Etiket arşivi: İttihat ve Terakki

Kurtuluş Savaşı’nda işçi sınıfı 

Kurtuluş Savaşı’nda işçi sınıfı 

Yıldırım KoçYıldırım KOÇ
Aydınlık Gazetesi, 28.10.2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yarın 29 Ekim. 2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanuna göre, 29 Ekim günü Ulusal Bayramdır. Bayram 28 Ekim günü saat 13.00’te başlar ve 29 Ekim günü devam eder. Yasaya göre, 29 Ekim günü özel işyerlerinin kapanması zorunludur. Ancak 29 Ekim günü çalışan özel işyerlerine bir yaptırım uygulanmadığından, kimse sesini çıkarmaz. 29 Ekim’in yıldönümünde Birinci Kurtuluş Savaşımızda işçi sınıfının rolünü kısaca ele almakta yarar var.

KURTULUŞ SAVAŞI’NDA İŞÇİ SINIFININ DURUMU

Efsane yaratmakta çok yetenekliyiz. Bu işi özellikle solcular işçi sınıfına ilişkin olarak yapıyorlar; sonra da sürekli hayal kırıklığı yaşıyorlar. Türkiye işçi sınıfı tarihine ilişkin kitaplara baktığınızda, Kurtuluş Savaşı yıllarında işçi sınıfının bu mücadeleye nasıl katıldığı konusunda övgülere rastlarsınız. Bunların büyük bölümü uydurmadır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Osmanlı işçi sınıfının büyük bölümü İstanbul ve civarındaydı ve bunların çok büyük bölümü Ermeni, Rum ve Yahudiydi. 1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımlarının sonuçlarına göre, işçilerin yalnızca %15’i Müslümandı; gerisi azınlıklardan oluşuyordu. Bunun nedeni de, 1909 yılına kadar azınlıkların askerlikten muaf tutulmasıydı; Müslümanlar yıllarını askerlikte geçirdi, azınlıklar işte çalıştı. İttihat ve Terakki’nin en önemli katkılarından biri, Ermeni, Rum ve Yahudilere tanınan bu ayrıcalığın sona erdirilmesi, onların da askere alınmasıdır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’daki azınlık işçiler Yunan işgalini onayladı ve maddeten ve manen destekledi. Bazı işyerlerindeki Rum işçiler, Müslüman işçilere baskı yaptılar, onları Yunanistan yöneticilerinin resimlerine (AS: fotoğraflarına) saygı göstermeye zorladılar.

MÜSLÜMAN İŞÇİLERİN TAVRI

Büyük çoğunluğu İstanbul’da bulunan Müslüman işçiler arasında Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’na doğrudan katılanlar ve İstanbul’daki direniş örgütlerinde çalışanlar oldu. Ancak bir bütün olarak bakıldığında, İstanbul’daki Müslüman işçilerin büyük bölümü Kurtuluş Savaşı’na karşı duyarsız kaldı; vatan mücadelesi yerine ekmek mücadelesi verdi. Ücretlerin artırılması için grevler yapıldı; ancak Anadolu’daki mücadeleyi desteklemek için tek bir grev bile yoktur. İstanbul’da 1 Mayıs kutlandı. 1 Mayıs kutlamalarında Enternasyonal marşı söylendi; kırmızı kravat takıldı; ancak 1 Mayıs mitinglerinde “kahrolsun emperyalizm!” veya “yaşasın bağımsızlık mücadelesi!” gibi sloganlar kullanılmadı.

Azınlık işçilerinin sosyalist ve anarko-sendikalist kesimleri, Beynelmilel İşçiler İttihadı’nda örgütlenmişti. Bu örgütün bir kesimi daha sonra Türkiye Komünist Fırkası’na katıldı. Ancak bu örgüt de Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesine duyarsız kaldı. Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın denetimindeki işçi örgütlerinden de açıkça bağımsızlık savaşını destekleyen bir eylem gerçekleşmedi.

İngiliz ajanı olduğu ileri sürülen ve İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Tim Harington ile yakın ilişki içinde bulunup ondan maddi-manevi destek alan Hüseyin Hilmi’nin yönettiği Türkiye Sosyalist Fırkası ise bağımsızlık savaşına karşıydı. Örgütlü Müslüman işçilerin büyük bölümü Türkiye Sosyalist Fırkası’nın önderliğini benimsemişti.

Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık tarihinin lekeli sayfalarından biri, Kurtuluş Savaşı yıllarında Osmanlı işçi sınıfının İstanbul’daki kesiminin duyarsız ve hatta işbirlikçi tavrıdır. Dünya Savaşı sürecinde yaşanan mutlak yoksullaşma ekmek mücadelesini zorladı; işgalci güçler de bu ekmek mücadelesine engel olmayınca ortaya bu tablo çıktı. Efsaneler uydurmak yerine gerçekle yüzleşmek ve bunun nedenlerini sorgulamak daha doğrudur.
=======================================
Evet dostlar,

Yakın tarihin acı ama nesnel gerçekleri..
Acaba günümüzde durum nasıl??
Bir andırı (analoji) ya da similasyon (benzetim) kurulabilir mi??
Değerli Koç’un 2 saptaması oldukça önemli :

1. Müslüman işçiler hep savaştı, savaştırıldı, öldü, engelli oldu, cesedi yabanlarda kaldı..
Ölürse şehitlik, kalırsa gazilik vadedildi; cennet, huri ve gılmanlar erişilmez ödüllerdi!?
2. Özellikle 1. Dünya Paylaşım Savaşı yılları olmak üzere ciddi biçimde yoksullaştırıldılar ve somut ekmek kavgası soyut vatan kavgasının önüne geçti..

Günümüzde                        :
Onyıllardır sürdürülen orta yoğunlukta çatışma – terör nedeniyle onbinlerce şehit – yitik verdi..
Onyıllardır sürdürülen enflasyonist – sömürücü politikalarla acımasızca yoksullaştırıldılar.
Türlü ayrımcılığa uğrayıp ötekileştirildiler, birbirlerine düşmanlaştırıldılar..
Artık şehit cenazelerinde “vatan sağolsun” eskisi gibi gür söylen(e)miyor ne yazık ki..
Mevziler epey zamandır dövülmekte ve sanırız – korkarız epey ama epey yumuşatıldı.. Emperyalistler çoook inatçı, sabırlı ve kararlı…
Kadim Rövanşı almaya kilitliler..
Ama on yıl, ama yüz yıl, ama bin yıl sonra…
Konstantinapolis’in İstanbul’a dönüştürülmesi, Bizansın yıkılması, Viyana kapılarının zorlanması, Haçlı seferlerinin püskürtülmesi, Endülüs’ün bağrına dek ilerlenmesi unutuldu ve bağışlandı mı sanıyoruz??
*****
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Kurtuluş Savaşı’nı başarması ve ardından AYDINLANMA DEVRİMLERİ ile Cumhuriyeti yapılandırması tam anlamıyla bir tansıktır (mucizedir)!
“Adam olmak” istiyorsak ne olup bittiğini doğru ve yeterli anlamak ve safımızı ANADOLU RÖNESANSI‘ndan yana belirlemek zorundayız; hem de gecikmeden, eylemli / eylemci olarak.
O zaman Cumhuriyet kutlamalarını yapmayı gerçekten hak edeceğiz; çünkü yaşatabileceğiz..

Sevgi ve saygı ile. 28 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BAŞBAKAN ADNAN MENDERES’İ BENDEN DİNLEYİNİZ

BAŞBAKAN ADNAN MENDERES’İ BENDEN DİNLEYİNİZ

Dr. Ali Nejat Ölçen
20.09.2017 (e-ileti ile)

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1994 yılından beri yayımını sürdürerek dağıtımını bedelsiz sağladığım Türkiye Sorunları kitap dizisinin 104 (Nisan 2015) ve 116 (Nisan 2017) sayılarındaki yazılarımda “Başbakan Menderes’i bir de benden” dinleyiniz:

1250 okuyucusu olan Türkiye Sorunları kitap dizisinin 104’üncü sayısının 39-40. sayfalarında şu bilgilere acaba kimler karşı çıkabilir:

1950 Demokrat Parti İle Gelen Faşizm

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, İttihat ve Terakki iktidarının (1910) benzeriydi. Adındaki demokrasiyi yerle bir etmiş, kendisine oy vermeyen Kırşehir’i ilçeye dönüştürmüş, eleştiri yazıları nedeniyle yaşlı Hüseyin Cahit Yalçın’ı, Bedii Faik’i tutuklatarak hapse tıkmış, Demokrat İzmir gazetesinin, partisinin militanları eliyle tahrip edilmesini sağlamış, kendisine demokratik koşullarını kazandıran CHP genel Başkanı İsmet İnönü’yü taşlatarak yurtiçi gezilerini sürdürmesini önlemeye çalışmıştır.

TBMM’de Tahkikat Komisyonu kurarak yasama ve yargıyı kendi elinde toplamaya yeltenmişti. İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Sıddık Sami Onar’ı saçlarından tutup sürükleyerek dışarı atan polis Bumin Yamanoğlu cezasız kalabilmiştir. Halkevlerini kapatarak ulusal kültürün birliktelik içindeki gelişimini önlemiş, Cumhuriyetin kitaplarını yakan ilk siyasal partinin iktidarı olmuştur.

1955-1960 dönemin Menderes iktidarı 1910’ların İttihat ve Terakki iktidarının faşizmine benzerini yaşamaya başlamıştı Cumhuriyet Türkiye’si.. Ülkede bu denli gaddar ve zalim olan Demokrat Parti iktidarı, İstanbul’da azınlık haklarını yok eden 6-7 Eylül 1955 olaylarına karşı Yunanistan’dan gelen tepkilere boyun eğmiş ve yazar Nazlı Ilıcak’ın Bayındırlık Bakanı olan babası Muammer Çavuşoğlu İzmir’de Yunan Bayrağının göndere çekilerek selam duruşuyla o ülkeden özür dilemeye boyun eğmiştir.

Çok Partili siyasal yaşamda, ülkeyi ikiye bölen girişimi başlatan Menderes Hükümeti’dir: Vatan Cephesi ile devletin radyo denilen haberleşme aracı her gün o cepheye katılanların (yaşamı terk etmiş olanların adları dâhil) yayınlamak görevini de üstlenmişti.

Nisan 2017’de yayınlanan Türkiye Sorunları kitap dizisinin 116, sayısında acaba Başbakan Adnan Menderes için (sayfa 57) bakınız neler yazmışız:

Fakat ne yazık ki doğa tahribatına Başbakan Adnan Menderes başlamıştır. Örneğin Ankara’da Bülbül deresinin güzelim suları, Sağlık Bakanlığı binasının yanından geçerek Atatürk Bulvarı’nın ortasında akışını sürdürür ve Ankara çayına ulaşırdı. O dere kurutuldu ve Atatürk Bulvarında Bülbül Deresinin gövdesi betonla kapatıldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkenti Ankara’nın Kavaklıdere’den Ulus Tren istasyonuna kadar ana caddesinin ortasında güzelim çam ormanı olan refüjü vardı. 1958 yılının ortasında güzelim çam ormanı kesilip yok edildi. Ve orman olan güzelim refüj betonlandı. Kızılay’daki Sakarya yolunu süsleyen ardıç ağaçları da bir gecede kesilerek yok edildi. Başbakan Menderes İran’daki Başkent Tahran’da tek ağaç görmeyince  kentlerde ağacın  gereksizliği kanısına ulaşmış olmalıydı! Fatih Sultan Mehmet sağ olsaydı başta Adnan Menderes olmak üzere  2017 yılında Ankara ORAN semtinde binlerce ağac kestirip 39 katlı bina yapımını üstlenen Kuzu Grubu’nun yetkililerinin kollarını kesmiş olacaktı. Çünkü “Ormanımdan bir dal kesenin kolunu keserim” demişti 660 yıl önce. Nereden bilecekti ki,  doğa düşmanı siyasal partilerin ülkemizde iktidar olacaklarını…

Yazacaklarım bu kadar da değil. Türkiye’mizde 1957-1959 arasında ilk bilimsel Yapı Teknik dergisini yayınlamış ve 20. sayısı Adil Handaki büronun kapıları polisler tarafından  kırılarak o kitap dizileri ile birlikte kitaplarımın tümü meşin torbalara doldurularak alıp götürülmüştü. Çünkü 20’nci sayısında Adnan Menderes’in Ankara’da ana caddelerin yıkılarak yeniden yapımının ekonomik bir girişim olmadığını belirleyen yazımız. TBMM’ndeki Tahkikat Komisyonu, “Ekonomik Yatırım yapmayarak devletin manevi kişiliğine saldırı” kararını almış ve bu satırları yazan kişinin mühendislik hayatını sona erdirmişti.

