Etiket arşivi: laiklik

Halil Çivi ŞİİRİ : BENİ ZORLAMA GÖNÜL

ŞİİR KÖŞESİ

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
15 Aralık 2021, ÇİĞLİ – İZMİR

 

BENİ ZORLAMA GÖNÜL
(Halk Bilgeliği)

Anka Kuşu değilim, Kaf Dağı’na uçamam.
Hızır İlyas değilim, Bengi Su’dan içemem.
Doğa üstü değilim, yıldırımdan kaçamam.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Kışın bahar isteme, temmuzda kar isteme,
Yoklukta var isteme, kusursuz yar isteme,
Masrafsız kâr isteme, hep tam karar isteme.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Eğilmez baş isteme, bitmez alkış isteme,
Hep etli aş isteme, romantik düş isteme,
Ayazsız kış isteme, kusursuz iş isteme.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Hak yurdundan kaçamam, kul hakkından geçemem,
Doldurmadan içemem, yanlış rota seçemen,
Ekmediysem biçemem, kin ve nefret saçamam.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Bir sel gibi akamam, bentlerimi yıkamam,
Edeb dışı bakamam, vicdanımı yakamam,
Hak yolundan çıkamam, cebir şiddet ekemem.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Çalışmaktan usanmam, kimliğimden utanmam,
Aklın yolundan dönmem, cahil sözüne kanmam,
Dünyayı benim sanmam, hurafeye inanmam.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Halkım benim canımdır, özgürlük kervanımdır,
Türkiye vatanımdır, Al Bayrağım kanımdır,
Atatürk önderimdir, laiklik rehberimdir.
Beni zorlama gönül, sakın horlama gönül.
Xxx
Halil Çivi der kanmam, beylik atına binmem,
Zalimden korkup sinmem, dosdoğru yoldan dönmem,
Yobazlara aldanmam, hurafeye inanmam.
Beni zorlama gönül sakın horlama gönül.
Xxx

Kısa açıklama :
Bu şiirde 7+7= 14 hece vezni kullanılmıştır.
Halk şiirinde fazla yaygın değildir.

Bengi Su (Abı Hayat). İçenlerin ölümsüz olacaklarına inanılan su. Hızır ve İlyas peygamberlerin bu sudan içerek ölümsüzleştiklerine inanılır.

Anka Kuşu: Zümrüd-ü Anka, masal kuşu. Kanatları yansa bile bile küllerinden yeniden var olan ve mutlaka hedefine ulaşabilen kuş.

Kaf Dağı: Ulaşılması, aşılması olanaksız olan masal dağı.

Beylik Atı: Geçici iktidar. Ağanın ya da Beyin çobanına kısa bir süre binmek için verdiği at. Aynı şekilde devletin geçici bir süre iktidar sahiplerine sunduğu geçici iktidar nimetleri. “El atına binen tez iner” atasözümüz var . İktidar nimetlerini devamlı sananlar için söylenir.

(+1) değil, gündemi emekçi halk belirleyecek

  • (+1) sermaye adına her şeyi belirleyecek öyle mi? Yağma yok! Sömürü uğruna üst yapıda oynanan oyunlara ve söz verilip yapılmayanlara kanılmayacak.
Türk Sanat Müziğiyle aram sıcak değildir ama gündem seçime odaklanınca ve seçimin parlamento seçimini tali olmaya iten başkanlık seçimi olma özelliği ağır basınca; “yapacağız, edeceğiz, vereceğiz” gibi seçim vaatleri açık artırmaya girince; adaletsiz seçim hukuku, yönetimi ve denetimi aklıma takılınca; dahası başkan seçimindeki (50+1) oranı tartışmaya açılınca ve daha adaletsiz seçim hukuku üzerine çalışmalar ortada dolaşınca Şekip Ayhan Özışık’ın sözlerini yazıp bestelediği, Zeki Müren’in de hakkını vererek söylediği o nihâvend/düyek şarkının ilk bölümü takılıyor dilime:
  • Yine hazan mevsimi geldi
    Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek
    Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde
    Hicranını yalnız başına çekecek
    Hüsranını yalnız başına çekecek
“Düzenin siyaseti, bu siyaset içinde demokrasinin olmazsa olmazı seçimler o kadar da bozuk plak değil ki, iyi örnekler de var” diyenleri duyar gibiyim. Sorun da bu iyi örnek yinelemelerinde zaten.

Kapitalizmin ve siyasetinin kimilerine göre iyi örnekleriyle iç çelişkilerin törpülenmesi ve kimi bunalım durumlarında sert bir şekilde bozulan dengelerin kısmen giderilmesi dışında, küçük nefes pipetleri verilen geçici iyileştirmeler dışında sömürünün ortadan kalktığı görülmüş mü?

Asıl olarak sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksullaştırılanların, gericiliğin karanlığında yaşamaya bırakılanların, onların yanındaki ilericilerin ve aydınlanmacıların mücadeleleriyle kazanılan hak ve özgürlükler kapitalizmin / emperyalizmin ihtiyaçlarına göre kerte kerte ya da hızla geri alınmıyor mu? Hukuk, adalet hemen her alanda sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasında çifte standart uygulanmıyor mu?

Emekçi halk kendisini sömüren düzenin hicranını çekmez ama hüsranını sürekli çektiği tartışmasız. Bu hüsran üzerine oynuyor düzen içi siyaset, “bu sefer tamam, artık kurtulacağız” diye diye… Düzen içi muhalefet, “bizimle hüsran yaşamayacaksınız, gelin ayrılığımıza son verelim” diyor iktidara oturmak için. Siyasal iktidar da sanki iktidarda değilmiş gibi kılıktan kılığa giriyor.

(+1) ve oradan gelecek başkanlı rejim sihirli formül değil ki… Sermayenin emekçi halk üzerindeki denetimi ve sömürü düzeninin istikrarı için uygun görülen seçeneklerden biri. Öte yandan, parlamenter rejimde neler yaşandı ki emekçiler yönünden yoktular.

Gündemi ve programı emekçilerin belirlediği, aşağıdan yukarıya emekçi halkın oluşturduğu meclislerce yönetilen ve denetlenen bir yapıya var mısınız?

Ne oldu? Kapitalizmin bozuk plakları yerine devrimci müzik gelecek diye mi ürktünüz?

Sermayenin egemenliğinde siyasal iktidarların nöbet değişikliğinde dahi yapılamayacak şeyler var. Asıl olarak da sınıflı toplum ve sermaye sınıfının egemenliği değişmeyecek, sömürü yok olmayacak. Bu açık.

Anayasa, yasalar, hukuksal değişiklikler, yargı reformu dikkate alınacaksa eğer haydi birkaç madde önerelim. Bakalım adaletsiz seçime sarılan düzen içi partiler, birini dahi gündemlerine alacak mı?

Birincisi, Anayasada çokça geçen ama din özgürlüğüne sıkıştırılan laiklik kavramını, açık olarak şöyle yazalım mı?

