Etiket arşivi: İsmet İnönü

İstanbul Gaziosmanpaşa’da İndirilen Bayrak ve Kritik Kodları..


İstanbul Gaziosmanpaşa’da İndirilen Bayrak ve Kritik Kodları..

10 Haziran 2014 günü web sitemizde yayımlamıştık :

“Diyarbakır’da İndirilen Bayrak ve Kritik Kodları..”

başlığını taşıyan yazımızı. 29.6.12’de de güncelledik.. (http://ahmetsaltik.net/2014/06/29/diyarbakirda-indirilen-bayrak-ve-kritik-kodlari/)

Aradan 20 gün gibi çoook uzun bir zaman geçti..
Ne yapıldı belirgin olarak?
Siyasal iktidarın başı, Fırat’ın – Dicle’nin kıyısında yitirilen koyundan bile
kendisinin sorunlu olduğunu belirten Başbakan R. T. Erdoğan hangi iradeyi sergiledi sorunun köklerine inmek ve çözmek adına??

Oysa bu konu değil 20 gün, değil 20 saat, 20 dakika içinde atak – kesin – kararlı bir tutumla üstüne gidilmesi ve kökünün aydınlatılması gereken bir konudur.

28.6.2014 günü basından öğreniyoruz ki, İstanbul’da benzer bir olay daha oluyor ve
bir özel hastanenin gönderinden bayrağımızı indiren sefil, hızını alamayarak İstanbul Gaziosmanpaşa İlçe Emniyet Müdürlüğü önündeki bayrak direğinden de bayrağımızı indirmeye kalkışınca, uyarı ve biber gazı etkili olmayınca,
polis ayağından vurarak düşürüyor.. Yarası çok hafif ve Ali yürüyebiliyor..

Bayrak indirene tek kurşun(İstanbul Gaziosmanpaşa’da 28 yaşındaki Ali Uçkun ‘Kürtlere özgürlük’ diye bağırdı. Daha sonra hastane yakınındaki İlçe Emniyet Müdürlüğünün Türk bayrağını indirmeye çalıştı. Polis ekipleri Ali Uçkun’u önce uyardı ve biber gazı sıktı. Bayrağı indirmeye çalışan Ali U. polis tarafından bacağından vuruldu. Ali Uçkun’un 15 gün önce
Muş’tan İstanbul’a geldiği öğrenildi.
 Hürriyet haber portalı, 28.6.14)

Bu olay apaçık, Diyarbakır’daki bayrak indirme girişiminin düzenleyenlerin AKP’nin “tepkisini” nasıl okuduklarını, bir anlamda ciddiye almadıklarını ortaya koymaktadır.

Çıplak ayakla geldi tutuklandı

Yaralanan Ali Uçkun ‘Kürtlere özgürlük’  diye bağırmış..

Sevgili Ali evladım,

Kürt kardeşlerimiz bu ülkede “tutsak” mı?
Neden hep kendini hem halkımızı kandırmaya çalışıyorsun?
Neden seni kullanmak isteyenlerin maşası oluyorsun?

Bu yaptığın düpedüz provokasyon..

Karakolda, polislerin gözü önünde bu çok yanlış ve senin de bir parçası olduğun ulusumuzun onuru olan bayrağa en ağır saygı kusurunu işliyorsun..

Eyleminin doğru ya da yanlış olduğunu değerlendirmekten (tefrik) aciz olduğunu
hiç sanmıyoruz. Hukuksal olarak bu bağlamda “ergin” (farik) olduğunu düşünüyoruz. Dahası, bu eyleminin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini öngörmekten de aciz olduğunu sanmıyoruz. Yani Ceza hukuku ve adli tıp bakımından ek olarak “sezgin” sin (mümeyyiz) eminiz. Ceza sorumluluğun var. Nitekim yetkili mahkeme seni tutukladı!
Şizofreni hastalığı raporunun olduğu ileri sürüldü ama mahkeme seni

“Türk bayrağına hakaret” ve “Terör Örgütü üyesi olmamakla birlikte örgütü övmek” suçlarıyla tutukladı. 

Bu ülkede Kürt kardeşlerimiz Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan, Bakan…. olmuyorlar mı? Örneğin  İsmet İnönü Malatya’lı Kürt asıllı bir devlet büyüğümüz
değil miydi?? Sayısız örneği hepimiz gibi sen de bilmelisin..
Kürt kardeşlerimiz tutsak olsa böyle bir şey görülebilir mi?

Bu bölücü emperyalist oyunlara gelmeyelim; birbirimize düşmeyelim.

  • Asıl düşman seni de bizi de sömüren ve ülkemizde inanç ve etnisite temelinde bölücülükle iç savaş çıkarmaya çalışan emperyalizm!

Kol kola girerek, gönül gönüle,Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi gene işbirliği yapmamız ve omuz omuza dövüşerek emperyalizmi ülkemizden kovmamız gerekiyor.

Şu 2 gerçeği sakın unutma:

1. Kanlı ve iğrenç, insanlık düşmanı Emperyalizmin yeryüzünde özgürlüğüne kavuşturduğu halk yoktur; çünkü dokusuna, tarihsel işlevine, karakterine uymaz..
O bölücü, köleleştirici ve sömürgendir.

2. Özgürlük düşmanı Emperyalizm ile işbirliği yaparak özgürlük savaşı verilebilir mi?
Bu durum çok derin bir çelişkidir ayrıca ahlak dışıdır; hiçbir devrimciye yakışmaz.

Kavga birbirimizle değil anlıyor musun evladım Ali?

Sen, sözde Türk ırkçılığı yapılarak Kürtlerin haklarının gasp edildiğini belki de
Türkiye ve dünya  gündemine taşımak istiyorsun ama Kürt ırkçılığı çıkmazına düştüğünün ayrımında mısın??

Bak, İsrail Başbakanı B. Netanyahu İspanya’da yaptığı bir açıklamada Kürt Devleti kurulmasından söz ediyor (Hürriyet haber portalı, 30.6.14). İsrail, Kürtlerin özgürlüğü ve bağımsızlığı için içtenlikli mi sanıyorsun? Bölgede hemen hemen tüm ülkelerle
başı dertte. Yeni sorun niye yaratsın? Derdi bölge ülkelerini bölerek zayıfatmak,
iç kargaşa ile meşgul etmek ve oluşacak küçük küçük güçsüz devletlerin de başına yandaş yönetimler getirerek bölgeye egemen olmak, doğal kaynakları kullanmak.

Hatta bu bağlamda “Judaik Kürtler” diye bir assimilasyon politikası ile Kürtlerin aslında Yahudi kökenli oldukları çarpıtması bile uyduruldu..

Sözde Kürt kardeşlerimize sahip çıkıyor görünüyor ama amaç yukarıda yazdığımız gibi. O bakımdan emperyalizmin böl – parçala – yönet (Divida et impera!) oyununa gelmeden, T.C. topraklarında, hepimiz 1. sınıf yurttaş olarak devletimizin vatandaşları olmalı ve birlikte yaşamalıyız.

Büyük ATATÜRK, 1933 yılında Cumhuriyet Bayramı’nın 10. yılında, 29 Ekim günü verdiği 10. Yıl Söylevi’nde

  • “AYRICALIKSIZ – SINIFSIZ KANAŞMIŞ BİR KİTLE OLACAĞIZ”

hedefini göstermişti. Bundan ala hedef olabilir mi??

Hem ayağındaki hafif kurşun yarası için sana şifa diliyoruz hem de esas olarak
beynine – gönlüne sokulan akıl ve bilim dışı Kürtçülük hastalığı için şifa diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
30.6.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919


Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919

Naci_Bestepe_portresi
E. Tümg. İSTANBUL’A GELİŞ

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenik sayıldı.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması bir idam fermanı idi.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına atanalı 10 gün olmuştu. İskenderun’u teslim etmesi emredildi. Bu stratejik şehrin teslimini kabul etmeyince İstanbul’a çağrıldı.

13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı’na geldiğinde Müttefik Donanması da
hemen önünden geçerek İstanbul Boğazı’na girmekteydi.

Acı ve hüzünle manzarayı seyrederken, “Çanakkale’de gösterilen çabanın, verilen
on binlerce şehidin boşuna mı olduğunu” düşünerek, İstanbul’a geldiğine pişman oldu.
İlk fırsatta Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kararını ve kararlılığını üç kelimeyle
ifade etti,

“GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!”

İSTANBUL’DAKİ ALTI AYİstanbul’da kaldığı altı ay süresince bu kararını gerçekleştirmek için çalıştı.
Çeşitli çevrelerle görüşmeler ve toplantılar yaptı. Bilgi aldı. Nabız yokladı.
Gelecekle ilgili tasarıları için ortam hazırladı.Saray çevresinden; Harbiye, Dahiliye, Bahriye Bakanları, yardımcıları ve
Padişah Vahdettin..
İşgal Kuvvetlerinden; İngiliz, İtalyan ve Fransızların ileri gelenleri,

Komutanlardan; Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Cafer Tayyar, Fethi Okyar..
görüştüklerinden bazılarıdır.

