Etiket arşivi: Lütfü Kırayoğlu

Hiroşima ve Nagazaki Bombaları Aslında Kime Atıldı?

Lütfü KırayoğluKonuk yazar :
Lütfü Kırayoğlu
ADD Gn. Sekr. Yrd. / Elkt. Müh.

İkinci Dünya Paylaşım Savaşını bitirdiği söylenen atom bombasının Hiroşima’ya (6 Ağustos 1945), 3 gün sonra da Nagazaki’ye atılmasının üzerinden tam 75 yıl geçti. Aynı anda bu kadar çok insanın katledildiği ve bu kadar büyük yıkıma neden olan bir silahı insanlık ilk kez görüyordu. Dünya dehşet içindeydi. Zaten teslim olmak üzere olan Japonya daha fazla direnemedi ve İkinci Paylaşım Savaşı sona erdi.

Dünyanın gördüğü en kanlı savaşa son verdiği kanısıyla ve yaşanan korku ile ilk günlerde, esas olarak sivil halkı hedef alan bu büyük katliam tartışılmadı. 6 Ağustos 1945 günü önce Hiroşima ve 3 gün sonra Nagazaki’ye atılan bombaların esas hedefinin bütün insanlık, özellikle de ezilen Dünya ülkeleri ve halkları olduğu, aradan 3-5 yıl geçmeden anlaşıldı. 2. Paylaşım Savaşının saldırgan iki ülkesi, İtalya ve Almanya’nın teslim olmasından sonra savaş uzak doğuya kaymış, ABD-Japon savaşına dönüşmüştü. Japonya teslim olmak üzereydi ki, 6 Ağustos 1945 günü Japonya’nın Hiroşima kenti korkunç bir patlama ile sarsıldı. Dünya daha önce böylesine bir patlamaya tanık olmamıştı. Patlama ile birlikte, önce ışık, ardından ısı, nükleer radyasyon, basınç ve rüzgâr etkileri ile 80 bin kişi hemen öldü. Kısa süre sonra da bu rakam 140 bine çıktı. Patlamadan 50-60 yıl sonra süren etkilerle birlikte ölü sayısı 250 bini geçti.

Bu patlamadan 3 gün sonra, bu kez Nagazaki kentine, benzer bir bomba atıldı. Bu kentte de kısa süre içinde 74 bin kişi yaşamını yitirdi. Sonraki yıllarda radyasyon ve öbür etkilerle ölenleri de eklediğimizde, sayı 143 bine ulaştı.

Teslim olmak üzere olan Japonya’ya atılan 2 bomba, aslında salt Japon halkını teslim almak için atılmadı. Hiroşima’ya ilk bomba atıldığı anda bütün dünya halkları tehdide uğradı. Bombanın korkunç etkileri on yıllar boyunca konuşuldu. Çaresiz insanların başına gelen felaketi iyi niyet ve acıma duygusu ile anlatmak bile bombayı atan ABD’nin korku imparatorluğunu beslemeye hizmet etti. ABD’li askeri uzmanlar, bombayı atmak için etkisinin en çok olacağı, insanların en yoğun olarak dışarıda olacağı işe gidiş saatini seçmişti. Hiroşima kenti bombanın yıkıcı etkisinin en çok olacağı yerdi. Etkinin en yüksek olabilmesi için rüzgârın en uygun estiği an seçilmişti. Bir cerrahın hastasını yaşama döndürmek için göstereceği titizlik, yüz binlerce insanı öldürebilmek için gösterilmişti.

Atom çekirdeğini parçalamak için geceli gündüzlü çalışan bilim insanları da şaşkındı. Uranyum çekirdeğinden bir Frankeştayn yarattıklarını anladıklarında iş işten geçmişti. Bomba yalnızca Japon halkına değil, dünya halklarına atıldığı için propaganda gücü, yıkıcı gücünden çok olmuştu. Dünya on yıllarca bu propaganda ve dehşet dengesi üzerinde durmaya çalıştı. Bu korkunç silahın dehşeti ile yaşayanlar, bombaların atıldığı yerlerin bir de işgal edilmesi gerekeceğini, bunun da öyle kolay olmayacağını düşünmediler bile.

Ancak ezilen uluslar zaman içinde Atom bombasından korkmamayı öğrendiler. En güçlü atom silahları bile haklı mücadeleler karşısında etkisiz kaldı. İlk atom bombasının patlatılmasından 4 yıl sonra Çin Devrimi zafere ulaştı. Soğuk Savaş adı verilen baskı ve yıldırma ortamının yalan rüzgarı ile Kore’yi bölen bir savaşın acısı ülkemizi de vurdu.

Ancak Dünya halkları emperyalizme karşı direnen ulusların Atom tehdidine boyun eğmeyeceğini yaşayarak gördü. ABD’nin burnunun dibindeki Küba halkı zafere ulaştı. Vietnam’da Fransızlar tarafından başlatılan savaşı devralan ABD bu yoksul ülkede yeni silahlarını denedi. Vietnam’a atılan yüz binlerce ton bomba ve bir atom bombasının atılması olasılığı, Vietnam halkının mücadelesi karşısında etkisiz kaldı. Vietnam halkının mücadelesi Kamboçya ve Laos halklarının ulusal mücadelesini de etkileyerek zafere ulaştırdı.

Atom silahını kullanan saldırganlar nükleer kalıntılar nedeniyle bombanın atıldığı araziyi işgal edemedikleri gibi, bir enkaz ile karşı karşıya kalıyorlardı. Daha sonraları, sanayi alanlarını ve kentleri yıkılmadan ele geçirmek amacıyla Nötron bombasını keşfettiklerini açıkladılar. O da ezilen ulusların mücadelesini durduramadı. Emperyalizm, 2. Paylaşım Savaşından sonra sıcak savaş açtığı hiçbir ülkede zafere ulaşamadı. Bundan sonra da ulaşamayacak.

Zafer ezilen ülkelerin olacak!

Unutturulan Devrim: İkinci Meşrutiyet…

Unutturulan Devrim:
İkinci Meşrutiyet…

Lütfü Kırayoğlu

Otuz yıl süren II. Abdülhamit diktatörlüğüne son veren İkinci Meşrutiyet devriminin 112. yılına ulaştık. Cumhuriyetin kapısını aralayan bu büyük devrimi kutlamak şöyle dursun, artık adı bile anılmıyor. Basında sansürün kaldırılmasının yıldönümü olarak her yıl Basın Bayramı kutluyoruz. Ancak basında sansürü kaldıranın II: Meşrutiyet olduğunu ve devrimin ertesi günü sansürü kaldırdığını anımsamak istemiyoruz.

Emperyalizmin egemenlik kurmaya başladığı 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletini baskı altına alan dayatmalar, ülkede buna karşı güçlü bir Jöntürk hareketi geliştirdi. Bu güçlü akım 1876 yılında anayasa ilanına razı olan II. Abdülhamit’in tahta çıkmasını destekledi. Ancak eskilerin “93 Harbi” dedikleri 1877-78 Osmanlı Rus savaşı gerekçe gösterilerek Meclis-i Mebusan dağıtıldı ve Anayasa (Kanun-u Esasi) rafa kaldırıldı. II. Abdülhamit 30 yıl boyunca ülkeyi tam bir baskı altında, hafiye rejimi ile yönetti. Büyük toprak kayıplarının yanında ekonomik krizlerle Düyun-u Umumiye ve Tütün Rejisinin kurulması (AS: Tütün kapitülasyonu verilmesi) ülkedeki hoşnutsuzluğu doruk noktasına ulaştırınca, 3 Temmuz 1908 günü Yüzbaşı Resneli Niyazi bey, 200 askeri ve bunlara katılan 200 silahlı sivil ile birlikte Makedonya dağlarına çıkarak özgürlük bayrağını açtı.. Bu isyanı Eyüp Sabri Beyin taburu ve Enver Beyin taburunun dağa çıkması izledi. İsyancılar özgürlük istemlerini İstanbul’a ilettiler. İstanbul’dan isyanı bastırmaya gelen birliklerin de isyancılara katılması üzerine 23 Temmuz 1908 günü Manastır’da 21 pare top atışıyla Meşrutiyet ilan edildi.

İkinci Meşrutiyet (AS: Mutlak olmaktan çıkarılıp koşullara bağlanan – sınırlanan monarşi) Büyük Fransız Devriminden de esinlenerek EŞİTLİK – ÖZGÜRLÜK – KARDEŞLİK sloganlarına ek olarak ADALET istemlerini de dile getirdi. II. Meşrutiyet dönemi çok partili demokratik yaşama ilk kez giren Osmanlı ülkesinde pek çok olayın da ilk kez yaşanmasına neden oldu. II. Meşrutiyete karşı ayaklanan gericilerin çıkardığı 31 Mart (13 Nisan) 1909 kanlı ayaklanması, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından şiddetle bastırıldı. İttihat Terakki partisine karşı, günümüz sağ partilerinin atası sayılan Ahrar Partisi kuruldu. Yine bu dönemde Osmanlı Devletini parçalayacak olan 1. Dünya Paylaşım Savaşı başladı.

II. Meşrutiyet, Abdülhamit döneminin kısıtlı meclisi yerine, Sultanın meclis üzerindeki egemenliğini sınırlayan, bakanların Sultan yerine meclise karşı sorumlu olduğu ileri bir düzen getirdi. (Ülkemizde 2 yıl önce 9 Temmuz 2018’de, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen dünyada örneği olmayan “rejim” ile bu sistem sona ermiş, 2. Meşrutiyet döneminin de gerisine dönülmüştür!)

Bu ve benzeri yenilikler nedeniyle 2. Meşrutiyet, egemenler tarafından asla benimsenmedi ve her dönemde unutturulmak istendi. Bu dönemin devrimcileri, -belki de bu günleri görerek- II. Meşrutiyet kahramanlarını unutturmayacak bir anıtın Hürriyet-i Ebediye Tepesinde dikilmesini sağladılar.