Ankara’da 555 Miting’ini izleyenleriniz var mıdır bilemiyorum. Adnan Menderes makam arabasından inerek  karşı kaldırımdaki insanlara ne denli halkçı olduğunu kanıtlamayı tasarımlamış olmalıydı. O an karşı kaldırıma adım attığında genç bir adamın yumruğuyla karşılaştı. Kısa sürede yaşam savaşının içinde bulmuştu kendisini.  Austin marka mavi renkli küçük arabadan iri bir adam çıkarak Menderes’i kucakladı arabasının içine yerleştirdi ve kaçıp götürdü.

Birkaç gün sonra da Harp Okulu Öğrencilerinin başta komutanları ile birlikte yürüyüşü gerçekleşecekti.

27 Mayıs 1960’ın doğuşunun sorumlusudur Adnan Menderes ve Celal Bayar.
=========================================
Dostlar,

Teşekkürler Sayın Dr. Ali Nejat Ölçen…
Sayın Ölçen 91921 doğumludur ve yazdıklarına doğrudan tanık olmuştur mutlaka..
Menderes’in başkanlığındaki DP hükümetlerinin sabıkası keşke bunlarla sınırlı kalsaydı..
Köy Enstitülerini kapatan da onlar (1954!)
Arapça ezanı geri getirenler de.. (Atatürk 1923’de Türkçeleştirmişti)
1958 Temmuzunda ülkemizin iflasını ilan ederek% 320 devalüasyon ile IMF’den borç alanlar da onlar.. 2,85 TL olan 1 Dolar’ın 3,2 kat değerlendirilerek = TL’nin değeri düşürülerek 9,15 TL’ye çıkaran da Menderes’in DP iktidarıdır.. 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den emanet aldıkları  200 ton Hazine altınını Londra merkez bankasına Türk Hava Kuvvetlerinin uçaklarıyla rehin yollayan da..
Menderes, “Siz isterseniz şeriatı bile geri getirebilirsiniz”  çanakçılığını – gerici kışkırtıcılığını bile yaptı! Halkla – demokrasiyle alay ederek “Odunu aday göstersem seçtiririm..” dedi..
Başbakan Menderes’in ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Saka‘nın VATANA İHANET suçu ile idam edilmeleri tartışılabilir, eleştirilebilir. AKP, Erdoğan bu gün bile 15 Temmuz sanıkları için İdam çığlıkları atabilmektedir. Nitekim 12 Mart döneminde 6 Mayıs 1972’de TBMM’de Deniz Gezmiş – Yusuf Aslan – Hüseyin İnan‘ın idam cezaları oylanır ve onaylanırken genel kurulda “Kana kan, intikam, 3’e 3!” çığlıkları duyuluyordu. Süleyman Demirel 2 elini birden kaldırıyordu bu idamlara “evet” derken!

27 Mayıs 1960 Devrimi’ne giden yolda olup bitenleri okumak için lütfen tıklar mısınız?
(5 dosyaya erişebilirsiniz..) :
http://ahmetsaltik.net/2017/05/27/27-mayis-1960-devriminin-57-yili/

  • Sonuç olarak Menderes ve idam edilen 2 Bakan sütten çıkmış ak kaşık asla değillerdi..

Sevgi ve saygı ile. 21 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ya İstiklal Ya Ölüm: Sivas Kongresi

Ya İstiklal Ya Ölüm:
Sivas Kongresi

Sinan MEYDAN
SÖZCÜ, 4 Eylül 2017

(AS : Bizim oldukça kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

“Burada bir milletin kurtuluşunu hazırlayan kararlar verildi.”
(Atatürk, 13 Kasım 1937, Sivas)

Bugün 4 Eylül 2017; Milli Mücadele‘nin temel taşlarından Sivas Kongresi‘nin 98. yıldönümü… Bağımsızlık savaşımızın ve Cumhuriyetimizin temelleri Sivas’ta atıldı. Mustafa Kemal Paşa, tam 108 gün Milli Mücadele’yi Sivas’tan yönetti. Milli Mücadele’nin Ankara’dan önceki karargâhı Sivas‘tı.

MİLLETİN SİNESİ

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dayken, 20 Ağustos 1919’da, Sivas Valisi Reşit Paşa‘dan bir telgraf aldı. Reşit Paşa, Fransız Jandarma Müfettişi Binbaşı Bruno‘nun Sivas’ta bir kongre düzenlenecek olursa Fransızların beş, on gün içinde Sivas’ı işgal edeceklerini söylediğini, bu nedenle ya
kongreden vazgeçilmesini ya da kongrenin Erzurum‘da veya Erzincan‘da düzenlenmesini öneriyordu. Mustafa Kemal Paşa telgrafı okuyup bitirdiğinde ilk tepkisi “gülünç” demek oldu; “Azizim Mazhar Müfit, bunlar hakikaten gülünç şeyler” dedi. Sonra dudağında hafif bir tebessümle, “Birer kahve içelim de vali paşaya cevap arz edelim” diye ekledi. Verdiği cevapta, bunun bir blöf olduğunu ve bundan korkmamak
gerektiğini belirterek şöyle dedi:

“Bendeniz ne Fransızların ne de herhangi bir ecnebi devletin yardımına tenezzül eden şahsiyetlerden değilim; benim için en büyük koruma noktası ve kaynağı milletimin sinesidir.” O gece Mazhar Müfit (Kansu)‘ya, Sivas’a hareket ettiklerinde Bruno‘nuın Sivas’tan kaçacağını söyledi. “Bir millet ki ‘ya istiklal ya ölüm’ diyor ve bu kararı tamamıyla benimsemiş bulunuyor, bunun karşısına hangi kuvvet çıkar?” diye de ekledi. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, s. 150-158, 162).

ZOR KONGRE

Sivas Kongresi’ne karşı çıkan çoktu. Batı’da Yunan’la çete savaşı veren
Kuvvacılar kendilerini birer lider olarak görüyor, bir milli örgütlenmeye
ihtiyaç olmadığını düşünüyordu. Sivas Kongresi‘ne karar verilen Amasya toplantısında Rauf Bey (Orbay) ve Refet Paşa (Bele) Amasya kararlarını (AS: Amasya Genelgesi, 22 Haziran 1919) zoraki imzalamışlardı. Balıkesir Kongresi Başkanı Hacım Muhittin “Ne kuvveti var bunların?” diyordu.
Kazım Karabekir Paşa ise Sivas‘ta toplanmanın varlığımızı kendi elimizle tehlikeye atmak olduğunu belirterek Erzurum Kongresi ile yetinmek gerektiğini söylüyordu.

Sivas Kongresi’ne katılımcı bulmak da kolay olmadı. Sivas’a gelmesi gereken Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti üyelerinden Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey gelmedi. Siirt Milletvekili Sadullah Bey ortada yoktu. Servet ve İzzet Beyler ise Trabzon‘a gitmişler gelmiyorlardı. Bu nedenle Doğu’dan Sivas Kongresi’ne Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Raif Efendi, Şeyh Fevzi Efendi ve Bekir Sami Bey katılacaktı. Trakya‘dan kimse gelmeyecekti, İzmir’in ardındaki bölgeden birkaç kişi gelecekti, ne içteki
Konya ve civarından, ne güneyde Toroslardan, ne Mezopotamya ve civarından, ne de Karadeniz kıyılarından kimse gelecekti. İstanbul’dan ise bir kişi gelecekti. (Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 226). Sivas Kongresi’ne seçilen 40 delegeden 36’sı kongreye katılabildi.

SİVAS YOLLARINDA

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas’a hareket edeceklerdi, ancak yeterli paraları yoktu. Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nden, emekli Binbaşı Süleyman Bey 900 lira verdi, Cevat Dursunoğlu bu parayı 1000 liraya tamamlayıp Mustafa Kemal Paşa’ya iletti. Sivas yolculuğu bu parayla finanse edildi.
Mustafa Kemal Paşa, 29 Ağustos 1919 sabahı, büyük bir coşkuyla Erzurum’dan Sivas’a uğurlandı. Kafile, 3 otomobil ve 3 atlı arabadan
oluşuyordu. Otomobiller hurda haldeydi. Yemekleri peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaretti. Subaşında rastladıkları köylüler de birkaç baş kuru soğan ikram etmişti.
İkindiye yaklaşırken aniden şiddetli bir yağmur başladı. Otomobillerin
tenteleri yırtıktı. Herkes bir güzel ıslandı. Mustafa Kemal Paşa da yağmur altında sırılsıklam oldu. Islak halde geceyi geçirecekleri köye gittiler. O gece Paşa’nın ateşi çıktı. Ertesi gün şafakta yola çıktılar, 30 Ağustos‘ta akşam karanlığında Erzincan‘a vardılar. Erzincan sokaklarında, 

  • “Vatan için canımızı vermeye hazırız” diyenleri duydukça Paşa’nın cesareti, umudu arttı.

Erzincan Boğazı‘na girmek üzereyken yanlarına gelen Jandarmalar,
“Dersimli çeteler boğazı kapatmış, tehlike var geçilmez” dediler. Jandarmalar, boğazı açmak için gereken kuvvetin ancak bir gün sonra gelebileceğini belirtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa‘nın yitirecek zamanı yoktu. Hemen şu emri verdi: Kendilerine ateş edilirse otomobillerdeki hafif mitralyözlerle karşı konulacak, eşkıya yol keserse arabalardan inilip vuruşulacaktı. Bu karar doğrultusunda yola devam edildi. Ancak Allah’tan hiçbir saldırıya uğramadan boğazı geçtiler. O gece konakladıkları köy evinde Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına teşekkür ederek şöyle dedi:

  • “Milli dava ancak böyle bir inanç, böyle bir irade ve azimle kazanılabilir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, milli kurtuluşu sağlayacak olan fikirlerdir.” (Kansu, age, s. 194- 203).

SİVAS’TA KARŞILANMA

Mustafa Kemal ve arkadaşları Refahiye-Suşehri üzerinden 2 Eylül 1919
sabahı Sivas’a vardılar. Sivas’a 5 km mesafede çadırlar kurulmuş, neredeyse tüm Sivas halkı Kılavuzan tepesinde Mustafa Kemal Paşa’yı karışlamaya gelmişti. Fransız binbaşının tehdidi yüzünden telaşlanan genç Rasim‘i gören Paşa, “Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla dedi. Kongrenin düzenleneceği Sultani (Lise) binasına geldiklerinde kafileyi Vali Reşit Paşa karşıladı. Mustafa Kemal Paşa akşam yemekte Reşit Paşa’ya “Binbaşı Bruno nerede?”diye sordu. “Malatya’ya doğru firar ile meşgul…” cevabını aldığında hafif tebessüm etti.

Kongre binası özenle hazırlanmıştı. Bina, Sivas Müftüsü Abdurrauf Efendi, Şekercizade İsmail ve Sığırcızade Hayri’nin evlerinden getirdikleri
eşyalarla donatılmıştı. Kongre salonu, değerli Türk halılarıyla kaplanmıştı. Bu arada Sivaslı bir genç kız, çeyizi için özel olarak hazırladığı yatak örtüsünü Mustafa Kemal Paşa’nın kalacağı odadaki yatağın üzerine örtmüştü. Afyonkarahisar adlı bir kahveden kahveler geliyor, delegeler boş vakitlerinde
domino oynuyordu. Yemekler tabldot olarak hazırlanıyordu. Genelde kuru fasulye ve pilav çıkıyordu. Sular toprak testiler içindeydi. Güvenlik için bahçeye bir sahra topu yerleştirilmişti.