Bu hareketliliği İngiliz istihbaratının dikkatini çekmiş ve tutuklanmasını talep etmişlerdir.
Bu çalışmalar sonunda ulaştığı tespitlere göre, ülkenin kurtuluşu için üç yol düşünülüyordu;

1. İngiliz korumacılığına (himayesine) sığınmak,
2. ABD güdümüne (mandasına) girmek,
3. Bölgesel olarak kendi başının çaresine bakmak.
Padişah ve Sadrazam Damat Ferit İngiliz korumacılığından yanaydı ve
İngilizlere resmi talepte bile bulundu.Mustafa Kemâl Paşa için ise tek geçerli çözüm vardı;
  • Ya tam bağımsızlık, ya ölüm!
Bu amaçla Ali Fuat Cebesoy ile birlikte, MİLLİ DİRENİŞ’in temelini oluşturacak
şu kararları aldı:
1. Ordu’nun terhisini durdurmak,
2. Vatan savunmasında gerekli silah, cephane ve donanımı düşmana vermemek,
3. İstanbul’dakileri Anadolu’ya yollamak.
4. Milli direnişe taraftar idare amirlerinin yerlerinde kalmasını sağlamak,
5. Vilayetlerde particilik adına yapılan kardeş mücadelesine engel olmak,
6. Halkın moralini yükseltmek.
SAMSUN’A ÇIKIŞI HAZIRLAYAN OLAY
Müttefikler, Sinop-Trabzon bölgesinde Rum-Pontus devleti kurdurmak istiyordu.
Bu amaçla Rusya da dahil olmak üzere dışarıdan Rumlar getirildi.
Rumlarınolay çıkarmaları üzerine bölgedeki milislerimiz de karşılık verdiler.
Bundan rahatsız olan İngiliz komiseri saraya verdiği ültimatom ile milislerin hareketlerine son verilmesini istedi.Anadolu’ya geçiş için fırsat kollayan Mustafa Kemâl Paşa, iyi ilişkilerini kullanarak
bu görevin ve istediği yetkilerin kendine verilmesini sağladı.

9. Ordu Müfettişi olarak atandı.
Bütün askeri birlikler ve mülki amirler üzerinde yetkili kılındı.
Asıl görev bölgesi; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeri ile Canik (Samsun) ve Erzincan livaları (İl – ilçe arası) idi.

Buna ek olarak komşu iller olan; Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu da isteklerine öncelikle cevap verecekti.

Görev tanımı şöyle idi:

1. Bölgede iç düzenin kurulması ve düzen dışı olayların nedenlerinin saptanması,
2. Bölgede dağınık haldeki silah ve cephanenin toplanarak emniyete alınması,
3. Ordu’nun da desteğini alarak oluşturulan toplulukların kaldırılması.

MUSTAFA KEMAL’i KİM, NE İÇİN GÖNDERDİ?

Bu konu çok saptırılmakta ve kötüye kullanılmaktadır..
Bazıları, Mustafa Kemâl’i padişahın seçtiğini, vatanı kurtarma görevi verdiğini ve
maddi destek sağladığını iddia ederler.
Seçim konusu kısmen doğrudur. Son kararı veren padişahtır. Ancak, O’na gelene dek ilgili makamlarla kurulan iletişim ve iyi ilişkiler Mustafa Kemâl Paşa’nın aday olmasını sağlamıştır.

Vahdettin de, kendisini, prensliği sırasında birlikte seyahat ettiklerinden ve Çanakkale’deki kahramanlığından tanımakta ve güvenmektedir.

“Vatanı kurtarma görevi” vermesi tam anlamıyla safsatadır.

İngiliz korumacılığı için resmi başvuruda bulunmuş biri (Padişah ve Sadrazam)
böyle bir görev verir mi?

Vatanı kurtarmasını değil de Sinop-Trabzon bölgesinin Rumlara verilmesinin
engellenmesini talep etmesi kabul edilebilir.

Bu görevi verdiğini varsayalım :

Daha iki ay geçmeden geriye çağırmak ve ardından asi ilan ederek
idam fermanı çıkartmak nasıl açıklanabilir?

Mali destek sağladığı konusu :
Yolculuklar sırasında çekilen sıkıntılar bu yalanı da çöpe atmaktadır.

BANDIRMA VAPURU

Mustafa Kemâl Paşa, 16 Mayıs akşamı Bandırma Vapuru ile yola çıktı.
Vapurda, Mustafa Kemâl’le birlikte bulunanların sayısı değişik kaynaklarda farklı olarak verilmektedir. Yol arkadaşı Hüsrev Gerede’ye dayanarak verilen rakam 55 kişidir.
Kimi kaynaklara göre 18 kişidir. Samsun’da Ata’nın kaldığı ev olan
Gazi Müzesi
’nde bu 18 kişinin mumyası bulunmaktadır.

Yolda uzun süre bir İngiliz savaş gemisi takipte bulunmuştur.

Bandırma, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a varmış, Mustafa Kemâl Paşa
saat 07:30’da İLK ADIM İSKELESİ’nden Samsun’a çıkmıştır.

ANADOLU’NUN HALİ, MUSTAFA KEMÂL’İN GÜVENCESİ, DOĞUM GÜNÜ

NUTUK‘ta ifade ettiği gibi, Samsun’a çıktığı gün elinde hiçbir maddi güç yoktu.
Ülke işgal altında, halk aç-sefil, cahil; ordu dağılmış, padişah kendini kurtarma derdine düşmüştü.

Ancak, büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve vicdanını dolduran
yüksek manevi kuvvete güvenerek KURTULUŞ MÜCADELESİ’ni başlatmıştır.

Samsun’da Atamızın karaya çıktığı iskelenin bulunduğu semtin adı İLK ADIM,
19 Mayıs günü de O’NUN DOĞUM GÜNÜDÜR

BU GÜN ÖRNEK GENE O’DUR

13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiği günkü üzüntüsü burada yeni bir umut ışığına dönüşmüştür.

Bu gün benzer bir üzüntüyü, Türk subayları ve Türk ulusu yaşamaktadır.

  • Yıllarca ülkenin bölünmez bütünlüğü için her şeyini ortaya koyarak mücadele eden insanlar; yasa dışı yöntemlerle terör örgütüne (PKK) sağlanan olanaklar, örgüt liderinin getirildiği konum ve kendilerinin
    sahte davalarla hapishanelere doldurulması karşısında kahrolmaktadır.
Ülke bölünme-parçalanma,
– Cumhuriyet’in temel değerleri ve laik-demokratik rejim
değiştirilme tehlikesi altındadır.
Bu gün de örnek Mustafa Kemâl ATATÜRK’tür.Yüce ulusumuz bu karanlığı da boğacak azim ve kararlılığa sahiptir.Koşullar 19 Mayıs 1919 sabahından kötü değildir.Kaynaklar :
6 AY; Alev COŞKUN, 2009
Atatürk ve Samsun; Özen TOPÇU, 2005
Atatürk’ün Yolculuğu; Prof.Dr. Osman Zümrüt
Nutuk, CHP, 2008

Naci BEŞTEPE
ADD Bilim Danışma Kurulu ve
Yazı Kurulu Üyesi

KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ


KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ

portresi

 

 

Altan ARISOY 

 

Ana çizgisini bağımsızlaşma, ulusallaşma, aydınlanma ve çağdaşlaşma olarak belirleyebileceğimiz Kemalist savaşımın içinde en çok bozulan, hırpalanan, oynanan, yozlaştırılan alan ulusal eğitimimizdir.

İnsanın doğa ile savaşımını kazanabilmesi, her deneyimden öğrendikleriyle yeniden üretmesine, yeni donanım ve üretim ilişkileriyle kendini geliştirmesine ve savaşımını sürdürmesine bağlıdır.

20. yüzyıl başlarında doğaya daha egemen olan toplumlar emperyalizm çağına ulaştı. Bu devletler yeryüzünün bütün kaynaklarını ele geçirmek amacıyla birbirlerini kırıp dünya halklarını sömürgeleştirirken ezilen ulusların emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı Anadolu’da kazanıldı.

On iki milyonluk bu topluluğa aydınlanma ve çağdaşlaşma yıldızlar kadar uzaktı.

Pazar için üretim bir yana, aileler kendilerine yetecek bir üretimden bile yoksundu.Üretici genç erkek nüfus azalmış, eldeki olanaklar tüketilmişti. Salgın hastalıklar ortalığı kavuruyordu. İnsanlar, virane haline gelmiş olan Anadolu’da yüzde doksan beşlere varan bir bilisizlik içinde ağaların, şeyhlerin, batıl İslamcılığın katı baskısı altında umarsız yaşıyorlardı. Gelenekleri ve inançları gereği yazgılarına boyun eğerek, Allah’ın bir mucize göstermesini bekliyorlardı.

Mustafa Kemal öncülüğünde bir avuç aydın bu kez sürekli kurtuluşun yolunu çizmeye çalıştı; Bağımsızlığı korumanın ve güçlü bir devlet olmanın tek ve en güvenilir yolu; ulusal birlik içinde, sadece kendi gücüne güvenerek aydınlanmak, ulusal ekonomiyi kurmak, varsıllaşmak ve çağdaşlaşmaktı.