  • “Siyasal, hukuksal, ailesel ve toplumsal yaşam, eğitim işleri, devlet işleri, tümüyle ya da bir bölümüyle, dine ve din kurallarına dayandırılamaz. Dinsel inanç bireysel bir tercihtir; her yurttaş herhangi bir dine inanmakta ya da inanmamakta, bunları açıklayıp açıklamamakta özgürdür. Din kimlik konusu yapılamaz.”

İkincisi, eğitim için şöyle yazalım mı?

  • “Eğitim her aşamasında parasız sunulan kamusal bir hizmettir, tüm toplumsal kesimlere eşit olarak sunulur.”

Üçüncüsü, sağlık için şöyle yazalım mı?

  • “Sağlıklı olmak temel bir insan hakkıdır. Sağlık hizmetinin tüm insanlara eşit ve parasız olarak sunulması esastır.”

Daha çok madde var. Örneğin özelleştirmeyi ve işsizliği yasaklayalım mı?

Sendikalaşma önündeki engellemeleri kaldırmayı, memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu iş sözleşmesi yapma hakkı ve grev hakkı vermeyi de unutmayalım. Hak gasplarını sağlayan yasaları kaldırmayı unutmayalım.

Bu arada CBK’leri sınırlandırmayı, yasalarla düzenlenen örneğin cumhurbaşkanına hakaret maddesini, OHAL yasaklarını, hak ihlallerini ve komisyonunu, OHAL’den devreden yasaları kaldırmayı da unutmayalım.

Zor mu, olanaksız mı?

O zaman yasakların ortadan kaldırılacağı iki öneriyi milyonlarca emekçi adına kabul edersiniz her halde, seçime gidiyorsunuz ya…

  • Grev hakkı tüm emekçileri kapsayacak biçimde yasalarla güvence altına alınır. Hakkın özüne dokunacak engelleme ve yasaklar getirilemez.”
  • “Toplantı ve gösteri yapma, örgütlenme ve propaganda bütün bireylere ve toplumsal örgütlenmelere açıktır, yasaklanamaz.”

Bu kadar da olmaz demeyin. Emekçi halkın nefesi mücadeledir, eylemdir, olmadı direnme hakkını kullanmaktır.

(+1) sermaye adına her şeyi belirleyecek öyle mi? Yağma yok! Sömürü uğruna üst yapıda oynanan oyunlara ve söz verilip yapılmayanlara kanılmayacak.

  • Gündemi örgütlü emekçi halk belirleyecek, sınıfsız sömürüsüz toplumu emekçi halk kuracak.

Büyük Cumhuriyetçi Hoca: Mümtaz Soysal

Hamdi Yaver AKTAN
Cumhuriyet, 12 Kasım 2021

“Türkiye Cumhuriyeti, büyük olaylardan ve sarsıntılardan geçmeden kurulmuş sıradan bir cumhuriyet değil. Temelinde bir ölüm kalım savaşı ve özünde çok şeyi değiştirmeye yönelik bir devrimcilik yatıyor. Ayakta kalabilmesi için ülke bağımsızlığı, ulus bütünlüğü ve laiklik gibi temel kavramların saklı tutulması, korunması, gerekiyor. Böyle bir cumhuriyette bu kavramlar, demokratik sürecin de çerçevesi sayılmak zorundadır. Cumhuriyetin kuruluşundaki savaşı kazanan bir ordunun, bu kavramları sahiplenmesi ve korumaya çalışması da ancak böyle açıklanabilir”(1) diyordu Büyük Cumhuriyetçi!..

“… Anadili ulusal ve resmi dilden farklı olan vatandaşların kendi kişiliklerini geliştirmeleri ve bu kişiliği içinde bulundukları topluma da kabul ettirebilmeleri, söz konusu özgürlüklerle birlikte, onlar için hak, devlet için de görev olan bir sorunun iyi çözülmesine bağlıdır: Büyük ulusal çerçevede temel iletişim aracı olan yani bütün vatandaşların birbirleriyle ve sistemle ilişki içinde olmalarını sağlayacak tek ortak araç olacak bir dilin kadın-erkek herkese en iyi biçimde öğretilmesi. Çünkü böyle bir araç edinmeden toplumda yurttaşların eşitliğini sağlamak, elde edilebilecek en iyi eğitimi almak, kişiliğini geliştirip yükselmek mümkün değil. Elbet bunların olabilmesi için başka şeyler de gerekli ama, başlangıç koşulu ‘olmazsa olmaz’ koşul bu. Cumhuriyetin büyük başarısızlığı da burada” (2)

BAŞKANLIK SİSTEMİ UYARISI

Demokrasiyi yıkmaktan, devleti düzeltmekten ne anlaşılması gerektiğini ise özlü bir biçimde yazıyordu Mümtaz Soysal:

“Parlamenter sistem şimdiye kadar doğru dürüst ve kendi kurallarıyla tam olarak uygulanmamıştır ki, şimdi değiştirilmesinden ve başka bir sisteme geçişten haklı olarak söz edilebilsin.

Hele başkanlık sisteminden söz edildiğinde hemen akla gelmesi gereken nokta, bu toplumda yüzyıllarca sürmüş olan padişahlık geleneği ve bunun neredeyse genlere işlemiş olan etkileridir. Üstelik, çok daha sınırlı yetkilerle devlet başkanlığı yapmış olan cumhurbaşkanları zamanında yaşanan otoriterce uygulamaların, Atatürk ve bir ölçüde İsmet İnönü dönemleri dışında, pek parlak olmadığı anımsanırsa, güçlü yetkilerle donatılmış… devlet başkanlığının bu toplumdaki sonuçlarını tahmin etmek hiç de zor değildir. Üstelik, başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleri yasama – yürütme diyaloğuna ve parlamentonun eleştiri yetkilerine yeni sınırlamalar da getirecektir. Bu sınırlamalar yüzünden, demokrasi deneyimi pek de uzun olmayan bir ülkenin kurumsallaşmış bir otoriter rejime kayması hiç de küçümsenecek bir olasılık sayılmaz.” (3)

EŞSİZ ÖNGÖRÜ

Hoca, adeta kâhin (AS: önbilici) gibi yazmış görünüyor Cumhuriyetin 75. yılına yakın yazdığı Çürüyüşten Dirilişe’de!

Yine görülüyor ki son yıllarda huzursuzdu ama huzursuzluğu “güzel huzursuzluk” değildi!

Daha öncesi mi? Yön Bildirisi’ni yazarken Türkiye’nin yönünü yazıyordu. Ya da anayasayı anlatıyordu, gözaltına alınırken. Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Mümtaz Soysal, halk sahip çıkmadığı sürece anayasanın kalıcı olamayacağını!..

Ben Amerika’yı memnun etmek için dünyaya gelmedim” diyordu dışişleri bakanı olduğunda, üstelik ABD’de!