Hürriyet-i Ebediye anıtı, demokrasi tarihimizin ilk büyük gerici ayaklanması olan 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanması sırasında katledilen şehitlerimiz anısına dikilmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Meclis, 1876 Anayasasının 35. maddesinin kaldırılması çabalarına girişti. Bu madde ile Padişah Meclisi fesih yetkisine sahipti. Derviş Vahdeti önderliğindeki gericiler 13 Nisan 1909 günü ayaklanarak Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan önüne gelerek “şeriat isteriz” diye bağırmaya başladılar. Bu sırada Adliye Nazırı Nazım Paşa ile Lazkiye Mebusu Emir Aslan Bey linç edilerek öldürüldü. Daha sonra alaylı subaylara saldırılar başladı.

Bu olaylar üzerine Selanik’teki 3. Ordu, Hareket Ordusu adı altında İstanbul’a doğru yola çıktı. Hareket Ordusu içinde daha sonra Kurtuluş Savaşının önderleri olacak Mustafa Kemal ve genç subaylarla birlikte çok sayıda sivil de vardı. 24 Nisan günü İstanbul’da büyük çatışmalar yaşandı. Üçü subay olmak üzere 71 asker şehit oldu. Bu şehitlerimizin cenazeleri 26 Nisan günü büyük bir törenle toprağa verildi. Daha sonra bu şehitlerin anısı için bir yarışma yapılarak anıt dikilmesi kararı alındı. 1908 Devriminin 3. yılı olan 23 Temmuz 1911’de büyük bir törenle anıt açıldı. Anıtta şehitlerin adları kazılı idi. Zaman içinde bu şehitliğe başka demokrasi şehitleri de defnedildi. Genç subaylar her gerici olaydan sonra tepkilerini bu şehitlikte dile getirdiler.

Bu şehitlikte yatan öbür demokrasi kurbanları şunlardı: 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu’nun komutanı ve 11 Haziran 1913 günü katledilen Sadrazam Mahmut Şevket Paşa ile koruması Kazım ağa ve yaveri İbrahim. 15 Mart 1921’de Berlin’de Ermeni komitacı tarafından şehit edilen Sadrazam Talat Paşa. 4 Ağustos 1922 günü Asya steplerinde ölen eski Harbiye Nazırı Enver Paşa . 1908 devrimi sırasında dağa çıkan ve Cumhuriyetin ilanından sonra Çanakkale Milletvekilliği yapan Mülazım Atıf Kamçıl. Yine II. Meşrutiyet öncesi dağa çıkıp daha sonra Eskişehir Milletvekili olan Eyüp Sabri Akgöl. İttihat Terakki’nin kuruluşuna önderlik eden ve üç dönem Osmanlı Mebusan Meclisinde bulunduktan sonra 1935-1950 arasında Burdur ve Sivas Milletvekili Mithat Şükrü Bleda…

II. Meşrutiyet, bütün tartışmalara rağmen demokrasi tarihimizde büyük atılımlar yapmış önemli bir devrimdir. Bu nedenle bütün unutturma çabalarına karşı devrimcilerin görevi bu büyük devrime sahip çıkmaktır.

 

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
Bu Hakkı
Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu – Prof. Dr. Ahmet SALTIKLütfü Kırayoğlu

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.
Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden “baldırı çıplaklar“, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra, 2. maddeye baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.
Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, direnme hakkından söz etmemekle 1789 Bildirisinin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkını” yurttaşlara tanımıştır.
Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.
Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.
Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs 1960 sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye; “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.
Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş (AS: 35 maddesi değiştirilerek), sonunda 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.
Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır. Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.
Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır. Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz.“ denmektedir. Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.
Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki; Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.
Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

Darağacında Bayrak Olmak…

Darağacında Bayrak Olmak…

Lütfü KIRAYOĞLU
06 Mayıs 2020

Her 6 Mayıs günü, boğazımıza oturan öfke yumağı, umuda, mücadele azmine ve bilince dönüşüyor. 6 Mayıs 1972 günü cellatların darağacında sallandırdıkları üç yiğit genç, büyük yürüyüşün en önündeki bağımsızlık bayrağına ve mücadele pankartlarına dönüşüyor.

Her 6 Mayıs günü, üç devrimci genci idam sehpasına gönderenlerin başlarını öne eğdikleri utanç günü oluyor. Onları idama gönderenler bile artık “keşke…” ile başlayan sözler kekeliyor.

Her 6 Mayıs günü, emperyalizme karşı ilk mücadeleyi başarmış bir ulusun çocuklarının tıpkı idam fermanı boynundaki Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi korkmadan ölümün üzerine yürüyebileceklerini anımsatıyor. Bu nedenle de Onları ölüme gönderenlerin yüreğine korku salıyor.

Her 6 Mayıs günü, Dolmabahçe rıhtımında, Amerikan 6. Filo askerlerinin denize dökülebileceğini yeniden anımsıyoruz. Beyoğlu’nun ara sokaklarında üzerindeki beyaz denizci üniformaları mürekkebe bulanmış fiyakalı ABD Deniz Piyadelerinin korkuyla kaçışları gözlerimizin önüne geliyor.

Her 6 Mayıs günü, Samsun’dan Ankara’ya, önde Türk bayrağı, devrim şarkılarıyla yürüyen inançlı gençliği ve onun devrimci önderlerinin güven verici duruşlarını anımsıyoruz.

Her 6 Mayıs günü, parasız, özerk ve bilimsel üniversite özleminin önüne engel olarak çıkartılan özel okullara karşı İstanbul-Ankara yürüyüşünü ve Anayasa Mahkemesinin özel yüksek okullarını kapatmak zorunda kalışını anımsıyoruz.

Her 6 Mayıs günü, özerk bilimsel eğitim için “sağ sol yok, boykot var” sloganı ile bütün gençliği birleştiren, gençlerin ise kendilerini ezmek isteyen güvenlik güçlerini Hürriyet Meydanında, Cağaloğlu’nun ara sokaklarında darmadağın edişini anımsıyoruz.

Her 6 Mayıs günü, devrimci gençlerin Filistin’de, Siyonizme ve Emperyalizme karşı mücadele için devrimci duygularla yardıma koşmalarını anımsıyoruz.

Her 6 Mayıs günü, zamanın İçişleri Bakanının Deniz Gezmiş’i yakalayan polisleri iteleyerek O’nunla anı fotoğrafı çektirerek ünlü olmaya çalışmasını anımsıyoruz.

Her 6 Mayıs günü, idam edileceğini bile bile, kendisini yargılayan mahkeme heyeti üzerinden düzenden hesap soran, asla eğilmeyen devrimci gençleri anımsıyoruz.

Her 6 Mayıs günü, şafak sökerken idam sehpasının yanındaki cellatlarının, onların gözlerindeki korkuyu görmek istemelerine aldırmayarak altındaki tabureyi korusuzca kendisi itmeden önce bağımsızlık sloganlarını haykıran yiğit devrimcileri anımsıyoruz.

Evet… 6 Mayıs Türkiye devrimci hareketinin tarihinde acı bir gün.

Öte yandan anlamsız tartışmalarla, küçük hesaplarla bir türlü birleşemeyen devrimcileri, solcu aydınları, Atatürkçüleri, bağımsızlıktan yana olanları, gerçek yurtseverleri birleştiren bir gün.

Her gün bir birleri ile didişenler, her 6 Mayıs günü, Ankara Karşıyaka mezarlığında birleşiyorlar. İstanbul Dolmabahçe rıhtımında birleşiyorlar, İstanbul Üniversitesi bahçesinde, İTÜ’de, ODTÜ’de, Siyasal Bilgiler kantininde öğrenci yurtlarında birleşiyorlar.

  • Deniz Gezmiş ve arkadaşları yarım asır sonra bile bizleri birleştirmeyi başarıyor.

6 Mayıs 1972 günü darağacına çekilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın bedenleri artık Türkiye Bağımsızlık hareketinin simgesi, mücadele bayrağı haline geldi.

Darağacındaki bayrak, 48 yıldan bu yana ayağa kalkan gençliği sindirmeye çalışanlara korku salıyor.

Korku salmaya da devam edecek.

  • Darağacındaki “Üç Fidan” orman oldu… Bayraktı…. Bayrak Deniz’i oldu…

Bin Yılın Devrimi Yüz Yaşında…

Bin Yılın Devrimi Yüz Yaşında…

Lütfü Kırayoğlu

Bir ulusun, hem de büyük bir ulusun bile tarihinde bin yılda gerçekleşemeyecek, müthiş bir devrimin yüzüncü yılını kutluyoruz.

Türk ulusu 100 yıl önce, bütün olanaksızlıklara, bütün güçlüklere inat, özgür iradesiyle geleceğini kendi ellerine almış, egemenliğin kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirerek zafere yürümüştür. İşgalci emperyalistler yüz yıl önce 23 Nisan 1920 günü kurulan Büyük Millet Meclisi ordularının önünde 2,5 yıldan kısa sürede paramparça olarak tarihlerinin en büyük yenilgisini almışlardır.

Birinci Paylaşım Savaşından yenik çıkan Osmanlı devleti sultanının tam teslimiyet politikaları sonucu 13 Kasım 1918 günü işgalciler Türk yurdunun kalbi İstanbul Boğazına demirledikleri filolarıyla Başkenti teslim almışlardı. İşgal edilen bir ülke genellikle sınırlardan girilerek başkente doğru ele geçirilirken, Türk yurdu Sultanların teslimiyeti ile doğrudan başkentinden teslim alınmıştı.

13 Kasım günü (AS:  1918) cepheden dönerek İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa büyük bir inançla “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER” diyecekti.

