Etiket arşivi: COVID-19 salgını

Ekonomik maliyet için de daha sıkı izolasyon şart

Ekonomik maliyet için de daha sıkı izolasyon şart

Erdal SAĞLAM
18 Nisan 2020, Cumhuriyet

Covid-19 salgınının, hem insani hem de ekonomik maliyetini azaltmak için, bilim insanları “daha sıkı izolasyon gereği” üzerinde durmaya devam ediyor. Tıpçıların Bilim Kurulu kanalıyla ve bağımsız olarak dile getirdikleri bu talebin yanı sıra saygın iktisatçıların son dönemde yaptıkları çalışmalar da daha sıkı izolasyon ihtiyacını gözler önüne seriyor.

Daha sıkı izolasyon” diyoruz çünkü hükümetin aldığı mevcut izolasyon tedbirlerinin yeterli olmadığı, bir süredir talep edilen “sokağa çıkma yasağı” kararının alınmasında gecikildiği konusunda bir mutabakat var. Son olarak Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü’nün dile getirdiği gibi: Yönetim sokağa çıkma yasağı kararının ekonomik maliyetinin yüksek olacağı üzerinden hesap yapıyor. Halbuki

  • iktisatçıların çalışmaları daha sıkı izolasyonla
  • salgının çabuk kontrol altına alınmasının,
  • daha az insanın kaybını sağlayacağı gibi,
  • ekonomik maliyetinin de daha az olacağını ortaya koyuyor.

Hükümet aslında sokağa çıkma yasağı gibi daha sıkı izolasyon içeren kararların gerekliliğini biliyor. Bunun için hafta sonları iki gün uygulayarak sonradan gelecek tepkileri azaltmak adına, “âdet yerini bulsun” tedbiri alıyor.

Son bir ay içinde iktisatçıların konuyla ilgili yaptığı çok sayıda çalışma yayımlandı. Bunlar arasında ilk göze çarpan TOBB Etü’den Fatih Özatay ve Güven Sak’ın yaptığı 2 çalışma, ODTÜ’den Erol Taymaz’ın 2 çalışması, İTÜ’den Öner Günçavdı, Ayşe Aylin Bayar ile Bilgi Üniversitesi’nden Haluk Levent’in çalışması, Koç Üniversitesi’nden Selva Demiralp, Cem Çakmaklı, Sevcan Yeşiltaş, Muhammed Ali Yıldırım ve University of Maryland’den Şebnem Kalemli Özcan’ın yaptığı çalışmalar ve Muhammed Ali Yıldırım’ın tek çalışması, öne çıkanlardan bazıları. Çoğu profesör unvanına sahip bu iktisatçılar, salgının ekonomik etkileriyle ilgili değişik modeller ve açılar üzerinden çalıştılar. Ancak hemen hepsinde ortak sonuçlar olduğunu ve

  • daha sıkı izolasyon,
  • zarar gören kesimlere daha fazla yardımın
  • sonuçta daha az maliyetli olacağı sonucu çıktığını görüyoruz.

Ülke örneklerinden de yola çıkılarak, kapsamlı sokağa çıkma yasağı dahil daha sıkı izolasyon ve kapsamlı karantinaların gerektiği, bu süre içinde zorunlu olmayan işletmelerin kapatılması, bu nedenle zarar görenlere karşılıksız para yardımı yapılması, bunun için gereken kaynağın gerekirse para basılarak karşılanması üzerinde duruluyor. Türkiye’de hükümetin verdiği yardım ve desteklerin milli gelire oranının düşük kaldığı, bunun artırılabileceği belirtiliyor.

Daha hızlı normalleşme, daha az maliyet

Bu takdirde daha kısa sürede salgının etkilerinin azaltılıp normale dönüleceği, dolayısıyla işletmelerin bir süre kapatılmasının, salgının daha uzun süre devam edip sonunda tümüyle kapatılmak zorunda kalan işletme sayısını azaltacağı, dolayısıyla ülke ekonomisinde yaratacağı tahribatın sıkı izolasyon halinde, daha düşük olacağı hesaplanıyor.

Çalışmalarda büyüme açısından bakıldığında hiçbir şey yapılmadan salgının bir yıl sürmesi halinde milli gelirde yaşanacak daralma, %20 ile 40 arasında hesaplanırken, sıkı izolasyon ve daha çok kamu yardımı ile büyümedeki daralmanın büyük ölçüde yumuşatılabileceği hesaplarla ortaya konuyor. Buna bağlı olarak mevcut gevşek izolasyon ve buna bağlı daha az kamu yardımı sürdüğü müddetçe, ekonominin ciddi anlamda gerileyeceği, daha fazla işyerinin kapanacağı, zaten yüksek olan işsizlik oranlarının %29-30’lara kadar varabileceği hesaplanıyor. Bununla birlikte gelir dağılımındaki zaten bozuk olan yapının çok daha bozulacağı, en düşük gelirli grupların en fazla zarar gören kesimler olacağı hesaplanıyor.

Yapılan hesaplar salgının süresi bilinmediği için, genelde 1 yıllık yapılıyor ve salgının etkisi 6 ay sürdüğünde bu etkinin yarısının, 3 ay sürmesi halinde dörtte birinin gerçekleşme olarak yaşanacağı belirtiliyor.

Bu arada çalışmalarda ortak diyebileceğimiz noktalardan biri, Türkiye’nin acil dış kaynak temin etmesi ve mevcut dengelerdeki bozulmanın ve çıkıştaki etkilerin daha aza indirilmesi gereği. Bununla birlikte çoğu çalışmada hükümetin aldığı tedbirlerin bütünlük taşımadığı, daha iyi planlanmış bütünlüklü pakete ihtiyaç olduğu, çıkış politikasının pakette yer alması gerektiği belirtiliyor. Ancak bu takdirde iç ve dış piyasalara güven verilip normalleşme ile birlikte daha çabuk bir düzelme sağlanabileceği belirtiliyor.

Özetle, hem salgınla hem salgının ekonomik etkileriyle mücadelede, iktisatçı bilim adamlarının tümüyle teknik bu çalışmalarına ve söylediklerine daha fazla önem vermek gerekiyor. Politikacıların hem ülkenin ve halkın, hem de kendilerinin siyasi geleceği için izlemeleri gereken yol, aslında çok açık.

Salgınlara Yönelik Türk Tabipleri Birliği Etik Kurulu Görüşü

Salgınlara Yönelik
Türk Tabipleri Birliği Etik Kurulu Görüşü

GİRİŞ

Bulaşıcı hastalıklar ve salgınlar insanlık tarihi boyunca insanların kitlesel olarak hastalanmasına ve ölümüne yol açmıştır. Bulaşıcı hastalıklarla mücadelede koruyucu sağlık hizmetleri yaşamsal bir öneme sahiptir. İnsanın doğaya müdahalesi, doğal yaşamın, ekolojik dengenin, ekosistemlerin bozulmasına, eşitsizliklerin derinleşmesine yol açarak giderek daha büyük yıkımlara ve salgınlara neden olmaktadır. Bunun son örneği, yaşanmakta olan ve pandemi olarak tanımlanan COVID-19 salgınıdır.

Küresel salgınlar gündelik yaşam alışkanlıklarından toplumların siyasi, ekonomik ve kültürel yapılarına uzanan köklü değişikliklere neden olmaktadır. Bu değişiklikler en çok toplumun dezavantajlı kesimlerini olumsuz etkilemektedir. Bunun önlenmesinin halktan yana, demokratik, bilimsel müdahaleler ile olanaklı olabileceği açıktır.

  1. SALGIN YÖNETİMİ

Bulaşıcı hastalıklar sağlık kavramının içerdiği sosyal belirleyiciler nedeniyle ortaya çıkış süreçleri yanında başkaları için oluşturdukları riskler açısından da diğer hastalıklardan farklılık gösterir. Salgın ile etkin bir mücadele; bireysel ve toplumsal düzeyde alınacak önlemlerle korunma, yaygın bir biçimde tarama testinin uygulanmasıyla aktif vaka saptama çalışmaları, kuşkulu vakaların kesin tanısı ve tedavisi, temaslıların araştırılması, izolasyonu/karantina altına alınmaları adımlarını kapsar. Tanımlanan bu bütünlüklü süreç halk sağlığı yaklaşımıyla ve epidemiyoloji biliminin rehberliğinde farklı uzmanlık alanlarının birikimine ve işbirliğine dayalı bir bakış açısını ve uygulamayı gerektirir. Salgın yönetiminde zamana karşı bir yarış söz konusudur; bu nedenle kararların zaman geçirmeden alınması, önlemlerin ayrımsız uygulanması gerekir.

Salgınlarda toplumla tıbbın tüm bileşenleri arasındaki ilişkinin temel dayanağı olan güven ilişkisinin korunması ve güçlendirilmesi çok fazla önem kazanmaktadır. Güven ilişkisinin kurulabilmesi için başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere hükümetin sorumluluğu açıktır. Sağlık Bakanlığının kamuoyunu salgın hastalığın gerçek boyutu, bulaşma yolları, tanısı, tedavisi, korunma yöntemleri hakkında doğru ve zamanında bilgilendirmesi yaşamsal önem taşımaktadır. Hastaların mahremiyeti korunarak salgının kişi, yer ve zaman özelliklerine göre dağılımı konusunda kamuoyu güncel bilgilerle aydınlatılmalıdır. Yetkililer okullar, fabrikalar, yetiştirme yurtları, cezaevleri, kışlalar gibi toplu bulunulan yerlerde barınan kişilere durum hakkında bilgi vermeli ve alınması gereken koruyucu önlemleri gerekçeleri ile birlikte muhatapları ile paylaşmalıdır.

Salgın yönetimi panik ortamı yaratmadan ama olayın ciddiyetini doğru bilgilendirmeyle aktarmayı gerektirir. Vakaların saptanması ve salgının gerçek boyutunun ortaya konması önemlidir. Tanı sürecinde kullanılan testler ve yöntemlerin uygulanmasında bilimsel ve öngörülebilir ölçütler geliştirilmeli, ayrımcılık yapılmaksızın herkese eşit bir biçimde uygulanmalıdır.

Salgınların önlenebilmesi, salgın sürecinde sosyal düzenin korunabilmesi, bireyin topluma olan güveninin güçlendirilmesi ve sürdürülmesi toplumsal katılımın sağlanması ile olanaklıdır. Bu bağlamda karar vericilerin kapsayıcı olmaları, alternatif yaklaşımları göz ardı etmeden ve kararlarını bu yaklaşımlara da dayanarak gözden geçirmeye hazır olmaları önemlidir. Halk sağlığı etiğinin temel ilkesi olarak toplumu ilgilendiren sorunların çözümünün, dayanışma ve bilimsel yönteme dayanan bilgiyle olduğu unutulmamalıdır.

Salgın hastalıklar olağan sağlık önlemlerinin kamu sağlığını güvence altına almak için yeterli olmadığı dönemlerdir. Salgınla mücadelede hasta veya sağlıklı olduğuna bakılmaksızın bireylerin özerkliğinin, özgürlüğünün, tanı ve tedavi seçeneklerinin sınırlandırılması söz konusu olabilmektedir. Bu sınırlandırmanın insan onurunu zedelemeyecek, hasta bireylerin ötekileştirilmesine, damgalanmasına neden olmayacak şekilde gerçekleştirilmesi gerekir.  Kısıtlamaların gerekçeleri ortaya konmalı, finansal ve sosyal sonuçları göz önüne alınarak karar verilmelidir. Kısıtlamalarda insani koşulların sağlanması, kısıtlamaların adil uygulanması, toplumsal katılım için iletişim ve şeffaflık sağlanması gereklidir. Bütün önlemler bilimsel değerlendirmeler doğrultusunda alınmalıdır. Bu önlemlerin uygulanması kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin ölçüsüz kısıtlanması anlamına gelmemelidir. Salgın durumlarında devletin insan hakları konusundaki yükümlülüklerinin kural olarak değişmediği, sadece hastalığın önlenmesi için gerekli bazı önlemlerin insan hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasına yol açtığı bilinmelidir. Bu nedenle salgının önlenmesiyle ilgisi olmayan yaptırımların salgın bahane edilerek alınması hiçbir şekilde kabul edilemez. Alınan bütün kısıtlayıcı önlemlerin hukuki bir temeli olmalı, gerekli, orantılı, insan onuruna saygılı ve zaman kısıtlamalı olmalıdır.

