Etiket arşivi: Lütfü Kırayoğlu

Üretimden Kopunca Renklerimizi Bile Yitirdik

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Genel Başkan Başdanışmanı
26.11.2021

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Zam, yaşam pahalılığı, enflasyon, bulunmayan ve kısıtlı satılan ürünler… Son günlerin en çok konuşulan konuları… Oysa hepimiz daha ilkokul yıllarında tarımsal üretimde dünyada kendi kendine yeten 6-7 ülkeden biri olduğumuzu öğrenir ve bununla gurur duyardık. Ülke nüfusunun % 70’inin kırsal alanda yaşadığını bilirdik. Her aile birkaç koldan köyle, tarımsal üretimle bağlantılıydı. Şehirlerdeki bahçeli evlerde bile küçük ölçekte ürün elde edilir, en azından üretme kültürü kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Yakın zamana dek tütün, ipek böcekciliği ve koza üretiminden geçinen köylüler bir kuşak sonra bu üretimle ilgili bilgi birikimini yitirdiler. Pamuk, ayçiçeği, şeker pancarı vb. ürünleri üretme kültürünü yitirmemiz yakındır.

Üretmeyelim ithal edelim” diyen mandacı aydınların / politikacıların yarattığı yıkım; dövizde sakınılamayan artış, Türk lirasının değer yitirip halkın yoksullaşması ile çırılçıplak ortaya çıktı. Yakın zamana dek kendi üretimimiz olan ürünlerin pek çoğu artık dışarıdan geliyor. Açık satılanlardan anlaşılmasa bile, ambalajlı ürünlerin üzerindeki etiketlerden acı gerçeği görüyoruz. Çikita muz ile başlayan dışalım (ithal) ürünler, sarımsaktan patatese, mercimekten samana, süt ürünlerinden Angus adlı sığıra değin gidiyor. Durum böyle olunca gelecek kuşaklar salt üretme gereğini değil, üretim kültürünü de yitiriyor. Çocuklarımız, bahar ayında, manavda-pazarda satılan çağla ile kuruyemişçide satılan badem arasındaki ilişkiyi bilmiyor. Çilek nerede yetişir bilmiyor. Kestanenin nasıl ve nerede yetiştiğini bilmediği için deniz kestanesinin neden kestane ile tanımlandığını bilmiyor. Yeşil kabuklu cevizi görmediği için, ceviz yeşili dediğimiz rengin neden kahverengi ile değil yeşil ile tanımlandığını anlayamıyor.

RENKLERİMİZİ DE YİTİRDİK…

Şair Özdemir Asaf,

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
birinciliği beyaza verdiler..

diyor. Son derece gerçekçi biz söz… Ama esas acı gerçek, renklerimizi bile yitirdiğimiz!

Türk halkı bin yıllardan süzülen bir kültürle çevresinde gördüğü renkleri doğada bulunan varlıklarla, özellikle de bitkisel ürünlerle adlandırmış. Doğadaki temel renklerin sayısı 7 olarak söylense bile, gerçekte bunların sayısının binlerce olduğunu söyleyebiliriz. Geçiş tonlarıyla birlikte sonsuz renkten söz etmek olası. Ancak özellikle üretimle ilişkili köylülerimiz bunca renge öylesine güzel adlar vermişler ki, geçiş renkleri bile herkesçe tam olarak algılanabilir. Bir tek rengin değişik tonları için halkımız, ürettiği ürünlerden onlarca ad türetmiştir. Örnek vermek gerekirse yalnızca yeşil rengin tonları: Zeytin yeşili, fıstık yeşili, ceviz yeşili, çimen yeşili, kelemi, su yeşili, yaprak yeşili, kuşkonmaz, çağla, limon küfü, yonca yeşili, yosun yeşili, ördek başı yeşil vb. Üretimden kopmamış olanlarımız bu farklı renkleri gözünde canlandıracaktır. Oysa şimdi gençlerimiz Benetton yeşili ile malaşit yeşilini konuşuyor.

Adlarını doğadan alan bu güzel renklerin birkaçını anımsayalım: Süt beyaz, kar beyaz, kemik rengi, kömür karası, zeytin siyahı, kül rengi, pişmiş ayva, vişne çürüğü, şarabi (AS: şarapsı), kan kırmızısı, nar çiçeği, portakal, akşam güneşi, mürdüm, kızılcık, toz pembe, şeftali baharı, çingene pembesi, leylak, menekşe, patlıcan moru, hünnabi, tütün, nohut, buğday, saman sarısı, safran sarısı, limon sarısı, altın sarısı, hardal, bal rengi, kayısı, soğan kabuğu, kestane, yağ rengi, deniz mavisi, gök taş, cam göbeği mavi, gece mavisi. Ama biz, ithal (AS: dışalım) kültürü ile dünya var olduğundan bu yana var olan gece mavisine ithal sigara furyası sonrasında Parlement mavisi adını taktık. Şimdi artık renklerimiz yitirtildi. Onların yerini ithal (dışalım) ürün renkleri aldı. Fuşya, lila, pinky, pörpıl, violet, indigo, ekrü vb.

Binlerce yıllık geçmişi olan bir ulus, salt ürünlerini, üretme kültürünü, parasını, bakkalını, manavını, çarşısını, pazarını, arastasını, bedestenini değil; renklerinden başlayarak tüm kültürünü yitiriyor. Uyanın…
============================================

Dostlar,

İşte “kültür emperyalizmi” böyle bir şey…

Dostumuz Lütfü Kırayoğlu’nu bu başarılı, yakıcı “deneme” si için kutluyoruz.

Osmanlı’nın dayattığı Arap – Fars dil emperyalizminden de kendimizi kurtarmamızı dileyerek…

  • Atatürk’ün ÖKSÜZ BIRAKILAN DEVRİMİ, Dil Devrimini daha çok sahiplenerek..

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Onur Ödülü Sahibi (2021)
27.11.2021

Silah Zoruyla Dayatılan Kalp Para

portresiLütfü Kırayoğlu
ADD Genel Başkan Başdanışmanı
24.11.2021

Silah Zoruyla Dayatılan Kalp Para

Bütün ülke, ekonomide yaratılan büyük çalkantıyı konuşuyor. Yalnızca sonuçlar üzerinden büyük bir tartışma yapılıyor. Hiç kimse sorunun kaynağını sorgulamıyor. Muhalefet, kriz büyürse iktidarı düşürme peşinde. İktidar her zamanki gibi muhalefeti suçluyor. Çok bilir ekonomi “uzmanları” konunun ne denli çetrefilli olduğunu kanıtlayabilmek için en anlaşılmaz sözcükleri özenle seçip halkı “aydınlatma” peşinde. Kur, emisyon, faiz, enflasyon, Merkez Bankası, yıllık hedefler, cari açık vs. sözcükleri arasında vatandaşın bir gözü televizyonların altında hızla dönen rakamlarda, bir gözü de akıllı telefonlarına gelen en son “PİYASA” haberlerinde.

Kırk yılı aşkın süredir yaşantımıza sokulan en sihirli sözcük PİYASALAR

Her şey piyasaları ürkütmemek üzerine kurulmuş. Siyaset, sağlık, güvenlik, eğitim, dış politika, enerji, üretim, işçi ücretleri… Yaşantımızı etkileyen her şey PİYASALARI ürkütmemek üzerine kurulu. Ve elbette ortalıkta dönen bir de “reel sektör” kavramı… Ancak kimse reel sektörün ayağa kaldırılmasıyla ilgili değil. Gerçekte PİYASALAR deyip duranlar bir türlü ağızlarına SANAL SEKTÖR kavramını almıyorlar. Oysa esas düşündükleri SANAL SEKTÖR. Sanal kavramı sözlüklerde şu şekilde açıklanıyor: “GERÇEKTE YERİ OLMAYAN, GERÇEKTE VAR OLMAYAN ANCAK ZİHİNDE TASARLANAN”… Reel ise bunun tam tersi yani yaşamın ta kendisidir.

Bugün yaşadığımız ekonomik gerçeklikten bizi koparıp yaşantımızı karartan olaylar zincirinin en köklü başlangıcı ise yakın tarihimizin iki acı olayıdır ki; her ikisi de halkımıza “DEVRİM” adıyla yutturulmuştur. Bunlardan birincisi ve en korkuncu 1983 ve sonrasında Özal tarafından yapılan düzenlemelerle Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’nun işlevsizleştirilmesidir ki “artık kimse cebinde yabancı para bulundurduğu için soruşturulmayacak” söylemi ile ulusal paranın dinamitlenmesidir. İkinci büyük olay ise 1996’dan başlayarak Gümrük Birliği Anlaşması koşullarının yürürlüğe girmesidir. (Bir başka olay da 1999’da Uluslararası Tahkimin önünü açan anayasal ve yasal düzenlemelerdir ki, başka bir yazının konusudur.)

Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’nun “fiilen” yürürlükten kaldırılması ile birlikte dövize, özellikle ABD Dolarına büyük bir hücum başladı. Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak 1980 kararları ile o yıl %95 olarak gerçekleşen enflasyon, 22 yıl boyunca iki haneli rakamların üstünde kaldı. Her köşede açılan döviz büfeleri, bu büfelerin olmadığı yerlerde kuyumcular, hatta seyyar dövizciler aracılığı ile yurttaşlar “güvenli” buldukları yeşil paralara koştular. Aylığını alan soluğu döviz büfesinde alıyor, hiç değilse sigara parasını bedavaya getirdiğini söylüyordu. Sigara parası bedavaya geliyordu ancak bir ay sonra alınan aylıktaki gerçek azalma ile giderek yoksullaşıyor, enflasyon azıyor, Türk lirası hızla eriyordu. Yani, Gresham Yasası hükmünü yürütüyor “kötü para iyi parayı kovuyordu”. Dolar piyasadan Türk Lirasını kovuyordu. Evet Türk lirasını Türk piyasasından kovan para kötü para idi. Dünyanın en kötü, en çirkin parası…

Ekonomisini dengede tutmaya çabalayan bütün ülkelerin piyasaya sürdükleri paranın karşılığı Altın, döviz ya da başka kıymetler olarak vardır. ABD hariç… Bu kurala uymayan ülkelere dünya finans sitemi üzerinden baskı yapan ABD, kendisi bu kurala uymaz. Onların parasının karşılığı yoktur. Bu karşılığı merak edenlere silah gösterirler. Bu nedenle de dünyada en “geçerli” para birimidir. Arkasında ABD’nin silah gücü vardır. Üstelik bu haydut devletin gösterdiği silah o denli uzak da değildir. Ülkemizdeki ABD üsleri bir yana, salt ülkemizi çevreleyen yakın komşularımızda son günlerde sayısı anormal artan ABD üslerine ek olarak Akdeniz’den Umman denizine, Japon denizinden Pasifik okyanusuna dek dünyanın her yerinden namlularını göstermektedir. ABD Doları yalnızca ABD ile ikinci ülkelerin arasındaki ticaretin değişim aracı değil, ABD dışındaki iki ülke arasındaki ticaretin de değişim aracıdır. Bu kuralın dışına çıkmaya çalışan ülkelerin başına neler geldiğini çok yakın tarihten biliyoruz. Irak’ta Saddam Hüseyin, Libya’da Muammer Kaddafi bu nedenle devrilmiş, İran düşmanlığı bu nedenle bir türlü sönümlenmemektedir.

ABD derin devleti, ülkesindeki yatırımcılara “sermayenizin gittiği her yerde ABD namlusu arkanızdadır” mesajını açıkça iletmektedir.

Ülkemizde de ABD patentli “bizim oğlanların” 12 Eylül 1980 darbesinin ardından gelen Turgut Özal, ABD’den aldığı güç ve cesaretle Türk Parasını Koruma Yasasını yok ederek dünyanın en sahte parasını ülkemizde egemen kılmıştır. Ülkede muhalefetin ezildiği, yüzbinlerce insanın hapse atılıp yargılandığı, işkence tezgahlarında kaybedildiği, 50 kişinin idam edildiği, yüzbinlerce kişinin fişlenerek işten atıldığı bir baskı ortamından hemen sonra ABD kalp parası ülkemize egemen olmuştur. Yani Türk parası, ABD namluları ile ABD Dolarına teslim edilmiştir.

İşte bu politikaların sonucu olarak Türk Parasının değersizleştirilmesi sonucu halkımız olayın gerçek nedenini bilemeden dünyanın en kötü, en kalp parasına sahip olmak için şehvetle bu paraya saldırmakta, saldırdıkça, kendi parası değersizleşmekte dolayısıyla reel (AS: gerçek) ücreti gerilemektedir. Buna karşın, “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” verdiğini söyleyenler kamu ihalelerinde, köprü, otoyol geçişlerinde ABD Dolarını geçerli para saymaktadırlar. Gerçek değeri birkaç kuruşu geçmeyen yeşil renkli kağıt parçası, her gün Türk parasını kaçıp kurtulunması gereken “değersiz” bir kağıt parçası durumuna getirmektedir.

Bugünkü krizin ikinci önemli nedeni ise Avrupa Birliğine girme rüyası ile Gümrük Birliği anlaşmasına girilip, gümrük duvarlarının sıfırlanması, tüm dünyanın hurda makinalarından, ıvır zıvıra, oyuncaklara dek her şeyin ithal edilerek yerli üreticinin yok edilmesidir. Her köşede açılan “milyoncu” mağazalar, lüks alışveriş merkezlerindeki ışıltılı dükkanlar, zincir marketlerin raflarındaki baş döndürücü yabancı ürünler “yerli ve milli” politikalarının laftan ibaret olduğunun kanıtıdır.

FETÖ’cülükten mahkum olup hapse giren Altan biraderler yıllarca TV kanallarında “Türk köylüsü tembel” söylemleri ile “üretmeyelim satın alalım” sözleriyle ile üretimi baltalamış, sonuçta Çikita muz ile başlayan tarımsal ürün dışalımı (ithalatı), “ürüne değil tapuya destek” politikaları ile buğday tarlaları boş kalmış, bırakın buğdayı samana bile muhtaç duruma düşen Türk halkı, şimdi zincir marketlerden kota ile alışveriş yapar duruma gelmiştir.

Yakın tarihimizde yaşadığımız bu acı olayları yaşadığımız ekonomik bunalımın (krizin) toz duman ortamında unutuyoruz. Bu ortamı hazırlayanlarla hesaplaşmadıkça, Türk Parasını Türk ülkesinde egemen kılmadıkça değişecek bir şey yoktur. Döviz fiyatlarını gösteren ışıklı levhalara bakmaktan vazgeçip bu hesaplaşmayı yapmalıyız.

Gün helalleşme değil, hesap sorma günüdür.

Lozan’ı Savunmayan, Sevr’e Bile Muhtaç Olur…

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Sevr utanç belgesinin üzerinden tam 101 yıl geçti. 10 Ağustos 1920 tarihinde Osmanlı Devletine kolayca kabul ettirilen bu utanç belgesi, 2 yıl sonra “İstiklali Tam” şiarıyla silaha sarılan Kuvayı Milliyecilerin süngüsüyle yırtıldı. Anlaşma 3. yılına bile ulaşamadan 24 Temmuz 1923’te Lozan’da tarihin çöplüğüne gömüldü.

Tarihin çöplüğüne gömüldü gömülmesine de; Sevr, işgalci emperyalistlerin aklından hiç çıkmadı. Elbette Mustafa Kemal Atatürk’ün “Gençliğe Hitabını” özümseyen devrimciler de Batılıların Sevr özlemlerini hep dikkate aldılar. NATO toplantılarında “yanlışlıkla” Türk subaylarının önüne Sevr örneğindeki gibi bölünmüş Türkiye haritaları kondu. Ülkemizin çimento fabrikalarını ele geçiren Fransız şirketi dağıttığı ajandalara Sevr haritaları koydu. (AS: BOP haritası!) İnternet sitelerine egemen olan markalar yayınladıkları haritalarda Anadolu’yu “Kürdistan, Ermenistan, Pontus” gibi parçalara ayırırken de uyanmayanlar oldu. Bu konuda Sevr uyarıları yapan devrimcileri “Paranoyak” olmakla suçladıkları yetmezmiş gibi, Silivri zindanına gönderdiler. Ülkenin birlik ve bağımsızlığını temsil etmesi gereken kişi, Yunanistan ziyaretinde Lozan’ı tartışmaya açtı!!??

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Lozan Antlaşmasının 97. yıldönümünde sanki Türkiye’yi, İstanbul’u şimdi kendileri kurtarmış gibi, Ayasofya törenleri düzenleyip ellerinde kılıçla Atatürk’e “lanet” yağdırdılar. “Keşke Yunan galip gelseydi”, “Lozan yenilgidir” diyenleri 10 Kasım günü tören kılığıyla ziyaret edip tabutuna yapışanlardan da başka bir şey beklenmezdi.

Ulusal bağımsızlığımızı ve çağdaş, laik Türkiye Cumhuriyetimizi borçlu olduğumuz büyük Atatürk’e ve Lozan’a saldıranlar unutmasınlar:

  • Bugün Lozan’ı ve onun kahramanlarını savunmayanlar, yarın, Sevr haritasına bile muhtaç olur.