KONGRE AÇILIŞI

4 Eylül 1919 Perşembe günü öğleden sonra saat 14.00da kongre açıldı.
Mustafa Kemal Paşa kongreyi açarken yaptığı konuşmada 

  • “Tarih bir milletin varlığını, hakkını hiçbir zaman inkâr edemez. (…)
    Vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, ortaya sürülen kanaatler muhakkak ki iflasa mahkûmdur.”
     dedi.

    Milletimizin “namus” ve “istiklalini” kurtarmak için silaha sarıldığını
    söyledi. Daha sonra başkanlık seçimine geçildi. İsmail Fazıl Paşa, kongre başkanlığının sancak adlarının baş harflerine göre nöbetleşe yapılmasını
    önerdi. Ancak bu teklif reddedildi. Mustafa Kemal Paşa, 3 muhalif oya karşı ezici bir çoğunlukla başkan seçildi.

    PARTİSİZLİK YEMİNİ

Daha sonra kongrenin partilerle, özellikle İttihat ve Terakki‘yle ilişkili olmadığını göstermek için bir yemin hazırlandı. 5 Eylül 1919 Cuma günü birinci celse sonunda delegeler toplantı salonunun kapısında tek tek şu yemini okudu:

  • “Saadet ve selameti vatan ve milletten başka hiçbir şahsi amaç takip etmeyeceğime; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma ve mevcut siyasi partilerden hiçbirinin siyasi emellerine hizmetkâr olmayacağıma vallahi, billahi…”

    5 Eylül’de padişaha sadakat bildirildi. Mustafa Kemal Paşa, strateji gereği, mümkün mertebe, halife/padişahı karşısına almayıp Damat Ferit Hükümeti‘ne cephe alıyordu.

    6 Eylül Kurban Bayramı‘nın ilk günüydü. Başta Camii Kebir olmak üzere Sivas’ın bütün camilerinde vatanın düşman işgalinden kurtulması için
    dualar edildi. Ülke işgal altında olduğu için diğer şehirler gibi Sivas’ta da bayram sevincinden eser yoktu. O gün kongre toplanmadı. Sivas Belediyesi’nden bir kurul kongre binasına gelerek Mustafa Kemal Paşa ve delegelerle bayramlaştı.

MİLLİ KARARLAR

7 Eylül günü, Erzurum Kongresi’nin bölgesel kararları tüm yurdu kapsayacak biçimde değiştirilip genelleştirildi. Özellikle Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin adının Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti olarak değiştirilmesi önemliydi. Böylece dağınık haldeki cemiyetler birleştirilip tek bir çatı altında toplandı.
8-10 Eylül arasında, üç gün Amerikan mandası tartışıldı; manda düşüncesi
ustaca reddedildi.
10 Eylül’de Kongre kararı gereği Ali Fuat (Cebesoy) Paşa Batı Cephesi Kuvayı Milliye Genel Komutanlığı’na atandı.
11 Eylül’de Temsil Heyeti üyeleri belirlendi. Erzurum’da seçilen 9 kişilik heyete, sonra 1 kişi, Sivas’ta da 6 kişi eklendi. Böylece üye sayısı 16’ya çıktı.
11 Eylül’de İrade-i Milliye gazetesinin çıkarılmasına karar verildi.
12 Eylül’de Cuma namazının ardından Ulu Cami‘de halka kongre hakkında bilgi verildi.
12 Eylül’de Kongre kararıyla Anadolu ile İstanbul arasında telgraf haberleşmesi kesildi.
Kongre sonunda Mustafa Kemal Paşa‘nın yaptığı baskıyla Damat Ferit Hükümeti istifa etti. Yerine ılımlı Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Böylece Anadolu hareketi, İstanbul’a karşı ilk önemli başarısını elde etti.

ALİ GALİP OLAYI

3 Eylül 1919’da İçişleri Bakanı Adil ve Harbiye Nazırı Süleyman Şefik
paşalar, Elazığ Valisi Ali Galip‘e Kürt aşiretlerinden bir çeteyle Sivas’ı basıp Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamasını ve Sivas Kongresi’ne dağıtmasını emrettiler.
6 Eylül’de Ali Galip, Elazığ’dan Malatya’ya gelip Sivas’a doğru ilerledi. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa olaydan haberdar olup gerekli önlemleri aldı. 9 Eylül’de bu konuda kongreye bilgi verdi. Olaya bir de İngiliz Binbaşı Noel karışmıştı. Üzerine asker gönderilen Ali Galip, adamlarıyla birlikte
Malatya‘ya kaçtı. Oradan Urfa’ya, Urfa’dan da Halep‘e geçti.
11 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa, İçişleri Bakanı Adil‘e gönderdiği telgrafta, “Alçaklar, caniler, düşmanlarla millet aleyhinde tertiplerde bulunuyorsunuz. Aklınızı başınıza toplayın!” dedi.
Anlayacağınız tek düşman Yunan değildi.

SİVAS’TA MANDA TARTIŞMALARI

Amerikan Chicago Daily News gazetesi muhabiri E. L. Brown, Kongreyi izlemesi için Sivas’a gönderilmişti. 8 Eylül günü Kongre açılır açılmaz, İsmail Hami Bey (Danişment), 25 kişinin imzasıyla kongreye Amerikan mandasının kabul edilmesini isteyen bir komisyon raporu sundu. Ancak
Mustafa Kemal Paşa raporun görüşülmesine başlamadan önce Mr. Brown’un “resmi bir sıfatla”kongreye katılmadığını, tamamıyla “özel olarak” geldiğini ve Amerika’nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini söylediğini; dahası Brown’ın mandanın ne olduğunu bile bilmediğini belirterek görüşmelerden önce “10 dakika ara” verdi. Böylece Mr. Brown’a güvenerek Amerikan mandası isteyeceklerin fikir değiştirmesini bekledi.
Manda lehine Kara Vasıf Bey, İsmail Hami Bey, İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami Bey, Refet Bey uzun konuşmalar yaptılar. Umutsuzca Amerikan mandasını savunuyorlar, bunun “ehven-i şer”olduğunu söylüyorlardı. İşin ilginci mandanın bağımsızlıkla aynı şey olduğunu bile iddia ediyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa bu mandacıları “biçareler” diye adlandırıyordu.

TIBBİYELİ HİKMET’İN İSYANI

8/9 Eylül gecesi Mustafa Kemal Paşa odasında bir toplantı yaptı.
Mandacıların, yabancı işgali altında “cesaret” ve “ümitlerini” kaybetmiş olmanın verdiği üzüntüyle “hastalıklı bir ruh haliyle” hareket ettiklerini söyledi.

  • “Şerefsiz, istiklalsiz, esir bir millet çocukları olarak yaşamak yerine, efendice ve kahramanca ölmek elbette ki tercih edilir. Bunu anlayamamak ne garip mantıktır?” dedi.

    O sırada orada bulunan kongre delegelerinden Tıbbiyeli Hikmet adlı bir genç, biraz da Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerinden cesaret alarak yüksek sesle şunları söyledi:

  • “Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Farzı mahal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandır ve tel’in ederiz.”

    Tıbbiyeli Hikmet‘in bu yurtsever çıkışının ardından duygulanan Mustafa Kemal Paşa, çevresindekilere bakarak, “Arkadaşlar, gençliğe bakın! Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin” dedi. Sonra Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek “Evlat müsterih ol! Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tek ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm dedi. Bunun üzerine yerinden fırlayan Tıbbiyeli Hikmet “Var ol Paşam” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü. Mustafa Kemal Paşa da bu yiğit gencin alnından öptü. (Kansu, age, s. 247-8).

ABD SENATOSU’NA MEKTUP

9 Eylül günü Rauf BeyAmerikan Senatosundan ülkemizi inceleyecek bir heyet çağırmayı teklif etti. Mandacıları susturmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Mustafa Kemal Paşa, hiç zaman kaybetmeden Rauf Bey’in bu teklifini oya sundu. Böylece oybirliğiyle ABD Senatosu’na başvurmaya
karar verildi. Senato’ya sunulmak üzere bir mektup hazırlandı. Falih Rıfkı Atay “gönderilmemiştir, sudan bir karara bağlanıp kalmıştır” dese de mektup ABD Senatosu‘na gönderildi. Mektupta özetle “tarafsız bir devlet”
olarak ABD’den “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki durumları olduğu gibi incelemek amacıyla bir komite göndermesi”isteniyordu. Yani ABD’den
“manda”değil, sadece “bir inceleme komitesi” isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa‘nın, Nutuk’ta, “özel bir önem vermiş değilim” dediği bu mektupla
Sivas Kongresi’ndeki manda tartışmaları bitirildi. ABD o sırada Anadolu’da manda fikrinden çoktan vazgeçmişti. Mustafa Kemal Paşa bunun farkındaydı. Nitekim ABD Senatosu bu mektuba hiçbir cevap vermedi.

SonuçtaErzurum Kongresi‘nde reddedilen “manda”Sivas Kongresi‘nde de kabul edilmeyerek gündemden düşürüldü.
Ne acıdır ki, 1919’da Wilson’un mandasını reddeden Türkiye, 1947’de Truman’ın doktrinini kabul edecekti.
=====================================
Dostlar,

Yurtsever Tarihçi Sayın Sinan Meydan‘a bu değerli yazısı için teşekkür ederiz. Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü başladı ve 11 Eylül 1919 günü bitirildi. Biz kendisinin 4 Eylül’de SÖZCÜ‘de yayınlanan yazısını bu güne bıraktık.

  • Erzurum’dan Sivas’a geçiş hiç kolay olmamıştır.. Elazığ Valisi Ali Galip, “yakalama” ve gerekirse infaz fermanı almıştır Pay-i Taht’tan (İstanbul’dan).. Bizim akrabamız Diyab Ağa komutasında 3000 dolayında yurtsever Dersimli, en kritik sarp geçitlerde Mustafa Kemal Paşa ve konvoyunun Sivas’a geçişi için yaşamsal önemde tarihsel koruma ve güvenlik sağlamıştır.. Sn. Meydan bu önemli ”ayrıntıyı’‘ keşke atlamasaydı..