Mustafa Kemal Paşa ülkesini kurtarmak için Samsun’a hareket edeceği 16 Mayıs 1919 tarihine dek İstanbul’da kurtuluş planlarını yaparken, işgal altındaki İstanbul yerine, kurtuluşun yönetileceği yeni, devrimci başkentin de hazırlıklarını yapıyordu.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktıktan sonra Anadolu’nun bağrında kongreler toplarken, son Osmanlı Mebusan Meclisi için de seçimler yapılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk, Erzurum Mebusu olarak bu Meclise katılma hakkını elde etmişti. Ancak Paşa, 12 Ocak 1920 günü İstanbul’da toplanacak Meclise katılırsa tutuklanacağını da biliyordu. Bu nedenle İstanbul’a gidecek öbür mebus arkadaşlarından 2 istekte bulundu:

İsteklerden biri Misak-ı Milli kararının Mebusan Meclisinden geçirilmesiydi. Ancak daha önemli ve Mustafa Kemal Paşa’nın ne kadar öngörülü olduğunu kanıtlayan istek, arkadaşlarının kendisini Meclis Başkanı olarak seçtirmesiydi. Mustafa Kemal Paşa işgal altındaki İstanbul’da meclis çalışmalarına uzun süre izin verilmeyeceğini biliyordu. Bu nedenle Anadolu’nun bağrındaki Ankara’da Meclis Başkanı sıfatı ile meclisi yeniden toplantıya çağıracak yetkiye sahip olmak istiyordu. Ne yazık ki arkadaşları Paşa’nın bu isteğini yerine getiremediler.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu öngörüsü kısa sürede gerçekleşti. İngilizler 2 ay sonra 16 Mart 1920 günü son Osmanlı Mebusan Meclisine kanlı bir baskın düzenledi. Pek çok mebusu tutuklayarak Malta adasına sürgün ettiler. Mustafa Kemal Paşa bu işgale karşı 19 Mart 1920 tarihinde illere, bağımsız sancaklara ve kolordu komutanlıklarına gönderdiği bir telgrafla Ankara’da olağanüstü yetkilerle toplanacak bir Meclis için yapılacak seçimlerin usulünü belirleyen 11 maddelik bir genelge düzenlemişti.

Paşa’nın 19 Mart tarihli bu telgrafından yalnızca 35 gün sonra, 23 Nisan 1920 günü Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip Büyük Millet Meclisi ulus iradesinin temsilcisi olarak törenle çalışmaya başlamıştır. Bu bir ulusun tarihinde görülebilecek en büyük devrimlerden biridir.

  • Yetkisini Tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğu söylenen Sultan yerine ulustan almış bir meclis, emperyalizme başkaldırının yanında, bin yıllık saltanata da başkaldırıdır.

Bu devrimci meclis 20 Ocak 1921’de yaptığı yeni anayasaya “Egemenlik Bila Kayd-ı Şart Milletindir” ifadesini koyarak Meclisin duvarına bir daha indirilmemek üzere asmıştır. Bu ifade yüz yıldan bu yana içte ve dışta pek çok kesimi rahatsız etmiş, ne var ki bu devrimci Meclis bütün yoksunluklara, idam fermanlarına karşın zafere ulaşmıştır.

Dünya tarihinde ender görülecek bir büyük asker, Mustafa Kemal Paşa, yurdu işgal altında iken “önce ordu” yerine, “önce Meclis, sonra Ordu” diyecek, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kararları ve onun örgütlediği Türk Ordusu ile zafere ulaşacaktır.
Emperyalistler öbür ezilen uluslara da örnek ve önder olan zaferimizi ve büyük yenilgilerini asla unutmadılar, hazmedemediler.

Bu nedenle, bizim bin yıl sürecek devrimimizi bastırmaya yönelik “bin yılın meydan okuması” adını verdikleri askeri tatbikatlar düzenleyip güzel yurdumuzu yeniden işgal etme hayalleri kurdular.

Ülkemiz bu büyük devrimin yüzüncü yıldönümünü görülmemiş bir coşku ile kutlamaya hazırlanırken, bir salgın hastalıkla boğuşmak zorunda kaldı.

Siyasal iktidarın da yakın zamana dek unutturmaya çalıştığı Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 100. yılında sessiz sedasız ve sokağa çıkma yasağı ile coşku bastırıldı.

Ne yaparlarsa yapsınlar, kaynağını Türk ulusundan alan Ulusal Egemenlik fikri, artık yalnızca Meclisin duvarına değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün

  • “Milli egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur”

sözleriyle Türk ulusunun belleğine de silinmemek üzere kazınmıştır.

Bin yılın devrimi, binlerce yıl daha yaşayacaktır.

ÇANAKKALE VE ATATÜRK…

ÇANAKKALE ve ATATÜRK…

Lütfü KIRAYOĞLU
ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi

(AS: Çanakkale Şehitleri Destanı / M Akif Ersoy, yazının sonundadır.)

Çanakkale Savaşları, tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan biri, ayrıca emperyalizmin yüz yıl içinde aldığı en ağır yenilgilerden biridir.

Emperyalizm, kendi zaferlerini destansı biçimde anlatmayı becerirken yenilgilerini halı altına süpürmeyi beceri saymıştır. Bu nedenle koskoca sinema endüstrisi Çanakkale Savaşlarını anlatan pek az yapıt ortaya koyabilmiştir. Türk sinemasının son yıllarda ortaya koyduğu eserler de tartışmalıdır.

Kitap okumayı bilmeyen, kitap okumanın suç sayıldığı ülkemizde de Çanakkale Savaşları “birilerinin” işine geldiği biçimde halka ezberletilmiştir.

Bugün 18 Mart Çanakkale Zaferinin en şanlı sayfalarından yalnızca birinin 105. yıldönümü. Her günü, her sayfası şanlı bir zaferle süslü, kanla yazılmış bu zaferi bir tek güne indirgemek, son yıllarda moda oldu. Bu modayı sürdürenler Mustafa Kemal Atatürk’ü tarih sahnesinden silmeye çalışanlarla aynı siyasal akımın temsilcileri.

18 Mart, azametli emperyalist donanmanın Çanakkale Boğazını kolaylıkla geçerek İstanbul’a varma hayallerinin sulara gömüldüğü tarihtir. İngiliz, Fransız, İtalyan zırhlılarının kayık boyutundaki Nusrat Mayın Gemisinin döktüğü mayınlar ve kıyı topçusunun açtığı ateşle kağıttan kayıklar gibi yırtılarak Boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Emperyalizmin savaş makinelerinin ve teknolojinin o çağda ulaştığı aşamanın vatan savunması karşısında yenildiği gündür.

Ne var ki, Çanakkale savaşları yalnızca 18 Mart’tan ibaret değildir. 18 Mart Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı tarihtir. Oysa Çanakkale savaşları tam 10 ay sürmüş, on binlerce askerin kanı ve canı pahasına kazanılmış bir zaferdir. 18 Mart, simge olarak Çanakkale Şehitleri Anma Günü ilan edilmiştir.

Çanakkale Savaşları aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı zaman dilimidir. Deniz savaşları olarak gelişen 18 Mart tarihine dek Mustafa Kemal’in doğal olarak görünmemesi, O’nu Çanakkale destanından dışlamaz.

Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 günü başlayan kara harekatıyla birlikte askeri dehasını konuşturmaya başlamıştır. Çıkarmanın yapılacağı yeri en doğru olarak saptayan komutan O’dur. 25 Nisan günü başlayan kara savaşları bir ulusun ölüm kalım kavgası verdiği çok kanlı kader savaşlarıdır ki; saldırının başladığı gün, Avustralya ve Yeni Zelanda’da Anzak Kutlaması adıyla ulusal tatil günüdür.

Emperyalist saldırganlığın cepheye sürdüğü 2 ulus, tarihsel yenilgilerini saygı ile anarken, bir zaferin başlangıcını görmeyen, görmek istemeyenler salt Atatürk adını tarihten silmek adına kara savaşlarının şanlı sayfalarını kapatmakta, onun yerine “yeşil sarıklılar”, “savaş alanını kaplayan ilahi dumanlar” masalları (AS: zırvaları!) anlatmaktadır.

Çanakkale Savaşının sahneye çıkardığı büyük kahraman, savaştan tam 19 yıl sonra 1934’te Anzak kutlamaları nedeniyle gönderdiği iletide Çanakkale topraklarında düşen Anzak askerlerine:

“Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

diyerek sahip çıkarken (AS: bu bir evrensel hümaniter manifestodur!), kimi kendini bilmezler Mustafa Kemal’e aynı cesaretle sahip çıkamamışlardır. Dahası yok saymışlar ve sonunda saldırıya geçmişlerdir.

On ay süren savaşın en önemli sonuçlarından biri de Çarlık Rusya’sının yıkılarak Sovyetler Birliğinin ortaya çıkması olmuş, Sovyetler Birliği de Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasındaki desteği ile bu doğal sonuca yanıt vermiştir.

Bu çok kanlı savaşlarda yaşamını yitiren, yaralanan, ölçüsüz cesaret gösteren herkesi minnet ve saygı ile anıyoruz; hiçbir ayrım gözetmeden.

Çanakkale’ye saldıranların çıkardığı dersleri göremeyen hainlerin aymazlıkları nedeniyle çok şeyler yitirdik. Çanakkale’nin silah gücüyle geçilerek elde edilebilecek çıkarlar, günümüzde ne yazık ki hiç silah kullanılmadan elde edilmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un destanını yazdığı Çanakkale şehitlerinin kemikleri sızlamaktadır. Bir türlü koruyamadığımız Çanakkale Şehitliklerinin yönetimini bile İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan oluşacak bir ortaklığa vermenin konuşulduğu günleri gördük.