Atatürk’e saldıran “Fesli Kadir” ve onun müritleri görmez ama, tarihin tozlu sayfalarını biraz karıştıranlar işgalci emperyalistlerin Türk ulusu için tasarladıklarını apaçık yazıp söylemişlerdir.

“Güneş Batmayan İmparatorluk” olarak tanımlanan İngiliz emperyalizminin en uzun süre başbakanlığını yapan “büyük yaşlı adam” sıfatlı William Ewart Goldstone (1809-98) şöyle diyordu:

  • “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir.
  • Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.
  • Türklerin yaptıkları kötülükler yalnız bir şekilde ortadan kaldırılabilir:
  • Kendileri yok olmakla…”

Lozan Antlaşması görüşmelerini İngiltere Dışişleri Bakanı sıfatı ile yürüten Lord Curzon gelecek için Türkiye’yi şu sözlerle tehdit etmişti: (AS: Baş Delege İsmet Paşa bu tehditleri reddetmişti!)

  • “Şimdi hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsunuz, ama bu konuları unutmuyorum, hepsini cebime koyuyorum. İleride, harap ülkenizi imar etmek, perişan ekonominizi düzeltmek için para aradığınız zaman bize geleceksiniz ve ben o zaman, sakladığım bütün bu istekleri cebimden çıkarıp önünüze sereceğim.”
    Aynı Lord Curzon, İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden 4 gün sonra 20 Mart 1920 günü şunları söyleyecekti:
  • “Türkler için askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ne var ki İngilizler buna bile karşıdır.”

Emperyalizmin bu ezeli hedefini çok iyi kavrayan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sevr andlaşması imzalanmadan çok önce, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yapmışlar, gelecekte CHP adını alacak olan Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk Cemiyetini kurduktan sonra Ankara’ya gelerek 23 Nisan 1920 günü Ulusal Kurtuluş Savaşını yönetecek olan Büyük Millet Meclisi’ni açmışlardı. Bugün Atatürk’e lanet yağdıranların dedeleri ise, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için idam fermanları çıkartarak işgalcilerle el ele isyanlar çıkartıyorlardı. “Keşke Yunan kazansaydı” sözü kaynağını o günlerden almaktadır.
(AS: 1. Meclis Sevr’i tanımdı ve imzalayanları  vatan haini ilan etti!)

Türkleri Asya steplerine sürmeye kalkanlar, önce Küçük Asya’dan, sonra Asya kıtasından sürülüp Britanya adasının bir bölümüne sıkıştılar. Ne yaparlarsa yapsınlar, Sevr tarihin çöplüğündedir ve imzalayanlara inat, devrimciler için bir gün bile geçerli olmamıştır. Sevr rüyaları görenlere inat, kanımızın son damlasına dek Lozan’ı savunacağız.

Bize Lozan’ı kazandıranlara elinde kılıçla “lanet” yağdıranlara yüz yıllar öncesinden Pir Sultan Abdal’ın şu dizelerinden esinlenerek yanıt veriyoruz:

Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir.

Ben Musa’yım sen Firavun
İkrarsız Şeytan-ı lain
Kaçıncı ölmem bu hain
ATATÜRK ölür… Dirilir…
================================================
Dostlar,

Çok değerli yazısı için saygın dostumuz Lütfü Kırayoğlu‘na çok teşekkür ederiz öncelikle.

SEVR ANDLAŞMASININ 101. YILI

10 Ağustos 1920’de, son Osmanlı Padişahı hain – alçak ve soysuzlaşmış (bu 3 sözcük Mustafa Kemal Paşa tarafından SÖYLEV / NUTUK’un ilk sayfasında aynen kullanılmıştır!) 6. M. Vahdettin’in sadrazamı (Başbakanı) Tevfik Paşa tarafından Fransa’da onaylanmıştır Osmanlı’nın ölüm fermanı. Vahdettin, bu lanetli Anlaşmayı Saltanat Şurası’nda madde madde onaylatarak, sözde sorumluluktan kaçmak istemiştir.

Aşağıdaki harita SEVR’i apaçık özetlemektedir. Uzun söze gerek yoktur.
Anadolu’da Türklere bırakılan yer kırmızı boyalı ve 286 bin km2’dir. Lozan sonrası sağlanan Misak-ı Milli (Ulusal Ant) sınırlarımızın 1/3’ü kadardır ve oraların da gerek görülürse işgal edilebileceği Sevr Antlaşmasında öngörülmüştür.

Sevr Anlaşması gerçekte sıradan bir yenilgi – barış anlaşması değil, Büyük ATATÜRK‘ün SÖYLEV‘inde (NUTUK) pek yerinde vurguladığı üzere,

  • .. SEVR gerçekte, Batılı emperyalistlerce yüzyıllardan beri hazırlanagelmekte olan, Türk Ulusunu tarihten silme (apaçık SOYKIRIM!) planıdır!

Dolayısıyla, Sevr Anlaşmasını tanımadığını, yırtıp çöpe attığını ve imzalayan Padişah taifesini  de lanetlediğini açıklayan TBMM; Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa önderlik ve öncülüğünde başlattığı Ulusal Kurtuluş Savaşımız (İstiklal Harbi)  ile salt bize Misak-ı Milli sınırları ile tanımlı, Lozan Barış Antlaşması ile onaylı / tapulu yurdu kazandırmakla kalmamış, SOYKIRIMA UĞRATILMAMIZI, TARİHTEN SİLİNMEMİZİ de engelleyerek varlığını sürdürme – yaşama hakkı sağlamıştır.

Günümüzde Atatürk düşmanlığı takıntısı ile hasta insanlarımız, Sevr kalsa idi bugün belki de doğmamış olacaklardı. Başına gelecekleri, iktidar olacakları bir yurt – ülke de bulamayacaklardı.

  • Saltanat artıklarının soyları akıllarını başlarına devşirmeli ve ihaneti bırakıp sadakat ve vefayı anımsamalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 10 Ağustos 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

15 TEMMUZ’DA DEVLETİ İSTEMİŞLERDİ; AMA KİMLER ADINA ?

Lütfü KIRAYOĞLU

(AS: Yazının altında “10 Maddede 15 Temmuz Kumpası” katkımız var.)

Amerikancı FETÖ’cü darbe girişiminin üzerinden tam 5 yıl geçti. Darbe girişimcileri Türkiye Cumhuriyetini tüm organlarıyla ele geçirmek istediler. Ama kimler adına?

Bu girişimi anlayabilmek için ülkeyi yönetme iddiasındaki “tek adam” tarafından söylenen “NE İSTEDİLER DE VERMEDİK?” sözünü doğru analiz etmek ve anlayabilmek gerekir. “NE İSTEDİLER DE VERMEDİK?” sözü 17-25 Aralık 2013 süreci sonrasında “tek adam” tarafından, 24 Mart 2014 tarihinde gittiği Trabzon’da yaptığı konuşmada söylendi.

  • “Tek adam” o gün yaptığı konuşmada Fethullah Gülen’i ima ederek: “Geçenlerde benimle ilgili ‘Bu uzun bize çok hainlik yaptı’ dedi. Nasıl hainlik yaptıysak? 17 üniversite kurmak için geldiler, hepsini onadım. Bu muydu hainlik? Bu ne vicdandır be… Okullar için yer istedi, verdik. Uluslararası camiada davet ettiler, devlet hükümet başkanlarına bunları refere ettik. Olimpiyat dediler, her türlü desteği verdik. Ne nankörlük bu ya? Ne istediniz de vermedik, ne isteniz de alamadınız?”

Hukuk kurallarının işlediği bir devlette suç itirafı niteliğindeki bu sözlerde verildiği söylenenler keşke yalnızca “tek adamın” söylediklerinden ibaret olsaydı… Kendisinin ve Genelkurmay Başkanının yaverinden, Ordunun, emniyet örgütünün bütün duyarlı kadrolarına dek, MİT, Özel Kuvvetler, adalet kurumunun bütün üst düzey kadroları, diplomatlar, valiler, kaymakamlar, savcılar, bakanlıkların kilit kadroları, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı vb. kuruluşlar dahil, aklınıza gelen her yeri vermişler.

  • 40 yıl boyunca devlet içinde örgütlenmiş bu casus teşkilatı kendi ifadeleriyle “devletin damarları arasında dolaşmış”. Sızamadıkları yerlerde de savcılığını “tek adamın” yaptığı kumpas davalarında tasfiye ettikleri yurtseverlerden boşalan kadroları işgal ederek ele geçirdiler.
  • Devletin kozmik odasına bile girdiler!

Darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL ile 125 bin kamu görevlisi ihraç edildi. 2018 verileri ile kimi kurumlara göre ihraç (AS: atılma) sayıları şöyle:
– İçişleri Bakanlığı 41.077,
– Milli Eğitim Bakanlığı 33.716,
– Milli Savunma Bakanlığı 13.410,
– YÖK/üniversite 7323,
– Sağlık Bakanlığı 7299,
– Adalet Bakanlığı 6994,
– Başbakanlık 4384,
– Maliye Bakanlığı 2491 kişi.

Operasyonlar halen sürüyor. Son rakamlara göre TSK’daki ihraç sayısı 20 bini aşmış durumda. Daha ne kadar FETÖ mensubu tespit edilecek bilmiyoruz. Devlet içine sızmış bunca kadro terör örgütüne yetmiyordu. Zira onlar iktidarı, gücün bütününü elde etmek istiyordu.

2002 yılı Kasım ayında seçimi kazanan partinin devleti yönetecek gücü ve kadrosu yoktu. Ancak seçimi kazanan parti bir tarikatlar koalisyonu idi. Seçimi kazanmış ancak iktidar olacak kadroları yoktu. İşte tam da bu sırada on yıllardır devlet içinde örgütlenmiş FETÖ imdada yetişti. Hangi görev için adam isterlerse kendi gizli örgütlenmeleri içinde vardı. Yeter ki istesinler. AKP ne istiyorsa FETÖ verdi. Derken yavaş yavaş iktidar olmaya başlayıp devleti tanıdılar. FETÖ’nun uluslararası bağlantılarının da desteği ile kilit kadroları ele geçirdiler. Kumpas davaları ile tasfiyeler hızlandı. Terör ve sindirme ile Cumhuriyetin tasfiyesine girişildi. İşte artık bundan sonra FETÖ istemeye başladı. Ne istedilerse verdiler.

“Yetmez ama evet” ihaneti ile 2010 yılında Anayasada yapılan değişiklikler sonrası, Yargıtay ve HSYK seçimlerinde çıkan blok oylar herkesi çok şaşırttı. Kumpas davaları bütün hızlarıyla sürerken MİT Başkanının sorguya çağrılması ile patlayan kriz ve ardından patlayan dershaneler kavgası, tarikatlar koalisyonundan FETÖ’nün atılmasıyla sonuçlansa da FETÖ artık devlet kadrolarından temizlenemeyecek kadar büyümüş, kanser haline gelmişti. AKP iktidarı durumun vahametini (AS: ürkünçlüğünü) 17-25 Aralık 2013 süreci ile anlasa bile parmağını kıpırdatamaz duruma geldi. FETÖ, yakından izleyip bildiği yolsuzluklar üzerinden şantaj yapıyordu. FETÖ’cü denilerek en hassas yerlerde görevden alınanın yerine getirilen de yine FETÖ’cü çıkıyordu. Cadı kazanı kaynamaya başladı. Artık FETÖ için yapacak başka bir şey kalmamıştı. Ya iktidarın bütününü alacak ya da 40 yılda elde ettiği mevzileri kısmen kaybedecekti (AS: bir ölçüde yitirecekti).

“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek harekete geçtiler. Girişimin sızması sonucu erken harekete geçmek zorunda kalmışlardı. Kumpas davaları ile tasfiye edilen yurtsever subayların da desteği ile Türk ordusu darbe girişimini ezdi. Tarikatlar koalisyonunun en aç gözlüsü ezilmiş, sıradakiler boşlukları doldurmak için hazırdı.

  • Peki, doğru dürüst eğitimi bile olmayan sümüklü bir hoca bu darbeye tek başına mı girişmişti?

İktidarın bütününü, yani Türkiye Cumhuriyeti Devletini kendi adına mı istemişti? Başkaları adına mı?

Bu sorunun yanıtı, darbe girişimcilerinin en kodamanlarının bugün hangi ülkeye sığındığı, darbe girişimini hangi ülkelerin desteklediği, tutuklamaları hangi ülkelerin kınadığında gizlidir. Ancak o denli de gizli değil. Türk halkı bu gizli gücün dünya jandarması, haydut devlet ABD olduğunu çok iyi biliyor.

CIA’nın Türkiye’deki örgütlenmesine “ne istedilerse verenler” onlarla birlikte Kemalist Cumhuriyete saldırmışlardı.

“Ne istedilerse verenler” darbe girişimi sonrası en büyük Atatürk posterini binalarına asmak zorunda kaldılar. Şimdi “tehlike geçti” diye düşünerek yine her fırsatta Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırıyor ya da saldırılmasına göz yumuyorlar.

Türk Ulusu kendine hizmet edenleri de, ihanet edenleri de unutmaz.

Unutmak ihanetin pasif halidir (AS: edilgen biçimidir).
==========================================

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu

  • Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
    Bu Hakkı
    Anayasalarına Yazdırabilir…

27 Mayıs Devrimi’nin 60. yıldönümünde yazdığımız ve yol ayrımına neden olup yayınlamaya cesaret edemeyenler ayrıştığımız yazının aslını bir yıl sonra paylaşıyorum.

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.

Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan meşru direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden baldırı çıplaklar (AS: ve bağlaşıkları Burjuva), 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra 2. maddeye, baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.

Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi direnme hakkından söz etmemekle 1789 tarihli bildirgenin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkı”nı yurttaşlara tanımıştır.

Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar, anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.

Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.

Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye;

  • Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.

Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş, nihayet 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.

Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de, tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır.

Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.

Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır.

Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin Genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “ Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz. “ denmektedir.

Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada

  • “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.

Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki, Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.

  • Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

İnsan Hakları Gününün Zor Sorusu:
ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elk. Müh. (İTÜ)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tam 72 yıl geçti. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık 1948’den bu yana bu tarih İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.

İkinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşının acılı günlerinden sonra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi büyük bir umut ve heyecanla karşılandı. Bildirgenin kabulüyle dünyada tekil olaylar dışında bir daha insan haklarının yok sayılmak bir yana, çiğnenmeyeceği düşünülüyordu. Ne yazık ki işler hiç de öyle gitmedi. Her şeyden önce 10 Aralık tarihli Bildirge, bu tarihten 159 yıl önce, 1789 yılında Büyük Fransız Devriminde kan ve can pahasına ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinden daha gerideydi. Örn. yeni Bildiride Direnme Hakkı yok sayılmaktaydı.

Bildirgenin Birleşmiş Milletlerde kabulünden 3 yıl önce, İkinci Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği günlerde ABD, teslim olmak üzere olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası ile bir anda yüz binlerce insanı ölüme gönderirken, yeni dünya jandarması olduğunu da ilan ediyordu. O tarihte henüz ortada İnsan Hakları Evrensel Bildiegesi yoktu. Ancak ABD’nin 1776 yılında ilan ettiği ve Büyük Fransız Devrimini de etkileyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi vardı ve bu metin, çağının çok ilerisinde bir insan hakları bildirgesiydi.

Hiroşima ve Nagazaki sonrası günümüze dek ABD bütün dünyaya “İnsan Hakları” götürdü (!) Tankları, topları, uçak gemileri, bombardıman uçakları, füzeleri eşliğinde…

Bir başka söylemle İnsan Hakları kavramı emperyalist ülkeler elinde kirletilmiş bir kavram, maske durumuna geldi. Tıpkı barış, özgürlük kavramları gibi. Emperyalist devletler 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi eşliğinde Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya 72 yıldır filolarıyla, uçaklarıyla tanklarıyla… “barış ve özgürlük” götürüyorlar (!!)…

Ne acıdır ki ezilen ülkelerde ve hatta dünyanın ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştıran ülkemizde ABD’den ve AB ülkelerinden “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” dilenen mandacı “aydınlar” da var. Bunun son örneğini yakın tarihte “dost” saflarda da gördük.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin mürekkebi kurumadan ABD önderliğindeki Batılı ülkeler Kore halkına “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” götürüyordu! Kore’ye bu kirletilmiş kavramlar götürülürken NATO üyesi yapılma aşkıyla o günün siyasal iktidarı, Türk Silahlı Kuvvetlerini de bu taşıma “işine” alet ediyordu. Bu “fedakarlık” (!) Kore’de 896 Mehmetçiğimizin yattığı bir Türk şehitliği ile ödüllendiriliyordu. Yine Bildirgenin imzalanmasından hemen sonra 1950 yılında Cezayir’de başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin savaşçıları göğüslerinde Mustafa Kemal Atatürk fotoğraflarıyla ölüme gidiyordu. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini imzalamakla övünen Fransız lejyonu da bu kutsal bağımsızlık savaşını kanlı bir biçimde eziyordu. Bütün karanlık ve kanlı oyunlara inat, 1962 yılında Cezayir halkı zafere, özgürlüğüne ulaştı. Cezayir Bağımsızlık Savaşını bastırma hareketi içinde, daha sonra Fransa’nın ilk “sosyalist” Cumhurbaşkanı olacak olan Mitterand da yer alacaktı. (Önceleri Denizaşırı İller Bakanı, daha sonra ise İçişleri Bakanı olarak bu kirli savaşta rol üstlenecekti)