Kongrenin tarihsel kararları aşağıda                  :

Bugün ulusça bilinmekte olan iç ve dış tehlikelerin yarattığı “ulusal uyanış” tan doğan Kongremiz, aşağıdaki kararları almıştır :

1. Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan mütareke (Mondros) tarihinde (30 Ekim 1918) sınırlarımız içinde kalan Osmanlı ülkesinin bölgeleri, birbirinden ve Osmanlı toplumundan ayrılması olanaklı
olmayan bölünmez bir bütün oluştururlar.
2. Toplumun bütünlüğü ve ulusal bağımsızlığımızın sağlanması için
ULUSAL GÜCÜ ETKEN ve ULUSAL İSTENCİ EGEMEN KILMAK
kesin ve temel ilkedir.
3. Ülkenin herhangi bir bölümüne (Ulusal Ant sınırları içinde) yönelecek
müdahale ve işgale, hep birlikte savunma ve direnme ilkesi meşru kabul edilmiştir.
4. Osmanlı hükümeti, bir dış baskıyla ülkemizin herhangi bir kesimini terk ve ihmal etmek zorunda kalırsa, ülke ve ulusun dokunulmazlığını ve bütünlüğünü güvenceleyen her türlü önlem ve karar alınmıştır.
5. Ülke bütünlüğümüzün bölünmesi düşüncesinden tümüyle vazgeçilerek bu topraklar üzerinde tarihsel, ırksal, dinsel ve coğrafyasal haklarımıza saygı gösterilmesini ve bunlara aykırı girişimlerin geçersiz kılınmasını, böylece hak ve adalete dayanan bir karar alınmasını bekleriz.
6. Ulusumuz, insancıl ve çağdaş amaçların yüceliğine inanır; teknik, ekonomik ve endüstriyel durum ve gereksinimimizi takdir eder. Bu nedenle,
devlet ve ulusumuzun iç ve dış bağımsızlığı ve yurdumuzun bütünlüğünü korumak koşuluyla, önceki maddede açıklanan sınırlar içinde, ulusal ilkelerimize saygılı ve yayılma emeli beslemeyen herhangi bir devletin teknik, ekonomik ve endüstriyel yardımını hoşnutlukla karşılarız. İnsancıl ve adil koşulları taşıyan bir barışın kısa zamanda gerçekleşmesi, dünya ve insanlığın dinginliği adına, en başta gelen ulusal emelimizdir.
7. Ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlediği bu tarihsel çağda, merkezi hükümetimizin de ulusal istence bağlı olması zorunludur. Çünkü ulusal istence dayanmayan bir hükümetin tepeden inme ve kişisel kararlarına ulusça uyulmayacağından başka, bu kararların dışta da geçerli olmadığı ve olamayacağı şimdiye dek görülen eylemler ve sonuçlarıyla kanıtlanmıştır.
Bu nedenle ulus, içinde bulunduğu kaygı ve sıkıntılardan kurtulmak çarelerine doğrudan başvurmak zorunda kalmadan, merkezi hükümetimizin ulusal Meclisi hemen ve hiç zaman yitirmeden toplaması, böylece vatan ve ulusun yazgısı hakkında alacağı bütün kararları ulusal Meclisin denetimine sunması zorunludur.
8. Vatan ve ulusumuzun karşılaştığı zulüm ve elemlerle ve tümüyle aynı ülkü ve amaçlar, ulusal vicdandan doğan vatansever ve ulusal derneklerin
birleşmesinden oluşan genel kitleye bu kez “ANADOLU ve RUMELİ
MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ” adı verilmiştir. Bu Dernek, her türlü particilik akımlarından ve kişisel ihtiraslardan tümüyle arınmış ve aklanmıştır. Tüm Müslüman yurttaşlarımız bu Derneğin doğal üyelerindendirler.
9. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan genel kongresi tarafından kutsal amaçları izlemek ve bütün örgütü yönetmek için bir “Temsil Kurulu” (Heyet-i Temsiliye) seçilmiş
ve köylerden il merkezlerine dek bütün ulusal örgüt birleştirilmiş ve güçlendirilmiştir.

GENEL KONGRE KURULU / 11 Eylül 1919, Sivas

Ayrıntılar için lütfen tıklayınız : Sivas_Kongresi_4_Eylul_2005 

Ayrıca ”Sivas Kongresi” anahtar sözcükleri ile sitemizde çağrıldığında, önceki yıllarda yayınlanan yazılarımıza da erişilebilir..

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

ATATÜRK SAMSUN’A NASIL ve NEDEN ÇIKTI?

ATATÜRK SAMSUN’A
NASIL ve NEDEN ÇIKTI?

portresi

Zeki Sarıhan
19 Mayıs 2016

 

19 Mayıs günü CHP’lilerin Anıtkabir’e yapacağı yürüyüşün hükümetçe yasaklanması üzerine (AS: CHP’nin girişimiyle Valilik bu yasağı kaldırdı!)  bir televizyon kanalında karşıt görüşlü dört kişi tartıştı. Yıllardır yapıldığı gibi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a neden ve nasıl gönderildiği konusunda yanlış ve eksik görüşler söylendi.

Yazılıp söylenmemiş değildir ama aşağıda yazacaklarımın çoğu kişi tarafından bilinmediğini düşünüyorum. Yanlış ve eksik bilgiler kullanılınca konunun bir çıkmaza girmesi kaçınılmazdır.

Ataturk_Genc_Subay

  1. Samsun’a bir general gönderilmesinin nedeni:
    Mondros Ateşkes Anlaşmasında, anlaşmaya uyulmazsa
    İtilaf Devletlerinin istedikleri yeri işgal etme hakkı vardı. Silahlar toplanıp İtilaf Devletlerine teslim edilmeli, milliyetler arasında bir çatışma yaşanmamalıydı. Hükümet, Müttefikleri tatmin etmek için Mütareke koşullarına harfiyen uyulmasını istiyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Birlikleri Müfettişi olarak atanma kararnamesinde O’na şu üç görev verilmiştir:a) Karadeniz bölgesinde Rumlarla Müslümanlar arasında olduğu söylenen çatışmayı durdurmak,
    b) Doğu Anadolu’da kurulduğu söylenen Şûra yönetimlerini dağıtmak,
    c) Ordunun elindeki fazla silahları toplayarak İngilizlere teslim etmek.

    Fakat O, Samsun’a çıktıktan sonra bu görevleri yapmayı reddetmiştir.
    Hükümeti de buna ikna etmeyi çalışmıştır.

  2. Bu göreve neden Mustafa Kemal Paşa atanmıştır?
    Mütareke’de İttihat ve Terakki politikaları çöküp, parti yöneticilerinin yurt dışına çıkması veya yargılama altına alınması üzerine devlet yönetiminde İttihat ve Terakki yönetimine muhalefet etmiş kişilerin önü açıldı. Mustafa Kemal Paşa da bunlardan biriydi. Mütareke’de altı ay kaldığı İstanbul’da hükümete geçmek için çalışmalar yaptı. Sırf bunun için altı kez Vahdettin’le görüştü. İtilaf Devletleri temsilcilerinin tepkisini çekecek ilişkilerden ve demeçlerden kaçındı. Mustafa Kemal Paşa, 1. Dünya Savaşı’nda Almanya ile ittifaklıktan ayrılarak İngilizlerle ayrı bir anlaşma yapılmasını savunmuş, Ermeni tehcirinde de görev almamıştı. Bu nedenle İngilizlerin ve Fahrî yaveri olduğu Padişahın da güvenine sahipti. Damat Ferit Paşa da atanmasından önce O’nunla tanışmış ve amaçlarına uygun biri olduğuna karar vermişti. Müfettiş olarak atanmasının nedeni budur.
  3. Padişah O’nu vatanı kurtarsın diye mi gönderdi?
    Padişah, vatanın kurtuluşunu İngiliz dostluğunda görüyor
    ve bu dostluğu kanıtlarlarsa İngilizlerin Türkiye’nin himayesini üzerine alacağını, devleti parçalamayacağını düşünüyordu. Vatanın bu tutumla kurtulacağını düşünürsek, evet, Padişahın O’nu vatanın ‘kurtuluşu’ için gönderdiği söylenebilir. Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun, bürokrasinin ve halkın başına geçerek İngilizlere karşı bir direniş örgütlemesine taraftar olmadığı gibi, kendisinden önce İngilizlerin bu ‘tehlikeyi’ görmesi ve İngilizlerin isteğiyle O’nu derhal geri çağırmış,
    Mustafa Kemal bunu reddedince de O’nun görevine son vermiştir.
  4. Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919’da mı başlamıştır?
    Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki önderlik rolünü vurgulamak için de yapılsa
    bu iddia doğru değildir. 19 Mayıs 1919 tarihi bu açıdan sembol bir tarih sayılabilir. Bu savaşın başlangıç tarihi olarak Mondros Ateşkes Anlaşmasının hemen ertesi gününü kabul etmek gerekir. Çünkü Mütareke’den 19 Mayıs’a dek geçen 6.5 ay içinde Müdafaai Hukuk Dernekleri kurulmuş, Millî Kongre gibi kuruluşlar eliyle milli birlik arayışları başlamış, işgallere karşı kıpırdanmalar olmuştur. Mustafa Kemal Paşa Samsun yolundayken İzmir’in işgali üzerine
    bütün millet ayaktaydı. Mustafa Kemal Paşa’nın rolü, bu ayaklanmanın başına geçerek
    onu zafere eriştirecek bir önderliği yapmış olmasıdır.
  5. AKP iktidarı Mustafa Kemal’i neden silmek istiyor?

    Bunun nedeni tarihsel bir hesaplaşma isteğinden kaynaklanıyor. Kurtuluş Savaşından sonra Mustafa Kemal Paşa’nın feodal üst yapı kurumlarına karşı açtığı savaş, bu sınıfın günümüzdeki temsilcilerini ona karşı bir itibarsızlaştırma ve unutturma kampanyasına götürmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın adıyla bütünleşmiş milli bayramlara karşı sistemli önemsizleştirmenin tek nedeni budur. Bu onları, Atatürk’e karşı Vahdettin’e sarılma çaresizliğine kadar düşüyorlar. (19 Mayıs 2016)

Sonuç       : Kurtuluş Savaşı tarihi doğru bir biçimde yazıldığında, bundan asıl zararlı çıkacak olanlar teslimiyetçi padişahçılardır. ‘Yerli ve millî’ olan padişah değil Kuvayı Milliye direnişidir.
============================
Güncelleme : 19 Mayıs 2016’da sitemizde yayımladığımız bu yazıyı,
bu yıl bir kez daha paylaşmak istiyoruz.. 19 Mayıs 2017

Değerli dostumuz Sayın Zeki Sarıhan‘a bu önemli yazısı için teşekkür ediyoruz..
O’nun devrimci tarih birikimini ve bilincini önemsiyor ve kendisinden hep öğreniyoruz..

1999’da ATV’de, Sn. Hulki Cevizoğlu’nun Cevizkabuğu programında saatlerce biz de
bu gerçekleri anlatmaya çabalamıştık bir “Padişah Vahdettinci” karşısında..
O tarihte 80 yaşını geçmiş olan bu kişi, önceleri yazdığı bir kitabında ise tersine tezleri savunmuştu. Kitabından alıntı yaptığımızda saçma – komünistçe bulmuştu!
Kitabını gösterince ise çoook mahçup ??

İnsanlar neden kendilerini böyle zora sokar?
Saygın olan gerçeği – yalnızca nesnel gerçeği öğremeye çabalamak olmalı..

Sevgi ve saygı ile. 19 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com

Tıbbiyelilerden Çok Çekmişti!

Tıbbiyelilerden Çok Çekmişti!

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • TÜRKİYE’de hürriyetçi fikir hareketleri ilk kez tıbbiyeliler içinde çıktı.

Harbiye’de de gelişti. Halkla da buluşunca 1908 Devrimi oldu. 33 yıl iktidarda kalan Sultan II. Abdülhamid’i de bu hareket 27 Nisan 1909 günü yıktı.

HÜRRİYET YUVASI

Tıbbiyeliler içindeki hürriyet fikri /hareketi ilk olarak İstanbul Demirkapı’da bulunan Mekteb-i Tıbbiye binasında 1887 yılında 5 devrimci tıbbiyeli öncünün bir araya gelerek bu uğurda mücadele edeceklerine söz vermesiyle başladı.

Tıbbiye içindeki hareket gelişme aşamasındayken hafiyeler haber alır ve bunu ezmek için harekete geçerler. Ancak bu baskı gençleri yıldırmaz ve hareketin büyümesine neden olur. İlk soruşturmada 10 öğrenci suçlu bulunur. Divan-ı Harbe verilir. Kelebentlik (AS : Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu, doğrusu Kalebent) cezası alırlar. Askerlikten atılırlar. Abdülhamid bunların cezasını dört buçuk ay hapse çevirir. İşin büyümesini istemez.

TIBBİYE SÜRGÜN EDİLDİ

Bu arada Mektebi Tıbbiye Abdühhamid’in tepkisini çekince, deniz aşırı bir yere nakli istenir. Bugünkü GATA’nın yakınında bulunan Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin bulunduğu yere 1903’yılında özel olarak yapılan binaya taşınır. Ancak bu taşınma gençleri yıldırmaz. ‘Jön Türkler’ olarak adkandırılan bu hareket giderek yayılır. Harbiye ve Mühendishaneye de sıçrar. 1895 yılında İttihat ve Terakki’nin ilk temeli atılır.