Unvanları / kimlikleri çoktu: Akademisyendi, yazardı, siyasetçiydi, düşünürdü. Her şeyden önce Cumhuriyetçiydi. Cumhuriyetin devrimciliğine inananlardandı. Türkiye’de “Cumhuriyetçiyim!” demek o kadar ucuz ve kolay olmamalıdır… Hele hele, “İkinci cumhuriyet, etiketi altında, zaten rayından çıkmış olan bir cumhuriyeti bu kez ters yöne giden bir yola sokmak hiç olmazdı”.(4)

Devrimci Cumhuriyetin en büyük başarılarından biri, düşünce ve sanat alanlarında evrensel insanlık değerlerine yönelik bir kültürel gelişmenin yolunu açmış olmasıdır. Laik ve hümanist bir eğitimin şimdiye kadar bu amacı gerçekleştirmeye yetmemiş olması, aynı yöndeki çabalardan vazgeçmek için gerekli bir gerekçe değildi” (5) Mümtaz Soysal için!

“Cumhuriyet ideolojisiyle yetişenler hâlâ vardır, tükenmemişlerdir” anlamında yazı yazmıştı. Yıllar sonra teşekkür ettiğimde “herhalde” sözcüğü ile yanıtlarken büyük bir “tevazu” ile teşekküre gerek olmadığını söylemek istemişti.

FETÖ takımının saldırıları devam ederken karşılaşmıştık, “Seni hayranlıkla izliyorum” demişti.

BÜYÜK ONUR

Büyük Cumhuriyetçi Mümtaz Hoca’nın sözleri, benim için onurdu. Yanında küçük bir sandalyede oturmaya hak kazandığımı düşünmüştüm; “Hocam, bu sözlerinizi duyduktan sonra saldırılar devam edebilir, umurumda değil” derken gizliden gizliye övünüyordum.

Mümtaz Soysal Hoca’dan geçmiştim çünkü!

Hafızamın güçlü olduğunu söylerler!.. Ama Siyasal Bilgiler Dekanı’nı mahkûm etmek isteyen yargıçları hiç anımsayamıyorum; üstelik meslektaş (?) olmama karşın.

Cumhuriyet ve sağlık

author

Bu gün önemli bir gün, Cumhuriyet’in ilanının 98. yılı. Cumhuriyeti ve sağlığı ele almamız yerindedir. Yıllardır iktidarın dile getirdiği 2023 hedefleri vurgusu var. Yapılan Anayasa değişiklikleriyle, pek çok düzenlemeyle rejimin dönüşümü tartışılıyor. Bir yandan yeni Anayasa gündeme getirilirken diğer yandan değişmez hükümlerinin tartışmaya açıldığına tanık oluyoruz. Laiklik gibi insanlığın yüzlerce yıllık mücadelesi ile elde edilen kazanımlara şekil olarak bile tahammül edilmiyor. En temel hakların, özgürlüklerin alındığı, eşitlikten söz etmenin olanaksız olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede dünyayı felakete sürükleyen benzer politikaların uygulamada olduğu görülüyor. Pandemi tüm olumsuzlukları daha da belirginleştiriyor.

Yüzüncü yılına doğru giderken Cumhuriyet neyi başardı, neyi başaramadı? Olumlu ve olumsuz örnekler verilebiliyor. “Kimsesizlerin kimsesi” olabildi mi? Toplumun tüm kesimlerine adaleti, hakkaniyeti götürebildi mi? “Yurtta barış, dünyada barış” hedefine ne oldu? Darbelerle, idamlarla, işkencelerle dolu siyasi tarihinin sonunda ülkenin durumu ortadadır. Nasıl oldu da gelir adaletsizliğinin bu kadar derinleştiği, grevleri yasaklamakla övünen, her türlü hak arama mücadelesinin şiddetle ya da soruşturmalarla bastırıldığı bir ülke olduk? Basın özgürlüğünde, insanî gelişmişlikte sürekli gerileyen, adaletin, kurumların aşındığı, havasına, suyuna sahip çıkamayan, kadın cinayetlerini durduramayan hallerimizi görmemiz, bu ülkede yaşayan herkesi gözeten bir Cumhuriyet’i hedeflememiz gerekiyor.

Sadece insanların değil, hayvanların, bitkilerin, denizlerin, ormanların ülkenin ve dünyanın hallerine tahammülü kalmadı. Herkesin bulunduğu yerden daha iyisinin ne olduğunu ve nasıl başarılacağını tartışması gerekiyor. Eğitimde, sağlıkta, uluslararası ilişkilerde, ekonomide, sanatta, siyasette, tarımda, sanayide, enerji politikalarında, sayamadığım tüm alanlarda ne istediğimizi tarif etmeli ve gerçekleştirmenin yollarını bulmalıyız. Ülkenin bunu yapabilecek birikimi var.

SAĞLIKTA NE İSTİYORUZ?

Sağlık alanından buraya katkımız olur mu?

Cumhuriyet, sağlığı çok olumsuz koşullarda devraldı. Yaptıkları, yapamadıkları, yapmadıkları oldu. Kimi zaman ülke koşularına uygun politikalar üretti, salgınlarla mücadelede, halk sağlığını önceleyen sosyalleştirme çabalarında olduğu gibi başarılı hamleleri oldu. Bunlar yerini piyasacı sağlık politikalarına bıraktı. Aşısını, ilacını kendi üreten kurumlardan, bunları kapatıp her şeyi satın almaya yönelen anlayışlara geçildi. Hastalanmamayı öncelemekten hastalıktan para kazanmaya, hatta hasta garantisi vermeye giden dönüşümler yaşandı. Tıp eğitiminde örnek alınacak atılımlar sonrasında kurumlarını aşındıran, hakkaniyeti, liyakatı bozan adımlar atıldı. Çok iyi çalışan hastaneleri kapatılıp çürümeye terk eden, bunlara karşılık şehir dışına çok pahalıya mal olan dev hastaneler yapan, buralara ulaşımı sağlayabilmek için ayrıca milyarlarca lira harcayan sağlık ve ülke yönetimi devam ediyor.

İşte bu koşullarda Cumhuriyet’in yeni yüzyılına girerken, Covid-19 salgınının belirginleştirdiği sorunları da görerek nasıl bir sağlık sistemi istemeliyiz? Sağlıklı olmanın koşulları neler? Sağlığın finansmanı nasıl olmalı? Kadın, çocuk, okul, işçi, yaşlı sağlığı alanlarında yapılması gerekenler? Sağlık çalışanlarının eğitimlerinden, çalışma koşullarına, özlük haklarına kadar atılması gereken adımlar neler? Tüm bunları tartışmak, doğrusunu tarif etmek ve çözümler önerebilmek amacıyla hekimleri, sağlık çalışanlarını, bu konulara ilgi duyan değişik disiplinlerden insanları bir araya getiren bir forum/tartışma platformu kuruluyor. Yöntemleriyle, farklı üretimleriyle “sıra dışı bir forum”, örnek olabilecek bir çalışma bu.

Sorunlara cevaplarımızı katılımcı biçimde tartışmak, karar alıcılara anlatmak ve daha iyisini elde etmeye çabalamak için kritik bir zamandayız. Neden mi? Şimdiye kadar yapılmadığından değil, doğrusunu ortaya koyup mücadele etmek yaşamsal hale geldiğinden.