10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi alkışlarla kabul edilirken, yine Fransızların 1946’da başlattıkları Vietnam savaşı sürüyordu. Fransa, yitirdiği bu savaşı daha sonra ABD’ye devredecek 1975 yılında zafere ulaşacak olan Vietnam savaşı sırasında “İnsan Hakları” yüz binlerce ton bomba, napalm bombası ve ölüm olarak bu kanlı topraklara ulaşacaktı. Daha sonra Kamboçya ve Laos’ta olduğu gibi…

Kirletilmiş “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” Küba’nın Domuzlar körfezine de gitti. Daha sonra Şili’ye, Arjantin’e, Nikaragua’ya, Venezuella’ya, Falkland adalarına, Haiti’ye de gitti. Ve Ülkemize de geldi 1980 yılının 12 Eylül günü “bizim oğlanlar” eliyle. Beraberinde idamlar, işkenceler, 30 yıl sürecek davalar, kitap yakmalarla. Yakın zamanda Afganistan’a da gitti. Daha sonra Irak’a… Ebu Gureyb işkence evinde çırılçıplak soyulmuş insanların nasıl “İnsan Haklarından” yararlandığının fotoğraflarını gördük. Sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve son olarak Suriye’de “Arap Baharı” adıyla piyasaya sürüldü. Ve elbette Güney sınırlarımıza yerleşmeye çalışan bölücü terör örgütüne destek için on binlerce TIR dolusu silah ve cephane olarak boy gösterdi “İnsan Hakları”…

Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülkemizde, Gazi Meclisimizin tepesine bomba olarak yağdı. Bombaları yağdıran uçakların havada ikmal yapmasını sağlayan tanker uçaklar, ABD’nin kullandığı İncirlik üssünden kalkmıştı. Darbenin lideri olduğu söylenen FETÖ, ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki malikânesinde yaşıyordu. Darbeye karışanların önemli bir kesimi de Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere kaçtı, kaçırıldı.

Emperyalist ülkelerin ezilen ülkelere “İnsan hakları” götürmek istemesini anlayabiliyoruz. Ancak dünya jandarması ABD’de daha dün denecek tarihe dek kara derili insanların seçimlerde oy kullanma hakları kısıtlıydı. Beyazlarla aynı otobüslere binemiyor, aynı lokantada yemek yiyemiyor, aynı okullara gidemiyorlardı. Ve günümüzde Siyahlar, halen sokak ortasında sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla can veriyor, ensesine çökülerek boğuluyor!!.

En acısı da, tarihin ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırmış olan ülkemizden kimi politikacılar, henüz göreve başlamamış ABD başkanından, seçildiği bile kesinleşmeden “İnsan Hakları ve Demokrasi” dileniyor. Hem de kendilerine 10 Aralık Hareketi adını koyarak(!)

Evet, bizim gibi ülkelere bedelini ödemek kaydıyla demokrasi ve insan hakları gelebilir. Bu bedel ya uzun yıllar boyunca bütün bir ulus olarak tutsaklık ve sömürü olarak ödenir ya da ulusal kahramanlar önderliğinde kanla – canla ödenir ve bu ulusların tarihine altın harflerle ZAFER ve ONUR olarak yazılır.

“Kimsesizlerin Kimsesi” Cumhuriyet Kimsesiz Değildir

“Kimsesizlerin Kimsesi” Cumhuriyet, Kimsesiz Değildir

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Sekr. Yrd. 

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti anlatırken “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” diyor. Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet sayesinde “hiçbir şey” olma durumundan kurtularak “bir şey” olanlar, gün gelip küçümsediği Cumhuriyet sayesinde elde ettiği makam ve gücü kullanarak kimsesizleri tepeleyebiliyor. Ne var ki o küçümsenen Cumhuriyetin getirdikleri, Cumhuriyeti küçümseyenlere de lazım olabiliyor.

Kanla, irfanla, can pahasına kurulan Cumhuriyeti, coşkuyla, gururla kutlamak yerine, kutlamaları bir yük, hatta savunduğu kör inanca ihanet olarak görenler, bulundukları makamı Cumhuriyete borçlu olduklarını unutmamalıdırlar.

Cumhuriyet kutlamalarına katılmamak için baş ağrısı, kulak ağrısı, diş ağrısı sahtekarlığı ile hastane yatağında keyif çatanlar, Cumhuriyet olmasa babalarının tornacı dükkanında çırak bile olamayacaklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Cumhuriyeti kutlamak isteyenlere Ulus meydanında gaz bombası atıp tazyikli (AS: basınçlı) su sıkanlar, unutmayın… Cumhuriyete sahip çıkmak için yüzlerce km öteden gelenlere Cumhuriyet, babalarından “şahıslarına” kalan miras değil, bütün Türk ulusunun geleceğini aydınlatacak bir meşaleydi.

Yüz yıl önce işgal altındaki yurdumuzu kurtarmak için öne çıkmak, Bandırma Vapurunun yolcuları arasına katılmak yürek işiydi. Ne acıdır ki, Cumhuriyetin ilanının 97. yılında Cumhuriyeti kutlamak, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün anıtına çelenk koymak, çiçek bırakmak bile yürek işi haline geldi.

Bazıları Cumhuriyeti, yalnızca Atatürk’ün koltuğuna oturmak olarak anladı. Bazıları Cumhuriyete saldırma özgürlüğü… Bazıları Cumhuriyetin olmazsa olmazı laiklik ilkesini yalnızca rakı içime özgürlüğü olarak anladı ve Cumhuriyetin kurumları teker teker elden giderken seslerini yükseltmediler. Rakı fabrikası bile yabancılara gittiğinde kıllarını kıpırdatmadılar. Bazıları Cumhuriyeti Medeni Yasadan, Medeni Yasanın getirdiği miras hukukundan ibaret sandılar. Bazıları da yalnızca özgürce giyinebilmek olarak anladılar. Cumhuriyetin en önemli devrimi Tevhidi Tedrisat yasasını okulların ticarileşmesi olarak anlayıp pahalı okullarında “laik” eğitim verdiklerinin reklamını yaptılar. Daha ülke kurtulmadan kurulan, açılan sağlık kurumlarını 1928’de kurulan Hıfzısıhha Enstitüsünü kapatıp (2011)
hasta garantili sağlık ticarethanelerinin ne denli “modern” olduğunu (!) anlattılar.

En beğendiğimiz Cumhuriyet Bayramı filmlerini artık yabancılara ait olan bankalar çekiyor. Pek çoğumuzun göğsü kabarıyor. Gerçek Cumhuriyetçilerin ise içi acıyor. Bize bu günleri armağan eden büyük kurtarıcının KURUCU kimliğini yok saymak için, Mustafa Kemal deyip, ATATÜRK diyemeyenleri gördükçe daha çok içimiz acıyor.

Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet, Padişahın kulu sayılan insanımızı özgür bireyler haline getirip YURTTAŞ yaptı. Bu sayede ağanın marabası olmaktan kurtuldular. İşçi oldu, memur oldu, subay oldu, müdür oldu, genel müdür oldu, kaymakam, oldu, vali oldu, milletvekili oldu, bakan oldu, başbakan oldu, daha ötesi Cumhurbaşkanı oldular. Ödemişli saraç Tevfik ustanın oğlu Şükrü, İslamköylü Yahya Çavuşun oğlu çoban Sülü, Malatya Çırmıhtılı banka memuru Sıddık’ın oğlu Turgut, Kayserili tornacı Ahmet Hamdi’nin oğlu Abdullah, Kasımpaşalı taka reisi Ahmet’in oğlu Recep Başbakan olabilmiş hatta son dördü Cumhurbaşkanı olabilmiştir; kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet sayesinde.

Siyasal yaşamının büyük bölümünde çağdışı şeriat kurallarını savunan bir liderin kızı, erkek kardeşleriyle eşit mirasa sahip olabilmek için Cumhuriyetin getirdiği Medeni Yasaya sarılmak zorunda kalmıştır.

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırdığı için emperyalist ülkelerin hedefinde olmuş ancak bu ülkelerin hiçbir temsilcisi büyük öndere saygısızlık edememiştir. Hiçbir ülkenin lideri ülkemizdeki kimi zavallılar kadar Atatürk düşmanı olmamış, olamamıştır.

  • Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet Türkiye’sinde,
    Cumhuriyet ve Cumhuriyetin kurucusu kimsesiz bırakılmak istenmiştir.

Bütün bunlara karşın, BAĞIMSIZ TÜRKİYE CUMHURİYETİ kimsesiz değildir.