Evde kalma gibi kişilerin özgürlüklerinin sınırlandırıldığı durumlarda, evde kalanların tıbbi, ekonomik ve sosyal gereksinimleri için kamusal kaynaklar kullanılmalı, alınan önlemler nedeniyle yaşanabilecek olası maddi kayıplar sosyal devlet ilkeleri uyarınca telafi edilmeli, toplumsal dayanışma pratikleri geliştirilmelidir. Salgından çıkar sağlamaya yönelik stokçuluk, karaborsacılık vb. yaklaşımların önlenmesi çok önemlidir.

Salgından korunma önlemleri ciddiyetle ve özenle uygulanmalı, kimse dışlanmamalı, korunma önlemlerinin alınması konusunda sorumluluk bireylere bırakılmamalıdır. Korunma önlemleri ve tedaviler için yapılacak her türlü harcama kamusal kaynaklardan sağlanmalıdır.

Kişisel bilgilerin gizliliği

Kişisel sağlık verilerinin kişinin onayı olmaksızın başkalarıyla paylaşılması, özel yaşama saygı hakkına aykırıdır. Salgın koşullarında da, TTB’nin “Mahremiyet Hakkının Korunmasına İlişkin Bildirgesi”ndeki temel ilkeler geçerlidir. Hastanın, mahremiyetinin sınırlanmasından olumsuz etkilenmemesi için zorunlu olan bilgi, tehlikeyle orantılı biçimde ve gerekli ölçüde, bu bilginin sağlanmaması halinde doğacak zararı önleyebilecek kişilere verilir. Bu konuda temel ilke hastaların bilgilerinin açıklanmasında oluşacak zararın, açıklanmadığında oluşabilecek zarardan daha az olması gerektiğidir. Devletin toplumu hızlı, gerçekçi, doğru ve tam olarak bilgilendirme ödevini yerine getirmesi, hastaların bilgi gizliliğinin ve özel yaşamalarının korunabilmesinin temel koşullarındandır.

Ayrımcılık ve damgalama

Salgın hastalıklar belirli toplulukların ya da bireylerin damgalanmalarına yol açabilmektedir. Toplumlarda ayrımcılık ve damgalama belirli topluluklara ya da bireylere yönelik olarak ırkçılık zemininde de gelişebilmektedir. Bulaşıcı hastalıklarda, özellikle salgın dönemlerinde, insanlar hastalıkla ilişkilendirilerek olumsuz, kötüleyici, değersizleştirici ve ayrımcı tutumlara maruz kalabilirler. Bu süreçte hastalar, hastalık belirtisi gösterenler, yaşlılar, mülteciler vb. gruplar ayrımcılık ve damgalamanın hedefi haline gelebilir, damgalanma korkusuyla tedavi için başvurmaktan kaçınabilirler. Salgın hastalıklarla mücadele, damgalama ve ayrımcılıkla mücadeleyle birlikte yürütülmelidir.

Dezavantajlı toplum grupları

Yaşlılar, engelliler, mülteciler, toplu yaşanan yerlerde barınanlar vb. dezavantajlı grupların sağlık hizmetine erişiminin, kaynakların adil dağılımının, güvenli ortamlarda yaşamalarının sağlanmasının, damgalama ve ayrımcılığa uğramalarının engellenmesinin, anadillerinde sağlık hizmeti ve bilgi almalarının, salgının orantısız yüklerinden korunmalarının yaşama geçirilmesi de devletin ödevleri arasındadır. Kamu yararının korunması ilkesi gereğince aşırı yük ve riskle karşı karşıya kalan kişilerin desteklenmesi önemlidir. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet farklılıklarının enfeksiyona yatkınlık, alınan sağlık hizmetleri düzeyleri, hastalığın seyri ve sonucu ile ilgili farklılıklara neden olabileceği göz önüne alınarak ayrımcılığa yol açacak yaklaşımlardan kaçınılmalıdır.

Devletin salgın hastalıklar nedeniyle almaya yükümlü olduğu önlemler herkese eşit, ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmalıdır. Alıkonulma yerlerinde salgın hastalığın vereceği zararın önlenmesi için alınan tedbirler de buna dahildir. Salgın koşullarında da TTB’nin “Hekimlik ve İnsan Hakları Bildirgesi” ve “Özgürlüğünden Yoksun Bırakılan Bireylere İlişkin Bildirge”de tanımlanan ilkelere uyulmalıdır.  Eşitlik kavramı devletin dezavantajlı gruplar lehine pozitif ayrımcılık yaparak ek önlemler almasını gerektirir.

Sağlık kurumlarının yöneticilerinin yükümlülükleri

Makro düzeyde belirlenen politikaların yanı sıra, yerelde sağlık kurumlarındaki yöneticilerin de hazırlıklı olma, doğru zamanda uygun planı yapma, sağlık çalışanlarını destekleme ve güvenliklerini sağlama gibi görevleri yaşamsal önem taşımaktadır. Sağlık çalışanlarının hangi koşullarda, nasıl çalışacakları, korunma önlemleri, hakları ve sorumlulukları konusunda kurumsal politikalar oluşturulmalı, bu sürece katılımları sağlanmalı ve oluşturulan politikalar sağlık çalışanlarıyla şeffaf bir biçimde paylaşılmalıdır.

Salgın yönetiminde başta tıpta uzmanlık alanları olmak üzere mesleki uzmanlık alanlarından dernekler, emek ve meslek örgütleri, yerel yönetimler gibi ilgili tüm kurum ve kuruluşların haklar ve sorumluluklarının belirlenmesi, değişen koşulları dikkate alan dinamik ve her aşamada eşgüdümlü çalışma ilkelerinin yaşama geçirilmesi önemlidir.

Uluslararası işbirliği

Sağlık hakkının gerçekleştirilmesinin devletin ödevi olduğu göz önüne alındığında, salgını önlemek ve salgına müdahale etmek için gerekli sistemlerin etkili, nitelikli, toplumu kapsayıcı şekilde sağlanması hükümetlerin etik yükümlülüğüdür. Söz konusu yükümlülük sadece ulusal değil, uluslararası toplumu da kapsayacak şekilde değerlendirilmelidir. Bunun gerçekleştirilmesinin ilk basamağı, etik sorumlulukla şeffaflık içinde uluslararası topluma derhal bildirimde bulunma yükümlülüğüdür.  Uluslararası hızlı bilgi paylaşımının sağlanması salgının durdurulması, sağlık ve yaşam hakkının sağlanması açısından önemlidir. Bu çabalara katılan tüm kişi ve birimler, ilgili ve doğru verileri zamanında paylaşarak iş birliği yapmalıdırlar.

Bu noktada Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’nin kabul ettiği “bazı hastalıkların bir Devletin sınırlarının ötesine kolayca geçebildiği göz önüne alındığında, uluslararası toplumun bu sorunu ele almak için kolektif bir sorumluluğu vardır. Ekonomik olarak gelişmiş Taraf Devletler, bu konuda yoksul gelişmekte olan Devletlere yardımcı olma konusunda ilgi gösterirler ve özel bir sorumlulukları vardır. ” kararının dikkate alınması önemlidir.

Sürveyans

Salgın sürecinin kontrol altında tutulabilmesi için güvenilir ve nitelikli bir aktif sürveyans sisteminin kurulması önemlidir. Aktif sürveyans hastalık kaynağına ve temaslılara yönelik yapılacak çalışmalarla vakaların tespit edilmesini, temaslıların kontrol edilmesini ve salgın verilerinin analizine olanak sağlayacak kayıtların tutulmasını kapsamalıdır. Ancak her koşulda kişi hak ve özgürlüklerinin, mahremiyetin korunması ve bilginin ne şekilde, kim tarafından toplanıp nasıl ve ne amaçla kullanılacağına dair şeffaflık sağlanmalıdır.

Medyanın rolü

Medyanın da etik ilkelere uygun olarak verilen bilgilerin doğruluğunu sorgulamak, verilen bilgilerde eksik ve yanlışların olması durumunda kamuoyunu doğru bilgilendirmek sorumluluğu vardır. Salgınla mücadelede önemli rolü olan medyanın konuya popülist, kolaycı şekilde değil, etik duyarlılıkla, taşıdığı sorumluluğa uygun biçimde yaklaşması ve toplumda panik oluşturacak söylemlerden kaçınması son derece önemlidir. Aşırı kaygı uyandırmanın veya salgını önemsizleştirmenin bulaşıcı hastalıklarla mücadeleyi zaafa uğratacağı göz ardı edilmemelidir. Medya salgınla ilgili bilgilerin gizlenmesinin ortağı olamaz; hasta mahremiyeti bunun istisnasıdır.

Sosyal medya günümüz dünyasında bilgi yayılımına geniş olanaklar sunmaktadır. Yanlış bilginin sosyal medyada yayılmaması için; Sağlık Bakanlığı, emek ve meslek örgütleri, üniversiteler ve sağlık kurum ve kuruluşlarının güncel, kanıta dayalı ve doğru bilgiyle kamuoyunu aydınlatmaları önemlidir. Her bir bireyin, özellikle de hekimlerin doğrulanmamış bilgileri yaymama konusunda etik bir sorumluluğu bulunmaktadır.

  1. SAĞLIK HİZMETLERİ

Salgın sürecinde sunulan sağlık hizmeti, mümkün olan en yüksek düzeyde hasta güvenliğini sağlamak için tasarlanmış koşullar altında ve profesyonel tıbbi standartlara uygun olarak sürdürülmelidir. Yeni tanımlanmış ajan ile oluşan bulaşıcı hastalıklar söz konusu olduğunda, sağlık çalışanlarının konuyla ilgili olarak mesleki gelişimleri için gerekli bilimsel eğitimlerinin meslek örgütleriyle birlikte sağlanması devletin ödevidir. Toplumun sağlık hakkının korunması açısından gerekli sağlık hizmetlerinin nitelikli, eşit ve ulaşılabilir olarak sunulması, bulaşıcı hastalıkların yaygın yaşandığı dönemlerde çok daha fazla önem kazanmaktadır. Enfeksiyöz bir patojenin tanısı, tedavisi veya önlenmesi için tıbbi müdahale önerilen bireyler, diğer tıbbi müdahalelerde olduğu gibi riskler, faydalar ve alternatifler hakkında bilgilendirilmelidir. Süreçte hangi tıbbi müdahalelerin kabul edileceğine dair son kararın hastaya ait olması gerektiği unutulmamalıdır. Halk sağlığı için önemli riskler oluşturacağına dair güçlü gerekçeler olduğunda ve bu risklerin ortadan kaldırılmasında hastayı izole etmek de dahil olmak üzere halk sağlığını korumak açısından başka hiçbir önlem mümkün olmadığı durumda bu onam alınmayabilir.

Salgın sürecinde, diğer sağlık sorunları göz ardı edilmeden toplumun gereksinim duyduğu sağlık hizmetlerinin sunulması, nitelikli ve eşit şekilde ulaşılabilir olmasının sağlanması, sağlık hizmetlerinin ve kaynakların adil dağılımının planlanması ve uygulamaya geçirilmesi de devletin yükümlülüğüdür.

Sağlık hizmetlerinin sunumunda en yaşamsal başlıklardan biri olan kişisel koruyucu donanım (KKD) sağlık çalışanlarına yeterli, düzenli, uygun ve sürekli bir biçimde sağlanmalıdır. Koruyucu malzemelerin azlığı kabul edilemez bir durumdur. KKD sağlanmamasının kendisi bir risk faktörüdür. Kaynakların kısıtlılığı koruyucu donanım eksikliğinin gerekçesi olamaz. Kaynak kısıtlılığı gerekçe gösterilerek sağlık çalışanlarına koruyucu malzeme sağlanmasında önceliklendirme kabul edilemez.