Şiir köşesi : SİZ EY TÜM ANAYASA’YA VE YASALARA KARŞI OLANLAR

Şiir köşesi..

Gönül Pınar Atacı

SİZ EY TÜM ANAYASA’YA VE YASALARA KARŞI OLANLAR

Siz ey tüm Anayasa’ya, bütün yasalara ve kurallara karşı olanlar
Ve hak, hukuk, adalet, ahlak ve fazilet karşıtlığında rekor kıranlar,

Siz ey haram kâr, haksız rant, tefeci faiz ve kara para düşkünleri
Ve insan, halk, ulus, vatan, emek, iş, aş, genlik ve gönenç küskünleri,

Siz ey barış, Atatürk, Cumhuriyet, laiklik ve kardeşlik düşmanları
Ve Muaviye, itaat, takiye, şeriad, hilafet, tarikat ve cihad hayranları,

Siz ey o eski  ve yeni faşist iplerde oynayan ve oynatılan herifler
Ve açık ve gizli Mandayı ve mafyayı koruyan ve kollayan şerifler,

Siz ey tüm yerel, bölgesel ve küresel barış ve bağımsızlık katilleri
Ve Allah, Kitap, Muhammet, Ali, bilim, fen, sanat, edebiyat cahilleri,

Sizin hepinizi, biz er geç ama mutlaka yenerek yerle bir edeceğiz
Ve kadim tarihin o en iğrenç çöplüğüne süpürecek ve dökeceğiz.

İşte tam da o zaman her bir insan, halk, ulus ve vatan özgür olacak,
Bekaya, barışa, işe, aşa, sevgiye, saygıya, genliğe, gönence kavuşacak.

Halil Çivi şiiri : CUMHURİYET, DEMOKRASİ, LAİKLİK

ŞİİR KÖŞESİ…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

 

CUMHURİYET, DEMOKRASİ, LAİKLİK

Çağdaş devletlerin gidiş yoludur,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Ulusların özgürleşmiş dilidir,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Akıldır, bilimdir, sönmez ışıktır,
Çağdaş zihniyete çağdaş beşiktir,
İnsanlık yolunda en son eşiktir,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Cumhur halk demektir, halkın özüdür,
Cumhuriyet halkın gören gözüdür,
Halkın iktidarı, halkın sözüdür,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Demokrasi, duygudaşlık demektir,
Her insanı kendin gibi bilmektir,
İnançta, fikirde özgür olmaktır,
Cumhuriyet, demokrasi laiklik.
Xxx
Laik olanların vicdanı hürdür,
Akıl, bilim laiklikle özgürdür,
Akılsız, bilimsiz inançlar kördür,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Empatidir, adalettir, hukuktur,
Hukuksuz devletin vicdanı yoktur,
Toplumsal adalet temel bir haktır,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Çağdaş uygarlıktır, çağdaş duruştur,
Görkemli, onurlu uygar yarıştır,
Sevgidir, dostluktur, bitmez barıştır,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Özgür düşüncedir, özgür sanattır,
Çalışmaya, üretmeye kanatır,
Çağdaşlığa uçan çağdaş bir hattır,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Özgür düşüncenin özgür yoludur,
Ulusal bilincin çelik koludur,
Özgür düşüncenin özgür dilidir,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx
Halil Çivi, devlet çağdaş olmalı,
Irkları, cinsleri eşit bilmeli,
Bütün inançlara yansız kalmalı,
Cumhuriyet, demokrasi, laiklik.
Xxx

 

 

06 Ekim 2021
Doğanbey / Seferihisar / İZMİR

Çocuklara verilen din eğitimi ve laiklik

AYM'den bir yasakçı daha gidiyorFulya KANTARCIOĞLU
EMEKLİ ANAYASA MAHKEMESİ ÜYESİ
Cumhuriyet, 29 Eylül 2021