Biz Çanakkale kahramanlarını özlemle anıyoruz. Tıpkı yazar Osman Şahin’in “Çanakkale Kurşunları” adlı öyküsünde anlattığı gibi:

  • “Soylar yıkıcısı, mezarlar doldurucusu savaş sona erdi. Tüfeklerin, makinelilerin ağır topların namluları soğudu. Demir alan gemiler deniz ufkunda yitip gittiler. Onların dumanıyla kirlenen denizler eski mavisine kavuştu. Yer, toprak, gökyüzü sessizliğe kavuştu. Nice baharlar, yazlar geldi geçti sonra. Kanla, kemikle gübrelenen, yüz binlerce cesedi çürütmek için yorulan toprağın yüzü yoncalanarak yükünden kudurdu. Yamaçlar çiçek çiçek oldu. Gelincik tarlaları kızıl alevler misali dalgalandı. Ağaçların gövdelerindeki kurşun yaraları kapandı. Gölgeler ışıklar oynaştı. Buğdaylar, içlerindeki tazelikleriyle boylandı. Siper üstlerinden bıldırcınlar, keklikler uçuştu. Martı çığlıklarıyla doldu taştı sahiller…”
    =========================

    Değerli dostumuz Sn. Lütfü Kırayoğlu’nun bu vefa yazısına biz de, eşsiz şairlerimizden merhum Mehmet Akif Ersoy‘un benzersiz Çanakkale Şehitleri Destanı‘nı eklemek istiyoruz..

    Dr. Ahmet Saltık
    18 Mart 2020, 105. yıl anısına sonsuz saygı ve minnetle..
    *****

    Mehmet Akif Ersoy

    ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

3 Mart Devrim Yasalarının Hedefi: Cumhuriyeti Koruyacak Kuşaklar Yetiştirmek !!!!

3 Mart Devrim Yasalarının Hedefi: Cumhuriyeti Koruyacak Kuşaklar Yetiştirmek !!!!

Lütfü Kırayoğlu
3 Mart 2020

3 Mart 1924 tarihli Devrim Yasalarının 96. yılını kutluyoruz. 1 Kasım 1922 tarihinde Osmanlı saltanatının kaldırılmasıyla yapılan ilk devrimin üzerinden 16 ay, Cumhuriyetin ilanından yalnızca 4 ay geçtikten sonra yapılan bu büyük devrim atılımı, aynı zamanda günümüzde karşı devrimin de ilk saldırı hedefi oldu.

Yürürlükteki Anayasanın 174. maddesi ile koruma altına alınan 3 Mart tarihli 3 Devrim yasası şunlardır:

• Şer’iye ve Evkaf Vekaletlerinin (din ve vakıf işleri ile ilgili bakanlık) kaldırılarak, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasını sağlayan 429 sayılı Yasa.

• 430 sayılı “Tevhidi Tedrisat (Öğretimde Birlik) Yasası.

Halifelik kurumunun kaldırılmasını sağlayan 431 sayılı Yasa.

Bu yasaların laiklik ilkesi yolunda ilk önemli adımlar olması yanında, gelecek kuşakları etkileme açısından en önemlisi 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Yasasıdır. Bu yasa günümüz diline, öğretimde birlik ya da öğretim birliği olarak çevrilse de “birlik” sözcüğünün farklı anlaşılması nedeniyle yasanın gerçek hedefini ve ruhunu ifadede eksik kalmaktadır. Arapça kökenli “tevhid” sözcüğü “vahid” (tek-teklik) kökünden türemiştir. Tek tanrılı dinlerdeki tanrının tekliğini ifade ettiği için İslamiyet’te Kelime-i Tevhid, temel kavramdır. Mustafa Kemal ve devrimci arkadaşları bu sözcüğü bilinçli şekilde kullanmıştır.

Atatürk, eğitim konusuna Ulusal Kurtuluş Savaşının ateşi içinde bile büyük önem vermiş, her fırsatta öğretmenlerle toplantılar düzenlemiş, bu toplantılarda gelecek kuşakların yapılacak Devrimlere nasıl sahip çıkıp ilerleteceklerinin stratejisi belirlenmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, çizmelerinde zaferin tozu ile geldiği Bursa’da, 27 Ekim 1922’de Şark sinemasında öğretmenlere eğitimin hedefini şöyle özetlemektedir:

  • “Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara temel olarak şunları öğreteceğiz:

1. Ulusuna
2. Türkiye Devletine
3. Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla mücadele nedenleri ve araçlarıyla donanmamış uluslar için, var olma hakkı yoktur.”

Mustafa Kemal Atatürk, bu hedefleri 15-21 Temmuz 1921’de ve 16 Aralık 1921’de toplanan Maarif Kongrelerinde olgunlaştırmış, 1 Mart 1922’de Meclisin açış konuşmasında ayrıntılarını açıklamış, zaferden hemen sonra 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere anlatmış, 17 Şubat 1923 günü İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi katılımcıları ile de paylaşmıştır. Ve nihayet 1 Mart 1924 günü Meclis açılış konuşmasında ayrıntılarını bir kez daha açıkladıktan sonra 3 Mart 1924 günü bu büyük devrimi gerçekleştirmiştir.

Tevhidi Tedrisat Yasasının çıkarılmasından önce ülkede birbiri ile hiç ilgisi olmayan 3 ana eğitim sistemi dışında hiç bilinmeyen, denetlenmeyen ve adına “eğitim” denen sistemler ile çocuklar “geleceğe” hazırlanıyordu. Yüzyıllar öncesinden gelen medrese sistemi yanında tümüyle yabancıların denetiminde olan misyoner okulları ile 1. Meşrutiyet ile birlikte başlayan modern eğitim sistemi rekabet edemiyordu.

O günlerde Osmanlı’dan devralınan eğitimin genel durumu içler acısıdır. Cumhuriyetten hemen önce ülkede ilkokuldan üniversiteye dek öğrenci sayısı nüfusun yalnızca % 3’üdür. Toplam nüfusun yalnızca % 6’sı okur-yazardır. Darülfünun’da 185’i kız 2088 öğrenci, bütün ülkede 230’u kız toplam 1241 lise öğrencisi, 543’ü kız, 5905 ortaokul öğrencisi, 783’ü kız 2526 öğretmen okulu öğrencisi, 62954’ü kız, 273107’si erkek toplam 336061 ilkokul öğrencisi vardır. Okulların çoğu misyoner okullarıdır. Tanzimat sonrası misyoner okullarının sayısı artmış, 1914’te yalnızca Amerikan okullarının sayısı 435’tir. Azınlıklar için açıldığı söylenen misyoner okullarında Türk öğrenci oranı 1920’de tüm okullarda okuyan öğrencilerin % 75’idir.

İşte bu hedefsiz, ulusal birliğe hizmet etmeyen ve Ortaçağ sistemlerini de barındıran eğitim sistemini kırıp atmanın biricik yolu vardır: Ülkesini, ulusunu ve cumhuriyetini seven, çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine geçmeyi hedefleyen, pozitif bilgi ile donanmış genç bir kuşak yaratmak. Bu hedefe ulaşmadan genç cumhuriyeti ayakta tutmanın olanağı yoktur.

İşte bu nedenle, bin yıllar öncesinin karanlık  kafalı tek tip insanını hedefleyenler de, misyoner okullarında gençleri emperyalist kültürile tek tip yetiştirmek isteyenler de Mustafa Kemal Atatürk’ün Tevhidi Tedrisat yasasına “tek tip insan yetiştirmek istiyorlar” söylemleri ile saldırmışlar ve ne yazık ki başarılı da olmuşlardır. Günümüzde öğrenci sayıları yukarıdaki gibi olmasa da “öğrenim” kurumlarındaki denetimsizlik ve çeşitlilik 100 yıl öncesi ile aynıdır.

Bir yanda bu saldırıya direnmeye çalışan Cumhuriyetin eğitim kurumları, bir yanda ancak varsıl ailelerin çocuklarını gönderebildikleri ve içlerinde ulusal birliği zedeleyici kimi okulların da bulunduğu yerli ya da yabancı misyoner eğitim kurumları, öbür yanda da Ortaçağ karanlığına gömülmüş, çocukların tecavüze ve cinsel istismara uğradığı, beyinlerinin iğdiş edildiği denetim dışı karanlık odaklar…

Bu karanlık tabloyu dağıtmanın yolu, Cumhuriyet devriminin en temel yasası olan Tevhidi Tedrisat yasasını doğru kavrayarak yeniden yaşama geçirmek, Cumhuriyete sahip çıkacak ve onu sonsuza dek yaşatacak Atatürk devrimcisi gençler yetiştirmektir.

Türkiye Cumhuriyetinin varlığını sürdürebilmesinin başka yolu yoktur.

1961 Anayasasının, Petrol Yasasının, Atatürkçü Düşünce Derneğinin bedelini canıyla ödeyen savaşçı: Prof. Dr. Muammer Aksoy

1961 Anayasasının, Petrol Yasasının, Atatürkçü Düşünce Derneğinin bedelini canıyla ödeyen savaşçı:
Prof. Dr. Muammer Aksoy

Lütfü KIRAYOĞLU (Elk. Müh)

Ülkemizin NATO kıskacına sokulması, aynı zamanda Aydın kıyımının da sistemli hale gelme sürecidir. Sistemli aydın kıyımı muhalefeti susturmanın ötesinde kitlelere korku salma, sindirme ve demokrasinin rafa kaldırıldığı darbelere giden yolu hazırladı. 12 Eylül anıları belleklerde çok taze olduğu gibi, 1990’lı yıllarda yeniden başlayan aydın kıyımı, ülkeyi Amerikancı FETÖ’cü darbe girişimine sürükledi.
Bugün, 1990’larda yeniden yükselen aydın kıyımının ilk halkası olan Muammer Aksoy cinayetinin 30. yıldönümü. 31 Ocak 1990 günü evinin önünde öldürülen (AS: arkasından kurşunlanan) Prof. Dr. Muammer Aksoy’u bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.
Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Eşref Bitlis. Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve diğer siyasi cinayetler, sonuçta tertipçiler için çok pahalıya mal olabilir. Kitlesel tepkiler çığ gibi büyür. Cinayetleri işletenlerin artık bu aydınlarımıza tahammülü kalmamış, tepkileri göze almışlardır. Onlar için artık gelecekteki “büyük” hedef önemlidir.

KATLEDİLMELERİ İÇİN ÇOK NEDENLERİ VARDI.

