taşıyan toplumsal kesimlere abandığı dönemlerde, toplum sağlığını siyasal davalardan ayrı tutabilmek görevli süjeler, yargıç, savcı ve avukat, arasında ortak sorumluluktur.

Ancak bu davalarda özellikle avukatın bu sağduyuyu yürütmesi kolay değildir. Bir de, avukatın da profesyonel dürtülerden (saiklerden) öte, vekaletini üstlendiği davanın siyasal neferlerinden olması durumunda, doğrudan avukat tarafından siyasal davalar, siyasal propaganda aracı haline getirilir ki, eleştirilemez.

Ancak bugünkü siyasal davalara baktığımızda genel kuralın aksine davaları siyaset dışı tutmayanlar, hatta siyasal propaganda aracı durumuna getirenler, doğrudan yargıç / savcı örgütüdür. Doğrudan yargıç / savcı örgütü, yaşanan köklü siyasal dönüşüme toplumsal taraftar yaratmaya çabalamaktadır. Yargılamanın tarafı olan savunmanın yarattığı siyasal propaganda ne denli olağansa, yargıç / savcı örgütünün yarattığı siyasal propaganda o ölçüde olağandışıdır ki; bu sürecin aktörleri olan yargılama makamı ancak “mürit” diye tanımlanabilir.

Bugün Türk yargısı, hemen her kademesinde doğrudan müritlerin yürüttüğü bir platformdur.

Siyasal davalarda yargıçların iktidar temsilcisi olarak gözükmesi, avukatı kaçınılmaz olarak bunun karşısında olmaya zorlar. Yürütme organının istihbarat gücünü örtülü / hukuka aykırı biçimde sürdürmeleri, savunmayı zorlayacak doğrudan ya da dolaylı tehditler, savunma sırasında makul karşılanabilecek davranışların davanın kişiselleşmesi ve yargıcın da davanın tarafı halinde gelmesiyle makama hakaret olarak algılanması, avukatların savunma yürüttükleri davalarda sanık konumuna gelmesine yol açar.

Siyasal davalarda, davanın tarafı olmaktan kurtulabilen ve yasallık (kanunilik) kurallarına saygı gösteren devlet, kendi, hatta temsil ettiği ulusun onur duygusunu ve ulaştığı uygarlık derecesini kanıtlamış olur.

Aksi, ulusal onuru yerle bir ettiği gibi çoğu zaman siyasal davalardan medet umanların bir süre sonra, davanın bumeranga dönüşmesine ve iktidarın yarattığı Frankeştayn’ın hedefi haline gelmesine yol açar.

Yarattığı siyasal gerilim nedeniyle yargılamanın ya da siyasal çatışmanın tarafı olmayan toplumun derin sarsıntılar yaşamasına, ikiye bölünmesine yol açar ki, bu sistemler sürekli bir siyasal nefret sahnesi haline gelirler ve o sistemlerde insan yığınının ulus olarak tanımlanması olanaksızdır. Türkiye bugün tam da bu cenderenin içindedir, tarihte hiç olmadığı kadar hem de.

Bu tür yargılamalar siyasal tarih boyunca hatırlanır ancak Dreyfus, Zola, Sokrates, Bruno hatta savcı Danilo Anderson, Savcı Doğan Öz toplumsal aydınlanmanın kahramanları olurlarken, yargılayanlar faşizmin aktörleri olarak ellerindeki kanla hatırlanır. Yazık ki, bugün bu ülkede “kan”, siyaseti yönlendirenlerin ve yağdanlıklarının suratlarına dek sıçramıştır.

Ergenekon yargılamaları, dayanakları, dayanaksızlığı, hukuksuzluğuyla türlü biçimlerde anlatılabilir.

Ancak davanın ardındaki siyasal amaç değerlendirilerek irdelenmeye çalışıldığında, ortak demokratik cephenin ana ögelerinin birbirine kırdırılması çabası ilk göze çarpan niteliklerdir.

Sürecin etkin siyasal aktörlerinin, karşıtlarının oyun dışında tutulması, kalanlarının tan ağarırken çalan zille uyanma korkusunun bilinçatına işlenmesiyle etkisizleştirilmesi yanında; ilk kez “ağabeyime söylersem seni fena yapar!” söyleminden ve temelsiz inancından kurtularak kendi ayakları üzerinde yükselen bir hareketin yarılmasına yol açmıştır, başarılıdır.

Ergenekon davası, ortak demokratik cephenin mücadele arkadaşlarının müşteki/müdahil-sanık biçimde karşı karşıya getirildiği, bu yönde tahrik edildiği bir davadır.

Siyasal davaların tipik özellikleridir; ortada yargılanır görünen birileri vardır ancak sürecin asıl ögeleri gerçek biçimde yargılanamaz, kimi zaman sahnede ufak bir mağdur rolü verilse de işin sonunda mutlaka payelendirilir, ‘gizli tanık’lık gibi ‘apoletlerle’ adam kılığında dolaşırlar..

Aynı kazanda kaynıyoruz. Yaz sıcağında serinlemek için bile kazan suya balıklama atlayan kurbağacıklar, artık kaynayan suyun yarattığı Karacabey Hamamı gevşekliğiyle, olan bitenin farkında olabilecek durumda değiller, namlu artık kendilerine de yönelmiş olmasına karşın.

Bu süreci tersine çevirebilmek Kemalistlerin önce kendilerini sorgulayarak, tarihte en mağrur/egemen gösterildiği dönemlerde dahi örselenerek, ezilerek, öldürülerek kabullendirildiği ezberinden arınmakla olanaklıdır.

Baskı, siyasallaştırır. Bugün Türkiye’nin en politika dışı kitlesi Atatürkçülerdir.

Çünkü yaşadığını düşündüğü “rejim” tüm siyasal gücünden arındırılmış, yozlaştırılmıştır (karaktersizleştirilmiştir).

Buna Atatürk Türkiye’si değil, Uzaylı Zekiye Türkiye’si denebilir ancak.

Süreç, kaçınılmaz olarak, Kemalistleri de politikleştirecektir, sivriltecektir.

Balbay ile cezaevinin nemini böbreklerimizde hissedeceğiz, Perinçek yerine dizlerimiz sızlayacak, Özkan’ın kızına baba olacağız..

Belki Mustafa Kemal’in siyasal cevherini öylece anlayabileceğiz, ilk kez.

O zaman, kazanacağız.

=============================================