Salgın hastalıkla etkili bir mücadele ağırlıklı olarak sağlık çalışanlarının özverili katkılarına bağlıdır. Sağlık çalışanları bu süreçte önemli kişisel riskler alırlar. Sağlık çalışanlarının bazıları, toplumun en dezavantajlı üyeleri arasında olabilir ve kendilerinden yapmaları istenen görevler üzerinde çok az kontrole sahip olabilirler. Bu çalışanlar daha yüksek risk altında oldukları için özenle korunmalıdırlar. Çalışanın bir salgın sırasında daha yüksek riskler üstlenmek için önceden belirlenmiş bir görevi olup olmadığına bakılmaksızın, riskin en aza indirilmesi, tedaviye erişimde öncelik tanınması, psikososyal destek verilmesi, özlük haklarının iyileştirilmesi, salgın sonrası toplumsal yaşama yeniden katılımının sağlanması ve ayrıca aile bireylerine destek verilmesi, şeffaf bilgilendirme yapılması gibi konularda devletin sağlık çalışanlarına karşı bir yükümlülüğü vardır. Yeterli koruma olanaklarının sağlanamadığı durumlarda sağlık çalışanlarının çalışma ortamının olumsuzluklarının en kısa zamanda düzeltilmesi için gerekli girişimlerde bulunma hakkı ve sorumluluğu vardır.

Hizmet sunma yükümlülüğünün sınırları

TTB Hekim Hakları Bildirgesi’nde hekimin sağlık hizmeti sunduğu kişi ve topluma ilişkin hakları açık bir biçimde tanımlanmıştır. Hekim diğer sağlık sorunlarında olduğu gibi hizmet verdiği insanlara “önce zarar verme” ilkesiyle yaklaşmalıdır. Bununla birlikte salgın hastalıklarda, tüm sağlık çalışanları hastalığa yakalanma riski altındadır. Bu nedenle sağlık çalışanlarını, yakınlarını ve sağlık çalışanlarından hastalığın bulaşması riski olanları koruma yönünde devletin pozitif bir ödevi bulunmaktadır. Devlet bu ödevi yerine getirirken, çalışma koşullarını, hekimi kendi hayatıyla diğerlerinin hayatı arasında bir tercih yapma zorunda bırakmayacak şekilde çalışan sağlığı ve güvenliği açısından düzenlemeli, sağlık kurumlarında çalışanların sağlık ve güvenliği için KKD’yi de içerecek şekilde gerekli, yeterli araç ve gereçleri sağlamalıdır. Salgın sırasında yüksek risk altında çalışan sağlık çalışanlarının kontrollerinin tanı testlerini içerecek biçimde düzenli olarak yapılması bu ödevin yerine getirilmesinin en önemli araçlarından birisidir. Mesleki uygulamaları nedeniyle sağlık çalışanlarına bulaşın gerçekleşmesi iş kazası ve meslek hastalığı olarak tanımlanmalı, bu konuyla ilgili tüm hakları korunmalıdır.

Çalışanların, enfeksiyonun daha da yayılmasını önlemek için koruyucu ve önleyici tedbirleri talep etme ve kendilerine sunulan bu tedbirleri hayata geçirme bakımından etik yükümlülükleri olmasının yanı sıra, enfekte olduklarında bunu bildirme ve iyileşene kadar işten geçici olarak uzaklaşma yükümlülükleri de bulunmaktadır. Bu çerçevede eksik olan sağlık ve güvenlik önlemlerine ilişkin olarak mutlaka yazılı başvurular yapılmalıdır.

Çalışanların sağlıklı ve güvenli koşullarda çalışma hakkı TTB Çalışan Sağlığı ve Güvenliği ve Hekim Hakları Bildirgelerinde tanımlanmıştır. Sağlık çalışanlarının, enfekte olduklarında veya sağlıkları hayati risk altına girdiğinde çalışma yükümlülüklerinin sınırsız olamayacağı bilinmelidir. Böylesi durumlarda gerekli sağlık ve güvenlik önlemleri alınmadıkça çalışanlar hizmet sunmaya zorlanamazlar.

Kaynakların dağıtımı

Sağlık sistemi afet, salgın hastalıklar gibi olağandışı durumlarla karşılaştığında ilaç, yoğun bakım yatağı gibi kaynaklarla ilgili kısıtlılıklar söz konusu olabilir. Devlet değişen koşullara uyum sağlayacak düzenlemeleri yapmalıdır. Kaynakların dağıtılması konusunda triyaj yapılması gerekebilir. Triyaj protokolleri, kıt kaynakların kural temelli, adil ve şeffaf bir şekilde tahsis edilmesi ve kamu yararı bakış açısıyla toplumun hayatta kalmasını en üst düzeye çıkarmayı amaçlar.

Triyaj gerektiğinde hastaların yaşam ve tedavi hakkının korunması için gerekli önlemler alınmalıdır. Triyaj, dışlama kriterlerinin uygulanması, mortalite riskinin değerlendirilmesi ve hastanın uygulama sırasında gösterdiği gelişme göz önünde bulundurularak gerçekleştirilir. Triyajda etik çerçeve; adalet, fayda ve eşitlik ilkelerinin gözetilmesini gerektirir.

Triyaj sorumluluğu sadece hastanın bakımını üstlenen hekime bırakılmamalıdır. Triyaj ilkelerinin tanımlanması ve gerekçelendirilmesi, protokollerin oluşturulması için ilgili tarafların katılımıyla ulusal triyaj etik kurulu oluşturulmalıdır. Bu kurul tarafından belirlenen triyaj ilke ve protokolleri değişen koşullara göre güncellenmelidir. Hekimler ulusal etik kurulu tarafından belirlenen ilke ve protokolleri uygulamalıdır. Triyaj, ulusal triyaj etik kurulu tarafından belirlenen ilkeler ve protokoller doğrultusunda uygulanır. İlke ve protokollerin uygulanmasında tereddüt oluştuğu durumlarda ulusal triyaj etik kurulu görüş oluşturmalıdır. Bu görüş başvuru üzerine veya resen oluşturulabilir.

Sağlık çalışanları üzerinde baskılar

Salgın dönemlerinde sağlık çalışanlarına yönelik politik baskılar söz konusu olabilmektedir. Ayrıca salgınların neden olduğu kaotik ortamlar sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti tetikleyebilmektedir.  Sağlık otoritelerince halkın hızlı, doğru bilgilendirilmesi, şeffaf bir biçimde bilgi akışının gerçekleştirilmesi, hastalarla sağlık çalışanlarının karşı karşıya getirilmemesini sağlayan temel koşullardandır.

Devlet, salgın ortamlarında da hekimlerin bilimsel ve etik ilkelere uygun çalışmasının sağlanması, mesleki özerkliğinin ve klinik bağımsızlığının korunması, sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin yaşanmaması ödevlerini yerine getirmeli ve bu konuda gerekli düzenlemeleri yapmalıdır.

  1. SAĞLIK ÇALIŞANLARI ARASINDAKİ İLİŞKİLER

Salgınlar sağlık çalışanlarında kaygı ve korku yaratmaktadır. Sürecin uzaması, riskin artması, meslektaşlarının hastalanması; kaygı ve korkuların artmasına, yorgunluğa ve tükenmişliğe neden olabilmektedir. Böylesi kaotik dönemlerde sağlık otoritelerince sürecin iyi yönetilmesi, görev tanımlarının açık bir biçimde belirlenmesi, sağlık hizmetinin sürdürülmesiyle ilgili algoritmaların oluşturulması; KKD’ye erişim konusunda yetersizlik yaşanmaması, çalışma koşullarının uygunluğunun sağlanması, sağlık çalışanlarının zorlu görevlerini dayanışma içinde gerçekleştirmelerini olanaklı kılacaktır. Sağlık çalışanları arasındaki ilişkinin temelini bilimsel verilerin ışığında profesyonellik ve dayanışma oluşturmalıdır.

  1. BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR

Salgın sürecinde hem devam etmekte olan salgının hem de gelecekteki benzer salgınların önlenebilmesi ve tedavisi için bilimsel gelişmeleri sağlayabilmek amacıyla kimi araştırmalar planlanabilir. Bu araştırmaların etik duyarlılıkla, Helsinki Bildirgesi’ne uygun hazırlanması önemlidir. Araştırmalar halk sağlığını ve uygun klinik bakımın sağlanmasını tehlikeye atmamalı, bilimsel geçerliliği olan, uygun metodoloji ile planlanmalı; araştırmalarda yarar/zarar dengesi gözetilmeli, gönüllü seçimi adil olmalı, elde edilen bilimsel veriler hızlıca paylaşılmalıdır. Araştırma sonuçlarına tüm toplumun ve bireylerin eşit erişimi sağlanmalıdır. Araştırma süreçlerinde toplanan biyolojik örneklerin başka ülkelere aktarılması veya saklanmasında etik duyarlılıkla hareket edilmeli, kişisel verilerin gizliliği ilkesi korunmalıdır.

Araştırma aşamasında olan uygulamalar

Salgın ile ilgili olarak bilimselliği kanıtlanmamış bir uygulamanın acil kullanımı, DSÖ’nün de belirttiği aşağıdaki şartların gerçekleşmesi durumunda ve izlem sonuçlarının belgelenmesi ve daha geniş tıbbi ve bilimsel toplulukla zamanında paylaşılması koşuluyla etik açıdan uygun olabilir. Bu şartlar şunlardır:

  1. Kanıtlanmış etkili bir tedavi var olmamalıdır.
  2. Uygulamanın etkililiği ve güvenliliğinin ön desteğini sağlayan veriler en azından laboratuvar veya hayvan çalışmalarından elde edilmiş olmalı ve uygulamanın klinik araştırmalar dışında kullanılması, kabul edilebilir risk-yarar temelinde salgınla ilgili oluşturulan bilimsel bir kurul  tarafından önerilmelidir.
  3. Uygun niteliklere sahip bir etik kurul onayı alınmalıdır.
  4. Olası risklerin en aza indirilmesini sağlayacak yeterli koşullara sahip olunmalıdır.
  5. Hastanın aydınlatılmış onamı alınmalıdır.

SON SÖZ

Bugün yaşamakta olduğumuz salgın, dünyayı “küresel köy” olarak tanımlayan neo-liberal politikaların ve sağlık sisteminin çöktüğünü, kamucu sağlık politikalarının bir lüks değil, temel insan hakkı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Salgında ölüm olaylarının yaşlı ve kronik hastalığı olan bireylerde daha çok görülmesinin yarattığı “güçlü olan yaşasın” olarak tanımlanabilecek verimliliğe dayanan yaklaşımların savunulması ve yaşanan kriz ortamını fırsata çevirmek isteyen, stokçuluk, karaborsacılık, işten çıkarma, evde çalışma ile iş yükünü artırma, ücretleri düşürme, etnik ayrımcılık, yabancı düşmanlığı vb. hiçbir girişim kabul edilemez.

Salgınlar karşısında sorumluluklarımızı yerine getirmeye, sürecin yarattığı tüm olumsuzlukları bütüncül olarak ele alıp bilimden ve yurttaşlık hakkından vazgeçmeden insanlık ortak paydasında buluşarak mücadeleyi sürdürmeye özen göstermeliyiz. İçinde bulunduğumuz koşullar, salgına hazırlıklı olmak ve salgınla etkin mücadele etmek için olağandışı durumlara yönelik politikaların oluşturulması, hizmetin planlanması ve alt yapı hazırlıklarının tamamlanmasının önemini bir kez daha ortaya koymuştur.

Halk sağlığının, tek tek bireylerin sağlığının toplamını aşan bir anlam yüküne sahip olması nedeniyle, ortak iyiyi oluşturmak için toplumsal dayanışmaya ve kolektif mücadeleye gereksinim duyduğu unutulmamalıdır.

Etlik Şehir Hastanesi 2021’e kalmış

Etlik Şehir Hastanesi 2021’e kalmış

Çiğdem TOKER
SÖZCÜ, 13.4.20

Covid-19 salgını bütün dünyada sağlık yatırımlarıyla ilgili tartışma başlattı. Tartışmadan ülkemiz de payını alıyor. İktidarın Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırdığı şehir hastaneleri para kazanabilsin diye kapatılan hastanelerin artan ihtiyaç için yeniden açılması çağrıları yapılıyor.