Katledilen aydınlarımızın “ortadan kaldırılması” için o kadar çok neden vardır ki, tetikçilerin ve arkasındaki güçlerin kimliği konusunda kafalar karışır. Tıpkı Uğur Mumcu cinayetinde olduğu gibi… Silah kaçakçısından, bölücüsüne, şeriat özlemcisinden, darbecisine, intihalciden, rüşvetçisine pek çok kesim şüphelidir. Bu arada esas failler yeni cinayetleri tezgâhlamaktadır.
Prof. Dr. Muammer Aksoy cinayeti de böyledir.

Muammer Aksoy 1917 yılında Antalya’nın İbradı ilçesinde doğdu. Babası Numan Aksoy uzun yıllar milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı. 1939 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Zürih Üniversitesinde doktora yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir Süre çalıştıktan sonra Ankara Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1957 yılında DP iktidarının üniversiteler üzerindeki baskısını protesto etmek içim görevinden istifa ederek CHP üyesi oldu. 27 Mayıs 1961’den sonra yeniden üniversiteye dönerek Siyasal Bilgiler Fakültesinde göreve başladı ve Profesör unvanını aldı. 1961 yılında (AS: 1960 olacak) kurulan Anayasa Komisyonunda çalıştı ve Komisyon Sözcüsü olarak özgürlükçü bir anayasanın hazırlanmasının öncülerinden oldu. Muammer Aksoy’u katledenler ve katline sevinenler O’nun bu görevini hiç “unutamadı”.

AKSOY’UN ANAYASASI DEĞİŞTİRİLİRKEN KENDİSİ DE HAPSE ATILDI

Aksoy 1960’lı yılların ilk yarısında ülkemizin ulusal çıkarlarına aykırı Petrol Yasası ve petrol rafinerilerinin yabancı şirketler yararına çalışmasına dikkat çeken çalışmalar yaptı. Türk halkının dikkatini bu yöne çekti. Aynı dönemde baskı gören devrimci aydınların, öğretmenlerin davaları ile işçi davalarını gönüllü takip etti. 12 Mart 1971 darbesi sırasında (AS:  Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, 15-16 Haziran 1970 direnişinden sonra, ‘Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı’ demişti.) darbeciler 1961 Anayasasının “lüks” olduğunu ve Türk halkına “bol” geldiğini söyleyerek değiştirirken, Muammer Aksoy’u da pek çok devrimci aydın ile birlikte hapse attılar. 1961 Anayasasındaki pek çok özgürlükçü madde değiştirilirken devrimci gençler işkenceden geçirilip darağacına gönderildi. (AS: 1961 Anayasasının 35 maddesi değiştirildi) 12 Mart sonrası tırmandırılan şiddet ortamında, bir yandan kahvehane baskınları, gençler arasında silahlı çatışmalar tırmandırılırken, Alevi-Sünni çatışması ile Maraş, Sivas, Çorum gibi illerde katliamlar tertip edildi. Buna paralel olarak Doğan Öz, Bedri Karafakioğlu, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi gibi pek çok aydınımız da “faili meçhul” denilen cinayetlerde katledildi. Bu tertip ve cinayetlerle darbe için ortam “olgunlaştırıldı” ve 12 Eylül 1980 günü “bizim oğlanlar” faşist bir darbe ile ülkemiz demokratik gelişimine en büyük darbeyi indirdi. Yüzbinlerce tutuklu, binlerce dava dosyası, yaşı büyütülen gençlerin idamı (AS: Erdal Eren!), işkenceler hep “Atatürkçülük” perdesi ardına saklanarak yürütüldü.

“BEN ATATÜRKÇÜ DEĞİLİM”

12 Eylül döneminde ülkeye bütün kötülükler “Atatürkçülük” maskesi ile yapılırken Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı Nadir Nadi, olanlar karşısında “Ben Atatürkçü Değilim” adlı eserini yayınladı. Ancak Muammer Aksoy daha devrimci bir tutum ile tam da Atatürkçülük zamanı geldiğini tespit ederek 50 Cumhuriyet Aydını ile birlikte 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu. ADD hızla gelişirken derneğin kuruluşunun üzerinden 8 ay geçmişti ki, 31 Ocak 1990 günü Muammer Aksoy Ankara’da evinin önünde katledildi.

ÜLKESİNE VE DEVRİMLERE BAĞLILIĞINI CANIYLA ÖDEDİ

Muammer Aksoy, özgürlükçü 1961 Anayasasına katkılarının, Petrol Yasası konusundaki ciddi uyarılarının, devrimci gençlerin, öğretmenlerin ve işçilerin davalarına gönüllü bakmasının, Atatürkçüleri derleyip toparlayan ADD’yi kurmasının bedelini kanı ve canı ile ödemişti. Aksoy ailesi devrimci bir kökten geliyordu. 1970’li yıllarda kardeşi Prof. Dr. Muzaffer Aksoy da ayakkabı işçilerinde kan kanserine yol açan Benzen (Benzol) zehirlenmesine karşı yaptığı çalışmalarla dikkat çekmiş ve hedef haline gelmişti. (AS: 1984’te ILO İşçi Sağlığı ödülü aldı.)
İsmet İnönü’nün bir yurt gezisinde Aksoy’ların doğup büyüdüğü Antalya’nın İbradı beldesine uğradığında “burada ne yetişir” sorusuna “adam yetişir” yanıtı aldığı yıllardır kulaktan kulağa dolaşır. (AS: Bu ilçede 18 Nisan 2005’te 2 Aydınlanma konferansı vermiştik : Ulusal Egemenliğin Anlamı, İlköğretim Okulu öğrencilerine ve  Lise öğrencilerine)

“DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE YASADAN YARARLANMA HAKKI…”

  • Muammer Aksoy tam bir Atatürk devrimi hukukçusu ve
  • Atatürk devrimlerini özümsemiş bir cumhuriyet aydını idi.

Toplumun çıkarlarını her zaman bireyin çıkarlarının üzerinde gördü. Cumhuriyet Savcılığı yapmadı. Ancak Cumhuriyetin gerçek bir savunucusu oldu. Atatürk 9 Ekim 1925’te Cumhuriyet savcılarına şöyle sesleniyordu:

  • “… Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibariyle de Türk Ulusunun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet savcılarımızın devrimin gerekleri etrafında, en kıskanç ve uzakları gören hassas nöbetçiler olmalarını asıl görevlerinden sayarım.”
  • Bütün düşüncelerin üzerinde olan kamu hukuku ve kamu yararının korunmasının, devlet ve hükümet gücünün mutlaka sağlanması ve korunmasıyla mümkün olabileceğini önemle hatırlatırım. Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, ulusun en küçük bir yararını bile tehlikeye atmak hakkına hiç kimse sahip değildir. Devlet halinde yaşayan uygar uluslarda özgürlük ulusun emrindedir; yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir. Yakın tarihimizde ve eski zamanlarda dinlerin, zorba hükümdarların, rahipler ve çıkar sağlayanların elinde bir baskı aracı olması gibi çağımızda kesinlikle izin verilemez ve hoş görülemez.
  • Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünceden önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.
  • “Uygar uluslarda, yasa ve özgürlük, yüksek çıkarların korunması için düzenlenir ve kabul edilir. Çağdaş devlet kurmaya ve bu kuruluştan yararlanmaya karar veren toplumlarda bu, kesin bir şart ve zorunluluktur. Birey yok, toplum vardır. Zorbalık ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, yasa ve özgürlük bir kişinin veya sınıfın emellerini sağlamaya yarayan bir araç olur. Göçebe veya ilkel topluluklarda, toplumun değil kişinin çıkarları vardır.
  • Türkiye Cumhuriyetinde kimsesiz bir birey yoktur. Cumhuriyet, böyle bir kavramı asla kabul edemez. İnsan hakları yasalarımızın güvencesi altındadır.
  • Zayıf ama haklı olanların en güçlü durumda olmaları, adliyemizin en belirgin özelliği ve ülküsüdür.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün 95 yıl önce söylediği bu sözler, bugünden bakınca bazılarına fazlaca sert görünebilir. Bu sözlerin 1925 yılında meydana gelen Şeyh Sait ayaklanmasından hemen sonra söylendiği düşünülürse, konu daha iyi anlaşılacaktır. Öte yandan on yıllardır “özgürlükçü anayasa” ya da “bireysel özgürlükler” diye yırtınanların desteklediği bir cemaatin eline fırsat geçtiğinde Türk ulusunun bütününün özgürlüklerine son verecek bir darbe kalkışmasında bulunduklarını hep birlikte yakında yaşadık. Yine bireysel çıkar yerine kamusal çıkar için yaşam boyu mücadele eden Muammer Aksoy’un yaşama hakkının elinden nasıl alındığını da 30 yıl önce acı bir şekilde gördük.

Ülkemizin geleceğini bireysel çıkar peşinde koşanlar değil, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu gibi kamusal yarar uğruna canını verenler kuracaktır. (31 Ocak 2020)

Örgüt (Nedir? Ne değildir?)

Örgüt
(Nedir? Ne değildir?)

Lütfü Kırayoğlu
ADD Genel Sekreter Yardımcısı

(AS: Bizim kısa notumuz yazının sonundadır..)

Örgüt kavramı gerek ülkemizde, gerekse ADD örgütlenmesi içinde 12 Eylül sonrasında özellikle dış etkilerle bozulmaya uğramıştır. Bu nedenle örgüt kavramını yerli yerine oturtmak amacı ile böyle bir denemeye girişilmiştir. Kimi tanımlar yeniden yapılmış ve ilk kez denenmiştir. Bu nedenle bu deneme aynı zamanda tartışmaya açıktır. Umarız yararlı olur.

Örgüt: Ülkemizin son 50 yıllık tarihinin en tehlikeli sözcüklerinden biri. Ayrıca konuyu hiç bilmeyenler için bile çağrıştırdığı kavram anlamında dilimizin en güzel sözcüklerinden biri.

En genel olarak sözlüklerde “ortak bir amacı ya da eylemi gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş kurumların ya da kişilerin oluşturduğu birlik” olarak tanımlansa da bu tanım tarihin en büyük ve en güçlü örgütlenmesini dışta tutan bir tanımdır.