  • Ona sahip çıkacak ve sonsuza dek yaşatacağız!

97. yılında, kurucumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava ve silah arkadaşlarını saygı ve minnetle anıyoruz.

Bursa’yı ve Osman Gazi’yi Kurtaran Şehitleri Osmanlıcılar Reddetti

Bursa’yı ve Osman Gazi’yi Kurtaran Şehitleri
Osmanlıcılar Reddetti

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
11.09.2020, Bursa’nın Kurtuluş Günü

Yüz yıl önce, güzel yurdumuzun işgali sırasında herkesi derinden üzen olaylardan birisi İzmir’in işgali ise, öbürü Bursa’nın düşmesidir. İzmir’in işgali, direniş ruhunu ateşlerken, Bursa’nın düşmesi umutsuzluk yaratmıştır. Bu nedenle Bursa’nın işgalinden sonra duyulan üzüntüyü yansıtması için Meclis kürsüsüne siyah örtü (Püşide-i Siyah) örtülmüştür. Bu siyah örtü, Bursa’nın işgal altında kaldığı 2 yıl 2 ay 2 gün boyunca Meclis kürsüsünden kaldırılmamıştır.

İzmir, işgale karşı direnirken, Bursa, daha işgalciler görünmeden adeta teslim olmuş, bazı hainler tarafından işgalciler törenlerle karşılanmıştır. Bu nedenle Bursa’nın işgali Büyük Millet Meclisinde sert tartışmalara yol açmıştır. 2 yıl, 2 ay 2 gün işgal altında kalan Bursa, bundan tam 98 yıl önce 10 Eylül’ü 11 Eylül’e bağlayan gece önce milis kuvvetlerinin şehre girmesi, ardından da Türk ordusunun kenti almasıyla kurtarılmış, işgalciler çekilirken köylerde büyük katliamlar yaşanmış, geride derin bir acı bırakmıştır.

İşgalden kurtulan pek çok kent gibi, geride bir enkaz yığını kalmış, ancak Osmanlı Devletinin kuruluş başkenti, İpek Yolu üzerindeki ticaret merkezi olmasının yanı sıra tarım, tarımsal sanayi ve tekstil üretiminin birikimleri ile hızla ayağa kalkmış ve toparlanmıştır. Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk de bu kapsamda Bursa’ya özel bir önem vermiş ve 17 kez Bursa’yı ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerinden birinde de Türkçe Ezan’a karşı ayaklanma girişimleri sonrası 6 Şubat 1933 tarihinde ünlü Bursa Nutku’nu gençlere yol gösterici olarak söylemiştir.

Bursa’nın 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalmasına en anlamlı yanıtı Mustafa Kemal Atatürk büyük bir yatırımla vermiştir. Uzun yıllar Balkanların ve Ortadoğu’nun en büyük fabrikası olan Merinos Fabrikası, o günkü kısıtlı olanaklara karşın tam 2 yıl 2 ay 2 günde tamamlanmış ve Atatürk tarafından 2 Şubat 1938’de açılışı yapılmıştır. 1933’te faaliyete geçirilen Sümerbank’a ait bu dev fabrika, yünlü dokuma alanında ülkenin gereksinim duyduğu ürünleri sağladığı gibi, bir okul, hatta bir üniversite işlevi görmüş, Bursa’nın ekonomik ve sosyal yaşamı yanında her şeyi olmuştur. Binlerce işçiye iş yanında, okul, sosyal alanlar, enerji santrali, spor kulübü ve tesisleri, sağlık ocağı, itfaiye hizmetleri, tüketim ve yapı kooperatifçiliğine öncülük etme yanında sendikal hareketin de beşiği olmuş, TEKSİF Sendikası burada doğmuştur.

Ne acıdır ki 12 Eylül 1980 sonrası dayatılan özelleştirme furyası ile AKP döneminde bu değerli üretim tesisi kapatılmış, ancak Bursalıların büyük direnişi sonucu rant alanı olmaktan kurtulabilmiştir. AKP dönemi, yalnızca Bursa’nın simgesi durumundaki Merinos fabrikasının yok edilmesi ile kalmamıştır. Bu dönemdeki en büyük ihanet 10-11 Eylül 1922 günü Bursa’yı işgalden kurtarırken şehit olanlara karşı yapılmış, Osman Gazi’nin türbesinin yanıbaşındaki Şehitler anıtı FETÖ’cü Vali Şehabettin Harput döneminde kaldırılmıştır.

2013 yılında kaldırılan Şehitler Anıtının ve yanındaki Osman Gazi Türbesinin ibret dolu bir öyküsü vardır. Bursa’nın 8 Temmuz 1920 günü emperyalizmin maşası Yunan askerlerince işgalinden bir süre sonra, Yunan Kralı Venizelos’un oğlu Yüzbaşı Sofokles Venizelos Bursa’ya gelir. Osman Gazi’nin Tophane semtindeki türbesinin kapısını tekmeyle açan Venizelos, sandukayı da tekmeledikten sonra fotoğrafçılara poz verirken şöyle seslenir:

  • “Kalk ey koca sarıklı Osman. Ben geldim. Kalk da Bursa’yı kurtar.”

Bu haber Bursa’yı ve ülkeyi bir kez daha sarsar. 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz sonrası, Bursa da kurtarılır. Ancak bu kurtuluş sırasında pek çok şehit verilir. Ankara yolundaki Hacivat Köprüsü yakınlarında şehit olan kahramanların naaşları, simgesel olarak Osman Gazi Türbesinin önüne defnedilir ve bir süre sonra Türbenin önüne bir Şehitler Anıtı dikilir. Anıtın üzerinde Arap harfleriyle yazılı sözler yıllar boyu “Keşke Yunan galip gelseydi” düşüncesinde olanları rahatsız eder. Sonunda 2013 yılının Ocak ayında bir gece yarısı, zamanın “cumhurbaşkanı” Abdullah Gül’ün onayı, FETÖ’den hüküm giyen zamanın “valisi” Şehabettin Harput’un direktifi ve FETÖ üyesi olduğu için görevinden alınan zamanın “Belediye Başkanı” Recep Altepe marifetiyle Şehitler Anıtı gizlice kaldırılır.

Bursa, işgalden 93 yıl sonra, şehitler anıtının kaldırılmasıyla bir kez daha ihanetle yüz yüze gelmiştir. Şimdi bu anıtın tarihsel eser niteliğindeki taşları ve kitabesi bile kayıptır. Ancak hiçbir ihanet sonsuza dek hoşgörü örtüsü ardına saklanamaz. Kuvayı Milliyeciler Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin anısına yapılan saygısızlığı canlarını vererek yanıtlamışlar, ancak yeni Osmanlıcılar şehitlerine sahip çıkmak şöyle dursun ihanet etmişlerdir. Şimdi Atatürk devrimcilerinin önünde bir görev daha duruyor:

Kayıp Şehitler anıtının taşlarını ve kitabesini bularak o anıtı yeniden ait olduğu yere dikmek ve sonsuza dek işgalcilere yanıt vermek…

ATATÜRK DUMLUPINAR’DA NEDEN AKDENİZ’İ HEDEF GÖSTERDİ ?

ATATÜRK DUMLUPINAR’DA NEDEN AKDENİZ’İ HEDEF GÖSTERDİ ?

Lütfü Kırayoğlu
(Elk. Müh. – İTÜ)

“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tarihi emrinin sonuçlarını görmek istemeyenler, bu emir cümlesi üzerinden yapay tartışmalar yaratarak büyük ve kutsal zaferi küçümseme çabasına girişiyorlar.

Öncelikle bilgisizlikten kaynaklanan bir tarih hatasını düzeltelim. Yazılarında “tarihçi” sıfatını kullananlar da dahil, pek çok yazar bu ünlü emrin tarihini yanlış kullanıyor. Bazıları Büyük Taarruzun başladığı 26 Ağustos 1922 tarihini işaret ederken, bazıları da 30 Ağustos 1922 tarihini işaret ediyor. Bu ünlü emir 1 Eylül 1922 günü Mustafa Kemal Paşa tarafından bozguna uğrayan işgalcileri kovalamak üzere Dumlupınar Karargahı’nda verilmiştir. Kütahya ilinin bu şirin ilçesinin meydanına ünlü heykeltıraş Yavuz Görey tarafından yapılan anıttaki kabartma ile de süvarilerin hücumu ölümsüzleştirilmiştir.