Bunun için öncelikle ulusa güven vererek çalışmak, ulusa güvenmek, ulusal bilinci yaratmak gerekliydi. Bu yüzden, Atatürk’ün orduya ve özellikle Türk ulusuna sonsuz bir güven duygusuyla bağlanması, yaşamını onlara adaması, kendine hiçbir pay çıkarmadan onları her fırsatta yüceltmesi devrim hareketlerinin başarılmasında en önemli etken olmuştur.

Amaca ulaştıracak yol eğitimle açılacaktı. Kurtuluşun hemen ardından, orduların utkusunun geçici olduğunu, asıl kurtuluşun eğitim ordusuyla sağlanacağını söylemesinin anlamı budur. Daha Sakarya Savaşmasının sıcak günlerinde ( 16 Temmuz 1921) Ankara’da toplanan öğretmenler kongresinde, silahıyla savaşan Türk Ulusunun beyni ile de savaşmak zorunda olduğunu söyleyerek, yaratılacak yeni kültürün temel özelliğini belirtmişti :

Batıdan ve doğudan gelen bütün etkilerden uzak, ulusal özyapı ve tarihimize uygun bir kültür !.. “

1922’de anı defterine şu notları düşmüştü :

Okul sayesinde, bilim ve fen sayesinde Türk ulusu, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleri ile kendini gösterecektir ! “

1924 Ağustosundaki “öğretmenler birliği” kongresinde, öğretmenlerin görevini açıklıyordu :

Öğretmenler, cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğiticileri, yeni kuşağı sizler yetiştireceksiniz. Yeni kuşak, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri sizin ustalığınız ve özveriniz derecesiyle orantılı olacaktır… Hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki, cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister !.. ”

1924 Eylülünde ise Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmada, Yeni Türk cumhuriyetinin yeni kuşağa vereceği eğitimin ulusal olacağını belirttikten sonra şöyle seslenmişti :

Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak ahmaklıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır.Yalnız bilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki … evrimini algılamak ve ilerleyişlerini … izlemek gerekir. “

Ve eğitim konusundaki en güzel özdeyişlerinden bir başkası:

Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplum olarak yaşatır; veya o ulusu köleliğe ve yoksulluğa sürükler… “

Atatürk’ün eğitim ve öğretmenlerle ilgili değerlendirmeleri bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Ana konumuz olmadığı için hepsini belirtemiyoruz. Ancak, yaşamı boyunca en çok ilgilendiği konulardan birinin eğitim ve öğretmenler olduğunu, yakınlarının sorusu üzerine, asker olmasaydı öğretmen olmayı istediğini söylerken ne demek istediğini düşünmemiz ve önemini kavramamız gerekiyor.

Yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı üzere, ulusal eğitim dizgemizi Atatürk belirlemiştir, diyebiliriz. Bu sistem; ulusal, laik, bilimsel, üretici (pratik, uygulamalıüretime dönük), ve karma olmalıdır.

Böyle bir eğitim dizgesi nasıl yaratılacak; ülke çapında kimlerle, nasıl uygulanacak ve kökleştirilecektir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği eğitim alanında verilecek savaşımı kazanmaya bağlıdır. En önemli işlerimizden biri milli eğitim işleridir, demesinin anlamı budur.

1924 yılında 12,5 milyon nüfus ve 10 bin öğretmen vardır. Bunların 7 bini alan dışından görevlendirilmişlerdir. Geriye kalanlar da medrese eğitimlidir. Yani, istenilen eğitimi kavrayıp verebilecek öğretmen sayısı hiç yok gibidir.

20 lisede 1000 kadar, 20 dolayındaki mesleki liselerde de 2500 öğrenci vardır.

İstanbul’da 16 tarikata ait 450 tekkenin bulunması başka bir gerçekliktir.

Darülfünun hocalarının hemen tümü saltanat ve hilafete eğilimlidir. Türk devrimini uzaktan izlemekte, yapılanlara katkı vermek yerine eleştiriler getirmektedirler.

Daha da önemlisi, Anadolu’daki birçok ilçe ve 40 000 köyde hiçbir okul ve öğretmen bulunmamaktadır.

İLKÖĞRETİMDE İLK GİRİŞİMLER

Bu denli olumsuzluğun, yokluğun, yoksulluğun ve halk arasında karşıdevrimci güçlerin etkin olduğu ülkelerde, laik, bilimsel ve ulusal bir eğitimi gerçekleştirmek hayal gibidir. Atatürk’e özenip denemek isteyenler oldu. Fakat, kısa bir sürede yok edildiler.

Atatürk, “ordumuz yok, paramız, silahımız yok” diyenlere aldırmadan savaş alanlarında ulusa utkular kazandırmıştı. Eğitim alanında da utku kazanmak zorunluydu. Yoksa, bütün kazanımların yitirilmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden hiç duraksamadı.

3 Mart 1924 günü kabul edilen öğretimin birleştirilmesi (tevhidi tedrisat) yasası bu alandaki en önemli atılımdır. O denli ki, bugün bile karşıdevrimcilerle verilen savaşımın en önemli alanıdır. Günümüzde öğretim birliği artık yok edilmiştir. Bu birliğin yeniden sağlanması, yitirilen kalelerin yeniden kazanılması, ulusun geleceği için yapılması gereken en öncelikli görevdir.

Eğitim-öğretim, toplumun ulusallaşmasını, aydınlanmasını, çağdaşlaşmasını sağlayacak, ürünlerini on yıllar sonra verecek büyük bir savaşım alanıdır. Ulusun bir bütün olarak sahip çıkmasını gerektirir. Her şeyi devlet babadan bekleyen, eğitimin önemini kavramamış bir toplumda başarılması nerdeyse olanaksızdır. Devletin büyük bir kaynak ayırma olasılığı yoktur. Zaten yetişmiş insan gücü ve sermayesi yoktur. Her şeye sıfırdan başlanacaktır. Bu yüzden ilk yıllarda bakanlık örgütünün, var olan kadroların ve okulların düzenlenmesine önem verilmiştir. Bakanların kişisel çabaları öne çıkmıştır. Özellikle Mustafa Necati, eğitime ve öğretmene verdiği değerle iz bırakan milli eğitim bakanlarımızdandır

Eğitim ve öğretime maddi kaynak yaratmak amacıyla 13 Nisan 1925 te okul vergisi yasası çıkarıldı.

1926 yılında “maarif teşkilatına dair kanun” çıkarıldı. Köye nitelikli öğretmen yetiştirmek için Kayseri ve Denizli’de “Köy muallim mektepleri” açıldı.

1928’de okuma-yazma sorununa Türkçeye uygun ve kolay bir çözüm bulmak amacıyla “Yeni Türk Abecesi yürürlüğe kondu. Bir anda bütünüyle okuma- yazması olmayan bir toplum durumuna düştük. Kısa süre sonra açılan “millet mektepleri” aracılığıyla bu sorun çözümlendi. Atatürk “ başöğretmen” olarak görev üstlendi. Okur-yazar olmayan yüz binlerce kişi yeni abece ile okuma- yazma öğrendi.

KÖY ENSTİTÜLERİNE DOĞRU

Tüm bunlara karşın, köylerin eğitim ve bilim ışığıyla aydınlatılması en önemli sorun olarak duruyordu. 1931 Kurultayında konu tartışıldı. Köye öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan bir kurulun raporunda ( 1933) köy öğretmeninin niteliğini şöyle belirtiyordu:

“ Öyle bir köy öğretmeni tipi yaratmalıyız ki; o, yalnız köylünün inançlarını işlemek, toplumsal kurumlarını etkilemekle kalmasın. Köyün yüzünü ve ekonomik yaşamını da değiştirsin… “

Bu rapor Köy Enstitülerine giden yolun habercisi oldu. 1935 kurultayı sonunda Köyün okuma- yazma öğrenmesini bir an önce çözmek amacıyla, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapmış, okuma-yazma bilen köy gençleri arasından seçilenlerin kursa tutularak köye gönderilmesi uygun görüldü. Köy gençlerinden ilk grup Eskişehir- Mahmudiye Devlet üretme çiftliğinde kursa alınarak üretici durumuna getirildi. Köylerine gönderildi. Uygulama ertesi yıl üç üretme çiftliğinde sürdürüldü. Bu gençler köyde tarımsal öncülük yapacaklar, okuma-yazma öğreteceklerdi. Eldeki olanaklar ancak bu kadarına izin veriyordu. Böylece “köy eğitmenleri projesi “ Milli Eğitim ( kültür ) Bakanı Saffet Arıkan tarafından gerçekleştirilmiş oldu.

Bu kurslar 1937 yılında çıkarılan 3704 sayılı yasa ile “Köy Öğretmen Okulları”durumuna getirildi. Eğitmen yetiştirmeye de devam edildi.

Birkaç yıllık uygulamanın sonuçları yüzleri güldürmüştü. Soruna daha kökten bir çözüm üretmek gerekiyordu.

İlköğretim genel Müdürü Tonguç bu konuda şunları söylüyordu:

Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına aydın insanın mezarı dikilmedikçe köyün sırlarını anlayamayız. Onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır… “

1938 yılının son günlerinde Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yücel getirildi.