İşte geçtiğimiz günlerde Sağlık Bakanlığı tarafından el konulan GATA’ya da bu sultanın ismi verildi. Tezat (AS: çelişki) olduğu kadar da intikam alma amaçlı olduğu her haliyle belli. Oysa bu kuruma ad verilecekse o kadar önemli tıbbiyeliler var ki. Onların içinde Abdülhamid adı akla bile gelmez. Bakanlık sanki ‘Taksim Kışlası’nı yapamadık, bari GATA’ya Abdüülhamit adı vererek intikamımızı alırız diyor.

TIBBİYEDE ATILAN TOHUMLAR

İttihat ve Terakki kurucularından Dr. İbrahim Temo Bey (AS : ve tıbbiyeli arkadaşları Diyarbakırlı İshak Sukûti, Arnavut Rıza, Selanikli Ahmet Bahtiyar) 1939’da kaleme aldığı anılarında tıbbiyedeki hürriyet mücadelesini şöyle anlatır:

“1889’da hürriyet aşkının huzmeleri mihrak noktasını buldu. Ateş almaya başladı. İki Diyarbekirli, İshak Sükûti ve tıbbiyeli ufacık Mehmet Reşid’i ders arasında mektep meydanında ağaçlar arasında yakaladım. Artık bir gizli cemiyet teşkil etmek için her şeyin hazır olduğuna dair fikrimi açtım. İshak Sükûti merhum, Dicle nehri gibi tuğyan eden gözyaşlarını tutamadı, ‘Ver elini arkadaş öpeyim ve sana sarılayım’ dedi. Ant içti. Üç sağ el birleşti, sıkıştı. Ahmet Cevdet geldi. Şaşıladı. Fakat itiraz etmedi. Bir iki gün sonra tıbbiye hamamının büyük odun yığının üzerinde daha birçok talebe müzakereye iştirak etmişti. Az sonra Şerafettin Mağmumi, Trabzonlu Kerim Sebati, İzmirli Hikmet, Selanikli Ahmed Bahtiyar, Asaf Derviş, Giritli Necmeddin, Hasan Arif, Giritli Şefik ve diğerleri cemiyete girdiler.” (Hayat, Aralık 1965, s.23-25.)

İŞTE ÜNLÜ TIBBİYELİLER

Dr. İbrahim Temo, Diyarbekirli Dr. İshak Sukûti, Dr. Akil Muhtar, Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Yenişehirli Ethem, Dr. Übeydullah Efendi, Dr. Tunali Hilmi, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Rüsuhi Dikmen, Dr. Adnan Adıvar, Dr. Şerafettin Mağmumi Bey, Dr. Refik Saydam, Dr. Reşit Galip, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dr. Şefik Hüsnü… Bu isimler 1908 yılında Meşrutiyet’i, 1920 yılından sonra da Cumhuriyet’i getirdi (28.8.16).

============================================

Dostlar,

AKP – RTE’nin askeri kurumları darmadağın etme fırsatçılıüı sürüyor..
Ülke OHAL altında demir yumrukla yönetilirken, “Yüce Meclis” (?) zoraki tatilde..
21 Bakan + 5 Başbakan yrd. + 1 Başbakan (?) + CB .. 28 kişi = Tek adam RTE!

Her şey RTE’nin 2 dudağı arasında.. En küçük bir “fırsat kaçırılmadan – eba edilmeden”,  uzuuun onyılarradan beri düşlenen planlar yaşama geçiriliyor.. Hiçbir engel yok.. Ve bunun adı demokrasi öyle  mi??

Öyle bir şaşkınlık ki, FETÖ AKP’nin İçişleri Bakanını bile ele geçirmiş.. (CHP’li vekil Dr. Aytun Çıray, Twitter’dan “İçişleri Bakanı’nın istifasını bekliyordum. Çünkü tutuklanan Sinop Valisi, abilerinin Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı olduğunu söylemiş.”,  ODATV, 01.09.2016, http://odatv.com/chpden-surpriz-efkan-ala-iddiasi-3108161200.html) Son 3 yılın İçişleri Bakanı (hatta milletvekili olmadan da..).. Önceki 6 yıllık müsteşar.. ondan önce Diyarbakır valisi bir gözde, RTE’nin prenslerinden biri.. Gene mi kandırıldılar, yoksa Cemaat ile cicim döneminde “kota pazarlığı” sonucu mu??

AKP içindeki FETÖ’cüler kimlerdir? En yksek oranda işhal bu partide olmak gerekir organik ilişki gereği.. Bunlar neden tasfiye edilmiyor göstermelik birkaç ad dışında?? Ne zaman ?? Ya da AKP için için kaynayacak ve bölünecek mi? Nasıl engellenececk bu karabasan AKP açısından?

Hal böyle iken, 32 yıl istibdat altında ülkeyi inletimiş bir kızıl sultanın adı, GATA Haydarpaşa Hastanesine veriliyor hiç sıkılmadan! O Abdülhamit ki, 1876’da ilan edilen 1. Meşrutiyetin temel kurumu olan Meclis-i Mebudan’ı Osmanlı – Rus savaşını gerekçe yapıp 2. yılında (1878) kapatmıştı.. O Mustafa Kemal ki, ölüm – kalım savaşını hep TBMM ile yürüttü! Taa ki 32 yıl sonra İttihat Terakki Osmanlı ülkesine “Hürriyeti” geri getirdi, despot ve korku hastası padişah 2. Abdülhamit tahttan iindirildi ve Meclis-i Mebusan yeniden açılabildi..

GATA Haydarpaşa Hastanesi son derece donanımlı, üstün nitelikli hekimleriyle Ülkemizin ve TSK’nın övünç duyması gereken bir kurumdur. Özerk olmayan, Sağlık Bakanlığı güdümünde bir Üniversiteye (Sağlık Bilimleri Üniversiitesi) teslim edilmiştir. 2. Abdülhamit’e gelene dek bu Ülkeye sağlık alanında nice dev hizmetle vermiş hekimler vardır.. Çoğu da ülkemizde tıbbiyenin temelini atan askeri tıbbiyeden..

Dr. Refik Saydam (Atatürk’ün Bandırma vapurundan dava arkadaşı, Sağlık Bakanı ve Başbakan), Dr. T. Rüştü Aras (Atatürk’ün 12 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanı), Dr. Reşit Galip (Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı), Dr. Adnan Adıvar (Sağlık Bakanı, Meclis 2. Başkanı), Dr. Tevfik Sağlam…. Sonraki kuşaklardan Dr. H. Nusret Fişek, NOBEL Ödüllü Dr. Aziz SANCAR

Yazıklar olsun… Bunca vefasızlık – değerbilmezlik, tarihinr saygısızlık… AKP’ye yakışıyor mu?? Hekim olan Sağlık Bakanı Akdağ‘ın kendisini yetiştirenleri yetiştiren tıp hocalarına minnet borcu ya hiç yok ya da Sultan 2. Abdülhamit’e olan sadakatinin (?!) yanında çok değersiz kalıyor!?

Birlik – beraberlik teraneleri arasında ötekileştirme  “brutal” biçimde bilerek sürdürülüyor..

Sevgi ve saygı ile.
01 Eylül 2016, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Atatürk’ün “Şu Çılgın Gençler” i

Atatürk’ün “Şu Çılgın Gençler” i

???????????????????????????????????????????????????????????? Naci BEŞTEPE

 

13 Aralık 2012. Silivri’deyiz. Ara karar duruşma günü. Dondurucu ayaz.
(AS: Biz de oradaydık!)
TV naklen yayın araçları dizili. Ulusal Kanal’ın önü dolu. Konuşmacılar sıra bekliyor. Diğerlerinin görevlileri gözükmüyor bile. Öğle üzeri ana habere bağlantılar başladı.
STV’nin muhabiri yayın aracının üstüne çıktı. Ergenekon ve Balyoz davalarının sanıklarına
gece gündüz kan ve kin kusuyordu o günlerde STV.
Muhabiri görenler yayın aracına yaklaşmaya, bağırıp-çağırmaya başladı.
Sesleri duyanlar geldi. Kalabalık arttı. Birkaç kişi ellerine geçenleri atmaya başladı.
Muhabir korktu. Rahat konuşamıyordu. O sırada ummadığım bir şey oldu.
Birkaç genç koşarak geldi. İçimden ”şimdi yandı muhabir” dedim.
Gençler, ”Lütfen yapmayın efendim. Onların seviyesine inmeyelim. Onları haklı çıkarmayalım” diyerek kalabalığın önüne geçtiler. Ortalık sakinleşti.
O gençler TGB’lilerdi.

NİTELİKLİ GENÇLİK

Aynı gençler sabahın erken saatlerinden beri toplumu coşturuyordu.
Sesleri yeri göğü inletiyor; zindanlardan, duruşma salonundan duyuluyordu. Kararlıydılar,
Nerede haksızlık, hukuksuzluk varsa oradaydılar. Güçlüydüler, Hiçbir eylemleri engellenemedi.
Akıllıydılar, Gereksiz hiçbir şey yapmadılar. Bilinçliydiler,
Devlet malına, askere, polise, görevliye zarar vermediler.
Barikatları yıktılar ama düşen askere polise el verip kaldırdılar. Basıp geçmediler.
Bilgiliydiler, Boş konuşmadılar.
Eylemle kalmayıp yazıyla, sözle, çizgiyle, afişle halkı aydınlattılar.

TÜRK ULUSUNUN UMUDU

Gericiliğin, bölücülüğün, yolsuzluğun kol gezdiği; eşkıyanın hükümdar olmaya soyunduğu, muhalefetin sustuğu, medyanın kuyruk olduğu bir dönemde ortaya çıktılar. Çığ gibi büyüdüler.
Güven verdiler. Kara günlerde aydınlığa umut oldular.
Aynı Jön Türkler gibi, İttihat ve Terakki gibi,
Kuvayı Milliye gibi topluma ışık ve önder oldular.

ATATÜRK’ÜN GENÇLERİ

Atatürk, Cumhuriyeti gençlere emanet etmişti. Emanete hıyaneti gördüler.
Göğüslerini gerdiler. En öndeler. Atatürk’ü pişman etmediler, etmeyecekler.

ŞU ÇILGIN GENÇLER

İşte o gençler. TGB’liler. 10 yıllık tarihlerini yazdı.
“Şu Çılgın Gençler” kitabın adı. Yazanlar, yapanlar.
10 yılda yaşadıkları, yaptıkları, düşünceleri, idealleri.
Gençlik bu işte dedirtiyor. İşte benim Atamın istediği gençlik dedirtiyor.
Okuyun, okutun; tanıyın, tanıtın. Kitaplığınızda mutlaka saklayın.
Geleceğe güvenle, gençliğe gururla bakın. (AYDINLIK, 11.4.16)

*******
PAZARTESİ İĞNELERİ

YAMYAM
Suriyeli askerin kalbini yiyen ÖSO komutanı yamyam Ebu Sakkar öldürüldü.
AKP iktidarı yas ilan eder mi?..

ÇOCUK
Derince AKP Gençlik Kolları Başkanı Tanju Yılmaz, Kılıçdaroğlu’na yazmış
“Atan ne ki, sen ne olacaksın. 93 yıllık garabetin çocuğu.”
Bu Tanju ne çocuğu?…

VATANDAŞ
Teröre destek verenlerin vatandaşlıktan çıkarılması konusunda RTE ile Davutoğlu
farklı telden çaldı.
“Başkanlık gelsin” oyununun paçası…

YANDAŞ
Damat, kamu santrallarında elektrik üretimini durdurup…

================================

Dostlar,

Sayın Yazara soruldu, yazının sonunda eksik yer varsa tamamlanacak..