Anaokullarından ortaöğretime uzanan süreçte çocuklara verilen dini eğitimin sıklıkla gündeme getirilerek tartışılması, daha fazla gecikmeden çözülmesi gereken önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Bu konuda bir değerlendirme yapmadan önce devletin temel yapısını belirleyen, hak ve özgürlüklerin sınırını çizen anayasadan yola çıkmak kuşkusuz bizi daha sağlıklı bir sonuca ulaştıracaktır.
LAİKLİK VAZGEÇİLMEZDİR
Bilindiği gibi anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. Bu nitelikler içinde laiklik ilkesi, Cumhuriyetin üzerine inşa edildiği dört ana unsurdan en önde gelenidir. Çağdaş devlet ve toplum anlayışında, vazgeçilemez bir yere sahip olan laiklik ilkesi, demokrasinin, insan haklarının ve hukuk devletinin temelidir. Bu önemi nedeniyle, laiklik ilkesinin yaşama geçirilmesi bağlamında, anayasanın 24. maddesinin ilk fıkrasında herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğu belirtildikten sonra küçüklerin din eğitim ve öğretimine dayanak olarak gösterilen dördüncü fıkrasında, “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır” denilerek ayrıntılı bir düzenleme yapılmıştır. Görüldüğü gibi fıkranın ikinci tümcesinde, okutulması zorunlu dersler arasında, “din kültürü ve ahlak öğretimi”ne yer verilirken izleyen tümcede istek ve talebe bağlı olduğu belirtilen “din eğitimi ve öğretimi”nden söz edilmektedir. Buna göre ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulacak zorunlu dersler arasında sadece “din kültürü ve ahlak öğretimi” yer alacak, bunun dışındaki “din eğitim ve öğretimi” ise isteğe bağlı olmak koşuluyla devletin gözetim ve denetiminde örneğin kurslar açılması gibi yollarla gerekirse bu konuda ayrı bir düzenleme yapılarak sağlanacaktır. Buradaki en önemli husus, her iki halde de anayasa ile devlete verilen görevin, doğrudan bir dinin eğitimini içermediği, sadece gözetim ve denetimle sınırlı olduğunun göz önünde bulundurulmasıdır.
Anayasa, devletin din eğitimi ve öğretimi konusunda denetim ve gözetim sınırlarını aşarak, seçimini bir dinden yana kullanıp doğrudan müdahaleci bir rol üstlenmesine izin vermemektedir. Aksinin kabulü halinde, anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan laiklik ilkesinin zedelenmesi kaçınılmaz olur. Oysa laiklik ilkesinin anayasanın “Başlangıç” kısmında ve genel olarak hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını yasaklayan 14. maddesinde güvence altına alınmasıyla yetinilmemiş, din ve vicdan özgürlüğünün düzenlendiği 24. maddesinin son fıkrasında da “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” denilerek bu ilkenin zedelenmesine yol açabilecek her türlü girişim yasaklanmıştır.
LAİKLİK EŞİTTİR ÖZGÜRLÜK
Laiklik ilkesinin, anayasada temel bir ilke olarak benimsenip korumaya alınmasının nedeni kuşkusuz, çağdaş devlet ve toplum anlayışında bu ilkenin vazgeçilemez bir yere sahip olmasıdır. Laiklik ilkesi, aralarında hiçbir ayrım gözetilmeksizin her türlü inancın ya da inançsızlığın, serbestçe ifade edilip yaşanmasını ve bunlara saygıyı güvence altına aldığından, kısaca “Laiklik eşittir özgürlük” demek yanlış olmaz. Çoğulculuğu esas alan çağdaş, demokratik bir devlette, laikliğin amacı dinin, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki yapısında etkili ve egemen olmasının ve kötüye kullanılmasının önüne geçerek din ve vicdan özgürlüğünün her türlü baskıdan uzak bir ortamda kullanılmasını sağlamaktır. Laikliğin, ancak belirtilen özelliklerin bir arada bulunmasıyla var olabileceği göz ardı edilerek bunların bir bölümünden vazgeçilmesi halinde tümüyle ortadan kalkacağı bir gerçektir.
ÇOCUK HAKLARINA DAİR SÖZLEŞME
Yukarıda genel hatlarıyla tanımlanan laiklik ilkesini, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayan anayasa ve aynı ilkeyi benimseyen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2 ve 12. maddeleri karşısında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) elbirliğiyle oluşturdukları çeşitli protokoller ve bunlara dayanan uygulamalarla anaokullarından başlayarak ilk ve ortaöğretim kurumlarında çocuklara din eğitim ve öğretimi verilmesi, akıl ve bilimi önceleyen, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmaktan başka seçeneği bulunmayan toplumun geleceği bakımından üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken ciddi bir sorun oluşturmaktadır.
Ayrıca anayasanın 90. maddesinin, uygulamada kanunlara göre öncelik tanıdığı “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalar” kapsamında olan ve Türkiye tarafından 14 Ekim 1990’da imzalanan, 27 Ocak 1995 tarihli Resmi Gazetede de yayımlanarak yürürlüğe giren “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” (ÇHDS) hükümlerinin incelenmesi, bu sorunun başka bir boyutunun daha bulunduğunu göstermektedir. Sözleşmenin 1. maddesinde “Bu sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır”, 3. maddesinde “Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir”, 14. maddesinin birinci fıkrasında “Taraf devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler” ve aynı maddenin ikinci fıkrasında da “Taraf devletler, ana-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin çocukların yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevlerine saygı gösterirler” denilmektedir. Sözleşmenin 29. maddesinde ise çocuğun zihinsel ve bedensel yeteneklerinin mümkün olduğunca geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıya, barış, hoşgörü, cinsler arası eşitliğe ve özetle insanı var eden değerlere vurgu yapılarak çocuğun eğitimine yönelik amaçlar belirtilmektedir. Genel olarak anayasalarda hak ve özgürlüklerden yararlanma bakımından çocuklarla yetişkinler arasında fark gözetilmemiş ise de çocukların, büyüklere göre daha fazla korunmaya gereksinimleri olduğu gerçeğinden yola çıkılarak karşılaşabilecekleri hak ihlallerinin önlenebilmesi ve tehlikelerden korunabilmeleri için ÇHDS ile özel bir düzenleme yapılması yoluna gidilmiştir.
ANAYASAYA AYKIRI
Anayasada laiklik ilkesini somutlaştıran, din ve vicdan özgürlüğü ile din ve ahlak eğitim ve öğretimine ilişkin hükümler, ÇHDS’nin ilgili kurallarıyla birlikte incelendiğinde, MEB ile DİB arasında yapılan protokollerle çocuklara anaokullarından başlayarak dini eğitim verilmesi, onların fiziksel ve zihinsel gelişimleri açısından tartışılabilir olduğu kadar, laiklik ilkesi yönünden de ciddi bir anayasal soruna yol açmaktadır. Bunun yanı sıra, anayasanın 90. maddesi uyarınca uygulamada kanunlara göre önceliği bulunan ÇHDS ile de uyumsuzluk yarattığı görülmektedir. Özellikle belirtmek gerekir ki laik bir devlette yasaların, idarenin tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici tasarruflarının ve yargı kararlarının kaynağı dini kurallar olamaz. Bu nedenle MEB’in, din eğitim ve öğretimi vermek amacıyla doğrudan düzenlemede bulunması ya da bu amacı, anayasanın 136. maddesi uyarınca görevini “laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak” yapmak zorunda olan DİB aracılığıyla gerçekleştirme yolunu seçmesi anayasaya aykırıdır. Bu durum çocukların, düşünce, din ve vicdan özgürlüklerini ihlal ettiği gibi, ileride yetişkin olduklarında anayasanın 24. maddesi ile güvence altına alınan serbestçe dinlerini seçme ve inançlarını yaşama konusunda sahip oldukları özgürlüklerini de kullanabilmelerinin önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Ayrıca çocukların yaşları, bedensel ve ruhsal gelişimleri ve farklı din ve düşüncede olanları dikkate alınmaksızın, dini obje ve semboller üzerinden yönlendirilerek eğitime zorlanmaları ÇHDS’nin, yukarıda belirtilen çocuğun yararını esas alan 3. maddesi ve onun, düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı ile zihinsel ve bedensel yeteneklerinin geliştirilmesini içeren diğer kurallarıyla da bağdaşmamaktadır.
EN DOĞRU YOL
Sonuç olarak, belli bir dinin eğitimini vermek amacıyla MEB ve bazı dini vakıf ve cemaatlerin de katkı sağladığı DİB’in ortak düzenlemeleriyle gerçekleştirilen uygulamaların, çocukların din ve vicdan özgürlüklerini kısıtlayarak sadece bugünlerini değil, yarınlarını da etkileyecek olması, laiklik ilkesi temelinde oluşan anayasaya aykırılığın boyutlarının ne denli büyük ölçülere ulaştığını daha da görünür kılmaktadır. Anayasaya aykırılığı bir yana, oyun çağındaki küçüklerin, geleceklerini hiçbir ideolojik ya da dini düşünce ile ipotek altına almadan çocuklukların özgürce yaşamalarını, geleceğin Türkiye’sinde, çağdaş bilim ve aklın öncülüğünde özgür iradeleri ile yer almalarını sağlamak yarınlarımızı emanet edeceğimiz çocuklarımıza karşı görev olduğu kadar yerine getirilmesi gereken önemli bir sorumluluktur. Bu nedenle vakit geçirmeden demokratik, laik, hukuk devleti olmanın gerekleriyle bağdaşmayan, söz konusu hukuk dışı uygulamalardan vazgeçilerek anayasal sınırlara dönülmesi, seçilecek en doğru yoldur.

‘Ali Bey kafası’

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 08 Eylül 2021

Sabahları KRT TV’de, Yön Radyo ile de aynı anda yayımlanan MEDYAterapi isimli güncel bir haber programı yapıyorum. Rast geldiyseniz, hem haber hem de yorum içeren, yaklaşık iki saatlik program. Programın akışı içinde, gazeteleri ve köşe yazarlarından alıntılar okuduğumuz bölümler, bir de “TV ve sosyal medyadan seçmeler” köşesi var.