Devlet:

Kuşkusuz insanlık tarihinde var olmuş en köklü ve geniş örgüt devlet aygıtıdır. Bu aygıtın, güçlü, köklü ve yaygın olması o devletin sürekliliğinin de gerekli koşuludur. Yukarıdaki tanımı yapanlar son yıllarda dayatılan Sivil Toplum Örgütü kavramına takılmış olmalılar ki, Sivil Toplum Örgütü kavramının ne olduğu konusunu bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız.

İnsanoğlunun ayağa kalkıp ilk insan toplulukları içinde avcılar, toplayıcılar, saklayıcılar, pişiriciler, koruyucular gibi işbölümünün başlaması ile birlikte örgütlenme de başlamıştır. Bu çerçevede örgüt, adı konmadan işlev olarak ortaya çıkmış bir olgudur.

Mülkiyet kavramının gelişmesi, dış güvenlik yanında iç güvenlik gerekliliğini de ortaya çıkardı. Yani savaşçılar ikiye ayrıldı. Bu ikisi askerler ve polis örgütlenmesini getirdi. İstihbarat, adalet, vergi toplamanın zorunlu sonucu olarak, sağlık, eğitim, su, bayındırlık, ulaşım gibi örgütlenmeler ile günümüzün “modern” denilen devletleri ortaya çıktı.

İster günümüz “modern” devletleri olsun, ister eski çağlarda olsun, oluşan devlet aygıtını dengelemek için devlet içinde yaşayan insan topluluklarının örgütlenme gereksinimi doğdu. Bu anlamda köleci toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da sosyalist toplumda da örgütlenme hep olagelmiş, örgütlenme gereksinimi ortaya çıktığında yasaların olması ya da olmamasının önemi kalmamış, insanlar gizli de olsa örgütlenmiştir. Bu uğurda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Devlet adına ortaya çıkan örgütler devlete adını veren egemen sınıfları desteklerken, devlete egemen olamayan ya da muhalefet eden insanlar bir başka örgütlenme yaratmanın yolunu bulmuşlardır.

Örgüt Gereksinimden Doğar

İster devlet örgütü olsun, ister bunun dışındaki örgütlenmeler olsun, tamamı bir ihtiyaçtan doğar. Tıpkı “İhtiyaç buluşların anasıdır” deyişinde olduğu gibi, ihtiyaç örgütlerin de anasıdır. İhtiyaçtan doğmayan hiçbir örgüt yaşayamaz. Dünya tarihini de bizim tarihimizi de örgüt açısından inceleyenler, ihtiyaçtan doğmayan örgütler mezarlığı ile karşılaşır.

Çatışma Alanları

……………………….
…………………….

NGO ya da Sivil Toplum Örgütü

İşte tam da bu kavram kargaşasının yaşandığı dönemde, batı merkezlerinden ileri sürülen yeni bir sözcük kalıbı “imdada” yetişmiştir: Sivil Toplum Örgütü. 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Faşist darbesinin şokunu atlatamayan ülkemizde faşist uygulamalardan doğan asker ve polis tepkisi Sivil Toplum Örgütü kalıbı içindeki “sivil” sözcüğü ile bir yaraya “ilaç” olarak piyasaya sürülmüştür.

Bu sözcük kalıbını ortaya atanlar o yıllarda yaygınlaşmaya başlayan özel TV kanallarında sade vatandaşların şaşkın bakışları arasında “Enciyo” sözcüğünü kasıla kasıla söylemişlerdir.

Oysa “Enciyo” batılı kimi para babalarının da desteklediği ve İngilizcedeki Non Goverment Organisation sözcüklerinin baş harflerinden oluşan NGO kısaltmasından başka bir şey değildir. Ancak burada sorun sadece söz kalıbının yabancı kaynaklı olmasından ibaret değildir.

Non Govermental Organisation sözcüklerinin tam karşılığını, Hükümet Dışı Organizasyon olarak dilimize çevirebiliyoruz. Burada hükümet dışı olmak elbette “hangi hükümet” sorusunu da sordurmaktadır. Bizde ve başka ülkelerde hükümetlerin devlet organizasyonu dışında moda deyimle “çakma” örgütler kurdurduklarını biliyoruz. Son dönemde bu örgütlerin yüzlercesinin bir araya getirilerek yapay platformlar, federasyonlar oluşturduklarını da görüyoruz. Ancak bu tür örgütlenmelerin uzun ömürlü olmadığını da görüyoruz. NGO olarak tanımlanan bu türden dış destekli kuruluşların bizim hükümetlerimizin dışında olsalar bile başka, özellikle de emperyalist devletlerin hükümetleriyle iç içe olduklarını, güçlü mali destekler aldıklarını görüyoruz. Bu örgütlerin dönemsel olarak bizim hükümetlerimizle bağlantıları olsa da günün birinde emperyalizmin güdümünden sıyrılan hükümetlere karşı bu kuruluşların psikolojik savaş aracı olarak kullanıldığını kendi deneylerimizden ve diğer az gelişmiş ülkelerden öğreniyoruz.

AB (Avrupa Birliği) Fonları, Kalkınma Ajansları, dolar milyarderi George Soros’un Macaristan’da kurduğu Açık Toplum Vakfı vb. kaynaklardan adı sanı duyulmadık kimi örgütlere hangi desteklerin yapıldığını sıklıkla yaygın basında olmasa bile sosyal paylaşım ağlarında görüyoruz. Bunların, ülkemizde desteklediği kuruluş olan TESEV’in içine aldığı ünlü siyasiler, bilim insanları, gazeteciler tarafından nasıl parlatıldığı biliniyor.

Soros Adlı Bir Adam

ABD dış politikasını yönlendiren örgütün (Council on Foreign Relations) üyesi olan George Soros, her yıl 400 milyon dolarla fonlanan Açık Toplum Enstitüsü adı altında Orta ve Doğu Avrupa, eski SSCB ülkeleri, Guatemala, Haiti, Moğolistan, Güney Afrika’da ve diğer bölgelerde toplam 60 ülkede 2000 kişilik ekibiyle çalışıyor. “Kadife” devrimleri destekliyor.

TESEV, Soros ‘un Türkiye’de desteklediği en önemli bir vakıf. Vakfın yıllık bütçesi 2 milyon dolar ve bunun sadece 400 bin doları Soros tarafından geri kalan kısım ise BM ve Dünya Bankası fonları tarafından karşılanıyor.

Yakın zamanda da önemli bir siyasi partimizde  siyaset yapan, milletvekili adayı olan  LGBT yöneticisi Öykü Evren Özen’in, “Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırma ve Dayanışma Derneğinin” AB fonlarından yalnızca 2013 yılında 11 milyon TL destek aldığını belgeleriyle göstermesi ve 2015 yılı başvurularında “Trans Savunuculuğu” ve “Trans Ofis Destek Programı” kapsamında toplam 27 milyon TL’lik AB fonlarının da ne denli önemli rakamlar olduğu mali sıkıntılar içinde boğuşarak çabalayan örgüt yöneticilerince unutulmamalı.

TESEV’in dışında AÇEV, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Tarih Vakfı, Türkiye Bilimler Akademisi, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Turist Rehberleri Vakfı, Dev-Maden-Sen, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, Şizofreni Dostları Derneği, Umut Vakfı, Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Diyarbakırlı Kadın Merkezi (KA-MER), Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER), Uçan Süpürge Kadın Derneği, Diyarbakır Sanat Merkezi, Ankara Sinema Derneği, Açık Radyo, Medyakronik ve Beyoğlu Gazetesi Soros’ un dolaylı destek verdiği kuruluşlar.

Mustafa Yıldırım tarafından yazılan ve her baskısında ilginç eklemeler yapılan “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserde bizim hükümetlerimizle bağı olsun olmasın, emperyalist hükümetlerle bağlantılı örnekleri derli toplu olarak bulabiliyoruz.
……………………………..
……………………..

Kaç Türlü Örgüt Vardır?

Önem sırasına göre örgütleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Siyasal Partiler
  2. Sendikalar
  3. Meslek Odaları
  4. Kooperatifler
  5. Dernekler
  6. Spor Kulüpleri (Dernek statüsünde olmalarına karşın ayrı ele alınmalıdır)
  7. Vakıflar
  8. Yardım Sandıkları
  9. Okul Aile Birlikleri

…………………………
………………………………

2-Sendikalar

a-İşçi Sendikacılığı

Sendika kavramı işçi sınıfının örgütünü akla getirmekle birlikte ülkemizde uzun yıllardan beri işveren sendikacılığı kavramını da görüyoruz.

İşçi sendikaları işçi sınıfının ekonomik, siyasal hakları yanında çalışma saatleri, iş koşulları, işçi sağlığı, iş güvenliği, sosyal haklar, yemek, aile yardımı, bayram ikramiyesi, tazminatlar, disiplin kurulları, mesai saatleri, fazla mesai ücretleri, ulaşım koşulları gibi pek çok konuda işveren ile işçi arasında çalışma barışını düzenleyen örgütlerdir. 1946 yılında sınıf esasına göre örgüt kurma yasağı kaldırılınca sendikacılık ayrı bir kanunla düzenlendi. Sendikacılık ülkemizde 1960 yılına kadar ABD ve işveren denetiminde gelişmiştir. Eğer sendika önderleri bu iradenin dışında ortaya çıkarsa denetim altına alınmış ya da sendikacılar doğrudan işveren tarafından seçilmiştir. İşçiler arasından doğan sendika önderleri ABD’ye götürülerek sıkı bir “eğitimden” geçirilmişlerdir.