İsmet İnönü:

Özgür vatandaşlardan birleşik bir ulus olmanın çaresi ilköğretimdir.
İlköğretim sorunu insan olmak, ulus olmak sorunudur”

Diyerek bakandan yeni çözümler istedi.

KÖY ENSTİTÜLERİ KURULUYOR

Bu eğilim üzerine,1936 yılından beri ilköğretim genel müdürlüğü yapan ve köy eğitmenleriyle Köy öğretmen Okulları projelerinin mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç geliştirdiği “Köy Enstitüleri” tasarımını açıkladı.

17 Nisan 1940 tarihinde yapılan oylamada 3803 yasa ile Köy Enstitüleri resmen kurulmuş oldu. Oylamaya 148 milletvekilinin katılmaması dikkat çekicidir. Bunun anlamı tek partinin üçte birlik bölümünün yasaya karşı olduklarıdır. Görüşmeler sırasında bu tasarının Köy eğitmenleri ve Köy öğretmen okullarının geliştirilmesi olduğu açıklandı. Buna karşın büyük toprak ağaları ve tutucu görüş sahipleri kuşkuluydular.

Tasarım şöyleydi: Her 15-20 köye uygun yerlerde bir Bölge okulu açılacak.10-15 Bölge okulu bir baş öğretmenlik’e bağlanacak. Yine her 15-20 Başöğretmenlik bir köy enstitüsü ile çalışacaktı. İvedilikle Türkiye’deki 40 000 köy için 4000 Bölge ilkokulu yapılacak, bu okullara yetecek kadar öğretmen yetiştirmek için Köy Enstitülerinin sayısını çoğaltma yoluna gidilecekti. Böylece 15-20 yıl içerisinde Türkiye’de ilk okuma-yazma sorunu çözülecekti. Öğretmen gereksinmesi tamamlandıktan sonra enstitüler köylere tarımcı, sağlıkçı gibi teknik elemanlar yetiştirecekti.

Yıllar içinde olgunlaştırılarak geliştirilen bu tasarım tam olarak gerçekleştirilememiştir. Köy enstitülerine en baştan karşı çıkanların engellemesi, paylaşım savaşının yol açtığı sorunlar, iktidar içindeki hoşnutsuzluklar nedeniyle bu büyük eğitim tasarımı tamamlanamamıştır.

1940 yılında 10 köy Enstitüsü daha açılarak sayı 14’e çıkarıldı. Bu sayı 1946’da 20’ye, 1948’de 21’e çıktı. 1943 yılında Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Başarılı öğrenciler daha sonra orada öğrenim görerek enstitülere, orta öğrenim kurumlarına öğretmen olarak atanıyorlardı.

Köy Enstitülerine 5 yıllık ilkokul öğrenimini bitirmiş köy çocukları alındı. Öğrenim süresi de beş yıldı. Enstitüler ülkenin bütün bölgelerine eşit olarak dağıtılmıştı. Yapımını planlayan mimarlar enstitülerin kurulacağı yerlerde yaşayarak, o yörenin gereksinmesine göre planlar yaptılar. Henüz ergenliğini yaşayan ( 12-17 yaş arası) erkekler ve kızlar, ustaları ve öğretmenleriyle dershane işlik, hamam, yatakhane, yemekhane, ahırlar yaptılar. Uzaktan kanallarla sular getirip, elektrik ürettiler. Tarımsal ürün yetiştirip, hayvan beslediler. İşliklerde tarımda ve çeşitli zenaatlarda kullanılacak araç- gereçler yaptılar. Her enstitü kendine yetecek bir ekonomik birim olduktan sonra ürünlerini pazarladı. Bu paralarla enstitüler donatıldı. Yeni birimler yapıldı.

Köy enstitülerinde eğitim haftada 44 saatti. 22 saat kültür dersleri, 11 saat işliklerde iş içinde öğrenme, 11 saat ise tarım etkinlikleri yapılıyordu. Öğretmen ve öğrenciler bir bütündü. Öğretim ortamında demokratik ve diyalektik anlayışlar egemendi. Sorular sorulur, araştırılır, yanıtlar aranırdı. Hafta sonlarında bir haftalık çalışmalar değerlendirilir, sonuçlara etki eden nedenler tartışılırdı Öğrenciler eleştirildiği gibi öğretmenler de öğrenciler tarafından özgürce eleştirilirdi. Hazırlanan halkbilim, temsil, müzik, şiir ve yazın etkinlikleri öğrenci- öğretmen bütün enstitülüler tarafından izlenerek eğlenilirdi.

Ulusal kültür öğrenilir, benimsenir, çeşitli yollarla öteki enstitülerle paylaşılarak çoğaltılır ve paylaşılırdı.

Talip Apaydın, “köy Enstitülerinde sanat Eğitimi” yazısında bu paylaşımı anlatır :

Çeşitli enstitülerin birbirlerine yapı yardımı için gönderdiği ekipler, oraların türkülerini, oyunlarını buralara taşıdılar. Buralardakileri öğrenip kendi enstitülerine götürdüler. Çok anlamlı bir alışveriş oldu. Kars’ın türküleri Antalya’da, Egenin zeybekleri Hasanoğlan’da, Sivas’ın halayları Kepirtepe’de, Karadenizin horonları Pazarören’de. Tüm ülkenin folklor zenginlikleri toplandı. Genel bir beğeniye dönüştü. Ulusal kültürün tüm yurt köşelerine ulaşmasına Köy Enstitüleri öncülük etti… “

Kitap okumak bir yarıştı. Yeni Türk Abecesi ile yazılan ulusal eserlerin sayısı azdı. Bu yüzden 1940’larda çevrilmesine başlanan dünya klasikleri yaygın olarak okunuyordu. Öylesine ki bir teftiş sırasında çobanlık görevindeki bir kız öğrencinin torbasında, sadece kuru bir ekmekle Antigone adlı yazın yapıtının görülmesi büyük ilgi toplamıştı ! Grek-Latin yapıtları yerine özgün Türk yapıtlarının okunması ulusal kültür açısından yeğlenecek bir durumdu.. Sonradan Köy enstitülü aydınlar bu alandaki boşluğu doldurmada önemli bir işlev göreceklerdir.

Köy enstitüsü mezunları köylerine 20 lira maaşla atandılar. Atandıkları köylerde 20 yıl görev yapmaları zorunluydu. Kendilerine tarım uygulaması yapacak kadar toprak, tarım araç- gereçleri, işlik malzemeleri verildi. Görevleri köy çocuklarını eğitmek, köylüye teknik üretim yöntemlerini öğretmek, köye önderlik yapmak, köy ekonomisini canlandırarak pazara açmak ve Kemalist aydınlanmayı köye yerleştirmekti.

Tonguç bir yazısında şöyle diyordu:

Köy öylesine canlandırılmalı ve bilinçlenmeli ki; onu hiçbir güç yalnız kendi çıkarına insafsızca sömürmesin. Köylüye köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler bilinçsiz ve bedava çalışan iş hayvanı durumuna gelmesinler… “

Cumhurbaşkanı İnönü Köy Enstitülerinden övgüyle söz ediyordu.:

“ Köy enstitülerini cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi sayıyorum. Buradan yetişecek evlatlarımızın başarısını ömrüm oldukça yakından takip edeceğim. Enstitülerle yeni bir millet yaratıyoruz.”

1946 yılının Ekim ayında verdiği bir demeçte de övgüsünü sürdürmüştü:

Benim askeri ve siyasi hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kale almadan diyebilirim ki; öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Bunlardan biri Köy Enstitüleri, diğeri de çok partili hayattır… “

Oysa, 1946 sonlarında Köy enstitülerinin de sonu görünmeye başlamıştı.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN SONU

1945 yılında kurulan DP, muhalefetinin ana eksenlerinden birini Köy enstitülerine dayandırdı. Tefeciler, ağalar, şeyhler ve komprador işbirlikçiler ittifakı Köy enstitülerini hedef tahtası yaptı.

Bu okullara köy çocuklarının alınarak köy-kent ayrımı yapılmasından, karma eğitime; okullarda öğrencilerin çalıştırılmasından, köylülerin okul yapımındaki yükümlülüklerine; 20 yıl zorunlu hizmetin bir mahkûmiyet olmasından, enstitülerin dağ başlarında olduğu, öğretim kadrolarının cahilliğine ve komünist yetiştirdiğine kadar sayısız saldırılar yapıldı. Enstitülü öğretmenlere büyük yetkiler verildiği, kaymakamlara ve diğer bürokratlara karşı geldikleri, otoriteyi sarstıkları söylendi.

Dönemin bazı solcuları da bu eleştirilere bir başka yönden katılıyordu. “Altyapı hizmetleri olmadan enstitülerin köye girmesi ve tutucu köylülerle işe başlaması yanlıştır. Kalkınma bütünüyle ele alınmadıkça okuma-yazma bir anlam taşımaz” diyorlardı.