Genç ve başarılı editörüm Eren Çaylan’la birlikte, her sabah bu bölüm için “rutin haber trafiği içinde görülen” ya da “kıyıda köşede kalmış” ilginç ve kimi zaman eğlenceli – mizahi görüntülere de yer veriyoruz. O görüntü ve haberleri seçerken kimi zaman önümüze düşen bir haberin gerçek mi, kurgu mu, mizah mı, asparagas mı, birilerinin toplumla dalga geçmek üzere “bestelediği” bir malzeme mi veya “kurgu – montaj – fotoşop ürünü” mü olduğuna karar veremiyoruz. Eren, birkaç kaynaktan titiz şekilde araştırıp “Evet Abi. Doğruymuş, kullanalım bunu” dedikten sonra yayın akışına koyabiliyoruz.

AKP iktidarında, öyle bir dönemden geçiyoruz ki geçmişte olmadığı kadar çok sayıda “Yok artık! Bu kadarı da gerçek olamaz” dedirten şeyler oluyor. Ama maalesef, oluyor bunlar.

Mesela, geçen gün Sayın Cumhurbaşkanı’nın, şu minik yavrunun kafasına “tok tok tok” diye, parmak orta boğumunu “kapı tokmağı” gibi kullanarak hırsla, sanki cezalandırırcasına vurması olayı.

O gün, o temel atma ya da kurdele kesme törenini canlı yayında görmediğim için, yemin ediyorum bir tür kurgu sandım. İnternette, sosyal medyada yüzlerce kaynakta görünce ancak inandım bunun gerçekliğine.

Mesela, AKP’nin “renkli” isimlerinden, grup başkanvekili Sayın Özlem Zengin’in, bir grup gencin, internette yayımlandıktan sonra bir tür “aparma, aşırma, intihal” ürünü olduğu anlaşılan bestesini, Cumhurbaşkanı’na dinletip “aferin” alma çabası. Çalıntı bestenin üzerine yazılan sözlerin abukluğu. Cumhurbaşkanı’nın da telefonla “Sizleri en kalbi duygularla selamlıyorum” diye onları kutlaması…

İnsan kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Yetişkin insanlar böyle durumlara nasıl düşebiliyorlar? Bunları nasıl yapabiliyorlar? Gerçekten kurgu mu diye tereddüt etmedim değil…

Mesela, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Sayın Adil Karaismailoğlu’nun, durup dururken çıkıp da “Bundan böyle metroların girişlerindeki tabelalarda M harfi değil U harfi olacak” deyivermesi. Nasıl yani? Niye yani? Niçin yani? Pardon yani? Nereden esti yani? Siz? Hayırdır yani!

Mesela, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bürokratı olduğunu unutup Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel hükümlerine aykırı bir konuşmayı, olağanüstü bir pişkinlikle yapabilmesi.

Mesela şu sözleri edebilmesi:

“Hani ‘inanç sokakta olmasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var ya. ‘İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın.’ Görüyorsunuz ya ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir.”

Bu nasıl bir kafadır? Bu nasıl bir “insanların aklı, zekâsı ve mantığı ile alay edebilme” cüretidir?

Eğer devlet ve ülke bu hale geldiyse, yani devleti ve ülkeyi yönetme, yönlendirme durumunda olan insanlar gerçekten bu denli “Gerçek ile sanal arası gidip gelen” eylem ve söylemlere imza atmaya başladılarsa, bu nasıl bir olağanüstü talihsizliktir milletimiz için?

Ali Bey’e bakar mısınız?

Diyor ki, “Ben laiklik maiklik tanımam. Bana kalkıp da dini inancı ve ibadeti adalete, siyasete, ticarete bulaştırmayın diyenle mücadele ederim.”

E, o zaman da şu cevabı hak ediyor, “Ali Bey Kafası”

Bu ülkenin temel harcını karanların kullandığı en önemli hammadde “Laikliktir” Ali Bey.

Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Neredeyse doğduğunuz andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini yıkmaya yeminli olduğu anlaşılan bir zihniyetin ürünü olarak, bundan rahatsız olabilirsiniz. Laiklik ve demokrasinin bu topraklarda arızalı, yamuk yumuk da olsa hayatlarını düşe kalka idame ettirmesine tepkili ve bir tür “hınç ve kin” içinde olabilirsiniz.

Ama bu kafanızın, bu mücadelenizin ve bu kavganızın başarılı olmayacağını size garanti edebilirim.

Vazgeçin bu sevdadan.

Ya da isterseniz, vazgeçmeyin de görün.

Bunu bir meydan okuma olarak alın.

Sizlere bu Cumhuriyetin temellerine, kolonlarına ve kirişlerine dinamit koyma ve patlatma şansını tanımayacağız.

Elbette ki yukarıda aktardığım sözleri bir vatandaş olarak söyleme, yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bizlere bıraktığı mirasa meydan okuma özgürlüğünü size tanıyoruz. Her ne kadar sizler, farklı düşüncelerin dillendirilmesine hatta akıldan bile geçirilmesine tahammülsüz bir zihniyetin temsilcileri olsanız da bu sizin en doğal hakkınızdır.

Ama “sade bir vatandaş” olarak hakkınızdır. Özel ortamınızda istediğiniz gibi küfredin Cumhuriyete ve anayasaya ve ATATÜRK ilke ve inkılaplarına.

Ama bunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vergileri ile maaşını alan bir bürokrat olarak, resmi bir şahsiyet olarak yaparsanız, orada “Dur” derler adama.

Dur. Ve bir adım daha atma!.

Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık.

Bu ülkeyi emperyalist çizmesinden arındırırken Anadolu toprağına akıtılan kanla kazanılmış bir ayrıcalıktır “Cumhuriyet Rejimi”.

Yıktırmaya niyetimiz yok.

Bunu öyle “erkler arasındaki ilişkileri yeniden düzenlediğiniz hileli dandik referandumlarla” filan da yapamayacağınızı bildiğinizden, tiz perdeden ötüyorsunuz ama.

Aklınızı başınıza devşirin.

O kadar da “uzun boylu” değil.

İlk sandıkta zaten “yüksek sesle” alacaksınız cevabı.

Hodri meydan!

İktidar ve muhalefet

Yavuz Alogan yazdı…

İktidar ve muhalefet

Şu sıralarda Saray’a muhalefet etmek çok kolay. Saray suretine bürünmüş siyasî iktidarın tabanı kayıyor, içi fokurduyor. Krizleri yönetemediği, vaziyete hâkim olamadığı, ipin ucunu kaçırdığı çıplak gözle görülüyor.

Nitekim muhalefet partilerinin sözcüleri televizyon ekranlarından ellerini kollarını sallayarak, başarılı hitabet örneği sergileyerek coşkuyla Saray yönetimini eleştiriyorlar. Ekonomi kötüymüş, halk geçinemiyormuş, esnaf kan ağlıyormuş vs… Fakat Saray’ı erken seçime zorlamıyorlar. Seçim yasalarıyla, Siyasî Partiler Kanunu’yla oynamasını önlemiyorlar, hatta eleştirmiyorlar. Burada kilit sözcük “zorlamak”tır.