Tartışma sürerken Ankara’da inşaatına beş yıl önce başlanan, 2019’da açılması gerektiği halde açılmayan Etlik Şehir Hastanesi projesinde neler olduğunu da merak eden çoktu. İtalyan Astaldi ile Türkerler ortaklığının yürüttüğü KÖİ projesi, Sağlık Bakanlığı ile 5 Mart 2012’de imzalanan “gizli” sözleşmeye göre inşa ediliyor.

Astaldi-Türkerler’in bu proje için çok sayıda bankadan 876 milyon Euro finansman sağladığı büyük boy temsili çek fotoğrafıyla duyurulmuştu. Şirketin, inşaatı gerçekleştiren taşeron şirketlere ve işçilere borçlarının biriktiği, ödenmeyen borçlar nedeniyle inşaatın durduğu biliniyordu. Bir ara o alanın adliye olacağı, Adalet Bakanlığı’na satılacağı gibi tevatürler dolaşsa da buna ihtimal vermedim.

Bankacılık ve inşaat sektöründeki güvenilir kaynaklardan edindiğim yeni bilgileri paylaşacağım

– Her ne kadar Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Etlik Şehir Hastanesi’nin bu yıl açılacağını daha önce açıklasa da, hastanenin açılışı 2021 yılı Mart ayına kalmış. Hatta Haziran 2021’in daha gerçekçi bir tarih olacağı belirtiliyormuş.

– Hastane projesinin kapalı alanında artırıma gidilmiş. 2018 yılında bu hesaplamaya ilişkin esaslar Bakanlık onayıyla değiştirilmiş.

– 30,509 m2 artışla, hastanenin toplam alanı 1 milyon 145 bin 129 metrekareye yükselmiş. Bu da sabit yatırımda 157 milyon 333 bin 107 TL 28 kuruş artırıma yol açmış.

– Peşinatın alınmasıyla birlikte sahada kalan ödemeler yapılacak ve işlere yeniden başlanacakmış.

GECİKMENİN MALİYETİ

– Şehir hastanesindeki 2 yıla yaklaşacak gecikme maliyetinin yaklaşık 40 milyon Euro’yu geçeceği hesaplanıyor.

– Şirket, 18 Haziran 2019’da bitmesi gereken projenin gecikmesinin Sağlık Bakanlığı’ndan kaynaklandığını bildiren bir yazı yazmış. Sağlık Bakanlığı da gecikmenin kendilerinden değil şirketten kaynaklandığını bildirmiş.

Uğruna köklü hastanelerin kapatıldığı, kapatılacağı şehir hastanelerinden Etlik’in manzarası böyle. Dahası bu tablonun, mali dengeleri daha ağırlaştıracak Covid-19 öncesinde şekillendiğini vurgulayalım. Halktan saklanan sözleşmeyle yapılan şehir hastanesinin bu kadar gecikmesinin sağlık, ekonomi ve toplumsal alanlardaki maliyetini kim ödeyecek?

İhalede sahte belgeye 3 yıl hapis

Kamu ihalelerini konu alan eski yazılarımda birkaç kez vurguladığım bir belge vardı. Cahit Turhan’ın Karayolları Genel Müdürlüğü görevi sırasında (2015), imzasıyla Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiş bir yazı. “Gizli” ibareli o yazıda, ulaşan şikayetler doğrultusunda eke konmuş çok sayıda şirketin bir kısmı yurtdışından alınmış sahte iş bitirme belgelerinin doğruluğunun saptanması isteniyordu.

O yazıya cevap gelip gelmediğini öğrenemedim. Ama bu arada benzer konuda Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın açtığı bir dava sonuçlanmış.

TCDD’nin bundan 10 yıl önce yaptığı bir ihaleyle ilgili bir yargı kararı çıktı. Ankara 48. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararı 16 Ocak 2020 tarihli.

KASIT YOĞUNLUĞU

“Bandırma-Bursa-Ayazma-Osmaneli hızlı tren projesi Bursa-Yenişehir kesimi altyapı inşaat işleri ihalesinde sahte belge kullanıldığına hükmetmiş. Şikayetçiler TCDD; Karayolları Genel Müdürlüğü, Kamu İhale Kurumu, Ulaştırma Bakanlığı. Bayburt Grubu şirketlerinden Özgün Yapı‘nın Yönetim Kurulu üyesi G.Ş.’nin sahte belge hazırlayarak resmi belgede sahtecilik suçu işlediği gerekçesiyle 3 yıl 1 ay 15 gün hapisle cezalandırılmasına karar verilmiş.

İhalede iş bitirme belgesi olarak kullanılan belge ile notere sunulan belge arasında tarihlerde farklılık olduğu, grafolojik raporlarla saptanmış. Kararda dikkat çekici bir bölüm var. Sanığın cezası belirenirken, “kastının yoğunluğu, eylemi gerçekleştirme amacı suç işleme kararlılığı göz önüne alınarak cezası belirlenirken alt sınırdan uzaklaşıldığı” vurgulanıyor.

Adı geçen şirketin milyarlık kamu ihalelerine girdiğini not düşelim.

 

Covid – 19, Para Basımı ve IMF’nin Yeni İmkânı

KENDİME YAZILAR

Covid – 19,
Para Basımı ve IMF’nin Yeni İmkânı

Dr. Mahfi EĞİLMEZ

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye para basıyor mu? Covid – 19 salgını nedeniyle küresel sistemin tümü etki altında bulunuyor. Bu etkiler sağlık alanından başladı, ekonomiye, sosyal ve siyasal yaşama ve kişisel yaşama kadar uzandı. Dünyada birçok ülke salgının bu etkilerini hafifletmek için önlemler aldı. Çin, Kore ve diğer Uzakdoğu ülkeleri en sıkı önlemleri aldılar, ABD ve Avrupa ülkeleri baştan hafife aldıkları salgının etkileri büyüyünce işi ciddileştirdiler. Ekonomide alınan en belirgin önlemler parasal gevşemeyi artırmak yani para basmak ve vergileri düşürmek şeklinde ortaya çıktı. Devletler, bastıkları paralarla işletmelerin ve kişilerin birçok yükünü üstlendi. Bazı ülkelerde devletler şirketlere ve kişilere doğrudan gelir desteği vermeye yöneldi.

Tersi düşünülse de bu sorunun yanıtı olumludur. Merkez Bankasının kamu bankalarına döviz satıp geri alarak yarattığı kârı da ekleyip artırdığı kârını ilk ayda hazineye devretmesiyle aslında Türkiye Covid – 19 salgınından önce para basmaya başlamıştı. Sonrasında piyasaya TL verip, fazlasını dolar satarak çekmek yoluyla buna devam etti. Bu aşamada parasal duruma tablo eşliğiyle bakalım. 10 Nisan 2020 itibarıyla parasal göstergeler şöyledir:

PARASAL GÖSTERGELER 2017 2018 2019 Nisan 2020
Dolaşımdaki Para Milyar TL 119,1 123,4 145,0 171,1
M1 Milyar TL 449,6 512,5 712,8 862,1
M2 Milyar TL 1.624,6 1.941,0 2.457,5 2.726,6
M3 Milyar TL 1.675,8 1.988,0 2.575,2 2.837,1
V = Dolanım Hızı (M2’ye göre) 1,91 1,92 1,74 1,80
M2 / GSYH % 14,5 13,8 16,7 17,7
MB REZERVLERİ Milyar USD 107,6 92,0 106,3 89,5
Brüt Döviz Rezervi 84,1 72,0 81,2 58,2
MB Altın Rezervleri 23,5 20,0 25,1 31,3
Kaynak: TCMB, BDDK

Bu tabloda artışlar yeşille azalışlar sarıyla işaretlenmiş bulunuyor. Tablonun ilk bölümü para arzını gösteriyor. Dolaşımdaki para miktarındaki değişimlere bakarsak 2018 yılında 2017 yılına göre %3,6, 2019 yılında 2018 yılına göre %17,5 ve 2020 yılının ilk üç ayında 2019 yılına göre %18 artış olduğunu görebiliriz. Bu da bize, bu yılın ilk üç ayında geçen yılın tamamı kadar dolaşımdaki para artışı olduğunu gösteriyor. Ki 2018 yılında da dolaşımdaki para miktarı bir önceki yıla göre çok artmıştı.

İlk tablodaki döviz ve altın rezervleri de ilginç bir görünüm sergiliyor. 2020 yılının ilk 3 ayında altın rezervi artarken brüt döviz rezervi ciddi bir düşüş sergilemiş. Merkez Bankasının altın satın aldığını biliyoruz ama bu artış daha çok altın değerinin artışıyla ilgili.

Özetle söylemek gerekirse Türkiye para basıyor!

Bastığı parayı hazineye veriyor, hazine bununla gereken ödemeleri yapıyor, para piyasada kalmasın diye bastığı paranın bir kısmını döviz satarak geri topluyor. Bunu da döviz rezervlerindeki azalıştan görebiliyoruz. Parayı niçin topluyor derseniz onun da nedeni enflasyonu denetlemek ve faiz artışının önüne geçmek. Aksi taktirde faiz artırmak zorunda kalacak.

  • Para basma işini çok daha programlı ve sonucu önceden açıklanmış olarak yapmak gerekir.

Hazine, Merkez Bankasından bu şekilde para almak yerine tahvil vererek belirli süreli avans alabilir (bunun için yasa değişikliği gerekir) ve Covid – 19 salgını bitip de yaşam normale döndüğünde bunu, önceden açıklanmış bir program içinde Merkez Bankasına iade eder. Bu şekilde önceden açıklanacak şeffaf bir program enflasyon üzerinde çok daha az baskı yapar.

IMF’nin Sunduğu Yeni İmkân ve Türkiye

IMF, doğal afetler, yaygın hastalıklar, emtia fiyatlarında şok artışlar gibi durumlarla karşılaşarak ödemeler dengesi sıkıntılarına düşen üye ülkeler için yarattığı Hızlı Finansman Enstrümanını (RFI) Covid – 19 salgınının yarattığı sorunları çözmek için biraz daha genişletmiş bulunuyor. Buna göre Covid – 19 salgınının etkisiyle ödemeler dengesi sıkıntısına giren ülkeler IMF’den daha yüksek miktarda kullanım yapabilecekler. RFI çerçevesinde kullanılabilecek mali yardım 3,8 yıl ile 5 yılda geri ödenecek. Bu imkân, stand by düzenlemesinde olduğu gibi sıkı koşullara tabi bulunmuyor. Bir başka ifadeyle bu destek için başvuran ülkenin bir IMF programına girmesi ya da bazı uygulama koşullarına tabi olması gerekmiyor. Buna karşılık IMF ile işbirliği içinde ödemeler dengesi sorununu çözmeyi taahhüt etmesi gerekiyor.

IMF, 2020 yılı için yaklaşık 2,5 trilyon dolarlık başvuru olacağını öngörüyor. 9 Nisana kadar 87 ülkenin bu imkândan yararlanmak için başvurduğunu belirtiyor. Başvuru sayısının çokluğu ve eldeki imkânların durumu dikkate alınarak IMF bu imkândan yararlanma limitini ülke kotasının %150’siyle sınırlamış bulunuyor. Örnek olarak Türkiye’yi alırsak Türkiye’nin IMF’deki kotası 4.659 milyar SDR yani 6.346 milyar Dolar. Demek ki Türkiye bu imkânı kullanmak istesre IMF’den yaklaşık 9,5 milyar Dolar kullanabilecek. RFI imkânının faiz oranı yıllık %1,5 dolayında bulunuyor.

Görüldüğü üzere yüksek bir miktar kullanılması mümkün olmasa da düşük faizli, uzun sayılabilecek bir geri ödeme vadesine sahip ve IMF’nin normal imkânlarına göre çok daha kolay kullanılabilir olması bu imkânı çekici kılıyor.

Türkiye’nin bu imkândan yararlanma yolunda açıklanmış bir tercihi bulunmuyor.