Devrimin dişle tırnakla kazılarak yükseltilebileceğini unutuyor, Kemalist devrimi savunmak yerine Sovyet propagandasının etkisine giriyorlardı. Oysa, toplumsal, tarımsal ve sanayi altyapısının gökten indirilemeyeceğini biliyorlardı. Günümüzde solun bir kesiminde sürdürülen, söze ve yazıya dayalı romantik kağıt-kalem solculuğu yapılıyordu.

Köy enstitülerinin sonu görünüyordu. Önce enstitülerde komünizm propagandası yaptırdıkları gerekçesiyle Hasan Ali Yücel ve İsmail hakkı Tonguç görevlerinden alındılar. Her ikisi hakkında da davalar açıldı. Yücel, bakanlıkça bastırılan kitapta milli eğitimin niteliklerini milliyetçi ve hümanist olarak gösterdiği ve hümanizmin aslında komünizm demek olduğu savıyla yargılandı. Daha sonraları ise Tonguç bir öğrenciye İtalyan yazar İgnazio Silona’nın Fontamara adlı romanını vermekten komünizm propagandası yapmakla yargılandı. Tasfiye furyası giderek artan bir şekilde sürdürüldü.

M. Eğitim Bakanı R. Şemsettin Sirer 1951 yılında yaptığı açıklamada “500 kişilik kadrodan 400 zararlı” kişiyi temizlediğini itiraf etmiştir.

Dönem koşulları düşünüldüğünde bu sayı oldukça kabarıktır.

Oy kaybetmemek ve DP iktidarına engel olabilmek amacıyla 1950 seçimlerine değin Köy enstitüleri projesinden ödünler verilmeye devam edildi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Karma eğitime son verildi. Öğretim programlarında değişiklikleri yapıldı. Yenileri açılmadı. Bütün eğitmen kursları kapatıldı. Köylülerin okul yapımındaki yükümlülükleri kaldırıldı. Kasaba çocukları da enstitülere alınmaya başlandı.

Kısaca daha DP iktidara gelmeden köy enstitülerinin özgün nitelikleri CHP tarafından yok edilmişti

DP iktidar olunca tartışmalar ve karalamalar yine alevlendi. Eski suçlamalar yinelendi .Köy enstitüleri kötü amaçla kurulmuşlardı. Bakan Tevfik İleri sorunun komünizmle mücadele sorunu olduğunu vurgulamıştı.

Bu arada Marshall ve Truman doktrinleri uygulanıyordu. Türkiye, Batı İttifakı ile bütünleşerek yardımlar alıyordu. Bu planlar çerçevesinde 12 yeni eğitim projesi geliştiriliyordu.

Sonunda 27 Ocak 1954 tarih ve 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kapatıldı. Hepsi birden İlköğretmen Okulları’na dönüştürüldü.

SONUÇ

Köy enstitüleri kaynağından 17 bin öğretmen, 7.500 sağlık memuru, 9 bin kadar eğitmen yetişti. Bunlar o günlere kadar okul, öğretmen görmemiş binlerce köye ışık oldular. Feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ve toprak rejimini değiştirmeye, Atatürk’ün özlediği devrimi köylere yerleştirmeye çalıştılar. Köylüyü sömüren zorbalara, eşraf ve simsara, dinsel bağnazlığa, köylüye yukarıdan bakan bürokrasiye, mistisizme karşı çıktılar.(*)

Köy enstitüleri, köy çocuklarına açılan okul kapısı oldu. Ben değil, biz diyerek tüm etkinlikleri bir bütünün parçaları olarak yaptılar. Köy enstitülerinden yetişen öğretmenler, sanatçılar ve aydınlar, yapıtlarıyla, yaptıkları toplumsal önderliklerle kalıcı izler bıraktılar.

Köy enstitüleri kapatılalı yarım yüzyılı geçti. Günümüzde her yıl artan bir şekilde anılıyor. Bunun nedenlerinden biri eğitim alnında içinde bulunduğumuz kargaşa çıkmazdır. Özellikle eğitim birliği ilkesinin- bir devrim yasası olarak- bozulması, yabancı misyon okullarının, yabancı dille eğitimin, kuran kursları ve mahalle mektebi niteliğindeki geri dönüşlerin yoğunlaştırılmasıdır. Öte yanda üretim için eğitim yapılmamakta, liseleri ve üniversiteleri bitiren gençlerimiz niteliksiz işgücü olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Köy enstitüleri konusunun güncel tutulmasının bir nedeni de yerlerine kurulan 1954-1974 öğretmen okullarının Köy enstitülerinden izler taşımasıdır. Enstitüler öğretmen okullarına dönüştürülse de birtakım özellikleriyle öğretmen okullarının içinde yaşatılmışlardır. Enstitü öğretim kadrolarının göreve devam etmesi, müzik- folklor çalışmaları, işliklerde ders araç gereci yapımı, tiyatro ve diğer sanatsal etkinlikler sürdürülmeye çalışılmıştır.

Öğretmen okulları köy enstitülerinin son kalıntılarıdır.

Öte yandan bugünkü eğitim sorunlarımıza da ışık tutacak niteliktedirler. Köy enstitüleri uygulamalarından şu sonuçları çıkarabiliriz:

  • Eğitim insanı bir bütün olarak, her yönüyle geliştirmelidir.
  • En iyi ve en başarılı eğitim yöntemi iş içinde, (yaparak ve yaşayarak) , üretim için eğitimdir.
  • Eğitim; ulusal, bilimsel, laik, demokratik ve karma olmalıdır.
  • Kemalist aydınlanma devrimi eğitim yoluyla tamamlanmalıdır.

Köy enstitüleri yarım kalmış bir düştür.

Türkiye cumhuriyeti, geleceğinin aydınlık olmasını ancak tarihten, bilimden ve deneyimlerinden alacağı derslerle sağlayabilir.

Hiçbir yabancı tasarıma araç olmakla değil…

Çünkü, yabancıların bizim sorunlarımızı dert etmeleri için hiçbir neden yoktur.
Onlar, kendi sorunlarını fatura edecek toplumlar ararlar. Bu dersi onlardan aldık.

Kendi tarihimiz daha ötesini de öğretiyor. Yeter ki öğrenmesini bilelim.

Geleceğe ilişkin düşlerimizi daha uzağa ertelemek, dünyamızın bütünüyle kararmasına yol açabilir.

Geleceğimizi popülist siyasetlere kurban edemeyiz.

Yediden yetmişe ayağa kalkmak zamanıdır.

Onur ÖYMEN : Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 74. Yıldönümü Kutlaması


Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 74. Yıldönümü Kutlaması

Portresi_gulumseyen

 

 

Onur ÖYMEN

 

 

Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 74. Yıldönümü Kutlaması

Cumhuriyet tarihimizin en önemli eğitim ve çağdaşlaşma projelerinden biri olan
Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 74. Yıldönümünde
bu projenin önderleri olan

İsmet İnönü‘yü,
Hasan Ali Yücel‘i,
İsmail Hakkı Tonguç‘u,

Çalışma arkadaşlarını ve bu Enstitülerden yetişerek köylerde yaşayan çocuklarımıza uygarlığın ışığını taşıyan öğretmenlerimizi saygıyla anıyoruz.

Saygılar, sevgiler.

Onur Öymen

“CHP’de etnik şovenizme yer olamaz” diyenler hakkında düşünceler


“CHP’de etnik şovenizme yer olamaz” diyenler hakkında düşünceler

Portresi_gulumseyen

Bazıları “CHP’de etnik şovenizme yer olamaz” diyorlar.
Bu sözlere açıklık getirmek gerekiyor. Acaba kimleri kastediyorlar?
Biz CHP’liler olarak faşit ve şovenist gibi yaftalamaları hiçbir zaman kabul etmedik. Başbakan’ın İsmet İnönü‘den “faşist diktatör” diye söz etmesine de
güçlü tepki gösterenlerden olduk.Benim görev yaptığım yıllarda CHP içinde şovenist düşünceli kimseye rastlamadım. Ama birçok Avrupalı parlamenterin Kemalizmi şovenist bir düşünce gibi göstermeye çalıştıklarını ve

  • “CHP Kemalizmden vaz geçmedikçe Avrupalı bir parti olamaz.” 

dediklerini duydum.

Keza

  • “Türkiye Kemalizmden vaz geçmeden AB üyesi olamaz.” 

diyenleri işittim. Her kezinde kendilerine gerekli yanıtları verdik.
Esas tepki göstrerilmesi gerekenler onlardır.

Eğer Türkiye’de de kimileri Atatürkçülüğü etnik şovenizm gibi anlıyorlarsa,
onlara Atatürk’ün şovenizm karşıtı düşüncelerini daha iyi incelemelerini
tavsiye ederim.

Atatürk’ün milliyetçilik tanımı, O’nun düşüncelerini öğrenmek isteyenlere kaynak olabilir. Aynı biçimde Atatürk’ün Hitler ve Mussolini hakkındaki söyledikleri de
O’nun nasıl şovenizm karşıtı olduğunu anlamaya yeter.

Şovenizmin en çarpıcı örneklerine, bize bugün ders vermeye çalışan kimi ülkelerin geçmişteki liderlerinin sözlerinde rastlamak mümkündür. Bu konuda merakı olanlara “Ulusal Çıkarlar” adlı kitabımı okumalarını tavsiye ederim.