Söz konusu kitabı önümüzdeki birkaç günde edinip okuyacağız..
Eşe – dosta, gençlere armağan edeceğiz..
TGB’li evlatlarımızı ve onları yetiştirenleri gönülden kutluyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
12 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

PRENS SABAHATTİNCİLER İŞBAŞINDA

PRENS SABAHATTİNCİLER İŞBAŞINDA

portresi_genc

 


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER

 

Prens Sabahattin padişah Abdülmecit’in torunuydu; Sultanzade idi, adındaki “Prens”
bu özelliğini anlatır. 1906’da Teşebbüsi Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti’ni (Özel Girişim
ve Yerinden Yönetim Derneği) kurmuştu. Dernek 1908 yılında İttihat ve Terakki’ye karşı
duran Ahrar Fırkası’na temel oldu. Dernek gibi partisi de İngiliz düşüncesine ve
parti deneyimine yaslanmıştı. 1913’te iktidara suikast girişimi nedeniyle Avrupa’ya kaçmıştı, 1924’te de Hanedan üyelerinden biri olarak yurt dışına çıkarıldı. 1948 yılında İsviçre’de öldü.

*
Prens Sabahattin’in görüşleri, 31 Mart 1909 isyancılarından yine İngiliz destekli Derviş Vahdeti tarafından benimsenmişti. Derneğiyle partisine azınlıklar ile tüccarlar destek vermişti; kendisinin de benimsediği adla bunlar liberal idi. Ademi merkeziyetçilik düşüncesi bugün de aynı çizgiler tarafından desteklenir. Bu zihniyet, merkez-sağ çizgide ana damara ve merkez-sol içinde yer tutmuş kalınca bir damara yerleşmiştir. 20. yüzyıl içinde “bürokratik sosyalizm”e karşı çıkan Batı Avrupa solculuğunun eklenmesiyle, bugünkü cepheleşme tamamlanmıştır.

*
Prens Sabahattin şöyle diyordu: “Ademi merkeziyet, tevsii mezuniyet (yetki genişliği)
ve tefriki vezaiften (görevler ayrılığından) başka bir şey değildir.” 

Bunu 1876 Anayasasındaki 108. maddeyi kendine destek sayarak söylüyordu. Oysa madde ademi merkeziyeti değil, illerin idaresi nasıl olacak sorusunu düzenliyordu. Buna göre
illerin yönetimi “yetki genişliği ve görev ayrılığı” üzerine kurulacaktı, bunun bireşimi yasayla belirlenecekti: “Vilayatın usuli idaresi tevsii mezuniyet ve tefriki vezaif kaidesi üzerine
müesses olup, derecatı nizamı mahsus ile tayin kılınacaktır.”

1913 yılında kurulan Meclis Komisyonu, tam tersine bir yorum yapmıştı.
“Tevsii mezuniyet, merkezi kudretin maiyet memurlarınca kullanılmasıdır;
oysa tefriki vezaif “bilakis ahaliye taalluk eder.” 
Yani diyordu ki, yetki genişliği
merkezden yönetime aittir; yerinden yönetim denen şey görevler ayrılığı ilkesinden ibaret.

*
Prens Sabahattin bu yorumla İngilizlerin kendi sömürgelerinde kurduğu düzeni öneriyordu. Aslında Osmanlı Devleti’nin burnuna 1878 Berlin Anlaşması‘yla dayatılan parçalama reformlarının üstüne bir idari kılıf geçirmişti. Devlet örgütlenmesini merkeziyetçilik esasından ademi merkeziyetçilik esasına çevirmeyi, bunu da federal-esaslı-yerinden-yönetim usulüyle (özerklik) yapmayı öneriyordu.

Karşısındakiler dediler ki; bu dediğin türden “ademi merkeziyet, Midilli’nin, Sakız’ın
hep birer Girit olmasıdır.”
Yetki genişliği verilen kısım idari memurlardır; bunlar merkeziyete bağlıdır. Tefriki vezaif konusunda ise çok dikkatli olunmalıdır. Öyle görev ayrımı yaparsın ki devlet kuvvetlenir; ama öyle yaparsın ki sonu “siyasi ademi merkeziyet”, yani parçalanıp gitmek olur.

*

İlginçtir, 2. Dünya savaşından sonra akıp geçen yıllarda, Prens Sabahattin düşüncesi akademik dünyanın adeta kaptan köşküne yerleşmiştir. Kimi “saf akademik”, kimi “sol”, kimi “sağ” görünümlü akademisyenlerce işlenen bu düşünce, yerini şaşılacak ölçüde basit bir sınıflandırmayla elde etmiştir.

Bunlara göre merkezden yönetim (merkeziyet), devlet merkezinden ibarettir. Mülki idare denen il ve ilçeler temelindeki taşra yönetimini, bunu yaratan yetki genişliği usulünü kapsamaz.
Aynı Prens Sabahattin gibi düşünürler, yaptıkları sınıflandırmada mülki idareyi yerinden yönetim sayarlar.

Elbette Prens Sabahattin anılmadan, söze yüksek bir akademik görüntü verilerek kitaplara
şu acayip cümle yazılır: Denir ki; “Yerinden yönetimin iki biçimi vardır: Biri yetki genişliği, öbürü yerinden yönetimdir.” Bu bilgi yıllardan beri, büründüğü “saf akademik” görüntü altında büyük tarihsel kapışmanın yerelcilik cenahını besler durur.

Bilimin temelinde sınıflandırma vardır; bu cümle de bir sınıflandırma yapıyor.
Konunun derinliklerine girmeden, yalnızca cümleyi bir kez daha okumakla yetinelim:
Yerinden yönetimin iki türü vardır; biri (x), diğeri (yine kendisi)!
Şöyle demek gibi bir şey: Canlının iki türü vardır; bir cansız öbürü yine canlı!
Sınıflandırmada tepeden tırnağa bir bozukluk olduğu açık değil mi?
Bu “bilgi”yle canlı – cansız ayırımını yapamazsınız; canlı denen şeyin bitki, hayvan,
insan türlerini bir türlü keşfedemezsiniz, vb. vb…

*

Bizim, hem tarihi hem bugünü net bir biçimde gösteren sınıflandırmamız ise şöyledir:

Merkezden yönetim biri merkezi öbürü mülki (yetki genişliği, tevsii mezuniyet) olmak üzere
iki ana parçadan oluşur.

Yerinden yönetim biri coğrafi (yerel yönetimler) öbürü hizmet (KİT’ler, üstkurullar,
meslek odaları) bakımından iki türe sahiptir.

Hem coğrafi hem hizmet yerinden yönetiminde de iki usul vardır:
Biri üniter-ilkeye-göre idari vesayet usulü,
öbürü federal-ilkeye- göre özerklik (yeni zamanlarda verilen adla subsidiarite) usulüdür.

*

Bugünkü plan projeler, Prens Sabahattin’in istediği gibi şu noktalara odaklanmıştır: 

(1) mülki parçayı eritmeye,
(2) yerinden yönetimde geçerli vesayet usulüne son vermeye,
(3) yerinden yönetimi özerklik usulüne göre kurmaya,
(4) merkezi parçada asgari sayıda görev-yetki bırakıp onu daraltmaya,
(5) siyasi iktidarı yereller – bölgeler arasında paylaştırmaya.

*
Günümüzde silahlı – hendekli özerkçilik kendisini, kendi için pek verimli olan
bu arazi sayesinde basitçe “yerinden yönetimcilik” diye sunabiliyor.
Bu çaba, 100 yıl önceki ortaklarca destekleniyor.
Günümüzde buna harcıalem akademik bilginin sessiz sedasız ve derinden desteği eklenmiş bulunuyor. Demek ki bizim de büyük tarihsel mücadelemizde
siyasal direnişi, bilimsel bilgi ve ideolojik mücadeleyle örerek yürütmemiz gerekiyor.

===============================

Dostlar,

Sayın Prof. Birgül A. Güler hocamızın yukarıya aktardığımız yazısı oldukça kuramsal sayılabilir. Ancak biraz sabırla okunursa, günümüzde sergilenmek istenen, özyönetim vb.
kulağa hoş gelen sözcüklerle maskelenmeye çalışılan bölücülüğün yakın geçmişte
Osmanlı’nın parçalanmasında nasıl uygulandığı çarpıcı olarak görülecektir.

Bu bakımdan, özellikle yakın tarih, günümüde olup bitenleri kavrayabilmek için son derece değerli ipuçları vermektedir. Yaygın halk kitlelerinin az okuması ve bilgi birikiminin sınırlılığı, siyaset mühendislerine ciddi malzemedir. Yığınlar, çok da zorlanmadan sosyal psikolojik yönlendirmelerle denetim altında tutulabilmektedir. Bu süreç, ülkenin yurtsever aydınlarının yükümünü daha da büyütmektedir.

Ancak öncü aydının yığınlarla buluşması egemenlerce etkili biçimde engellenmektedir.
Bu süreçte en etkili araç da yazılı basın ve özellike TV’dir.

Ancak ne yapıp edip, halkımıza örtülmek istenen acı gerçekleri anlatmak zorundayız.
Mustafa Kemal Paşa, boynunda Osmanlı Padişahı Vahdettin’in idam fermanı ile
Anadolu’da Kongrelerle, telgrafın başında… yılgın – bitik bir halkı Kurtuluş Savaşı için örgütlemeyi başardı.

– “Demek ki bizim de büyük tarihsel mücadelemizde siyasal direnişi, bilimsel bilgi ve
ideolojik mücadeleyle örerek yürütmemiz gerek
iyor.”
demekte Sayın Güler.

Bizim de Batı emperyalizminin utanmaz ve uslanmaz YENİ SEVR Dayatmaları
kumpasları – kalleşliği – ihaneti.. karşısında başkaca bir seçeneğimiz görünmüyor..

Uluslararası dengelere çok ustaca oynayarak..

Günümüzün zayıflayan – zayıflamış hegemonlarının ve yeni hegemon adaylarının
küresel arenadaki kapışmalarını çok iyi değerlendirerek..

Yine kazanacağız…
Türkiye Cumhuriyetini kuran Anadolu halkı = Türk Milleti, ülkesinde bölünmeden, birlikte yaşamayı sürüdrecek..
Tarih, milletlerin meşru haklarına – direnişlerine nankör kalmamıştır, kalamamıştır.

Sevgi ve saygı ile.
03 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com 

Yunanistan’ın borç bunalımı ve Türkiye Dersleri…

Yunanistan’ın borç bunalımı ve
Türkiye Dersleri…

Yunanistan’dan “borç” açıklaması

Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis,
Yunanistan’ın 1,6 milyar avroluk IMF borcunu bu gün ödemeyeceğini açıkladı!

http://www.aydinlikgazete.com/dunya/yunanistan-dan-borc-aciklamasi-h73033.html, 29.6.2015

Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varufakis, Yunanistan’ın Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan ve süresi bu gün sona eren 1,6 milyar Avroluk borcunu ödemeyeceğini bildirdi.

Varufakis, Maliye Bakanlığı’na gelişinde, gazetecilerin, Yunanistan’ın IMF’ye borcunu
ödeyip ödemeyeceğine ilişkin sorularına “Hayır” yantı verdi.

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras da, Yunan devlet televizyonu ERT’ye yaptığı açıklamada, kreditörlerle anlaşma sağlanmazsa IMF’ye ödeme yapılmayacağını belirterek,

Bize akşama dek bir anlaşma versinler, ödeyelim..” dedi.

Yunanistan’ın bu gün akşama dek IMF’ye 1,6 milyar avro ödemesi gerekiyor.
Aksi taktirde Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nden çıkma olasılığı var.

=========================================

Yunanistan’ın borç bunalımı ve Türkiye Dersleri…

Dostlar,

Batı uygarlığının şımarık çocuğu kapı komşumuz Helen’ler ciddi zorda…

2. büyük paylaşım savaşında da ağır gıda kıtlığına düşmüşler ve sınırlı ekmeğimizi
gemilerle Ege’nin karşı kıyılarına yollayarak paylaşmıştık Dumlupınar gemisiyle..

Ancak, deyimi yerinde ise kuyruğu da dik tutuyor Yunanlar.
Sosyalist genç başbakan Çipras, halk desteğiyle olabildiğince dik duruyor.
Soygunu önceki iktidarlar Yunan hazinesini boşaltarak ülkeyi borca batırdılar.