Zorlamak, konuşmaktan, açıklamaktan farklı bir mücadele yöntemini gerektirir. Siyasî partilerin, başta laiklik olmak üzere Devrim Kanunları’na bağlı kitleleri milyonlarca kişinin katıldığı mitinglerle, yürüyüşlerle harekete geçirmek, alternatif bir program üzerinden muhalefet yapmak gibi bir niyetleri yok. Sorunun rejimin yapısıyla, Devlet’in esas teşkilatıyla ilgili olduğunu görmezden geliyorlar. Parlamentoyu nasıl güçlendireceklerini, yargıyı nasıl bağımsızlaştıracaklarını, kuvvetler ayrımını nasıl sağlayacaklarını da söylemiyorlar. Örgütlü militan kadroları yok. Seçim güvenliğini denetleyebilecekleri bile şüpheli. Konuşuyorlar, yakınıyorlar ve bekliyorlar.

Toplumu zehirleyen tarikatları ve cemaatleri hâlâ “sivil toplum örgütleri” olarak görüyorlar mı, belli değil. Fakat AKP’nin homurdanan tabanını etkilemek için dinî bir söylem tutturmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Ana muhalefet partisinin başkanı her lafa “Allah’ın izniyle iktidara geldiğimiz zaman…” diye başlıyor. Şahsen ben Allah’ın Sayın Saray’ı tercih edeceğini düşünüyorum.

Tarikat ve cemaatlerin özümseyemediği en yoksul dindar kesimin hızla cihatçı örgütlere yöneleceğini anlamak için üstün zekâlı olmaya gerek yok. AKP yirmi sene boyunca bu yönelimin zeminini hazırladı. Orta vadede AKP’nin kravatlı kadrolarını mumla aratacak cihatçı eylemlere ve kalkışmalara hazır olmak gerekir. Şeriat düzenine ılımlı geçişin başarısızlığa uğraması, ideolojik hegemonya kurmaya çalışan karşıdevrimci partinin yolsuzluk ve rezaletlerle yıpranması, aynı çizgide fakat daha radikal hareketlerin yolunu açacaktır. Bu işler böyledir.

Muhalefet partileri Saray iktidarının bir seçim daha kazanmasını sağlayacak şekilde mevcut seçim yasalarını değiştirmesini, laikliği ebediyen kaldıran “demokratik-tik” bir anayasa kampanyasıyla yeni bir hamle yapmasını, yeni bir “çözüm süreci” başlatmasını mı bekliyorlar?

Beklemiyorlarsa, Saray’a bu yönde zaman kazandıran bir aymazlık içinde neden debeleniyorlar?

Saray, kazandığı zamanı değerlendirerek rejimi daha da derin bir değişime uğratmak, ülkeyi dönüşü olmayan yolda daha ileriye götürmek için Diyanet’e Devlet protokolünde öncelik vermek, Yargıtay Başkanı’na cüppeyle dua ettirmek, en gerici tarikatların vakıflarına vergi muafiyeti sağlayarak bütün cemaatlerin cüretini artırmak gibi hamleler yapıyor. Böylece Ortadoğu ve Asya’da Batı’nın Müslüman halklar üzerindeki operasyonlarına aracı olma rolünü güçlendiriyor.

  • İzmir’de cüppeli adamlar meyhanelerde içenlere ve sokakta el ele tutuşan çiftlere “tebliğ”de bulunuyorlar.

Bizim gençliğimizde bu türden “tebliğ”de bulunanlara haddini bildirirler, çevredeki halkı toplayıp “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye slogan attırırlar, topluca İzmir Marşı’nı söyleyip olaysız dağılırlardı. Fakat günümüzde bu türden baskılara karşı çıkmak şöyle dursun, bunları dile getirmeye cesaret eden bir muhalefet partisi bile yok.  Halkın sessizliği insanların tebliği tebellüğ ettikleri (alıp kabul ettikleri) anlamına gelmiyor, öndersiz oldukları, kendi kaderlerine kayıtsız kaldıkları, başta muhalefet partileri olmak üzere kimseye güvenmedikleri anlamına geliyor. Kentli orta sınıf siyasetten soğuyup, partilerden umudu kestikçe, radikal İslamcı unsurlar AKP’nin önüne geçip toplumu şekillendirmeye çalışacaklardır. Ayrıca “Tebliğciler”in mesela Yozgatlıya değil de İzmirliye musallat olması kimseye bir şey anlatmıyor mu?

Saray’ın “Pentagon” binası askerlerin çok hoşuna gitti. Emekli bir general binanın teknolojik imkânlarını, hava savunma kabiliyetini övdü. 1930’da hizmete açılan, mimarisinde Erkân-ı Harbiye sözcüklerinin baş harfleri esas alınan tarihî Genel Kurmay Başkanlığı binasının muhafazasını rica etti. Binayı tıpkı Ankara Garı’ndaki Mustafa Kemal Evi ve Başkumandanlık Karargâh Binası gibi muhafaza (!) edeceklerinden, onu vakıf üniversitelerine devredeceklerinden, otel rezidans ya da AVM olarak kullanacaklarından emin olabilirsiniz.

Ayrıca mevcut sorun bina ve teknolojiyle değil, bunları kimin nasıl kullanacağıyla, iktidar partisinin değil Devlet’in ve milletin ordusu olmakla, askeriyenin emir-komuta birliğiyle, hiyerarşisiyle ve İç Hizmet Kanunuyla ilgilidir.

  • Laik ülkede Genel Kurmay Başkanı türbanlı teğmene diploma vermiştir.

Böyle şeyler askerlerin dillerinden düşürmedikleri “birlik beraberlik” ilkesini bozmuyor mu? Bu yol bir kez açıldığında, sarıklı bir amiral, sakallı bir yüzbaşı, deist bir üsteğmen vs. neden olmasın? Demokrasi ve insan hakları oluyor bu, öyle mi?

17-25 Aralık rezaletini (“Babacığım, bir kısmını istifleyip gönderdik, kalan paraları kürekle kamyonete yüklüyoruz” gibisine…) şu dönemde muhalefetin değil de AKP içindeki muhalif unsurların gündeme taşıması çok anlamlıdır. AKP’nin kurucu vekili, “partinin %90’ı itirafçı olacak,” dedi. AKP yolsuzluk irtikap rüşvet ve rezaletin ağırlığı altında çatırdarken, ana muhalefet partisinin başkanı gündemi değiştirdi.

Kılıçdaroğlu şöyle dedi: “İskilipli Atıf Hoca’ya nasıl iadeyi itibar verilmiş ise tabii ki Çerkez Ethem’e de iadeyi itibar verilmeli, daha ötesi mezarı da Türkiye’ye getirilmeli, bunlar bizim değerlerimiz.”

  • İskilipli Atıf bizim değerimiz, öyle mi Kılıçdaroğlu?

Bu sözlerden CHP yönetiminin ve bu sözlere sessiz kalan diğer muhalif parti yönetimlerinin “bizim değerlerimiz”e yabancı olduklarını anlıyoruz. Bir gözüyle yabancı ülke elçiliklerini, öteki gözüyle etnik ve dinî örgütleri gören muhalefet, tarihe, topluma ve geleceğe şaşı bakmaktadır.