Büyük komutanın bu kesin komutu çevresinde estirilen bir başka fırtına ise “Mustafa Kemal Paşa, ordulara Akdeniz hedefi göstermiş, ordular bu emre uymayarak Akdeniz yerine Ege’ye gitmişler” şeklindeki alaycı değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmeyi yapanlar arasında birtakım solculara da ne yazık ki rastlanmaktadır. Bu kişilerin; ne tarih, ne coğrafya, ne askerlik bilgileri vardır, ne de yaşadıkları toprakla ilgili en küçük arazi bilgileri vardır. Hatta bunların ilkokul seviyesinde tarih, coğrafya bilgileri olduğu bile uşkuludur.

Anadolu topraklarına 15 Mayıs 1919 günü İzmir rıhtımından çıkan Yunan birlikleri, İzmir limanını bir ikmal kapısı olarak kullanmışlar ve Büyük Zafer’den sonra yine aynı limandan Akdeniz’e dökülmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün değerlendirmelerde İzmir limanı bir Akdeniz limanıdır ve Atatürk’ün kendi elinden çıkan Nutuk adlı eserinde de İzmir Akdeniz limanı olarak geçmektedir. Her şeyden önce kaba bir araştırma ile yüzyıllar boyunca Osmanlıların “Ege denizi” kavramını hiç kullanmadıklarını görürüz. Bu iç deniz çoğunlukla Bahr-i Sefid (Beyaz Deniz-Akdeniz) olarak tanımlanmış, çok ayrıntı verilmek istendiğinde de Adalar denizi, Fransızlar tarafından Meydan Larousse’da da belirtildiği gibi Archipelago (takımadalar denizi) olarak tanımlanmış, Lozan Antlaşmasında da Akdeniz olarak kayıtlara geçmiştir. Şimdilerde yaygın olarak Mediterranean Sea olarak haritalarda görülmektedir. Ege denizi kavramı 1930’lu yıllardan sonra Türkçe atlaslara girmeye başlamıştır. Bu konuda Emekli Tümgeneral Cevat Ülkekul’un değerli bir araştırması bulunmaktadır.

Atatürk Nutuk’ta Büyük Zafer’i anlattığı bölümde;

  • … ordularımız İzmir rıhtımında, ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.” dedikten sonra devamında “Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ile ondan sonra düşman ordusunu büsbütün yok eden ya da tutsak eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken savaşlarımızı açıklamak ve nitelemek için söz söylemeyi gerekli görmem” demektedir.

İşgalcileri kovalayan kuvvetlerimizin bir bölümü İzmir’e ulaşırken, bir bölümü de onları Bandırma ve Mudanya’da denize dökmüştür. O dönemlerde yetişenler arasında Ege Denizi kavramı yoktur.

Bazı “solcularımıza” Ataürk’ü ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızı yeniden öğreten büyük ozan Nazım Hikmet de Kuvay-ı Milliye Destanı adlı çarpıcı yapıtında İzmir rıhtımını Akdeniz olarak tanımladığı dizelerinde şöyle demektedir:

“…
Sonra, 9 Eylül’de İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
Yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlıya ağlıya,
Güney’den Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i”

Görüldüğü gibi yaklaşık aynı dönemlerde Osmanlı kültürü ile yetişen Nazım Hikmet de İzmir Limanı’ndan görülen denizi bizim yeni Osmanlıcıların aksine Akdeniz olarak kabul etmektedir.

1922 yılında, Mustafa Kemal Paşa gibi bir askerin bugünkü harita bilgimizle Akdeniz olarak bilinen Anadolu’nun Güney sahillerini ordulara ilk hedef olarak göstermesinin hiçbir değeri ve anlamı da yoktur. Mondros Antlaşması hükümlerine göre bugün bilinen adıyla Akdeniz sahillerini Muğla’dan Antalya Körfezi’ne kadar işgal eden İtalyanlar, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının başarılı diplomatik girişimleri sonucu savaş dışı bırakılmış, Türk Ordusu’nun Güneye yani bugün bildiğimiz adıyla Akdeniz’e gitmesine gerek de kalmamıştır. Üstelik en küçük arazi bilgisine sahip bir asker bile, Anadolu’nun güney sahillerinde denize paralel olarak uzanan ve Afyon yöresinden sonra en az 5 sıra oluşturan dağlar silsilesini aşmanın güçlüğünü bilir. Türk Ordusu, Başkomutanı’nın büyük emrini aldıktan sonra denize dik olarak ulaşan dağların aralarından İzmir yönünde girdiği her yeri yakıp yıkan işgalcileri kovalayarak bu büyük buyruğu (emri) aldıktan yalnızca dokuz gün sonra İzmir’de Akdeniz’e ulaşmıştır.

Bugünün teknolojisiyle, ithal malı rahat ayakkabılarıyla, sırtında herhangi bir yükü olmadan Dumlupınar’dan İzmir Rıhtımı’na dokuz günde ulaşabilecek babayiğit sporcu var mı? Elde silah, sırtta çanta, ayağında doğru dürüst ayakkabısı, postalı olmadan, tuzaklanmış arazide savaşarak, yakılmış arazinin içinden yaralarına aldırmadan, yanıbaşında vurulan silah arkadaşının düşüp ölümünü görmezden gelip, belki de birazdan kendisinin de düşüp şehit olacağını bilerek, komutanının verdiği emre uygun, uçarcasına Akdeniz’e doğru koşan kahraman Mehmetçiklerimizin büyük zaferini küçümseyip alay ederek ünlü olamazsınız.

Tarih sizi değil, bize bu güzel toprakları armağan eden Mustafa Kemal Paşa ile silah ve dava  arkadaşlarını yazacak, sizler unutulacaksınız!

Ulusal bağımsızlığımızı kazandığımız bu büyük zaferi bizlere ve tarihe armağan eden Mustafa Kemal Atatürk, silah – dava arkadaşları ve şehitlerimizi bir kez daha minnet ve saygıyla anıyoruz.

“Kocatepe Yanık ve İhtiyar Bir Bayırdır”

“Kocatepe Yanık ve İhtiyar Bir Bayırdır”

Lütfü KIRAYOĞLU 
(Elk. Müh. – İTÜ)

26 Ağustos 2020 / Büyük Taarruz’un 98. Yılı

Büyük ozan Nazım Hikmet Sultanahmet, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde, 1939-1941 yılları arasında yazdığı Kuvay-ı Milliye Destanında Büyük Taarruzun başladığı Kocatepe’yi “yanık ve ihtiyar bir bayır” olarak betimliyordu. Nazım Hikmet Kuvay-ı Milliye Destanı adlı büyük eserini hiç görmediği savaşı, savaş alanlarını ve bu kutsal savaşın kahramanlarını herkesten daha iyi anlatırken, savaş sonrası cezaevlerinde çile çeken gerçek kahramanlardan ya da yakınlarından dinleyerek yazıyordu.

Son 50 yıl içinde bu muazzam savaş alanlarını farklı zamanlarda ve sık sık gezdim. Kısa ve uzun aralıklarla buralarda kaldım. Ancak Nazım Hikmet’in dile getirdiği sanatçı gözlemine ve duyarlığına yaklaşmak bile olanaklı olmadı. Her şeyden önce, Sakarya Zaferinden sonra Afyon’a kadar çekilen işgalcileri kovalayan Türk birliklerinin Afyon’u almak yerine zaferin kaderine egemen olacak Kocatepe’yi tutmaları inanılmaz bir askeri dehanın ürünü olsa gerek. 1874 rakımlı bu “yanık ve ihtiyar bayır” önündeki Kalecik Sivrisi engeli nedeniyle Afyon kentini göremese bile, büyük ve kutsal savaşın geçtiği bütün Afyon-Sincanlı ovasına hakimdir. Tepenin hemen etekleri ise İngilizlerin “Türkler burayı 6 ayda aşarlarsa iyidir” dedikleri düşman tahkimatları ile kesilmiş, uçurumlarla çevrili muazzam bir tepedir.

Afyon’a ilk kez hemen hemen 50 yıl önce üniversite stajım sırasında gittim. Şimdilerde ilçe olmuş, ancak o yıllarda büyücek yerleşim yerlerinde bile telefon yoktu. Ve biz, şimdi çok komik görünen ilkel telefon santrallerini kurmak için köylere gittiğimizde büyük ilgi ile karşılanıyor, genç yaşlı çevremizde toplanıyordu. Yaşı yetmişe yakın ya da daha yaşlı olanlar savaşı canlı olarak yaşamış insanlardı ve anlatacak yeni insanlar gördükleri için bizlere büyük bir heyecanla savaşı anlatıyor, ancak bizler henüz bu katsal savaşı yeterince kavramadığımız için masal gibi dinliyorduk. Sonraki gidişlerimizde ise anlatımların ne kadar eksik olduğunu daha iyi anladım.