Ağır ödeme güçlüğüne düşen Yunanistan değil de bir başka “çevre ülkesi” olsaydı,
sanırız çoktan “infaz edilmişti” bile..

Geçtiğimiz yıllarda Rusya ve Arjantin de böylesine sıkış(tırıl)mış ve uluslararası tefeci
finans-kapitalin 3.-5. dereceden aleti – maşası IMF’ye, uluslarının onurunu korumak adına diklenmişlerdi. Arjantin,

“Yıllarca tefeci faiziyle borç verdiniz.. haram sermayenize kazanabileceğiniz en yüksek oranlı rantı sağladınız.. artık ödeyemiyorum.. Borç anaparasının şu kadarını siliyorum.. Kalanını da taksitliyorum.. hadi gidin..” diyerek IMF prenslerini masadan kovmuştu.

Bu prenslerden Davidson Budho, uluslararası ajanslara da geçerek Başkan R. Reagan’a yolladığı açık istifa mektubunda şunlar diyecekti :

– “Alçakça, ekonomik bir tımarhane yarattık..”

“Beş yıl önce Başkan Ronald Reagan bize, üçüncü dünyayı kapitalizm çarkının serbestçe döneceği yeni bir alan yapma konusunda sıkı bir talimat vermişti.
Biz o zaman ne büyük bir sevinçle, ne büyük bir görev duygusuyla işe atılmıştık.
1983 yılından sonra yaptığımız her şey; ya güney küreyi özelleştireceğiz ya da öleceğiz!” kararlılığına dayanıyordu. Bu amaca ulaşmak için, 1983-1988 arasında Latin Amerika ve Afrika’da alçakça, ekonomik bir tımarhane yarattık.”
{Davidson L Budhoo, Open Letter of Resignation from the staff of the IMF}

 Bu tavır, uluslararası finansman – maliye kulvarında örneği görülmemiş bir kendine özgü
(sui generis) moratoryum ya da konsolidasyon idi.

Ahlaksız küresel koalisyon beklenmeyen ve sert bir darbe almıştı.

Çok zora düşen / düşürülen Rusya’nın imdadına petrol gelirleri yetişmiş,
Putin, 10 milyar dolara varan IMF alacaklarını tek kalemde ödeyerek,
bir daha ülkelerine ayak basmamaları bağlamında IMF’yi kovmuştu.

****

Yunanistan için Alman Şansölye Bayan Merkel, “Kullanmadıkları 160 dolayında adaları var.. satsınlar..” diyerek, tarihsel bağlamda şımarıkları da olsa, Greklere bile dişlerini göstermeden edememişti.

Bir kez daha görüyoruz ki; borç alan emir alır, alacaklılar (kreditörler)
adama ülkesinin vatan topraklarını bile sattırırlar!..

Yunanistan AB parasal istemine bağlı olduğundan (ECB – European Central Bank) kendiliğinden ve de karşılıksız olarak para da basamamaktadır. Ulusal para Drahmi dolaşımda olsaydı, bir miktar karşılıksız emisyon ile € borçlanır, “bir oranda” enflasyon ile dış borçların maliyetini halkına yansıtarak ve zamana yayarak borç yönetimini sürdürebilir, moda deyimle borçlarını çevirebilirdi.. Ancak bu olanaktan yoksundur
ve böylesi bir uluslararası finansman manevrası olanağı olduğu için AB parasal sisteminden çıkması gündeme taşınmaktadır.

1944’te Dünya Bankası (DB) ile birlikte kurulan ve 2. Büyük Paylaşım Savaşı sonrası dünyasının moneter (parasal) kurgulanmasını üstlenecek olan “İkiz Kızkardeşler” den (The Tween Sisters) IMF de hem sistem (küresel finans – kapital : gerçek üretim yapmadan paradan para kazanmaya çabalayan kumarhane kapitalizmi) çökmesin – ciddi yara almasın diye çabalarken, hem de görüntüyü kurtarmaya bakıyor ki,
bundan sonrası için kötü örnek olmasın..

Cebirsel toplamı kaçınılmaz olarak “sıfır” olan küresel borsalar,
gerçekten zor zamanlardalar.

*****

1854’te Galata’daki varlıklarını İngilizlerden öğrendiği (!) Yahudi bankerlerden İngiltere aracılığı ile ilk borcu alan ve tıpkı eroin bağımlısı gibi “hızla Borçkolikleşen” Osmanlılar,
borç para il Kırım seferi düzenleyerek en büyük toprak yitiğine uğramıştı.
Sonrasında Dolmabahçe sarayı da böylesine borçla yapılmış ve çok değil 24 yıl sonra uluslararası iflas (Moratoryum) masasına oturtulmuştu. Bu arada Fransa Limni adasını – limanını kuşatıp bombalayarak Osmanlıdan alacaklarını tahsile çabalamıştı. 1881 ise Osmanlı maliyesine İngiltere – Fransa ve İtalya’nın “Düyun-u Umumiye” adıyla
el koydukları tarihtir. Padişah hazretleri Kızıl Sultan 2. Abdülhamit,
Muharrem Kararnamesi‘ne kuzu kuzu imza koymuştu.

Artık Osmanlı Bütçesi bu 3 ülkenin Komiserlerince önceden vize edilerek yürürlük alıyordu ve tüm gelirler yabancılarca toplanıyor, önce alacaklıların payı ödeniyor,
kalanla da Osmanlı, paylaşım planları netleşene dek bitkisel mali yaşamda tutuluyordu.
Sykes – Picot Andlaşmaları Çarlık Rusyasının da katılımı ile gizlice bağıtlanmıştı..

Öte yandan koyu 2. Abdülhamit istibdatı sürdürülüyor, Meşrutiyet askıda tutuluyor ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı toplantıya çağrılmıyordu.. Taa ki İttihat ve Terakki
1876-1908 arasında 32 yıl süren bu karanlık zorba dönemi Hürriyet’i ilan ederek
kapatana dek.. Kızıl Sultan’a övgü dizenlerin bilgisine bu bilgileri sunmak isteriz.

Örn. tütün tekeli Fransız Reji idaresine imtiyaz olarak bırakılmıştı. Tüm tütün piyasası
bu tekele bırakılmış idi. Osmanlı topraklarında, evinin arka bahçesinde salt kendi gereksinimi için, 2 karış yere bile Reji’nin izni olmadan tütün ekme olanağı yoktu! Kaynaklar, bu vb. nedenlerle Reji idaresinin 20 bin dolayında Osmanlı tebaasını öldürdüğünü kayıtlamış durumda..

10 Ağustos 1920’de Sevres Andlaşması ile, Çarlığı deviren SSCB’nin gizli Sykes – Picot paylaşım planlarından dünyaya açıklama yaparak çekilmesiyle, son kalan anayurt Anadolu da işgal ediliyordu. Sevres Andlaşması’nın 230 ve 231. maddeleri
Düyun-u Umumiye’yi sürdürmekteydi. Osmanlı bütçe tasarısı 3 komiserden geçerek Meclis-i Mebusan’a gidecek, ordan vize aldıktan sonra da uygulama yine 3 komiserin vizesi ile yürütülecekti…

Artık Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış, kalan ana yurt da tam sömürge kılınmıştı.

İngilizler Musul – Kerkük petrollerine hemen el koyarken, Fransızlar Antep – Maraş’tan başlayarak taaa Divriği’ne dek, neredeyse Karadeniz’e ulaşacak bir yüksek üçgende
bu bölgenin demir madenlerine el koymakta idi…

Borç alan emir alır..

Şaşmaz kural ya da Tunç yasa budur.
Lozan’da bu borçlar boynumuza bindirilmiş, taa 1954’e dek ödettirilmiştir.
Yine Lozan’da 1930’lara genç Türkiye’nin dek gümrük rejimi dondurulmuş,
Merkez Bankası kurmasına izin verilmemiştir.

O nedenle 1923 – 38 arasında dışarından 1 kuruş borç alınmadan denk bütçe için çırpınmıştır Mustafa Kemal Paşa ve Başbakan İsmet Paşa.. Lord Courson’un
Lozan’da’ki tehditleri İsmet Paşa’nın kulaklarından silinmemiştir. Bu dönemde yaşanan tam bir ekonomik tansıktır (mucizedir).. Ortalama %6,6 büyüme sağlanmış,
ülke ekonomisi 15 yılda 2’ye katlanmıştır. Arada bir de 1929 büyük dünya bunalımı varken..

*****

Günümüzde, 500 yıllık kapitalizm artık emperyal aşamadadır ve finans – kapital boyutundadır. 500 yıllık acımasız, vahşi  ve kanlı sermaye birikimi ile oluşturulan
sermaye dağları, IMF – DB ve Dünya Ticaret Örgütü ile ABD Hazinesi üzerinden (Mahşerin 4 atlısı!) pazarlanarak tam anlamıyla siyasallaştırılmıştır.
Bu sefil sermaye gücüyle küresel bir hegemonya kurulmak istenmektedir.
Finans kapital tümden politikleşerek stratejik bir sömürge aracı olmuştur.

*****

Türkiye, 1947’leri ve DP – Menderes 1958 moratoryumunu da katarsak,
özellikle 24 Ocak 1980 kararları ile Mustafa Yıldırım’ın ünlü kitabının adıyla
“Sivil Örümceğin Ağları”na takılmıştır.

Güncel verilerle 600 milyar Doları aşan toplam borç, ulusal gelirin %75’ine erişmiştir.
Dış ticaret açığı 100 milyar dolarlarda, cari açık 55 milyar dolar ve bütçeden faize ödenen para 2015 rakamlarıyla 50 milyar TL’yi aşarak bütçenin %10’larını geçmektedir.
Toplam ulusal gelir bakımından dev 80 milyon nüfusuyla ancak 18. sıraya tırmanabilen ülkemiz, kişi başına gelire bakınca 60. sıralara savrulmaktadır. Gelir dağılımı bakımından da dünyanın en adaletsiz ülkeleri içindedir. 23,5 milyar dolara erişen IMF borçlarını
konjonktürel nedenlerle tasfiye etmek durumunda kalan AKP iktidarı, bu “minik” operasyonunu oya dönüştürmek istemektedir. Oysa 2002 sonunda 221 milyar $ olarak aldığı toplam ulusal borç 600 milyar doları aşmıştır. Bir anlamda, ulusal gelirde gerçekleşen 600 milyar dolara yaklaşan artış, muazzam dış borç birikimi ile sağlanabilmiştir.

ÇARE… ÜRETİM EKONOMİSİDİR…

Türkiye üretmek ve yüksek katma değerli ürünlerini uluslararası piyasalara
satmak zorundadır.

Biriken ve çevrilmesi olanaksızlaşan, gelişmeyi – kalkınmayı engelleyen bu çok ağır
borç stoku ve vade yapısı sürdürülebilir değildir. SGK açıkları, büyüyen işsizlik ve
hızla artan nüfus, bütçe açıkları.. tam bir mali boğuntu iklimi yaratmaktadır.

Türkiye de dış borçlarında Yunanistan’a benzer bir konsolidasyon programı önermeli,  borçların en az yarısı konsolide edilmeli (dondurulmalı), kalan yarısı uzun erimli ve imal edilebilecek bir faizle taksitlendirilmelidir. Başka türlü
ülke ekonomisini ayağa kaldırma olanağı yoktur. Yarı – tam sömürge çizgisinde
bir Türkiye kabul edilemez! Küresel sistem Türkiye’yi yitirmeyi de göze alamaz, iflasını ve ağır zincirleme bedellerini de..

Yeni hükümet kurulma aşamasında bu hazin gerçekleri – tarihsel bilgiyi paylaşalım istedik.

Tarih aptallar için yinelemedir, ders çıkaranlarsa tarihi kendileri yaparlar..

Türkiye hangisini seçecek?
Büyük Atatürk 2. yolu seçerek Sevr’i yırtmış,

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” buyurmuştu.