Türkiye işgal edilmiş, siyasî partileri “dizayn” edilmiş bir ülkedir. Yurtsever siyasî parti üyelerinin parti yönetimlerine itaat etme mecburiyeti sona ermiştir.

Laik, demokratik ve sosyal hukuk devletinin yeniden kurulması, Kurucu Meclis biçiminde bir heyet-i temsiliye’nin oluşması, bu heyetin Türkiye’yi yeniden tarif etmesi (kimliğini tanımlaması!) ve Kuruluş ilkelerine uygun bir Anayasa yapması gerekir.

Kemalistler Ne Yapmalı?

Mustafa Hüsnü Bozkurt kimdir? - Yeni Akit

Dr. MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT
25-26. DÖNEM KONYA MİLLETVEKİLİ

Cumhuriyet, 11 Mayıs 2021

Emperyalizm, 18. yüzyılda Sanayi Devrimiyle başlayan, başta İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerin, ticaret yollarını denetim altına almak, yeni hammadde kaynaklarına ulaşmak, yeni pazarlar edinmek amacıyla mazlum ülkeleri ve ulusları siyasal, ekonomik, kültürel açıdan sömürmelerine verilen isimdir. Faşizm ise emperyalizmin, kapitalizmin, yerli işbirlikçileri de kullanarak uyguladığı kıyıcı diktatörlüktür.

Ülkemizde faşizmin yolunu açan, öncelikle 1950’de başlayan karşıdevrim sürecidir, devamında taşlarını döşeyen 12 Mart 1971 Muhtırası’dır, iktidar olma koşullarını oluşturan da 12 Eylül 1980 Darbesi’dir. 12 Eylül sonrasında dinci hareketler ve faşist eklentileri, darbeci cunta yönetimiyle, arkasındaki emperyalist gücün teşvik ve korumasında örgütlenmiş, güçlenmiştir. 1980’lere dek ancak %3-7 arasında oyu olan dinci hareket, 1994 yerel seçimlerinde %20’ye ulaşmıştır. 2001’de gömlek değiştirmiş, 2002’de ise yeni adıyla ve ABD’nin de desteğiyle, % 34 oyla tek başına iktidara gelmiştir. Sonrasını biliyoruz.

GENETİK KODLAR DEĞİŞTİRİLDİ

İktidarı ele geçiren ve özünde bir tarikatlar koalisyonu olan dinci hareket, liderini cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında, rejim değişikliğini ana gündem maddesi yapmıştır. Tesadüfe bakın ki, CIA ajanı Paul Henze de, 2006’da, ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporunda “Türkiye’nin ABD çıkarlarına uygun davranmasını istiyorsak başkanlık sistemine geçmesini sağlamalıyız” diyordu. Keza başkanlık sistemini savunurken Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2 Ocak 2016’da şu örneği veriyordu: “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu an zaten dünyada bunun örneği var, geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanyası’na baktığınızda orada da bunu görürsünüz.”

FETÖ’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından, OHAL koşullarında yapılan 16 Nisan 2017 referandumuyla, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmiştir. Fiilen tek adam düzeninde, rejimimizin, siyaset kurumumuzun, devlet aygıtımızın genetik kodları değiştirilmiştir. TBMM işlevsizleşmiştir. Siyaset, mezhep-etnik köken çıkmazında tıkanmıştır. Siyasal partiler etkisizleşmiştir. Millet hiç olmadığı kadar bölünmüş, kutuplaşmıştır. Laiklik ilkesi ve güçler ayrılığı yok edilmiştir. Devlet, hukuk devleti olma niteliğini yitirmiştir. Bürokraside liyakat, nepotizm çukurunda helak olmuştur. Yolsuzluklar ayyuka çıkmış, yoksulluk kemiğe dayanmış, yasaklar tavan yapmıştır. (AS: AKP, 3 Kasım 2002 seçimi öncesi bu 3 Y le savaşma propagandası yapmıştı..)

EMPERYALİZMDEN BAĞIMSIZ FAŞİZM OLMAZ

Faşizm demokrasiyi, hukuku, seçimleri salt bir iktidar aracı olarak görür. Çünkü haksız, hukuksuz, ahlaksız bir sermaye diktatörlüğüdür. Emperyalizmin olmazsa olmazıdır. Acımasız bir baskı rejimidir. O nedenle faşizme karşı mücadele, öncelikle emperyalizme ve küresel kapitalizme karşı ödünsüz ve kararlı bir duruşla mümkündür. Emperyalizme, kapitalizme, serbest piyasa ekonomisi denilen neo-liberal sömürü düzenine karşı çıkmadan, faşizmle mücadeleden söz etmek laf ebeliğidir.

Bir ülkede faşizmin iktidarı ele geçirmesini, sıradan bir siyasal iktidar değişimi olarak görmek vahim (AS: ürkünç) bir yanılgıdır. Bu yanılgı muhalefeti, küresel emperyalizme karşı mücadele etmeyen, antikapitalist duruştan yoksun, emek-sermaye çelişkisinden ve sınıfsal gerçeklerden kopuk kılar. Yalnızca mevcut iktidar karşıtlığına sıkıştırır. Sonuç alması olanaksız bir sözde demokrasi mücadelesine sürükler. Bugün ülkemizde, iktidara karşı olduğunu söyleyen ama emperyalizme karşı olduğunu söyleyemeyen, kapitalist sömürü düzenine karşı çıkmayan sözde bir muhalefet anlayışı oldukça yaygındır. Tıpkı Atatürkçü olduğunu söyleyip Kemalizm’i reddetme dalaleti (AS: sapkınlığı) gibi.!!..

  • Oysa ülkemizde emperyalizmi, faşizmi yenmenin tek yolu Atatürkçü, Kemalist olmaktan geçer.

Ahmet Taner Kışlalı’nın dediği gibi

  • “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.”

Türkiye için olduğu kadar, bölgemiz ve tüm mazlum milletler için de tek gerçekçi çözüm yoludur.

NE YAPMALI?

Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels şöyle demiştir:

  • “Eğer hasmımız, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilse bizi herhalde un ufak ederdi.”

Dünyanın her yerinde despotik iktidarlar, ancak güçlü demokratik halk hareketlerinin mücadelesiyle işbaşından uzaklaştırılabilir. Faşist iktidarlar, hiçbir zaman sanıldıkları kadar güçlü, söyledikleri kadar cesur, göründükleri kadar muktedir olmamıştır. Milletler bu despotlara her zaman direnmiş, sonunda da mutlaka yenmiştir.

Demokratik haklarını kullanarak birleşecek, Kemalizmi yol haritası olarak belirleyecek, antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir yapı, milletin azim ve kararını harekete geçirerek iktidar olacaktır. Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’nin, hukuk devletinin, üretim ekonomisinin, hakça bölüşmenin, bilgi toplumunun, laik ve bilimsel eğitimin yaşamaa geçmesi, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kadroların güçbirliğiyle mümkündür.