Sendikaların bu çerçevenin dışına çıkabilmesi 27 Mayıs Devrimi sonrası yapılan 1961 anayasasında köklü değişikliklerin önünün açılması ile gerçekleşmiştir. 1963 yılında çıkarılan sendikalar yasası ülkemizde gerçek sendikacılığın başlamasını tetiklemiş, sendikal rekabet sarı sendikacılığı da zorlaştırmıştır. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bir anda işçiler arasında yükselişe geçmiş, ücret sendikacılığının da ötesine geçerek sınıf sendikacılığı kavramı gelişmiştir. Bu gelişme sonucu işverenlerin siyasal iktidarlardan en büyük talebi sendikalar yasasının değişmesi olmuş, nitekim, 274 sayılı Sendikalar Yasasında değişiklik yapan tasarının TBMM gündemine gelmesi ile 15-16 Haziran 1970 günleri Türk işçi sınıfı tarihinin en büyük eylemleri gerçekleşmiştir.

 “Sosyal Uyanış Ekonomik Gelişmeyi Aştı”

İşçi sendikacılığının bu yükselişi işveren sendikacılığının da örgütlenmesini hızlandırdı. 15-16 Haziran büyük işçi hareketinin üzerinden 9 ay geçmeden 12 Mart 1971 faşist darbesi gündeme geldi ve darbenin gerekçesi, darbe önderlerinden Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç tarafından “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleriyle açıklanmıştır. 12 Mart darbesi sendikalara da sendikacılara da ağır bir yumruk indirdi.

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine doğru ilerlerken büyük işçi grevlerine de sahne oldu. Yıllar süren grevler, çatışmalar oldu. Sendikalar hatalar da yaptılar. Usta yazar Aziz Nesin, bu hataları eleştirdiği “Büyük Grev” adlı eseri nedeniyle ağır eleştirilere uğradı. 1980 yılına gelindiğinde 40 milyon olan ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyonu aşarak tarihi bir rekora ulaşıyordu. Bu sayıya bir daha asla ulaşılamayacaktı. Bu arada bugün 80 milyonluk ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısının 2017 Temmuz ayında 1 milyon 423 bin olduğu açıklansa bile işçilerin 1’den çok sendikaya üye olabilme olanağı (!) getirildiğinden bu sayı da kuşkuludur. Bu sayı içinde 544 bin işçinin siyasal iktidarın rotasından ayrılmayan konfederasyonun üyesi olduğu acı bir gerçektir.

“Gülme Sırası Bize Geldi”

……………………..
……………………………….

4-Kooperatifler

Türkiye gibi kaynakları yetersiz, eğitim olanaklarının sınırlı, bilgiye ulaşmanın zor olduğu ülkelerde kooperatifçilik her alanda güçlerin birleştirilmesine, kaynak israfını önlenmeye yönelik özel bir ortaklık modelidir. Ancak her nedense ülkemizde “komünist işi” olarak görülmüş ve özellikle 1950 sonrası her türlü engel konularak önlenmiştir. Başta tarım olmak üzere üretim kooperatifleri, tüketim kooperatifleri, yapı kooperatifleri, okullarda eski yıllarda kantin kooperatifleri ve son zamanlarda kültür kooperatifleri ortaya çıkmıştır.

Son 20 yılda kooperatifçiliğin gerçek hedefi olan üretim ve tüketim kooperatifleri sessizce hayatımızdan çıkarken bunların yerini taşıma vb. yapay kooperatifler almakta, kooperatifler sessizce hayatımızdan çıkmaktadır. Var olan kooperatiflerin önemli bir kısmı kâğıt üzerinde olup faal değildir. Üretim kooperatifleri ile temin tevzi kooperatiflerinin üçte biri faal iken tüketim kooperatiflerinin beşte bir faaldir.

Atatürk çok genç yaşlarda kooperatifçilikle tanışmış, Sofya Askeri Ataşesi olarak görev yaptığı 27 Ekim 1913 ile 20 Ocak 1915 arasındaki 15 aylık süre içinde Bulgar köylüsünün kalkınmasını incelemiştir. Sofya’da bulunduğu süre içinde Binbaşı Mustafa Kemal, Bulgar köylüsünün kalkınmasındaki mucizede kooperatiflerin rolünü beynine kazıdı.

Atatürk, işte bu nedenle 1920’den ölümüne dek geçen süre içinde Türk kooperatifçilik hareketine öncülük etmiştir. Bu bağlamda, özellikle çiftçilerin kooperatifleşmesi konularında konuşmalar yaptığı, yasaların çıkarılmasında egemen rol oynadığı bilinmektedir. Atatürk bunlarla da yetinmemiş, eylemiyle de kooperatifleşme hareketine katkıda bulunmuştur. Örneğin iki kooperatifin kurucu ortağı olmuştur. Bunlardan biri, tarımsal amaçlı bir kooperatif olan Tarım Kredi Kooperatifi’dir. Diğeri ise, Ankara Memurları Tüketim Kooperatifi’dir.

Atatürk’ün kooperatifleşme konusunda yaptığı kimi konuşmalar şunlardır:

“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz ziraat yapılmaz, el emeği güçtür, birleşiniz. böylece makine alınız” (24 Ağustos, 1925 Kastamonu)

“Mesela; Kooperatifler. Şurada burada halk ya da münevverlerin teşebbüsü ile fiili sahasına geçen kıymetli hasılalar görülmektedir. Hükümetimizin de bu gibi teşebbüsleri takviye etmesi lazımdır. Hükümeti Cumhuriyet bu lüzumu tabii idrak etmektedir” (27 Ocak 1931, İzmir Halk Fırkası Kongresi)

“Kanaatim odur ki, muhakkak suretle birleşmede kuvvet vardır.  Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zekâ ve maharetleri birleştirmek demektir. …Müstahsillerin birleşmesinden şahsi menfaatlerini haleldar olacağını düşünenler tabii şikâyet edeceklerdir.” (1 Şubat 1931, İzmir Ticaret Odası)

“Kooperatif teşkilatı, her yerde sevilmiştir. Kredi ve satış için olduğu gibi istihsal vasıtalarını öğretip kullandırmak için de kooperatiflerde istifayı mümkün görüyoruz” (1 Kasım 1936, TBMM Açış Konuşması)

“Köyde ve yakın köylerde müşterek harman makinelerini kullandırma köylülerin ayrılamayacağı bir adet haline getirilmelidir. Zirai sanayi bilhassa üzerinde meşgul olacağımız mevzu olacaktır. Bu arada sütçülüğe, süt sanayine önem vermekteyiz. Sırasıyla; şehir ve kasabalarımızın temiz ve ucuz süt mamulatı ihtiyacını temin edecek fabrikalar tesisinse ve bununla ahenkli bir surette köylerdeki sütleri kıymetlendirecek ve satışı kolaylaştıracak kooperatifler teşkiline çalışılacaktır” (1 Kasım 1937, TBMM Açış Konuşması)
………………………….
…………………………….

KİTLELERİ BÖLMEK İÇİN KURULAN “KİTLE” ÖRGÜTLERİ

Ülkemizde 12 Eylül darbesi sonrası yaygınlaştırılan dernek türlerinden birisi de hemşeri dernekleridir. Bunun benzeri başka alanlarda da mevcuttur. Etnik kökeni ifade eden, inanç kökenini ifade eden, mezun olduğu okulları ifade eden, çıkarları aynı olduğu halde insanları bölen örgütlenmeler ne yazık ki hepimiz tarafından desteklenmekte bu örgütlere üye olmayanlar kınanmaktadır.

Ülkemizde kırsal kesimdeki kalabalık aileler, toprağın hızla bölüşülerek parçalanması, verimsizleşmesi sonucu köyden kente göçü zorlamış, 1960 sonrası hızlanan sanayileşme hatalı bir politika ile İstanbul, Kocaeli, İzmir, Ankara, Adana gibi büyük kentlerde merkezileşmiş, bu çarpık gelişme ise kırdan kente göçün bu kentlere yönelmesine yol açmıştır.

Geldikleri bu kentlerde akrabalarının, köylülerinin, hemşerilerinin yakınındaki sağlıksız  gecekondulara yerleşen yarı köylü, yarı kentli insanlarımız, o yıllarda hızla yükselen işçi hareketi içinde sendikalarda örgütlenmişlerdir. Bu yolla büyük kentlerde yok olmaktan, yalnızlıklarından kurtulmuşlardır. Yaşanan grevler ve fabrika işgallerine varan olaylarda, fabrika yakınlarındaki gecekondularda oturan işçi aileleri ve onların yakın akrabaları bu direnişlere büyük destek vermişlerdir. İstanbul’un Alibeyköy semtinde bu türden sayısız örnek yaşanmıştır.

12 Mart ve 12 Eylül darbecileri bu durumdan kendilerine göre dersler çıkartmış ve bu fabrikalar sanayi bölgelerine ve Kalkınmada Öncelikli Bölge ilan edilerek desteklenen Bilecik, Bozüyük gibi yerleşimlere taşınmış bu arada Anadolu’dan göç eden bu insanlarımız kendi aralarında geldikleri illere göre örgütlenmeye yönlendirilmişlerdir. Bir süre sonra bu örgütlenmeler ilçelere, köylere kadar ayrılmışlar, her ilde bu türden dernekler boy göstermiş, belediyeler bu derneklere yer tahsis etmiştir. Öylesine ayrışmalar olmuştur ki kimi illerde göç ettikleri il ile ilgili kurulan dernek sayısı göç ettikleri ilin köy sayısını bile aşmıştır. Bu dernekler bir süre sonra siyasal partilerin temel ilgi alanı olmuş, seçimlerde en çok ilgi gören, ziyaret edilen yerler arasına girmiştir. Aynı yöreden göç eden, aynı dertlerle boğuşan, hedefleri aynı olması gereken insanlar ayrıştırılmıştır. Siyasal iktidarlara yakın olan dernekler gelir getirici lokallere sahip olabilmişlerdir.

Öte yandan, daha eğitimli kesimler de mezun oldukları okullara göre örgütlenip kendilerine kimi ayrıcalıklar sağlama gibi seçkinci eğilimlere sahip olmuşlardır. Galatasaraylılar, Mülkiyeliler, İTÜ’lüler, ODTÜ’lüler, Kabataşlılar gibi… İyi niyetlerle başlanan bu örgütlenmeler hızla toplumda bölünmenin bir aracını oluşturmuştur.