Saygılar, sevgiler.

ATATÜRK DİKTATÖRDÜ DEĞİL Mİ?

ATATÜRK DİKTATÖRDÜ DEĞİL Mİ?
(-Günümüzün İleri Demokrasi Manzarası “Kedidir Kedi”)

portresijpg
Prof. Dr. Kemal Arı 

Türkiye’nin şu haline bakın…

Olup bitene bakarak, normal bir insanın ülkesi için üzülmemesi olanaklı mı?

Ben de çok üzülüyorum…
Hukuk ayaklar altında
Hukukun üstünlüğünün ruhuna “el fatiha”…

Sandık kurulları başına gidip, oradan ya da buradan olsun, Türk siyasetinde “tebarüz” etmiş kişilerin, “Dağıtırım burayı!” efelenmeleri…

Seçim gecesi, ardı ardına üç dönem belediye başkanı olmuş bir kişinin oğlunun,
sanki mafyavari bir biçimde yanındaki adamlarla oraya buraya koşturmaları…

Akıl almaz kimi savlar; halkın vicdanında korku salma eğilimleri…

Yok yüz kişi olay çıkartmak amaçlı Ankara’ya gelmiş;
beklenmedik suikastlar olacakmış söylentileri…

  • Seçim gecesi elektrik kesintisinin sorumlusu olarak suçlanan sokak kedileri
    (AS : AKP’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız tarihe geçmiştir bu açıklaması ile!)

Çok kişinin sandıklardan çıkan sonuçlarla ilgili kafasında sabitleştirdiği
“Bu işte bir katakülli var; sahtecilk kokusu geliyor her yandan” yargısı….
Bu algıyı destekleyen oradan buradan medyaya düşen görüntüler…
Hiç düşündük mü; bizim mahallede bunlar oluyor da, dışarısı bizi nasıl görüyor?
“Bu mu sizin ileri demokrasiniz” diye tiye almıyorlar mı içten içe sanıyorsunuz?Gülünecek hallere düştük, iyi mi?

Ve işin en acınası yanı:
Batının özlemini duyduğu demokrasinin bizde olduğu gibi garabet dolu sözler…
21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, 90. yılını aşmış Cumhuriyette,
65 yıllık demokrasi deneyiminin geldiği nokta bu noktadır.
Oh ne güzel… O denli ileri bir demokrasimiz varmış ki;
Batı bile bizim demokrasimizin özlemini duyuyormuş.

Ne dersiniz, Batı bu özlemin ve ilhamın etkisiyle bizdeki demokrasi kültürünü ve
düzeyini alıp, kendine uygulayıp, birkaç yüz yıl ileri fırlıyor mu bir de?
Olmaz olmaz demeyin; niçin olmasın, yaradan Rabbim, nelere kadir!…
O zaman övünürüz:
“Ey Batı…. Demokrasiyi sen öğrendin bizden sen!
Gel vatandaş gel, ileri demokrasiye gel!”

İleri demokrasiyle yetinmedik; bir de buna yeni bir kavram ekledik:

  • “Kedili Demokrasi”

“Kedidir kedi” sözüyle, bütün kedilik alemi de böylece demokrasi tarihine geçmiş oldu…
Kedili demokrasi, klasik demokrasiyi bile yaşayamayan bir toplum için;
ilerinin de ilerisinde bir ütopyanın gerçekleşmesi gibi…

Masum kediciğe mikrofon uzatılmış; bir gazeteci soruyor:

Seçim gecesi elektrikleri sen kesmişsin! Ne diyorsun buna?
Kedicik son derece masum, sevimli; ama şaşkın ve ürkmüş bir durumda…
Sesi iyice incelmiş; kendi masumiyetini kanıtlama derdinde mırıldanıyor:
“Suçsuzum ben!”

Güler misin ağlar mısın?

Sosyal medyanın yaratıcılığı da bir alem… Kediye bir tutsak elbisesi giydirilmiş,
altına da eklenmiş: “Kedi Şerafettin Suçüstü Yakalandı!”

Enerji bakanımız tutup, seçim gecesi 36 ilde elektrik kesintileri “Kediler yapmış olabilir!” dediğinde şimdi biz, sayın bakanın bundan kedileri hedef gösterdiğini anlayıp;
bir de kedi avına çıkacak kadar demokrasi kültürü olan bir millet olduğumuzdan…

Vesaire vesaire…
Kedi olmak da zormuş be kardeşim!
Sokaklarda itil kakıl; çöplerden çöplere fırlayarak karnını doyurmaya çalış;
bir de Mart sendromunu atlatamadan gelsin seni koskoca bir sistem,
Türkiye’nin yazgısıyla düğümlenmiş bir gecede, büyük kuşkular, kaygılar ve savlar ortaya dökülmesine neden olan elektrik kesintisinin nedeni olmakla suçlasın iyi mi?

Bunun ötesi var mı?
Var…
Çünkü hep söylenir, biliyorsunuz.

  • Atatürk bir diktatördür. O, demokrasiyi değil,
    otokrasiyi ve hatta bir diktatörlük rejimini bu ülkeye dayattı”…

Açın 14 Aralık 1953 tarihli Meclis tutanaklarını ve orada Başbakan Menderes’in, muhalefet partisi başkanı İsmet İnönü için söyledikleri garip sözleri bir irdeleyin:

“Yaşı yetmişi aşmış; saçı başı ak pak biri bugün çekilip evinde oturması gerekirken… memlekete dayattığı istibdat rejimi altındaaaa”

Ne diyelim şimdi?

Beyler, İsmet Paşa’nın 2. Dünya Paylaşım Savaşı yıllarında o zamana değin
hiç olmamış demokrasiyi ülkede niye arıyorsunuz? Siz kendi bulunduğunuz dönemi daha iyi bir düzeye getirmeye çalışın… Ondan dolayı mı Meclis Tahkikat Komisyonları kuruldu ve Muhalefet Lideri İnönü gibi bir kahraman Uşak’ta taşa tutturuldu?
Uşak Valisi değil miydi iktidardan aldığı güçle; bu ilde Yunan ordu komutanı Trikopis’i esir almış İnönü’nün, Atatürk’e esir kumandanı teslim ettiği evi ziyaret etmesi üzerine köpüren kişi… Ve bu gücü, hukuk dışılığı sizden aldığı güçle yapmıyor muydu?

Eski hesapları dökmeler; yok hala demokrat partinin ağzından alınıp piyasaya dökülen ancak bir adım öteye gitmeyen işte yok Tek Parti döneminde ezanlar susturuldu,
Kuran kursları jandarmalar tarafından basıldı vs…

Onu anlarız, o zaman Devrim yaşanıyordu bu ülkede…
Laikleşmenin sancısıydı belki bu abartılı anlattığınız şeyler. Ancak 5 vakit namazını kılan İnönü’nün Kuran’la, dinle bir derdi yoktu. Siyasetine Allah’ı sokmuyor;
siyaset meydanında bu kavram üzerinden söylemi;
“Allahaısmarladık”ı geçmiyoruz diye…
Atatürk demokrat değil di öyle mi?
Atatürk demokrat değildi ve bugün yaşadığımız şu çirkin görüntüler ve aşağının
da aşağısında bir düzey olması nedeniyle bizi Batı karşısında utandıracak olaylar!

  • Padişah Vahdettin‘in Yunan Savaş uçaklarından Mustafa Kemal Paşa ve yakınındakilerin öldürülmesinin dinen “vacip” olduğuna ilişkin fermanları ve Dürrizade Abdullah Efendi’nin buna ilişkin fetvaları halkın başından
    yağmur gibi yağarken;

Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleri ve öngörüleri doğrultusunda
TBMM’nin açılması için seçimler yapılıyordu bu ülkede…

Sorun ne Atatürk, ne Atatürkçülük..

Sorun açık ve net olarak artık anlamamız gerekiyor ki; O’nun Aydınlanma yolunda, Atatürk’ün sonunda yürüyemeyen iktidarların halkın zaten eksik olan demokrasi kültürüne bir de kitlelerin dinsel duygularını istismar eden din tacirliğidir.

Her iktidara gelen, iktidarı aldığı günden, bıraktığı güne dek bakarak bir durum değerlendirmesi yapabilmeli ve

  • “Ben, demokrasi kültürüne ne kattım; ülkemin demokrasi ve çağdaşlaşması yönünde ne gibi önemli adımlar attım?”

sorusunu kendine ve vicdanına sorup soramaması sorunudur…

Hadi siyasetçi bu öz eleştiriyi yapmıyor; ah halkımız bir yapsa ve çıkıp karşılarına

  • “Sen benim ulusal kültürümü, yurttaşlık bilincimi geliştirmeme ne denli katkıda bulundun; ve asıl olan ben iken, vekil olan sen, kendi kafana göre benim istençlerimi değil de kendi kafandaki hezeyanları bana mı dayatıyorsun?” 

diye bir sorabilse!…Ah bunu bir yapabilse halkımız!
Her gün demokrasi nutukları atan zevata dönüp;

“Sen bırak eskimiş bardakları… Asıl senin döneminde demokrasimiz neredeydi ve
sen nereye getirdin?” diye sorabilse…

Dileğim odur ki, düşe kalka da olsa o güne gelecek demokrasi kültürümüz..
İnşallah o da olacak!