IMF Konusunda Not:

IMF konusu gündeme gelince IMF imkânları konusunda yazı yazmamı isteyen okurlar oldu. Oysa böyle bir yazıyı yakın geçmişte yazmıştım. Linki aşağıda veriyorum. Orada IMF ve imkânları hakkında ayrıntılı bilgiyi bulabilirsiniz.

http://www.mahfiegilmez.com/2019/09/imf-ve-turkiye.html

=============================
Dostlar,

Dileyelim Türkiye’de Dolar milyarderleri GÖNÜLLÜ KATKI versinler şu afet ortamında..

Türkiye, Dolar milyarderi sayısı bakımından dünyada önlerde geliyor. Örn. salt İstanbul, 44 Dolar milyarderi sayısı ile dünyada 8. sırada.. Ankara, İzmir… de dikkate alınırsa, yaklaşık 50 Dolar milyarderimiz 100’er milyon Dolar bağışlasalar, 5 milyar Dolar ya da günümüz kuru ile 1 Dolar = 6,5 TL’den 33 milyar TL yapar. Bu tutar, IMF’den yıllık %1,5 faizle alınabilecek en üst tutarın yarısı dolayındadır ama yereldir, borç dış değildir.

Üstelik öyle bir küresel finansal konjonktür içindeyiz ki, ABD ve AB bankalarında 16 trilyon dolara yakın mevduat negatif faizle tutulmakta. Yani bedelsiz kredi gibi.. İşte güçlü ekonomi olmak böyle bir şey. Türkiye’nin çıkardığı devlet borçlanma senetleri ise Dolar temelli olarak tefeci faizi sayılan %7-8’ler dolayında faize karşın alıcı bulamıyor ve Türkiye dış borç bulamıyor neredeyse! Tek başına 18. yılındaki AKP iktidarının ülkemizi sürüklediği yer burası. Üstelik 130 milyar dolar dolayındaki borcu 450 milyar dolara çıkartarak..

2020 merkezi yönetim bütçesi perilan halerde. Ödenecek borç faizi 139 milyar TL ve 1,1 trilyon TL tutarlı bütçenin 1/8’i düzeyinde. Yani bütçedeki her 8 TL’den 1’i kamu borcunun faizi.. Tablo böyle perişan iken, Erdoğan, bu dolar milyarderlerini gönüülü bağışa davet etmedi.. Devlet memurlarından “salma” salarcasına adeta zorunlu kesintiler, rakam ve ünvan belirtilerek kurumlarca genelge yapıldı!
*****
Fatih Altaylı şunları yazdı ;

Bu projelere ödemede bir sorun olmayacakmış. İndirim mindirim yok. Erteleme, öteleme yok. Paralarını takır takır ya da tıkır tıkır alacaklar. İster geçip bizzat ödeyin, isterseniz o yolları,
o köprüleri hiç görmediğiniz halde sizin cebinizden çıksın. O paralar ödenecek. “Şanslı müteahhitler” paralarını alacak. Tekalif-i Milliye yani Milli Yükümlülük mantığı ile yapılan yardımların 1,8 milyar TL olduğu söylenmişti son olarak. Meğer Milli Yükümlüğümüz
bu ödemeleri yapmakmış.” düşüncesini dile getirdi.

Altaylı, “Dişimizi sıkıp biraz daha yardım edebilirsek yani yaklaşık bir 800 milyon TL daha bağış yaparsak, Osmangazi Köprüsü’nün ve İstanbul-İzmir Otoyolu’nun bu yıl kamu tarafından ödenecek 2,6 milyar TL’sini toplamış oluruz mesela. Bir 800 milyoncuk daha toplamamız gerekiyor.

Yetecek mi? Yetmez ama evet. Çünkü bir de Kuzey Marmara Otoyolu’nun açılan kesimi için kamunun yapması gereken yaklaşık bir 600-650 milyon TL daha var. Yani biraz daha Tekalif-i Milliye gerekiyor.

https://www.msn.com/tr-tr/haber/gundem/fatih-altayl%c4%b1-yap-i%c5%9flet-devret-projelerinin-paras%c4%b1-haz%c4%b1rm%c4%b1%c5%9f/ar-BB12qZvj?ocid=chromentp 10.4.2020

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 11.04.2020

KARANTİNA

KARANTİNA

Dr. Ceyhun BALCI

Dünya 3 aydır COVİD-19 salgınıyla baş etmeye çalışıyor. Çin’deki salgın başladığı yerde denetim altına alınsa da; batıya taşınan virüs hem Avrupa’da hem de ABD’de çok daha ağır ve ölümcül sonuçlara yol açarak yayılmayı sürdürüyor.

Çin’de patlak veren salgının ilk günlerinde “buraya gelecek değil ya” diyenler kısa sürede yanılgıya düştüklerini anlamakla kalmadılar. Salgının korku ve ürküsünü enselerinde duyumsamaya başladılar.

Özellikle İtalya’nın durumu ders alınası!

Ocak sonunda Venedik’te Çinli gezginlere yönelen aşağılayıcı davranışlar henüz unutulmamışken; şimdilerde günde 500-600 kişiyi yitiren İtalya’nın yardımına ilk koşan da Küba’yla birlikte Çin oldu.

Çin salgınla savaşıma çok sıkı toplumsal yalıtım önlemleriyle başladı. Sokağa çıkma yasağına eşlik eden sert yolculuk sınırlamaları kendilerini tehlikeden uzak gören Batılılarca insan hakları sorunu olarak bile nitelendi. Gelinen noktada Çin yönteminin salgınla başetmedeki başarısı küresel ölçekte saygı görmenin yanı sıra hayranlık uyandırıyor.

Çin’de ve onu izleyerek dünyanın pek çok yerinde uygulanan sokağa çıkma yasağı özünde bir karantina uygulamasıydı. Tarihte yolculara yapılan bu uygulama günümüzde kitleselleşmiş oldu.

Birinci Dünya Savaşı sonunda küresel çapta 50 milyon can alan İspanyol Gribi (günümüzde sıkça yaşanan ve pek çoğumuzun geçirdiği gribal enfeksiyon) o günün ulaşım koşullarında bile dünyanın dört bir yanına taşınabilmişti.

Günümüz ulaşım ve erişim olanakları küresel dünyada COVID-19’un yayılımını daha da kolaylaştırırken, salgının dünyada sıçramadığı ülke neredeyse kalmamış durumda.

Salgının yaşandığı ülkede uygulanan sıkı toplumsal yalıtım önlemleri hiç kuşkusuz çok önemli.

İnsan hareketinin günümüzde vardığı boyut, geçmişte kaldığı sanılan bir yöntemin yeniden uygulanmasını kaçınılmaz kıldı.

Karantina!

İtalyanca kökenli karantina sözcüğü, 40’tan köken alan anlamı gereğince bir zaman aralığını tanımlıyor. Günümüz salgınında İtalya’nın bir kez daha acıklı bir şekilde öne çıkmasını ilginç bir rastlantı saymakla yetinelim. Kırk gün süreyle yalıtım anlamına gelen karantina uygulaması tarihte ilk kez bugünkü Venedik’te 600 yıl kadar önce insanlığın dağarcığına eklenmiş. Kara Ölüm olarak da bilinen vebanın ticaret gemileri aracılığıyla uzak doğudan Karadeniz yoluyla dönemin önde gelen ticaret ülkesi Venedik’e taşınması karantina kavramının doğmasına yol açmış. Karantina süresinin 40 gün olmasıyla ilgili pek çok olasılık getirilmiş akla. Özellikle kutsal kitaplarda sıkça kendisine yer bulan 40 sayısının bu süreye esin kaynağı olması güçlü olasılıktır.

Her ne kadar sağlıkla ve hastalıklarla ilgili sayısız gelişme olsa da, karantina uygulaması süresi dışında değişmeden gelmiş günümüze.

Bizim kuşağımızın neredeyse adını işitmediği ya da bir semt, mekân ya da tarihsel uygulama olarak bildiği karantina XXI. yüzyılda bir kez daha yaşamımızda yer buldu. Günümüz karantinasının tarihsel olanından farkı daha önce de vurgulandığı gibi, yalnızca uzaktan gelen yolculara değil, bir ülkenin bütününe uygulanacak denli geniş kapsamlı olması gereği.

İzmir’de geçmişte karantina işlevi görmüş aynı adlı bir semtte yaşıyorum. Karantina adı bugün de yaşıyor bu semtin adında. XIX. Yüzyıl ortalarında kente denizyoluyla gelenler burada karantinaya alınmış. Yüzyılların birikimiyle oluşan deneyim son derece önemli bir koruyucu sağlık uygulaması olarak kullanılmış. İlerleyen yıllar bu gereksinimi artırınca günümüzde de varlığını sürdüren Urla Karantina Tahaffuzhanesi yapılmış. Bir ada üzerine konuşlu bu yapı amacına çok daha uygun olan bu yerde uzun yıllar hizmet vermiş.

Tarihte kaldığını sandığımız karantina bir kez daha yaşamımıza girdi. Üstelik bu kez böyle bir önleme ve yönteme çok da hazırlıklı olmadığımız anlaşılıyor; yurtlarından apar topar uzaklaştırılan öğrenci manzaralarından anlaşıldığınca.

Bir şekilde tanışmamızın kaçınılmaz olduğu COVID-19 hastalığıyla başa çıkabilmek ve sağlık sitemini çöküntüsüz sürdürebilmek bakımından da dört elle sarılmamız gereken karantinaya hoş geldin deme zorunluluğu ilginç bir deneyim olarak tarihe geçmiş oluyor.

HEKİMLERDEN ÇAĞRI

HEKİMLERDEN ÇAĞRI


COVID-19 salgını
nda ülkemizde de hastalananların ve kaybettiklerimizin sayısı hızla artıyor.

Ülkemizdeki artışın hızı bilinen örnekler içinde -ne yazık ki- daha çok İtalya ve İspanya’ya benziyor. Almanya ise görece başarılı gözüken bir örnek oluşturuyor.  Almanya, ülkesinde hastalığın ilk başladığı dönemde İtalya’dan 17, İspanya’dan 8 gün geride görünürken 29 Mart 2020 tarihinde ölüm oranı diğer iki ülkeye göre yavaşlamış durumda. Almanya’nın nüfusu çok daha fazla olmasına rağmen iki tedbir sayesinde İtalya’dan 17 gün sonra Almanya’daki ölüm sayısı 1016 yerine 541‘de kaldı, İspanya’da ise bu sayı 1381‘di.

Çünkü Almanya gecikmeden daha sıkı önlemlere başvurdu ve çok daha fazla insana test yaptı. Hem sağlıklı görünen ama virüsle enfekte kişilerin hem de testle hasta olduğu tespit edilenlerin diğer kişilerle temas riskini sıkı önlemler uygulayarak daha aza indirdi.

Hastalanma oranını yavaşlatabilmek, zaten normalde var olan hastalara ek, salgın hasta yükünü zamana yayabilmek çok ama çok yaşamsaldır. Hasta sayısı, hastanelerin “hasta bakabilme kapasitesi”nin içinde kaldığı ölçüde daha çok sayıda insan yaşamı kurtarılabilecektir.

Türkiye, 29 Mart 2020’de yitirilen hasta sayısı bakımından (131 kayıp); 23 Mart’taki Almanya’nın hizasındadır (123 ölüm). İtalya’dan 24 gün (5 Mart-148 ölüm), İspanya’dan ise 16 gün (13 Mart- 133 ölüm) gerideyiz. 

Bu ülkelerle ülkemiz arasındaki “gün farkları” çok değerlidir.