Sevr’in 95 inci, Lozan’ın ise 92. yılında (24 Temmuz 1923) yeni Türkiye’nin
genç evlatları, Cumhuriyet’i emanet alan kuşaklar olarak ne düşünürler acaba??

Yazının pdf biçimi : Yunanistan’in_borc_bunalimi_ve_Turkiye_Dersleri

Sevgi ve saygı ile.
30 Haziran 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.co

Tarihin Kilidi Çanakkale


Dostlar,

ADD GYK üyesi Sayın Lütfü Kırayoğlu’nun nefis bir yazısını paylaşmak istiyoruz.
18 Mart yazılarının hepsini aynı günde vermek istemedik. Bu yazı 19 Mart’a kaldı.
Sayın Kırayoğlu’nu kutlayarak ve teşekkür ederek..

Sevgi ve saygı ile.
19 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

Tarihin Kilidi Çanakkale

portresi

Lütfü Kırayoğlu

Bu gün Çanakkale Zaferinin 99. yıldönümü. Çanakkale için “tarihin kilidi” kavramını ilk kim kullandı? Bilmiyoruz.
Bu denli yerli yerine oturan bir kavram daha zor bulunur. Belki de Çanakkale’ye tam anlamını verdiği için yerini bulmuş bir kavram. Bu adla yapılmış bir de belgesel film var.

Çanakkale tarihte kaç kez kilit rol oynadı? Belki sayısını tam olarak bilmiyoruz.
Ancak tarihin hiçbir döneminde 99 yıl önceki değerde kilit rolünü oynamamıştır.
Akka’lılar Troya önlerine geldiğinde de, Haçlı seferlerinde de, İslam donanması
Bizans seferine çıktığında da, Çaka Bey Ege sularında cirit attığında da,
Venedik donanması Akdeniz’i haraca bağladığında da, Barbaros’un donanması
haçlı donanmasına kök söktürdüğünde de.. Çanakkale bu denli önemli değildi.
Ama her zaman tarihin kilidi oldu.

99 yıl önce ise tarihin akışını tümden değiştirdi.

Alman donanmasına ait 2 zırhlı gemi Goeben ve Breslau (Yavuz ve Midilli)
Çanakkale kilidinin bu tarafına geçerek kendilerini kovalayan İngiliz donanmasından kaçarak kurtuldu. İstanbul limanına geldiklerinde Türk bayrağı çekerek Karadeniz’e açıldılar. Osmanlı üniforması giymiş Alman denizciler, Rusya’nın Odessa ve Sivastopol’ünü bombaladı ve böylece Osmanlı devleti fiilen büyük savaşa dahil oldu.

Her ne kadar kimi tarihçiler savaşa girişimizi İttihat ve Terakki önderlerinin hatası olarak görseler de bu kaçınılmaz bir sondu. Çünkü zaten savaşın esas nedeni
“Osmanlı Devletinin nasıl paylaşılacağı” idi.

Tarihin en kanlı boğuşmalarından biri bir kez daha Çanakkale’de başladı.

Emperyalizm çağının gelmiş geçmiş en büyük donanması, o güne dek görülmüş en ileri teknoloji, Çanakkale önünde acze düşerek çelik yığınına dönüşen hurda olarak
Boğazın sularına gömüldü.

Birinci Paylaşım Savaşı‘na müttefik olarak giren İngiltere, Fransa ve İtalya donanması Boğazları aşıp öbür müttefikleri Rusya ile birleşemeyince tarihin akışı değişerek
Çarlık Rusyası devrildi. Yerine yepyeni bir rejim, Sovyet Devrimi doğdu.
(AS: Ekim 1917)

Çanakkale’den geçit vermeyen Osmanlı Devleti bu görkemli başarıya karşın
savaştan yenik çıkınca da, tarihin ilk Ulusal Kurtuluş Savaşını veren Kemalistler, yeni Sovyetler Birliği’nin desteğini de alarak Emperyalizmi yenilgiye uğrattılar.

Çanakkale önünde başlayan savaş, tarihe 2 yeni devlet, 2 yeni devrim armağan etti.
2 ülke birbirinin yazgısını belirledi. Emperyalizm, bu 2 ülkede 7 yıl içinde 4 büyük yenilgi gördü.

İlkinde 1915’te Çanakkale önlerinde Türk kuvvetlerine yenildi. İkincinde Çanakkale kilidini aşamayan müttefikler Çar kuvvetleri ile birleşemeyince Rusya’nın işçilerine yenildi. Üçüncüde, Beyaz Ordu, Sovyet Kızıl Ordusuna yenildi. Dördüncüde ise
Mustafa Kemal önderliğindeki milli kuvvetler işgal ordularını yendi.

Çanakkale Savaşını en iyi anlatan, İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’dur. Ne yazık ki ülkemiz devrimcilerinin önemli bir bölümü Ersoy’un dinsel duygularının yoğunluğu nedeniyle O’nu anlayamamışlar, Mehmet Akif Ersoy’a çok bağlı olduğunu
ileri süren kimi dindarlar ise Çanakkale savaşının anti-emperyalist özünü kavrayamamışlardır.

Mehmet Akif, emperyalist güçleri şöyle tanımlamaktadır:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Ve savaştan yıllar sonra savaşın ortaya çıkardığı büyük kahraman Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale’de yaşamını yitiren işgal güçlerinin yitikleri için tarihin gördüğü
en insancıl ağıdı kitabe olarak savaş alanına ve onların geldiği topraklara dikmiştir.

Kendi topraklarını işgale gelmiş orduların askerleri için 1934’te Atatürk’ün kaleme aldığı sözler savaş tarihinin unutulmaz sayfalarında yerini şöyle almıştır:

  • “Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız.
    Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra
    artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Savaştan yalnızca 19 yıl sonra işgalcileri böyle yüce bir gönülle anabilmişiz.
Şimdi savaştan 99 yıl sonra bir kez daha anımsatıyoruz:

  • Yine gelirseniz, yine aynı sonla karşılaşırsınız.
    Sizin için yine aynı kitabeyi dikeriz…

(http://www.add.org.tr/index.php/dosyalar/sabit-manset/1472-tarihin-kilidi-canakkale-luetfue-k-rayoglu, 17.03.2014)

Türker Ertürk : İSKOTA LAÇKA

İSKOTA LAÇKA

Turker_Erturk_E._Amiral

Türker Ertürk

Geçtiğimiz günlerde İşçi Partisi’nin
9. Genel Kurultayı Ankara’da toplandı ve Sayın
Doğu Perinçek
 tekrar Genel Başkan seçildi.
Kendisini ve İşçi Partisi’ni kutluyor önümüzdeki dönemde
onlara üstün başarılar diliyorum.

Ülkemiz gerçekten zor bir dönemden geçerken, varlığı yaşamsal olarak
tehdit altındayken, koşar adım iç savaşa, bölünme ve parçalanmaya doğru giderken İşçi Partisi, onun yarattığı örgütler ve medya gerçekten bir destan yazdı. Hele Perinçek’in dört duvar arasından bile örgütünü yönetebilmesi her türlü takdirin üzerindedir. Sanırsınız ki, zindanda değil de, sınırsız (namütenahi) iletişim imkanlarıyla donatılmış bir parti genel merkezinde bulunmaktadır.

Bunlar doğru da, sadece bu mücadeleye dayanarak ülkemizin felakete doğru gidişini durdurmak mümkün müdür? Kesinlikle hayır! Şunu bilmenizi isterim!
Hayır değerlendirmesini çalışma odamda teorik veriler üzerine inşa etmedim. Anadolu’yu ve Türk insanın yaşadığı tüm dünyayı dolaşarak ve azımsanmayacak sayıda yurttaşımızla konuşarak, sohbet ederek, iletişimde bulunarak ve onların değerlendirmelerini veri olarak çalışmalarıma katarak bu sonuca ulaştım.

Bakınız emperyalizm sorunları olmakla birlikte hala çok güçlüdür. Emperyalizmin bölgemizi ve ülkemizi dönüştürecek, başkalaştıracak, bölüp parçalayacak projeleri
adım adım gerçekleşmektedir.

  • Emperyalizmin yerli işbirlikçisi olduğundan tereddüt bile etmediğim Erdoğan ve AKP’nin açılımları emperyalist projenin ülkemize yönelik
    sindire sindire gelen merhaleleridir.

Mücadele hamasetle olmaz

Emperyalizmle ve onun canımıza kast etmeyi planlamış projeleri ile başa çıkmanın yolu “birleşmek” ten geçmektedir. Geniş kitleleri kucaklamayan veya kucaklayamayan
bir antiemperyalist mücadele ekseninin başarısız olması kaçınılmazdır.

Emperyalizmle, onun plan ve projeleri ile mücadele duygularla, hamasetle ve sloganlarla olmaz. Akıl ile olur! Bu nedenle geçtiğimiz cumartesi günkü yazıma
“Bir elimde iskota diğerinde yeke” başlığını atmış bugünkü yazıma da başlangıç olacak girizgahı yapmıştım. Çünkü yelken kullanımı rüzgar gücünün akıl ile dizginlenmesi, kontrol edilmesi ve arzu edilen amaçlar doğrultusunda kullanılabilmesi feraseti ve becerisidir.

Emperyalizmi durdurabilmek için birleşmeye, birleşmeyi sağlamak için aklımızı kullanmaya ihtiyacımız var. Ünlü bilim insanı Albert EinsteinÖnyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.” diyor.

Evet, bugün tehlike bu kadar yüksek boyutlara ulaşmasına rağmen hala birleşememiş olmamızda önyargılarımızın çok büyük katkısı var! Şimdi önümüzde iki seçenek var:

Ya niçin böyle önyargılarımız var diye sinirleneceğiz ve bunu yok sayacağız.
Ya da önyargılarımızı da bir veri olarak değerlendirip sorunun çözümüne katacağız.

Mustafa Kemal Atatürk Anadolu’ya çıktığında geçmişi, deneyimi, yaygınlığı ve programıyla İttihat ve Terakki adı altında bir örgüt vardı. Ama Atatürk mücadelesinde bu örgütün insanlarını ve fedailerini çok kullanmasına rağmen başka bir örgüt kurdu. Çünkü Atatürk akıl adamıydı İttihat ve Terakki ile birleştirici olamayacağını biliyordu.

İlk hedef AKP’nin defi!

  • Bugün bizim hiç kimseyi ama hiç kimseyi öteleyecek, dışlayacak ve antiemperyalist mücadeleden uzaklaştıracak lüksümüz yoktur.
  • Geniş ve kitlesel birlikteliğe ihtiyacımız vardır.
  • Ortak paydamız Atatürk’te birleşmek, antiemperyalist yaklaşım göstermek
    ve Milli bakış açısına sahip olmaktır. Payda sadeleştikçe, basit anlatımla
    ifade edildikçe ve ayrıntı içermedikçe birleşme kitleselleşir.
    Herkes bana gelsin demekle birleşme olmaz!

Birleşme hedefine varabilmek için yelkenlerimizi sağcımızın, solcumuzun, milliyetçimizin, ülkücümüzün ve dindarımız yani milli olan tüm kesimlerin rüzgarı ile doldurmamız gerekmektedir. Her konuda mutabakat sağlamamız gerekmez.

  • İlk hedef Türkiye’ye yönelik emperyalist projeyi akamete uğratmak için işbirlikçi AKP iktidarının ve zihniyetinin derhal defedilmesidir.

Eğer yelkenleriniz yeterince rüzgarla dolmuyorsa iskota (Ana yelkeni idare eden halat ve palanga donanımının adı) laçka (gevşetilir) edilir ve dümen açısı bir miktar değiştirilir.

Savaş gemileri fırtınalı havalarda, çok ağır deniz şartlarında ve çatışma ortamında
akıllı komutanların akıl dolu kararları ile salimen hedeflerine doğru ilerlerler.
Aksi durum, hedefe ulaşmayı sağlamadığı gibi mürettebatınızın, size inananların
ve mücadele arkadaşlarınızın telef olmasına neden olur.

Saygılar sunarım.