Yoksa kedili demokrasinin bizi bir yere götüremeyeceği
ve topal ördeğe çevireceği çok açık…

(Not : Bu benzetmeler içinde yer almak durumunda kalan ve demokrasimizin en önemli dönemeç noktasında, elektriklerin kesilmesinden sorumlu tutulan bütün kedilerimizden halkım adına özür diliyorum)…(1.4.2014)

 

Başbakanın Brüksel ziyaretinin düşündürdükleri


Dostlar
,

Birkaç günlük “teknik” (?!) sıkıntıların ardından yeniden sitemize yazılar koyabiliyoruz.

Elde olmayan aksaklıklar için bağış dileriz. Bu sırada bizimle bağ kurarak soran,
destek veren izleyicilerimize ilgileri için teşekkür ederiz.

*****

Dış politikanın birikimli ve deneyimli uzmanı Sn. Dr. Onur Öymen,
Başbakan R.T. Erdoğan‘ın Brüksel gezisini aşağıdaki gibi irdeledi..

Sayın Öymen hala Türkiye’nin AB’ye üye alınabileceğini düşünüyor sanırız.
Bir de AKP’nin Türkiye’yi gerçekten AB’ye üye yapmak istediğini!?

Biz ikisine de katılamıyoruz..

İsmet İnönü‘nün başbakanlığında 1963’te yani 51 yıl önce yapılan başvuru
“hala” sonlanmadı ise, umudu sürdürmek için çok ama çok sıkı gerekçeleriniz olmalı. Tersine Türkiye’nin eli zayıflıyor ve nedense (!) AB; Türkiyesiz yapamayacağını, ülkemizin vazgeçilmez önemini bir türlü kavrayamıyor.. (!)

Bizce göre köklü bir rota değişiminin zamanı gelmiş ve geçmektedir..

  • Türkiye yönünü biraz da Doğu’ya, Avrasya seçeneklerine dönmelidir.
  • Tam bağımsızlığının üstüne titreyerek;
    dengeli, karşılıklı çıkarları titizlikle kollayarak..

Ve bu olanaklıdır.. Büyük Atatürk’ün dış politikası, meslektaşımız Dr. Tevfik Rüştü Aras yönetimindeydi 1925 -37 arasında kesintisiz 12 yıl ve temel ilkesi,

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz.
    Ancak kimseyle ittifak ve bloklaşma yapmayız..”

Bu ilkelerin sürüdürülmesi sayesindedir ki, İsmet İnönü‘nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında (11 Kasım 1938 – 22 Mayıs 1950) Türkiye, usta manevralarla  2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşımı (“Dünya Savaşı” diyorlar bir de utanmadan!) dışında tutulabildi.

Geçen hafta 21. Adalet ve Demokrasi Haftası bağlamında da bir kaç kez yazdık..
Emperyalist Batı ile “siyasal nikah” artık “uzatmalı zor nikah” niteliği kazanmıştır
(Ahmet Vefik Paşa, 1869) ve ülkemizde türlü aydın cinayetlerinin, toplu kırımların,
iç savaş eşiğine ve bölünme sınırına sürüklenmenin başlıca nedenidir.

Sevgi ve saygı ile.
03 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Başbakanın Brüksel ziyaretinin düşündürdükleri

portresi2

 

Onur ÖYMEN

 

 

Sayın Başbakanın 5 yıl aradan sonra yaptığı Brüksel ziyareti önemli bir fırsattı.

1963 (AS:12 Eylül, o zamanki adıyla AET) Ankara Antlaşması‘nın 28. maddesiyle Türkiye’nin üyeliğini hedef olarak kabul eden AB, özellikle son yıllarda bu hedeften uzaklaştı ve üyelik müzakerelerini savsaklama ve fiilen askıya alma yoluna gitti.

Türkiye’yle aynı gün, 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerine başlayan Hırvatistan süreci tamamladı ve geçen yıl tam üye oldu. Biz daha yarı yola bile gelemedik.
Türk vatandaşlarına vizesiz gezi hakkı konusunda da bizden önce üyelik müzakerelerine başlayan ülkelerin vatandaşlarına tanınan haklar bize tanınmadı.
3,5 yıl sonra bunun sağlanabileceği konusunda muğlak vaatler verildi. Serbest ticaret antlaşmaları konusunda da Türkiye’ye büyük haksızlık yapıldı. 8 Müzakere başlığı
AB Konseyi, 6 müzakere başlığı Kıbrıs Rum Yönetimi ve 4 müzakere başlığı
Fransa tarafından engellenmeye devam ediyor.

KKTC’ye ambargolar sürüyor.

İşte Başbakanın ziyareti bütün bu haksızlıkları sorgulayarak gidermek ve
Türkiye’nin üyelik sürecini sağlıklı bir zemine oturtmak için bir fırsattı.

Ne yazık ki, Türkiye’de yargı bağımsızlığının zedelenmesi ve yolsuzluklar alanlarında yaşanan son gelişmeler ülkemizi sorgulayan bir devlet değil sorgulanan bir devlet durumuna dönüştürdü. Bize yapılan haksızlıkları gündemden düşürdü. AB üyeliğine halkımızın verdiği desteğin büsbütün azaldığı bir dönemde yaşanan bu gelişmeler,
kendi çıkarları açısından Türkiye’yi AB üyesi olarak görmek istemeyenlere fırsat verdi.

Gerçekten AB’ye üye olmak istiyorsak bize yapılan haksızlıklarla mücadeleye
hazır olmalıyız. Bunun için de Türkiye, hukuk, insan hakları, yargı bağımsızlığı,
basın özgürlüğü gibi alanlarda yaşanan olumsuzluklara son vererek
hem vatandaşlarımıza karşı görevini yapmalı hem de karşımızdakilere koz vermemelidir.

Bu da ancak çağdaş dünyanın demokrasi ve insan hakları değerlerini içtenlikle benimsemiş bir iktidarla mümkün olabilir. Bu alanda mevcur iktidar iyi bir sınav veremedi. Şimdi görev Cumhuriyetimizin değerlerine tam olarak sahip çıkacak halkımıza düşüyor. Türkiye’nin bu güçlüklerden ancak demokrasi içinde çıkabileceğine inananların
sessiz kalmaya hakkı yoktur.

MİLLİ ŞEF’E SAYGIYLA!

MİLLİ ŞEF’E SAYGIYLA!

Görsel

 MİLLİ ŞEF’E SAYGIYLA
(1884-1973)

Dr. Ceyhun BALCI

İsmet İNÖNÜ Cumhuriyet’i kuran, devrimleri yapan kadronun önde gelenlerinden!

Diğer namı İkinci Adam.

Aralıksız 12 , toplam 16 yılı aşkın Başbakanlık yapmış.
İlgili dönemde etkili, yetkili ve tartışılmaz olduğuna kuşku yok!
Buna karşın, tüyü bitmemiş yetimin kuruşuna göz dikmemiş!

Yaşıtı pek çok aydın gibi hem asker, hem devlet adamı, hem eş,
hem aile babası olma görevlerini başarıyla yürütmüş.
Savaş yorgunu bir kuşağın diplomasi ustası!
Hiç bilmediği bir konuda bile ülkesinin yüzünü kara çıkartmamış.

Soyadını İnönü savaşlarına borçlu!

Tam savaş bitip de biraz kafa dinleyecekken Lozan yolları görünmüş! Zorlu ve gerilimli bir görevi daha başarıyla tamamlamış.
Lozan’daki birkaç ayın kendisini çok daha zorlu savaşlardan daha çok yorduğunu, yaşlandırdığını söylemiş!

Lozan üzerinden saldırıya uğramasına da şaşırmamak gerekiyor!
Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet, Devrimler adına ne var ne yoksa
ateş altındayken Lozan’ın ayrıcalığı olamazdı!

Lozan hezimet mi başarı mı?

Sorunun yanıtını en iyi Prof. İlber Ortaylı vermekte.
Lozan, adı üzerinde bir antlaşma!
Bir taraf için zafer olması  öbür yan için bozgun olmasına bağlı!

Ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin ön sözleşmesi olması ve kapitülasyonların ortadan kaldırılması bakımından düşünülürse zafer demek çok daha olası! Dört yüz yıl boyunca vazgeçilmesi bile düşünülemeyen kapitülasyon kamburundan kurtulmak bile
başlı başına bir utku sayılmalı!

İsmet İnönü, bu dünyada kendisi için pek az şey yapanların kuşağından çok önemli bir kahraman. Bu yanıyla bile saygıyla, şükranla ve özlemle anılmayı hak eder!

Devletin ve ulusun soyulduğu bugünlerde kör kuruşun hesabını tutan O’nun gibilerin ruhu şad, onların izinden milim sapmamak da
bizlere görev olsun!

YASSI KAFALILAR


YASSI KAFALILAR

portresi


Suay Karaman

 

 

Türkiye’nin birikmiş, bekleyen ve ivedilikle çözüm gerektiren
birçok sorunu varken, siyasal iktidarın Yassıada’nın adını ‘Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ olarak değiştirmesi,
‘ileri demokrasi’ anlayışlarına ve uygulamalarına örnektir.