Türkiye’de uzun yıllardır görev yapmış, halen yapmakta ve bundan sonra da yapacak olan hekimler olarak bizler, okuduğumuz tabloyu ve öncelikli önerilerimizi yetkililerle ve kamuoyuyla paylaşmayı yurttaşlarımızın esenliği için üzerimize düşen sorumluluğun bir gereği olarak görmekteyiz: 

  • DAHA ÇOK TEST : Salgınla mücadeleyi iyi yöneten ülkelerden alacağımız en önemli derslerden birinin mümkün olduğu kadar fazla sayıda test yaparak enfekte olanların ve temas ettiklerinin bulunması ve  sağlıklı bireylerden ayrılması olduğu anlaşılmaktadır.
  • TOPLUMSAL HAREKETLİLİĞİN AZAMİ ÖLÇÜDE SINIRLANDIRILMASI : Özellikle ve başta hasta yoğunluğunun yüksek olduğu şehirlerimizde temas sıklığını yani bulaş riskini azaltacak tedbirleri güçlendirmek gerekir. Salgının büyümesine yol açan en önemli etmen “dolaşan nüfus”tur. O nedenle, devletçe bugün ve gelecek güvencesi temin edilerek, yaş grubu sınırlandırması olmaksızın bir süreliğine herkesin evde kalması sağlanmalıdır.
  • HAYATIN SÜREKLİLİĞİ : Ev içinde yaşamı sürdürmek için gerekli temel ihtiyaçların üretiminde, dağıtımında çalışanlar veya kesintiye uğratılmasının mümkün olmadığı hizmetlerde çalışanların, birbirlerine ve ev halkına bulaş riskini asgariye indirecek tedbirler alınarak çalıştırılması sağlanmalıdır.
  • SAĞLIK HARCAMALARI : Herkesin salgından korunabilmesi ve bütün bireylere etkin bir tedavinin sağlanabilmesi, bireyin olduğu kadar toplumun da ihtiyacıdır. Sağlık hizmetlerinin önündeki her türlü parasal engel kaldırılmalı, özel sağlık kuruluşları dahil her türlü sağlık hizmetinden katkı-katılım payı en azından pandemi döneminde alınmamalıdır.
  • SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞI : Öte yandan; başka ülkelerin deneyimleri, salgında hastalanma ve kaybedilme riskinin en yüksek olduğu grubun sağlık çalışanları olduğunu göstermiştir. Henüz salgının yükselme eğrisinin başlarında bulunduğumuz halde bile sağlık çalışanlarımızın yükünün hızla artmakta olduğu ve birçok sağlık çalışanının hastalandığı bilinmektedir. Önümüzdeki dönemde yoğunluk giderek artacaktır. Sağlık çalışanlarının bu bulaşıcı hastalıkla mücadele ederken kendilerini koruyabilmeleri, hasta bakarken bakılacak hasta olmamaları gerekir. Sağlık çalışanlarının çalışma sırasında kendilerini bulaştan koruyabilmeleri için gerekli tıbbi malzemenin eksikliğini hissetmemeleri zorunludur. Bu malzemeler bulunamadıkça ya hasta hizmeti aksayacak ya da sağlık çalışanları kaybedilecektir. İkisinin de çok sayıda dünya örneğini acıyla görmüş bulunmaktayız.

COVID-19 salgınıyla sahada, masada aktif olarak mücadele eden herkese kuvvet diler, halkımızı bu çetin süreçte bulaşı en aza indirmek yönünde alınan tedbirlere, çağrılara uymaya davet ederiz.

İmzalar…..
******

 

Not. Tabloyu biz ekledik.. Dr. Ahmet Saltık, 04 Nisan 2020

SAĞLIKÇILAR İNSANDIR

SAĞLIKÇILAR İNSANDIR

Prof. Dr. Çağatay Güler 
Halk sağlığı uzmanı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sistemdeki olumsuzlukları gidermekle görevli olanların her fırsatta hekim ve sağlık personelini suçlaması aslında hedef saptırmaya yönelik kurnazca bir oyundan başka bir şey değildir.

Hastalık, ağrı ve acı herkesi kim olduğuna bakmaksızın etkiler. Böbrek taşı, zengini de yoksulu da güçlüyü de güçsüzü de aynı biçimde kıvrandırır. Böyle durumlarda hekimin onları ağrılar içinde görmesini bile “egolarına saldırı” sayanlarda hekimlere yönelik bilinçaltı bir kızgınlık oluşabilmekte. Özellikle güç sahiplerinde daha çoktur böylesi durumlar. Ancak bu kızgınlık hiçbir ülkede bizim ülkemizdeki gibi bir hekim ve sağlık personeli düşmanlığına dönüşmemiştir. Kimi zaman hekimler “Vatandaşın canına kasteden canavarlar!” olarak gösterildi.

  • Koşullandırılmış kalabalıklara kendileri için çalışanları düşman belletmek kolaydır.

Kimi yerlerde güç ve yetki sahipleri kulaktan dolma bilgiyle yaptıkları düzenlemelerin hatalarını hekim ve sağlık personelinin üzerine yıkabiliyorlar. Kimileri vatandaşı hekimlere karşı kışkırtmayı iş edinebiliyor.

Kurnaz oyun

Sonuçta bazıları hekim ve sağlık personelini sistemin temsilcisi olarak görmekte ve sistemden yediği tekmenin acısını onları döverek, yaralayarak, öldürerek çıkarmaya kalkışmakta. Onların da sistemin mağdurlarından olduğu aklına bile gelmemekte. Bu olumsuzlukları gidermekle görevli olanların her fırsatta hekim ve sağlık personelini suçlaması aslında hedef saptırmaya yönelik kurnazca bir oyundur. Bir zamanlar hastalarımız vardı. Çok iyi bilirdik hastalıklar aynı olsa bile insanları, çevreleri, özellikle sosyal çevreleri ile birlikte ele almamız gerektiğini. Çağlar öncesinden hekim ustalar tek cümlede özetlemişlerdi:

  • “Hastalık yok, hasta vardır.”

Şimdi öykü ve muayeneyi zaman kaybı sayan hekimdışı yönetim anlayışı hâkim oldu bütün dünyada. Artık ne hasta var, ne hastalık, kimi sağlık kurumlarının “müşterileri” var. Müşteri varsa “Müşteri memnuniyeti” esastır.

  • Hasta müşteri olduğunda koruyucu hekimlik kalkar.
  • “Hastalan gel, paran kadar bakayım”a döner iş.

Geri kalmış ülkelerde yozlaşmanın, yozlaştırmanın gerekçesi olarak gösterilen “halk bunu istiyor” uydurması artık sağlık sistemini de yönlendirmektedir. “Halk hemen reçete istiyor! Halk karmaşık elektronik bip biplerle büyülenmek istiyor! Halk belirti hekimliği istiyor” denmekte.

Anlayış gerek

Hekimler “kendini kurtar” duygusu pompalanarak daha büyük açmazlara itilmeye çalışılmakta: Sadece müşteriyi memnun et! Teknolojinin arkasına sığın… Sen kendini kurtar!

  • Oysa onlar da uykusuzluğa herkes kadar dayanır, yorulabilir ve hastalanabilirler.
  • Fizyolojileri başkalarından farklı değildir.
  • Onlar da solunumla oksijen alırlar ve havasız ortamlarda bunalırlar.
  • Onlar da yemek yer, su içer ve tuvalete giderler.
  • Soğukta üşür, sıcakta terlerler.
  • Kimi zaman uykudan uyandırıldıklarında kafalarını toplayabilmeleri için bir süre gerekir.
  • Hiç olmazsa yüzlerini yıkamaları anlayışla karşılanmalıdır.

Anlayın artık

Onların dişleri de başkalarınınki gibi ağrır, onlardan daha fazla bel ağrısı çekerler.

Onların da mideleri bulanır ve kusabilirler.

Hekimler ve sağlık personeli de çocukları, anababaları hastalandığında başkaları gibi endişelenir, durumlarını merak ederler.

Onlar da kira, elektrik ve su faturası öderler, onlar da her şeyi para ile satın alırlar.

Üstelik bilgilerini güncel tutabilmek için tıp kitaplarını birkaç yılda bir yenilemek zorundadırlar.

  • Anlayın artık: Sağlıkçılar insandır…
    (Cumhuriyet, 27.3.2020)

=====================================
Dostlar,

1978’de Hacettepe Tıp Fakültesinde birlikte TOPLUM HEKİMLİĞİ / HALK SAĞLIĞI uzmanlık/ ihtisas eğitimi almaya başladığımız… 40+ yılık dostumuz Dr. Çağatay Güler’e teşekkür ederiz.

Çirkin siyasetçi, izlediği neo-liberal sağlık politikaları ile insanların en temel haklarından olan SAĞLIK HAKKINI gasp etme eylemini halkın gözünden saklamaya çabalamakta. Başta Hekimler olmak üzere sağlık çalışanlarını günah keçisi gibi ilahların gazaplarına kurban etmekteler

Bu iğrenç senaryo daha fazla sürdürülemez..

COVID-19 salgını, dileriz aklın ve bilimin yaşamda tek yol gösterici olduğu gerçeğini herkese öğretmiş olsun.

Herkes, başkalarının emeğine saygılı olmak zorundadır ve elbette sağlık çalışanlarının emekleri de bu kapsamdadır.

Ve bu arada, sakın unutulmasın :

  • Salgın yönetimi Halk Sağlığı (Public Health) disiplinin, yani Halk Sağlığı Uzmanı hekimlerin işidir..

Sevgi ve saygı ile. 04 Nisan 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

SAĞLIK BAKANI SAYIN FAHRETTİN KOCA’YA AÇIK MEKTUP

Değerli Meslektaşımız,

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi kamu-özel bütün sağlık kurumlarındaki sağlık çalışanlarının COVID-19 salgınından korunması için Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’dan acil talepte bulundu.

TTB Merkez Konseyi’nden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya iletilen açık mektupta şöyle denildi:

  • Açık ve şeffaf olunsun
  • Hekimler hastalarının test sonuçları hakkında aynı gün mutlaka bilgilendirilsin
  • Koruyucu ekipman ve çalışma düzeninde hiçbir eksiklik ve aksaklık yaratılmasın
  • COVID-19 hasta temas ya da şüphesi olanlardan başlanarak bütün hekim ve sağlık çalışanları testen geçirilsin.

Mektubun tamamı şöyle:

SAĞLIK BAKANI SAYIN FAHRETTİN KOCAYA
AÇIK MEKTUP

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Olarak, Kamu-Özel Bütün Sağlık Kurumlarındaki Sağlık Çalışanlarının Salgından Korunması Adına Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’dan Acil Talebimizdir!

Açık ve şeffaf olunsun; Hekimler hastalarının test sonuçları hakkında aynı gün mutlaka bilgilendirilsin; Koruyucu donanım ve çalışma düzeninde hiçbir eksiklik aksaklık yaratılmasın; COVID-19 hasta temas / kuşkusu olanlardan başlanarak bütün hekim ve sağlık çalışanları testten geçirilsin!

COVID-19 salgınını kontrol altına alabilmek ve toplumumuzun en az zararla bu süreci atlatabilmesi için, hekimler ve tüm sağlık çalışanları büyük mücadele sergilemektedir.

  • Sağlık çalışanları bu mücadeleyi kendi sağlıklarının ve yaşamlarının da büyük tehlike altında olduğunu bilerek gerçekleştirmektedirler.

Salgının başından bu yana sürecin başarıyla yürütülebilmesi için hekimlerin ve tüm sağlık çalışanlarının kişisel koruyucu donanımlarının karşılanmasını, çalışma koşulları ve sürelerinin iyileştirilerek düzenlenmesini talep ediyor olmamıza rağmen, halen yeterli koordinasyon sağlanamamıştır. Bazı iyileştirmeler sağlanmakla beraber, yaşamsal aksaklıklar devam etmektedir.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi olarak, salgınla mücadelenin başarıyla yürütülebilmesi için şeffaflık ve açıklık politikasına ihtiyaç duyulduğunu bir defa daha hatırlatmak istiyoruz. Büyük bir özveriyle, salgınla mücadelenin en ön sıralarında görev yapmakta olan hekimler ve sağlık çalışanları, kendilerini ve diğer hastalarını COVID-19’dan koruyabilmeleri için şeffaflığa en çok gereksinim duyan kesimi oluşturmaktadır.

Alandan edindiğimiz bilgilere göre,

  • hekimlere ve sağlık çalışanlarına muayene ve takip ettikleri hastalar hakkında bilgi ya hiç verilmemekte ya da çok geç verilmektedir.