Örgütsel parçalanma giderek etnik kökenleri ifade eden derneklerden, dinsel inançları, mezhepleri ifade eden derneklere dek ilerlemiş, burada da kalmayarak cemaatler, tarikatlar da örgütlenmiş kendilerine STK adını vererek yasal kılıf altına girmişlerdir (15 Temmuz darbe girişimi bu açıdan da incelenmelidir).

Bunlar dışında seçkinler,  ayrıcalıklılar yaratmanın aracı olan masonik yapılar bulunmaktadır. Çok az sayıda üyeden oluşan bu örgütlere her isteyen giremez. Yüksek aidatlar, lüks yaşam biçimi, her derneğin üye üst sınırının belirli olması, başkanlığın seçimle alınmasına karşın yetenekten ziyade bir sıra ile gelmesi, dışa kapalı yapı aristokratik ritüeller gibi ayrılıklar ve ulus ötesi ilişkileri nedeniyle bu örgütler konumuzun dışındadır.

………………………………….
……………………………………..

Son Söz

Örgütsüz halk köle halktır.

Örgüt diye bizi köleleştirmek isteyenlerin dayattığı örgütleri kabullenmek köleliğin sürmesini gönüllü olarak kabullenmektir. Bizim gerçek gereksinimlerimiz ve çözümleri için kuracağımız örgütleri hedeflemeli, bizi köle yapmak isteyenlerin gereksinimleri ve çözümleri için kurulmuş örgütleri reddetmeliyiz. Örgütlenmek adına paramparça olarak mikro örgütlenmelere karşı uyanık olmalı, örgüt içi demokrasinin geliştirilmesi için çaba harcamalıyız.

  • Örgütlerde demokrasi adına anarşiyi desteklememeli, devrimci bir disiplin ve örgüt ahlakı ile çalışmalıyız.

===============================

Dostlar,

Saygın dostumuz, eylem ve düşün insanı Lütfü Kırayoğlu, İTÜ’lü bir elektrik mühendisi olmasına karşın ilgi alanı çok geniş. Yaşamı boyunca örgütler – örgütçülük… çabası içinde oldu. Neredeyse 40 yılın birikimini bu yazısı ile kaleme (klavyeye!) almış. Bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Mülkiye eğitimi de alan bir hekim olarak biz, Sn. Kırayoğlu’nun Örgütler konusu hakkındaki deneyimlere de dayanan derin bilgisini saygı ile karşılıyor ve öğreniyoruz.

17 sayfalık kapsamlı çalışmanın önemli bölümlerini aktardık. Yazının tümü için lütfen tıklayınız

​Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​
Ankara Üniv. Tıp Fak. Öğretim Üyesi
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

FETÖ’nün İlhan Selçuk Cinayeti

FETÖ’nün İlhan Selçuk Cinayeti 

Konuk yazar : Lütfü Kırayoğlu

Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) 15 Temmuz 2016 tarihinde giriştiği ABD patentli darbe girişimi sonrasında değişik illerde açılan davalarla yargılanıyor. Davaların ne denli sağlıklı yürütüldüğü Türk hukuk tarihini yazanlarca değerlendirilecek. Açılan yüzlerce dava arasında İlhan Selçuk cinayetini ortaya çıkarmaya yönelik bir soruşturma yok. Tamtyersine son günlerde İlhan Selçuk’un ölümüne neden olan “Ergenekon” tertibini yeniden canlandırmaya yönelik girişimler var.

1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamında yeniden fışkıran Türk aydınlanmasının en etkili gazeteci ve yazarları İlhan Selçuk, 21 Haziran 2010’da aramızdan ayrıldı. Her ne denli ölüm nedeni kayıtlara “çoklu organ yetmezliği” olarak geçse de FETÖ adı verilen ihanet örgütünün bir cinayeti olarak akıllarda kaldı.

İlhan Selçuk, 1960’lar sonrasında görülen her gerici ve baskıcı hareketin doğrudan hedefleri arasında oldu. Hem de ilk sıralarda. Bu nedenle İlhan Selçuk’un katledilmesi FETÖ adlı ihanet şebekesi açısından bakıldığında “isabetli” bir cinayetti. Nitekim İlhan Selçuk’un ölümü Türkiye Cumhuriyeti açısından da, yaşamını adadığı Cumhuriyet gazetesi açısından da büyük bir savrulma döneminin başlangıcı oldu.

İlhan Selçuk, dalgalar halinde gelen “Ergenekon” tutuklamalarının en büyük dalgasının gerçekleştiği 21 Mart 2008’de sabaha karşı evi basılarak gözaltına alındı. Gözaltına alınan öbür aydınlarımızın pek çoğu tutuklanırken, İlhan Selçuk’u yaşı ve sağlık durumunu da dikkate alarak tutuklamaya cesaret edemediler. Ancak 2 gün sonra serbest bırakılan İlhan Selçuk bir daha eski sağlığına kavuşamadı. Uzun süre hastanede tedavi gördü. Bir süre yazılarına devam etse de bir yıl sonra tekrar hastalanarak kısmi felç geçirdi. Bir daha da düzelemedi ve 21 Haziran 2010’da aramızdan sonsuza dek ayrıldı. Koparılıp alındı gerçekte…

İlhan Selçuk göz-altılara, tutuklamalara, yargılamalara alışıktı. Ancak İlhan Selçuk, kahrından öldü. O’nu kahrından öldüren daha sonra “kumpas” olduğu iktidar tarafından da itiraf edilen “Ergenekon” davasında örgüt yöneticisi olduğu iddiasıydı. Davanın en çarpıcı iddiası ise, örgüt “yöneticilerinin” Cumhuriyet gazetesine bomba “attırmış” olmasıydı. Bir başka ifade ile Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı, gazeteye yaşamını adamış insan, kendi gazetesine karşı bombalı saldırı yaptırmakla suçlanıyordu. 12 Mart döneminde Ziverbey köşkündeki kontrgerilla karargâhındaki işkencelere göğüs geren İlhan Selçuk, bu iğrenç suçlamaya dayanamadı.

İlhan Selçuk, 50 yıl boyunca Türk aydınlarının ellerinde bayrak gibi gezdirdiği gazetenin bilge köşe yazarıydı. Öyle ki, 12 Mart döneminde ve 1990’lı yıllarda Cumhuriyet gazetesi yolundan saptırılıp ele geçirildiğinde okurları tarafından terk edilmiş, bu sayede yeniden İlhan Selçuk ve dava arkadaşlarının gazetesi olabilmesi için ilginç bir destek görmüştü.

İlhan Selçuk’un aramızdan çekilip alınması ile Cumhuriyet gazetesi bir kez daha yayın ilkeleri konusunda tartışma konusu haline geldi. İlhan Selçuk yazıları ile yalnızca Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyetinin de hangi rotada ilerlemesi gerektiği konusunda da yol göstericiydi.

İlhan Selçuk “Ergenekon” soruşturması kapsamında göz-altına alınıp serbest kaldıktan bir süre sonra, 21 Şubat 2009’da kendini sorgulayan ve şimdi kaçak olarak yurt dışında bulunan Zekeriya Öz hakkında “Öz’ün Laf-ı Güzafı” başlıklı bir yazı yazmış ve Öz’ü daha o gün yargılamıştı. Selçuk şu satamayı yapıyordu:

“Ne yazık ki Zekeriya Öz bu mantıkla ya da mantıksızlıkla hiçbir yere varamaz; savcımızın geleceği pek parlak görünmüyor…
Ergenekon’da birinci iddianame bir hukuk faciası…
“İddianamede Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hukuku değil, AKP iktidarının guguku geçerli…
“Ya ikinci iddianame ne zaman çıkacak?..
“Diyorlar ki:
– Zamanlama, ayarlama, koordinasyon tamam…
– Nasıl?..
– 2’nci iddianame, AKP’nin işine yarasın diye, yerel seçim öncesi piyasaya sürülecek…
1) Ergenekon tertibi daha ilk aşamasında çıkmaza saplanmış, daha şimdiden çökmüş,
adaletsizlik ve hukuksuzluk anıtına dönüşmüştür…
2) 2450 sayfalık iddianame ve 400 klasörlük dava, hukuk ve yasalarla bağdaştırılması olanaksız bir romanın hiç bitmeyecek tefrikası içeriğindedir…
3) Yeni iddianameler de ilk iddianameye dayanacakları için daha şimdiden içi boşalmış bir davanın yeni ürünleri olmaya mahkûmdurlar…
4) Tutukevlerinde iddianameleri ve davaları bekleyen, kimlikleri toplumca çok iyi bilinen ve tanınan zanlılar daha ne kadar süre demir parmaklıklar arkasında tutulabilirler?..
Zekeriya Öz Cumhuriyet’e ne anlama geldiği belli olmayan iki tümcelik ‘tekzip’ yolluyor…;
Oysa oturup kendisini gün geçtikçe daha çok sarıp sarmalayan koşulları düşünmeli…
Savcı Öz’ün hukuku ve yasaları hiçe sayıp çiğneyen uygulamalarına karşı, sayıları gittikçe artan Ergenekon sanıkları da elbette haklarını yasal yollardan arayacaklardır…
Her bugünün bir yarını var…”

Zekeriya Öz ve destekçileri elbet bir gün hesap verecek. İşte o gün Türk aydınlanmasının bilge yazarı İlhan Selçuk’un sözünü ettiği “yarın” gelmiş olacak.

İlhan Selçuk’un anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
====================================

Değerli dostumuz Sn. Lütfü Kırayoğlu’na, bu vefa dolu, bizim de paylaştığımız içerikli yazısı için teşekkür ediyor; AYDINLANMA BİLGESİ İlhan ve Turhan Selçuk kardeşleri şükranla anıyoruz.

İlhan ve Turhan Selçuk ile ilgili görsel sonucu

Cumhuriyet gazetesinin Mustafa Kemal Paşa‘da bu yana gelen çizgisini korumasını diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 21 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com