27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında, ülkeyi kutuplaştırarak kardeş kavgasına sürükleyen, Atatürk ilke ve devrimlerini ayaklar altına alarak yozlaştırmaya çalışan Demokrat Parti iktidarının yöneticileri Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanmışlar
ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 30 Eylül 2013’te demokrasiyle ilgisi olmayan, demokratikleşme paketini açıklarken de, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ne saldırmıştı. Başbakan, 1960’daki askeri harekatın “Türkiye’de 1950’den başlayarak saat gibi işleyen demokrasiyi durdurduğunu” söylemişti. Başbakanın bilgisi, birikimi ve kültürü, demokrasiyi bilmediği (AS: içermediği??) gibi, 27 Mayıs 1960 aydınlığını da kavramaya yetmez.

1950’den sonra yalnızca adı “demokrat” olan Demokrat Parti’nin yaptıklarının demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Hangi demokraside meclisin onayı olmadan emperyalist devletlerin çıkarı için yabancı ülkelere asker gönderilir? 6-7 Eylül 1955 olaylarını tahrik edenlerin baş sorumlusu olan DP iktidarı mı demokrasiyi saat gibi işletiyordu?

Demokrat Parti grubunda,

  • “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” ve
  • “Odunu aday koysam milletvekili seçtiririm” diyen
    Adnan Menderes mi demokrattı?

Ana muhalefet partisinin genel başkanını (AS: İsmet İNÖNÜ) öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenletilmesi, demokrasi ile bağdaşabilir mi? Muhalefeti cezalandırmak için kurulan Meclis Tahkikat Komisyonu, hangi demokraside bulunmaktadır?

İrticaya ödünler verilerek, ulusal bütünlüğümüz parçalanarak, özgürlükler kısıtlanarak, basın ağır sansür altında tutularak,
gazeteciler ve iktidara muhalif olanlar hapse mahkum edilerek demokrasi olamayacağını bilmeyenlerin tanımına göre “saat gibi işleyen demokrasi”, ülkeyi kardeş kavgasına getirmişti.

Başbakan Erdoğan gibiler, sürekli 27 Mayıs 1960 İhtilalini eleştirirler ama hiçbir zaman 12 Mart 1971 muhtırasını ve özellikle
12 Eylül 1980 darbesini eleştirmezler. Çünkü aydınlığa düşman olanlar, kendilerini yaratan karanlıkları sever, toz kondurmazlar. ‘
12 Eylül 1980 darbesini yargılıyoruz’ diye, yassı kafalarıyla komedi ortaya koyanlar, ‘ileri demokrasi’ adını verdikleri ortamla, 12 Eylül’ün faşizmini aratmamaktadırlar.

“Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olarak ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Demokrat Parti zamanında Mustafa Kemal Atatürk yok sayılmaktaydı, AKP iktidarında da yok sayılmaktadır. “10 Kasım’da sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen zihniyet, Türkiye Kupası maçının seremonisinde sahaya ‘Yüce Atatürk’ yazılı formayla çıktığı için Fethiyespor’a ceza bile vermeye kalkışmış, artarak gelen tepkiler üzerine, cezadan vazgeçmişlerdir. Atatürk sevdalısı Türk insanı, bu anlamlı hareketleri için Fethiyespor’u hep gözleri yaşararak anımsayacak ve onurlu duruşlarına saygı gösterecektir. Ceza vermeye (AS: Gerçekte kapatmaya!) kalkanları da unutmayacaktır.

Uzun yıllar özellikle İspanya ve Portekiz’de diktatörler (AS: Franko ve Salazar) futbol ile toplumu uyutarak, ülkelerini yönetmişlerdi. Bizde ise futbol, ‘dikbakan’ diyebileceğimiz diktatör başbakanın koltuğunu sallamaktadır.
Özellikle maçların 34. dakikasında Taksim Gezi Parkı olaylarına atıfta bulunularak, “her yer Taksim – her yer direniş” ve
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sesleri, siyasi iktidarı çileden çıkartmaktadır.

Çünkü ortaçağ karanlığından hoşlananların, Atatürk denince ödleri kopmaktadır. Biliyorlar ki, toplumdaki Atatürk sevgisi, iktidarlarına
son verecektir. Bu yüzden Atatürk’ün resimlerinden, sözlerinden, ilkelerinden, devrimlerinden, Gençliğe Hitabesi’nden,
Bursa Nutku’ndan, ulusal bayramlardan çekinmektedirler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar Atatürk korkusu, siyasi iktidarı perişan etmektedir. Atatürk adı, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin karabasanıdır.

Atatürk’ün manevi kişiliğinin bile tartışıldığı günümüz Türkiye’sinde, “yassı kafalıların iktidarı son bulacak, aydınlık günler için örgütlü ve bilinçli mücadele başlayacaktır.

  • Yolumuz; Yüce Atatürk’ün çağdaş ve aydınlık yoludur.

(İlk Kurşun Gazetesi, 16 Aralık 2013,
http://www.ilk-kursun.com/haber/163889)

Suay Karaman : ANDIMIZ


ANDIMIZ

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Henüz büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e karşı açık açık söz söyleyemeyenler, Atatürk’ün devrimci kadrolarını eleştirmektedirler. Bu eleştirilerden sık sık İsmet İnönü payını almaktadır. Siyasal iktidarın temsilcileri daha önce Adalet eski Bakanı
Mahmut Esat Bozkurt
 için çok ağır sözlerle, hakarete varan açıklamalarda bulunmuşlardı.

Bu kez başbakan, partisinin grup toplantısında “Andımız metninin yazarı tartışmalı bir isim olan Doktor Reşit Galip‘ti. Andımız’ın yazarı, Türkçe ezan zulmünün mimarlarından, Türkçe ezan metninin yazarlarındandı.” dedi.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Atatürk’ün yanında yer alan kadrolar için “tartışmalı bir isim” denemez. Bunu diyenler kendi yolsuzluklarının hesabını verememektedirler.
Sayın başbakan için, İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin
TBMM Başkanlığı’na ulaşan fezlekelerde

– görevi ihmal,
– zimmet,
– kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
– resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için
teşekkül oluşturmak”

suçlamaları yer almaktadır.

Kendi tartışmalı durumlarını unutturmak için, sürekli olarak Cumhuriyetin kuruluş dönemine saldırmayı moda haline getirenler, hukukun kendilerine de gerekeceğinin farkında mıdırlar?

Ulusal Andımızdaki “Türk” kelimesinden rahatsızlık duyan emperyalizmin maşaları,
yakın bir gelecekte İstiklal Marşımızdan da rahatsızlık duyacaklardır.

  • Çünkü bu insanlar “ulusal” olan her şeyi yıkmakla görevlendirilmişlerdir. 

Kısa süren Milli Eğitim Bakanlığı zamanında çok büyük eserler bırakan Reşit Galip için

  • “Türkçe ezan zulmünün mimarlarından, Türkçe ezan metninin yazarlarındandı” demek,
  • Halkı anlamadığı dilde ibadete zorlayarak,
    sürekli uyutup, oy deposu haline getirme mantığının dışavurumudur.

Ülkeler ibadetlerini kendi resmi dilleri ile yaparken, ülkemizde Arapça’yı kutsal ilan ederek, anlaşılamayan bir dilde ibadet etmek, yıllardır süren karanlığı devam ettirmek anlamına gelmektedir. Reşit Galip doğru olanı yapmış ve ezan kendi dilimizde
Türkçe okunmuştur. Ancak karanlıktan beslenen Demokrat Parti iktidarı,
16 Haziran 1950’de yine Arapça’ya dönüş yapmıştır. Bugün esas zulüm, insanları anlamadığı ve anlamını bilmeden sadece ezberleyerek Arapça ibadete zorlamaktır.

Ulusal Andımızın her kelimesinden rahatsızlık duyarak, andımızı kaldıran siyasi iktidarın önde gelenlerinin asıl amaçları, ulusal bütünlüğümüzü parçalamak ve
İslam ümmetinin bir parçası haline getirmektir.

Bunun için dinsel anlam taşıyan kıyafetleri ilkokullara dek yaygınlaştırmak amacındadırlar. Türban takmayı özgürlük sanan sığ kafalar ise bu olanlara
sessiz kalmakta, yalnızca seyretmektedir.

Türklükten gocunanlar, Araplara ve Arapça’ya sığınmaktadır.

  • Ulusallıktan kaçınanlar, emperyalizme meze olmaktadır. 
  • Laiklikle derdi olanlar, ortaçağın karanlığını istemektedirler.
  • Aydınlıktan korkanlar, Mustafa Kemal Atatürk’e düşmandırlar.

Ancak ne yaparlarsa yapsınlar,
Anadolu toprakları Mustafa Kemal’in özgürlük ateşiyle aydınlanmaya devam edecektir. (İlk Kurşun Gazetesi, 14 Ekim 2013)

=======================================

Dostlar,

Sevgili Suay Karaman‘a teşekkür ederek ANDIMIZ‘ı okuyalım..

Sevgi ve saygı ile.
14.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net