Bu hastaların test sonuçlarını öğrenmek hekimler için ek ve stresli mücadeleye dönüşmüş durumdadır. Oysa, bu bilgilendirme sadece ilgili hekim veya sağlık çalışanı için değil, beraber çalıştığı diğer sağlık çalışanları ile tedavi ettiği hastaların sağlığının korunması açısından da yaşamsal derecede önemlidir. Bu bilgilerin saklanması ya da geciktirilmesi hem kaygıyı artırarak görev yapma motivasyonunu düşürmekte, hem de sağlık çalışanlarının COVID-19’dan korunmak üzere alacakları tedbirleri geciktirmekte ve aksatmaktadır.

Bu durum önlenmediği takdirde, yaşanmakta olan sorunlar kısa bir süre sonra sağlık hizmeti sunumunu aksatan bir boyut kazanacaktır.

Sağlık Bakanlığı’ndan hastaların test sonuçları çıkar çıkmaz hekimleriyle paylaşılmasını, test istem ve sonuçlarının Hastane Bilgi Yönetim Sistemleri’nde görülebilmesinin sağlanmasını bir kez daha talep ediyoruz.

Taleplerimizden biri olan test sayısının son günlerde artmakta olması sevindiricidir. Bilindiği üzere, salgında hastalanma ve yaşamlarını yitirme riski en yüksek olan kesimlerin başında hekimler ve öbür sağlık çalışanları gelmektedir. Bu nedenle başka ülkelerde de COVID-19 testinin öncelikle bu kesimlere yapılması üzerinde durulmaktadır. Ülkemizde de salgına karşı en ön cephede kamu-özel bütün sağlık kurumlarında COVID-19 hasta temas ya da temas kuşkusu olan hekim ve sağlık çalışanlarından başlanarak bütün sağlık çalışanlarının testlerinin hızla tamamlanmasını önemli ve gerekli buluyoruz.

SARS-CoV-2 virüs yükünün (kişinin aldığı virüs miktarının) hastalık seyri üzerinde etkili olduğunu, virüse fazla temas edenlerin hastalığı daha ağır geçirdiğini ortaya koyan bilimsel yayınlar vardır. Ön cephede bulunan hekimlerin ve sağlık çalışanlarının çalışma süreleri bu bilimsel gerekçelerle düzenlenmeli ve

  • çok uzun süreler boyunca yoğun hasta temasının önüne geçilmelidir.

    Ayrıca, sağlık çalışanlarının sosyal çevrelerine hastalığı bulaştırmalarını önlemek adına, mesai sonrası kalacakları mekânlar bir an önce organize edilmelidir. 28.03.2020

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi

Zor zamanlar Olağandışı kararlar!

Zor zamanlar
Olağandışı kararlar!

H. Ufuk Söylemez
AYDINLIK, 26.03.2020

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Zor zamanlar, olağandışı kararlar almayı, dirayetli-basiretli toplumsal liderlik yapmayı gerektirir.
Bu virus salgınının sağı-solu, kadını-erkeği, milliyeti-sınırı-pasaportu yok.
Her ülke ulusal sınırları içinde sağlık tedbirleri almaya çalışırken, dünya çapında yayılan bu salgının, uluslararası dayanışma-paylaşım ve insani yardım da gerektirdiği açık bir gerçek.
İşte Çin’den Türkiye’ye hızlı tanı kiti getirilmesi, Küba’lı doktorların İtalya’ya yardım için gitmesi gibi.
*
Konunun ekonomik boyutu ve alınması gereken öncelikli tedbirler ve verilmesi gereken destekler konusunda çeşitli sorular alıyorum.
Ekonomik olarak dünya çapında büyük bir resesyona girileceği öngörülüyor. Bunun kaçınılmaz sonuçları olarak da iflaslar, işsizlik ve finansal borç krizinin ekonomileri sarsması kaçınılmaz.
Eğer yakın dönemde etkili bir ilaç bulunamazsa ve salgına karşı alınan önlemler yetersiz kalırsa, bugüne kadar yaşanmamış türden tahmin edilmesi kolay olmayan bambaşka bir dünya ekonomik düzeni ve/veya düzensizliği görünüyor ufukta.
*
Hem arz hem talep yönlü bir ani duruş (sudden stop) yaşanan ekonomilerde, parasal genişleme ve tedbirlerin yanı sıra, maliye politikası araçlarının (vergi, prim, af gibi) devreye eş zamanlı alınması bir zorunluluk.
Piyasalara sadece para pompalamanın, üretim-yatırım ve ticareti kısa vadede canlandırmayacağı, insanların endişe ve ihtiyaç saiki (AS: dürtüsü) ile nakde dönerek, beklemeye girecekleri de ayrı bir gerçek.
Ekonomiyi %5 büyütmek gibi bu koşullarda gerçekçi görülmeyen, aşırı iyimser ve iddialı hedefler açıklamakta ısrar etmemek gerekiyor.
Karamsar olmadan ama gerçekçi tespit-önlem ve desteklere yoğunlaşmakta yarar var bence.
*
Bugün insanlar, ulaşımda KDV’nin %1’e düşürülmesinin ya da konut alımlarında kredi miktarının artırılmasının Covid-19 salgınının sebebiyet verdiği (AS: neden olduğu) ekonomik sıkıntılarına çare olacağını düşünmüyorlardır elbette ki.
İnsanlar aybaşında, doğalgaz-elektrik faturalarını nasıl ödeyeceklerini düşünüyorlar. İşyeri kapanan esnaf, üretim için sipariş alamayan-ithalat yapamayan iş insanları ve en önemlisi kriz nedeniyle işini yitiren ve/veya ücretsiz izine çıkarılan insanlar acil destek ve önlem bekliyorlar.
Yapılan açıklamalar, ilan edilen tedbirler ve verilecek desteklerin bölük-pörçük, dağınık bir şekilde yapılması tedirginliği artırabilir.
Bütün bunların çok daha derli-toplu, enine-boyuna düşünülerek, dünyadaki örnekler de değerlendirmek suretiyle, ayrıntılı bir kurtarma-koruma ve destek paketi halinde açıklanması çok daha iyi olurdu esasında.
*
Destek, yardım, öteleme, indirim ve mali af istemleri giderek daha da artabilecektir.
Ancak sorun, kuşkusuz ki finansal kaynak sorunudur. Ortada 2 anayol görünüyor kısa vadeli olarak. Ya parasal genişleme yani para basma ya da borçlanma yoluna başvurma.
Ekonomimiz yüksek enflasyon, çifthaneli işsizlik ve ağır borç yükü altında ve zaten kırılgan bir dönemde yakalandı bu salgın koşullarına.
Türkiye’nin risk primi yani CDS’leri (Credit Default Swap) rekor düzeye yükselerek, riskli sayılan 500 puanı aşmış ilk 5 ülke arasında maalesef. O yüzden,

  • yüksek faiz vermek göze alınsa dahi, yeterli dış finansman sağlanması kısa vadede oldukça zor görünüyor.

Dünyada negatif faizli tahvillerde yatan 16 trilyon $ dolayında bir para var. Yine negatif faizle bankalarda mevduat olarak yatan yaklaşık 100 trilyon $ var.
Bazı ülkeler örneğin, Almanya, Avusturya gibi.. 10-20 yıllık tahvil ihraçlarına eksi (negatif) faiz veriyorlar.
Ama bizim devlet tahvillerimize ikinci piyasada %7-8 faizle bile yeterli talep olmuyor. Sorun bir yandan da kredibilite sorunu ne yazık ki.
*
O halde kısa vadede yapılabilecek en etkili şey, Hazine Özel Tertip tahvillerinin, bankacılık sektörüne verilerek, bunların karşılığında T.C. Merkez Bankası vasıtasıyla piyasaya, firmalara, hane halkına fon ve likidite sağlanmasıdır.
Bunun orta vadede, ekonominin makro-ekonomik dengelerine (enflasyon-işsizlik vb.) olumsuz etkileri kuşkusuz ki kaçınılmaz olacaktır.
Ama yaşanan ve giderek ağırlaşabileceği görülen “akut” haldeki krizi, en azından “kronik” hale getirebilmek yani ilk adımda kanamayı durdurabilmek adına, kısa vadede başkaca etkili bir ekonomik çare orta yerde görünmüyor ne yazık ki.

Esasında, sağlıkta yapıldığı gibi, Bilim Kurulu benzeri bir Ekonomik Danışma Kurulu oluşturulmasında da yarar var.

Ekonomik ve Sosyal Konseyin (AS: Anayasa md. 166) devreye sokulması da sağlanmalıdır. Ama çıkar ve baskı gruplarının çekişeceği bir kurulun, dostlar alış-verişte görsün örneği, yapacağı işlerden pek de bir hayır çıkmaz.
O nedenle, bilgiye-deneyime-niteliğe yani ehliyete ve liyakata kulak ve öncelik verilmelidir.

Geciktikçe önlemlerin etkisi azalır, maliyeti ise artar.

Yıkıcı eleştiri yerine, yapıcı önerileri gündeme getirmenin, kibirli-ideolojik ve partizan davranmamanın zamanıdır bu zor günler.
==========================================

Dostlar,

KORONA VİRÜS SALGINININ EKONOMİ-POLİTİĞİ

Sn. Söylemez (eski Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı), 23 Mart 2020 gecesi bizi HALK TV‘deki programına davet etti. Korona salgını Bilim Kurulu Üyesi ve Ankara Üniv. Tıp Fakültesinden çalışma arkadaşımız Sn. Prof. Dr. Alpay AZAP ile birlikte güncel salgını 3 saate yakın süre kapsamlı irdeledik. Yukarıya aktardığımız makalesinde olduğu gibi, ekonominin son derece zor – ağır – kırılgan koşullarda olduğunu zaman zaman dile getirdi ise de, özveri göstererek sözü daha çok biz 2 hekime bıraktı. Biz de bu konuyu yazmasını rica ettik.

Makale zarif eleştiriler içeriyor, yol da gösteriyor. Emisyon = Para basma öneriyor Sn. Söylemez.. Çünkü devlet tahvillerimize uluslararası pazardan %7-8 dolayında Dolar olarak faiz ödemeyi üstlenmemize (taahhüt etmemize) karşın istem yok, borç veren yok ülkemize.. Oysa karşılıksız para basmanın faturasını biliyoruz, enflasyon.. Bunun bedelini de gene yoksullar – orta sınıf ödüyor..

Yukarıda değindiğimiz HALK TV programında (23 Mart 2020, saat 21:00 – 24:00, 1. bölüm : https://youtu.be/NeX0QtFuib4 veya https://youtu.be/NeX0QtFuib4?t=34  2. Bölüm : https://youtu.be/4lV1oYGtWS0   3. bölüm : erişemedik.. site okurlarımız erişir ve bize bildirirse seviniriz..) biz ise, Mülkiyeli şapkamızla, üst gelir dilimlerinden ek vergi alınmasını önerdik. Örnek olarak 2010 Nisan’ında ABD Başkanı Obama’nın OBAMACARE olarak adlandırılan sağlık reformu programını verdik.

Hemen hemen hiçbir sağlık güvencesi olmayan 50 milyon (6 kişiden 1’i o dönemde) hiç olmazsa çok altta kalan 30 milyonu için, sınırlı da olsa sağlık güvencesi sağlanması düşünülmüştü. Kişi başına 3 bin $ /yıl kaynak gerekiyordu oldukça sınırlı bir sağlık güvencesi için. O sıralar ABD’de kişi başına ortalama yıllık sağlık gideri 10 bin $ p.c./p.a. (kişi başına / yıllık; per capita / per annum) idi. 10 yıl boyunca gereksinim duyulan kaynak 3 bin $ x 30 m nüfus x 10 yıl süre.. 900 milyar $ ya da 0,9 trilyon $ idi. Üst gelir dilimlerine %1-2 ek vergi kondu. Para babaları, Kongre’de Başkan Obama hükümetinin yıllı bütçesini engelleyerek devleti felç ettiler..
****
Biz, benzer bir öneri ile, bu olağanüstü dönemde Türkiye’nin zenginlerinden bir tür servet vergisi / varlık vergisi alınmasını önerdik bağış kampanyası önerisine karşılık Sn. Söylemez’in. Halkın çok yoksullaştırıldığını, işsizliğin aşırı yüksek ve gelir dağılımının olağanüstü adaletsiz olduğunu ekledik. Ek olarak, Türkiye’nin Dolar milyarderlerinin bu servetlerini Türkiye’de kazandıklarını, içinde bulunduğumuz çok zor dönemde kendilerinin de ellerini taşın altına sokmalarının gerekli olduğunu belirttik.