Bir süre sonra, bu kez askerlik görevim nedeniyle tören birliklerinde görevli olarak bölgeye gittim ve savaş alanının tam da göbeğinde, dağda 20 gün çadırlı ordugâhta kaldım. Çadırlarımızı kurduğumuz yer, 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Savaşının geçtiği alanın hemen yanıbaşındaki Zafertepe’de, Başkomutanın savaş idare yeri yakınındaydı. Savaş alanının üç tarafı, adına tepe bile denemeyecek yükseltilerle çevriliydi. Bu yükseltilerin üzerinde savaşa katılan birliklerin (kolordu, tümen, alay gibi) numaraları beyaz taşlarla yazılıydı. Üç tarafı bu tepeciklerle kaplı savaş alanının tek düzlük yeri ise Aslıhanlar, Dumlupınar istikametiydi. Düşman bu istikamete doğru ricata zorlanacak ve ricat sırasında yok edilecekti. Nitekim Trikopis ve karargâhı burada esir (AS: tutsak) alındı.

Tepeciklerde numaraları yazılı birliklerin İstiklal Madalyalı sancakları ve birlik komutanları küçük bir heyetle 30 Ağustos törenlerine katılırken bölgeye en yakın birlik olan bizim birliğimiz (bir piyade alayı, bunu takviye eden topçu taburu ve bir mekanize piyade bölüğü) esas törenleri yapıyordu. Tören hazırlıklarını yaptığımız 20 gün boyunca diğer savaş alanlarını görmenin yanında her gün bazı köylüler gelerek tarlalarında çalışırken buldukları savaş artığı postal, palaska, kütüklük, tüfek namlusu gibi malzemeleri getiriyor, bunları müzeye teslim etmek üzere tutanak düzenlerken yeni savaş öyküleri ve anıları dinliyorduk.

ISSIZ DAĞ BAŞINDAKİ MUAZZAM TÖREN

Bulunduğumuz yer, Afyon, Kütahya, ve Uşak illerinin kesişme noktasında ve bu üç ile de epey uzakta, Kütahya’ya bağlı Altıntaş ilçesinin Çalköy sınırları içinde ancak, çok az nüfus barındıran bir bölgedeydi. Kafamızdaki soru şuydu:

“Neredeyse kuş uçmaz kervan geçmez bu ıssız yerde yapacağımız töreni kim görecekti?”

26 Ağustos sabahının erken saatlerinde Kocatepe’deki törene ve 27 Ağustos günü Afyon’un kurtuluş törenlerine katıldık. Nihayet 29 Ağustos gecesi yeni rütbe alan subayların yıldızlarının takıldığı törensel yemek yapılırken tören alanının yanı başında gece yarısına yakın büyük bir hareketlilik başladı. Çadırlardan büyük bir panayır kurulmuştu. Çadır tiyatrosundan tüfek atıcılara, oyuncakçıdan, konfeksiyoncuya kadar her çeşit seyyar esnaf yerini almıştı.

Ertesi sabah, yani 30 Ağustos günü sabahın erken saatlerinde ortalığı büyük bir uğultu kapladı. Yakın köylerden gelen onbinlerce köylü, kamyonlar, traktör kasaları, kamyonetler, eski püskü otomobiller, at arabaları ve hattâ Kuvay-ı Milliye’nin simgesi öküzlerin çektiği kağnılarla tören alanına gelmişler, erkenden töreni en iyi izleyebilecekleri yerlere oturmuşlar, yanlarında getirdikleri azıklarını yudumluyorlardı. Savaşı gerçekten yaşayanlar, çocukları ve torunları zaferin gerçek sahipleri olarak kendi “düğünlerine” gelmişlerdi. Hayatımda gördüğüm en etkileyici törendi. Alanda yüz binden çok insan toplanmıştı. Bizler asker üniformalarımız içinde kendimizi o unutulmaz savaşın kahramanları gibi hissettik. Çünkü törene gelenler bize bu duyguyu yaşatıyorlardı.

Bu kutsal alana ikibinli yıllardan sonra kezlerce gittim. Pek çok gurup götürerek savaş alanlarını gezdirdim. Ancak nedense o eski ruh kaybolmuş, Başkomutanlık Meydan Muharebesinin geçtiği savaş alanındaki törenler cılızlaşmış, alandaki müzedeki objeler Dumlupınar müzesine götürülmüştü. Törenlerin ağırlığı, yolu düzeltilen Kocatepe’ye kaymıştı. Artık törenleri halk yapıyor, gece yarısı Şuhut’tan yola çıkan kalabalık, Zafer Yürüyüşü ile Kocatepe’ye varıp Büyük Taarruzun başladığı saatlerde törene başlıyordu. Daha sonraki yıllarda bu törenlerin yapılmasının önüne türlü engeller kondu. Destekler kaldırıldı.

ARTIK EKİLİP BİÇİLMEYEN KANLI TOPRAKLAR…

Bölgede en etkileyici yerlerden biri Kocatepe’den inişteki Kalecik köyündeki Yüzbaşı Agâh Efendi şehitliğiydi. 8 ve 11 yaşındaki şehit mezarları çok hazin. Ama en hazin olanı da Çiğiltepe’deki Albay Reşat Çiğiltepe anıtı. Bir başka etkileyici yer ise Düzağaç-Çalköy arasında eski adı Küçükköy olan ve bir de tren istasyonunun bulunduğu Yıldırım Kemal Köyü. Süvari Teğmeni Yıldırım Kemal’in hazin hikayesi Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı kitabında ayrıntılı anlatılır. Şimdi bu kahraman teğmenin adını taşıyan bu şirin köyde istasyon binasının hemen yanındaki şehitliği ziyaret ettikten sonra köy kahvesinde gurupla birlikte demli çay içmeyi adet edindim. Orada artık tanıdıklarım da oluşmuştu. On yıl kadar önceki bir ziyaretim sırasında buğday ekerek geçinen bu köylerin tarlalarında anızların bir hayli eski olduğunu görünce köylülere “bu yıl buğday ekip ekmediklerini” sordum. Hükümetin tarım politikaları nedeniyle tarla sahiplerine destek primi ödediğini, ekim yaptıklarında zarar ettiklerini, çoğunun bankalara borçlu olduğunu, bu nedenle hiç değilse destek primi ile zarardan kurtulduklarını söylediler. Köylülere, dedelerinin savaştığı savaş alanlarını görmek üzere Yunan askerlerinin torunlarının gelip gelmediğini sordum. “Evet gelenler oluyor” yanıtını verdiler. Gelenler, “madem bu toprakları ekip biçmeyecektiniz neden uğruna savaştınız?” diye sorarlarsa ne diyeceksiniz sorumu, başlarını eğerek yanıtsız bıraktılar.

  • Kanla sulanmış bu toprakların sahiplerinin çoğu, artık Yunan sermayesinin eline geçen bankaya borçluydu.

BİZİM İÇİN GÖSTERİ UÇUŞU…

Bölgeye ziyaretlerimizden birinde tam da Zafertepe’deki Başkomutanlık Komuta yerindeki (Komuta yeri esas savaş alanına o kadar yakındı ki, kısa menzilli bir tüfekten çıkan mermi bile Başkomutana isabet edebilirdi) anıtı incelerken birden havada gösteri uçuşu hazırlıkları yapan jet uçakları belirdi. Hemen yanıbaşımızda üsteğmen rütbeli bir havacı asker, yer pilotu görevi ile telsiz aracılığıyla havadaki uçakları yönetiyordu. Uçaklardaki pilotlardan birinin sesi telsizden kulağımıza kadar geldi. Pilot “yanınızdaki guruptakiler kim?” sorusunu yöneltti. Üsteğmen soruyu bize yönelttiğinde “ADD Gurubu” olarak yanıtladık. Havadaki pilotun “bir yere ayrılmasınlar beklesinler” sözünü yine telsizin açık sesinden duyduk. Az sonra bizler için gökyüzünde inanılmaz bir gösteri başladı. Uçaklar gurup halinde dalışlar yapıyor, sağır eden bir gürültüyle neredeyse başımıza değecek kadar alçalıyorlar, jet motorlarından çıkan rüzgarı yüzümüzde hissediyorduk. Dönem “Ergenekon, Balyoz vb.” tertiplerin bütün hızıyla sürdüğü bir dönemdi ve havadaki pilotlar ADD gurubu için özel gösteri yapıyordu. Duygulanmamak elde değildi.

Bölgeye yaptığım her gezide şunları söylüyordum:

Hac ziyaretleri yaparak ülkemizin paralarını harcayanlar, keşke Arabistan çöllerine gitmeden önce şimdi çöle döndürülen bu kutsal toprakları da bilinçli şekilde gezseler…

Bu kutsal topraklar için canlarını veren şehitlerimizi ve bu inanılmaz savaşı yöneterek zafere ulaştıran Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah (AS: ve dava) arkadaşlarını bir kez daha saygı ile anıyoruz.