Ayrıca, 1942’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı iken 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın bunaltıcı koşullarında da Türkiye’nin bekası için Varlık Vergisi Yasası’nın çıkarıldığını, uygulamada kimi yanlışlar yapılmış olsa da ilke olarak o politikanın tek seçenek ve doğru olduğunu ekledik.

  • AKP iktidarında son 20 yılda ülkemizden 3 Tr $ kaynak çıktığını ancak 1 Tr $ girdi olduğunu ve 2 Tr $ gibi muazzam bir ulusal servetimizin yurt dışına bu iktidar tarafından rant olarak aktarıldığını (Prof. Dr. Bilsay Kuruç, 19 Mart 2020, Cumhuriyet, M. Balbay ile söyleşi),

bu yaşamsal sorunun mutlaka çözülmesi gerektiğin vurguladık. Sağlık sektörüdeki rant aktarımı da dahil.. her yıl birkaç on milyar $. Tasarruf, SOSYAL DEVLET, kamucu sağlık hizmeti ve KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNE MUTLAK BİR ÖNCELİK gerekliliğinin altını çizdik..

25 Mart 2020 akşamı KRT‘deki programda da Türkiye’nin Dolar milyarderi sayısı bakımınan dünyada çok önlerde geldiğini, son 20 yılda özellikle bu sayının çok büyüdüğünü anımstarak, 45 dolayında Dolar milyarderinin 100’er milyon $ gönüllü bağış yapmasını önerdik. Yaklaşık 4,5 milyar $ kaynak, günümüz kuru ile 1 $ = 6,4 TL’den hesaplanırsa yaklaşık 29 milyar TL yapar ki, devasa kaynak gereksinimine bir merhem olur..

Benzer finansal önerileri dün (26 Mart 2020) sabahı VERYANSIN TV‘de de seslendirdik.
(KORONAVİRÜS YANGINI İÇİN İÇİN SÜRÜYOR | ÇÖZÜM NE? | AHMET SALTIK |
https://youtu.be/x0HcoRv2KvY)

Ne hazindir ki, dün, 26 Mart 2020 günü, Türkiye ve Dünya küresel salgın ile (Pandemi) boğulurken / boğuşurken, AKP = Erdoğan / TEK ADAM rejimi, “huylu huyundan vazgeçer mi?” dedirtircesine, toplumun sinir uçlarıyla oynayarak, İstanbul Kanalı kapsamında 2 köprünün taşınması ihalesini yaptı..

Gerçekten ibretliktir, AKP kendi ayağına neden bu denli sıkar, anlaşılmaz..
***
Bağlarsak; bu sitede hep yaptığımız gibi, test sayısını artırarak taşıyıcı – hasta bulmayı hızlandırmayı ve gerekli tıbbi hizmeti de vererek salgını çok uzatmadan sonlandırmayı hedeflemeyi öneriyoruz. Uzayan salgın, zaten olağanüstü hasta / kırılgan ekonomiyi, ayağa kaldırılamayacak derecede çökertebilir!

Ne var ki, ilk olgunun Çin’den bildirildği 31 Aralık 2019’dan günümüze 3 aya yakın bir zaman geçmesine karşın hala şu testi uygulayalım / bu testi uygulayalım aşaması geride bırakılabilmiş değildir.. Birkaç sahra hastanesi de yapılmadı.. Ya da boş tatil köyleri, dev otellerin hastane – karantina yerleri olarak kiralanması, satılamayıp boş bekleyen yüzbinlerce konut fazlası ve TOKİ evleri de.. Hala temel tıbbi lojistik sıkıntısı yaşanıyor daha başında salgının.. Caaaaaanım Türkiye’miz etil alkolü bile dışarıdan satın alıyor!

Korona salgınını AKP = Erdoğan iktidarı iyi yönetemiyor.. başından beri, 18 yıldır Türkiye’yi çoooooooooooooooooooooooook köyü yönettiği gibi.. Sözde toplantı yapıp görüş alıyor toplumdan ama yasal kurum Türk Tabipleri Birliğini akıl almaz biçimde dışlıyor!?

Ekonomi yangın yeri, ama Anayasal bir Kurum olan Ekonomik ve Sosyal Konsey‘i (AY md. 166) bir türlü toplantıya çağırmıyor!? Damat Hazine Bakanı Albayrak, 2019 için 2,5 milyon istihdam yaratılacağını buyurmuştu ama, TÜİK geçen yıl 932 bin yeni işsiz oluştuğunu açıkladı! AKP = Erdoğan rejimi, anamuhalefetin 13 maddelik ciddi ve akılcı önerilerine kör ve sağır!

Bu hazin ve ağır tablo da AKP iktidarını BİLİMSEL AKILCILIK zemini ve eksenine çek(e)meyecekse ne çekebilir? Geriye ağır yaralı ve mutlaka iyileşecek bir Türkiye ve seçim sandığına gömülerek tarihin çöp sepetine atılan bir yığın siyasal parti gibi, AKP mevta kalır..

Sevgi ve saygı ile. 27 Mart 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Dünya onları konuşuyor… 40 bine yakın Kübalı doktor 77 ülkede görevde

Dünya onları konuşuyor… 40 bine yakın Kübalı doktor 77 ülkede görevde

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

77 ülkede görev yapan 40 bine yakın Kübalı doktor var. Brezilya, Kübalı doktorları önce kovdu, şimdi ise ‘geri gelin’ diye yalvarıyor.

 

Küba, 1963’ten beri insani yardımın bir parçası. ABD yaptırımları altında bunalmış 11 milyonluk sosyalist Küba, yönetimini değiştirmek için çaba gösterenler dahil olmak üzere dünyanın birçok bölgesine doktorlarını yolluyor. Çoğunlukla Latin Amerika ve Afrika ülkelerine.

‘BEYAZ ÖNLÜKLÜ TERÖRİSTLER’

Cumhuriyet’ten Mustafa K. Erdemol’un haberine göre Küba’nın doktor gönderdiği ülkelerden biri de dünyanın en büyük ekonomilerinden, 210 milyon nüfuslu Brezilya’ydı. Brezilya’da, en yoksul ve ulaşılabilirliği en zor olan bölgelerde 10 bin Kübalı doktor görev yapıyordu. Brezilya İşçi Partisi, hükümetteyken yoksul bölgelere sağlık hizmeti için Küba’yla anlaşma imzalamıştı çünkü. Ancak ülkenin şimdiki sağcı başkanı ve Küba’yı tüm dünya kamuoyu nezdinde şeytanlaştırmak için elinden geleni yapan ABD’nin bu konuda en büyük destekçisi Jair Bolsonaro, 2018’deki başkanlık kampanyası boyunca “beşinci kol” ilan ettiği ve “beyaz önlüklü teröristler” olarak nitelendirdiği Kübalı doktorları, seçimi kazanır kazanmaz ülkeden sınır dışı etmişti. Bolsonaro, Kübalı doktorların gerçek tıp uzmanları değil, yoksul Brezilyalıları komünist gerillalar haline getirecek ideolojik beyin yıkayıcılar olduğunu ileri sürerek “PT (Brezilya İşçi Partisi) gerilla hücreleri yaratmak için yoksul bölgelere kostümlü terörist gönderdi. Ben geldiğimde gittiler. Gitmeselerdi ben onların peşine düşüp kovacaktım.” demişti. Ama şimdi Bolsonaro ülkeden kovduğu Kübalı doktorların koronavirüsle mücadelede kendilerine yardımcı olmaları için geri gelmelerini istedi.

GELİN DİYE YALVARDI

Brezilya Sağlık Bakanı João Gabbardo 15 Mart’ta düzenlediği basın toplantısında Küba’ya adeta yalvardı. Gabbardo, Brezilya’ya yeniden yollanan 5 bin Kübalı doktorun ülke genelindeki öncelikli sağlık merkezlerine atanacağını açıkladı.

ÖZÜR DİLEYİN

Kübalı doktorları Bolsanaro aylar önce terörist ilan etti. Brezilya Sağlık Bakanı’nın onları geri çağırmak zorunda kaldı. Gelişme üzerine Brezilya İşçi Partisi, “Bolsanaro, Brezilya halkı ile, saldırılara, yalanlara ve sahte haberlere maruz kalan Kübalı doktorlara özür borçludur” dedi.

KÜBA NEDEN BAŞARILI?

Küba’daki sağlık sistemi ile diğer ülkelerin sağlık sistemi arasındaki önemli bir fark, adadaki tıbbi bakımın vatandaşlarının temel hakkı olarak görülmesi. Bu hak, Küba anayasasında yazılıdır. Örneğin ABD’deki sağlık sistemi, hastaları hizmete ihtiyaç duyan insanlar olarak değil, ücretli müşteriler olarak görür. Bu ideolojik farklılık, Küba tıbbının farkını belirliyor. Küba tıbbı, herhangi bir hastalığı başlamadan önce durdurmak, hastalık varsa komplikasyonlarını önleyecek koruyucu tıbba odaklı. Küba’da yaşam süresi erkeklerde 77 yıl, kadınlarda 81 yıl olarak öngörülüyor.

YAPMAMIZ GEREKEN DEVRİMCİ BİR GÖREV VAR

Küba, İtalya’nın koronavirüsten en çok etkilenen bölgesi Lombardiya’nın merkezi Milano’ya 52 kişilik doktor ve hemşire heyeti gönderdi. 68 yaşındaki Kübalı yoğun bakım uzmanı Leonardo Fernandez, “Hepimiz korkuyoruz ama yapmamız gereken devrimci bir görev var. Dolayısıyla korkumuzu bir kenara bırakıyoruz” dedi. 64 yaşındaki Dr. Graciliano Díaz da “Dayanışma ilkesine dayalı, onurlu bir görevi yerine getireceğiz” dedi.

DSÖ BAŞKANI, KÜBALI DOKTORLARI PAYLAŞTI: DURDURMANIN TEK YOLU

DSÖ Başkanı Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, resmi Twitter hesabından

  • İtalya’ya destek için gelen Kübalı doktorların

görüntülerini paylaşarak çok önemli bir mesaj verdi. DSÖ Başkanı,

  • Milletler arasındaki dayanışma, sağlık çalışanları arasındaki dayanışma, her birimiz arasındaki dayanışma bu COVID-19 salgınını durdurmanın tek yoludur.” dedi.
  • DSÖ Başkanı’nın paylaştığı videoda, İtalya’nın salgınla mücadelesine destek vermeye gelen Kübalı doktor grubu görülüyor. İtalyanlar Kübalı doktorları ayakta alkışlıyor. Kübalı doktorlar da İtalyanların bu jestine onları alkışlayarak yanıt veriyor.
    =================================================Dostlar, 

    KORONAVİRUS SALGINI  konusunda TV konuşmalarımız…

    23 Mart 2020, Pazartesi, HALK TV, saat 21:00 – 24:00 (3 saat)

    1. bölüm : https://youtu.be/NeX0QtFuib4 veya https://youtu.be/NeX0QtFuib4?t=34
    2. Bölüm : https://youtu.be/4lV1oYGtWS0
    3. bölğm : erişemedik.. site okurlarımız erişir ve biz bildirirse sevinirz..

    25 Mart 2020 KRT televizyonu, saat 18:30 haber bülteni içinde, 19+ dk. https://www.youtube.com/watch?v=yJhn4AdKanA

    26 Mart 2020, VERYANSIN TV, YoueTube üzerinden.. https://youtu.be/x0HcoRv2KvY
    36 dk.

    Bilgi ve ilginize sunarız..

    Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2020, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

    Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
    Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com