Etiket arşivi: BM Güvenlik Konseyi

DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ ve ÇAĞRIŞTIRDIKLARI..

Dostlar,

Bu gün “DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ“!

2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler sistemine geçildiğini biliyoruz. “Milletler Cemiyeti” başarılı olamamış, 2. Büyük savaşı engelleyememişti. Yeni sistem ,yeni ve etkin kurumlaşmalar ve düzenekler getirmeliydi kalıcı barış için. Bunların başında BM Güvenlik Konseyi uluslararası toplumun yaptırım gücü geliyor.. Yaptırımlar çeşitlendirilmiş durumda : Diplomatik, politik, ekonomik, ticari ve askeri.. “Koalisyon güçleri” oluşturarak sıcak çatışmalı
askeri müdahale dahil.

24 Ekim 1945’te NewYork’ta açılan BM örgütü, bir bakıma soğuk savaşın başlangıcını ve Dünyanın hegemon gücünün İngiltere’den ABD’ye, Londra’dan NewYork’a geçişini de tarihlemekteydi. Doğu ve Batı Blokları oluşmuş ve 2 kutuplu stratejinin geriliminde küresel siyaset mayalanmıştı. Ancak nükleer caydırıcılık (nuclear deterrance) ile frenlenebilen polarizasyon yaklaşık 45 yıl sürmüş ve SSCB’nin dağılmasıyla (26 Aralık 1991) bir ABD monopolüne dönüşmüştü.. Günümüzde ise bu kez çok kutuplu bir denge var..

Her neyse…

Yeni BM yapılanması bir Dünya Hükümetini andırmaktaydı. Örn. Dünya Sağlık Örgütü – DSÖ (World Health Organisation – WHO) Cenevre’de kurulmuş ve küresel sağlık sorunları onun yetki ve sorumluluğuna bırakılmıştı. Dünyaya dağılmış 6 bölgeliydi.
UNEP (United Nations Environmental Program) Kenya / Nairobi’de kurulmuş ve küresel çevre sorunları da onun yetki ve sorumluluğuna bırakılmıştı… UNESCO, UNICEF, FAO.. benzer yapı ve işlevli kurumlardı. ILO ise taa 1919’lardan gelmekteydi ve Türkiye, Büyük ATATÜRK döneminde 1932’de bu Örgüte üye olmuştu.
ILO (International Labour Organisation), Uluslararası Çalışma Örgütü olarak dilimize çevrildi ve bir tür küresel Çalışma – Sosyal Güvenlik Bakanılığı işlevi üstlenmişti.

Türkiye BM’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Bu amaçla BM örgütünün ana sözleşmesini (anayasasını) ülke parlamentosunda onamak gerekiyordu, yapıldı.

Türkiye DSÖ’ye de üye oldu. Benzer yolla DSÖ’nün ana sözleşmesini (anayasasını) ülke parlamentosunda onamak gerekiyordu, bu da yapıldı. DSÖ Anayasası, 1947’de 5062 sayılı yasa ile TBMM’de onandı ve uluslararası andlaşma niteliği kazandı.
Bilindiği gibi Anayasa’nın 90. maddesi Mayıs 2004’te değiştirildi ve son biçimiyle şöyle (kısaltılarak):

D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma

  • Madde 90 Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük
    Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. 
  • Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
    Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.)
    Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır. 

Böylelikle, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar
kanun hükmünde”
kılınmıştır. Bu bağlamda DSÖ Anayasası TBMM’de bir yasa ile uygun bulunduğuna göre, iç hukuktaki yasalarla eşdeğerdedir ve Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyecektir. Dahası, DSÖ Anayasası (Ana Sözleşmesi) = T.C.’nin 5062 sayılı yasası, “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşma” olması  nedeniyle de ek bir üstünlük sahibidir ve ulusal yasalarla çelişmesi durumunda bu Andlaşma hükümleri uygulanacaktır (üstün hukuk normu).

  • SAĞLIK hakkı, tartışmasız en temel insan hak ve özgürlüklerinin
    başında gelmektedir.

İlk sıra YAŞAM HAKKI’nındır. Bu hakkı anlamlı kılan, içini dolduran ise sağlıklı ve onurlu olmasıdır. Nitekim BM’den 3 yıl kadar sonra 10 Aralık 1948’de benimsenen ve Türkiye’nin de “taraf olduğu” (bu terim uluslararası bir teknik hukuk terimidir..)
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), 25. maddesinde SAĞLIK hakkını
apaçık tanımlamıştır :

  • İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), 25 : “ HER-KE-SİN, KENDİSİ ve AİLESİNİN SAĞLIK ve GÖNENÇ İÇİNDE BESLENME, GİYİM, KONUT ve  TIBBİ BAKIM HAKKI VARDIR. ”

*******

DSÖ, başlangıç yıllarında Dünya sağlığı için anlamlı hizmetler vermiştir.
Özellikle dünyanın gelişmemiş bölgelerinde, Afrika’nın derinliklerinde, G. Amerika’da
ve uzak doğu Asya’da bulaşıcı hastalıkların denetimi ve yönetimi için bu ülkelere yol göstermiş; teknik ve insangücü, lojistik desteği sağlamıştır.
Genişletilmiş Aşı Programları (EPI), daha sonra GAVI stratejisi özellikle anılabilir.

Dr. Halfdan Mahler‘in DSÖ Genel Başkanı olduğu yıllarda benimsenen “HFA-2000” projesi bizleri de ilk hekimlik yıllarımızda çok heyecanlandırmıştı. Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da 1978’de toplanan DSÖ üyesi ülkeler, ünlü Alma-Ata Bildirgesi‘ne
imza koymuşlar ve “2000 Yılına Dek Herkese Sağlık” hedefini evrensel düzeye taşımışlardır.

Ne var ki, ilerleyen zaman, özellikle 1980’ler sonrası ve SSCB’nin dağılmasından sonra hızlanarak abanan KÜRESELLEŞ-tir-ME = Yeni emperyalizm süreci tüm akışı alt üst etmiştir. DSÖ hızla DB (Dünya Bankası) ve IMF güdümüne sokulmuştur ne yazık ki..

Alma-Ata Bildirgesi hedefleri unutturulmuş, “21. Yüzyıl İçin 21 Hedef” konmuş, ardından da “2020 Hedefleri” önerilmiştir.

DSÖ küresel sermayenin güdümünden çıkarılmalıdır..
Bu nasıl olacaktır??

2013 boyunca temel tema HİPERTANSİYON idi DSÖ için..
Sessiz katil (Silent killer)..

2014 için vektörlerle bulaşan hastalıklar öne çıkarılıyor..

Small bite – big threat.. Küçük ısırık – büyük tehdit..

Kolay gelsin ve sağlıklı bir 2014 dileyelim..

Sevgi ve saygı ile.
7 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İran’la Yapılan Nükleer Antlaşmanın Düşündürdükleri

Dostlar,

Usta, birikimli ve deneyimli diplomat, uluslararası ilişkiler doktoru (PhD) ve
Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Sn. Onur Öymen‘in çok değerli ve 4/4’lük denebilecek bir irdelemesini paylaşalım..

Gerçekten, Cenevre’de geçtiğimiz günlerde sonlanan görüşmelerde BM Güvenlik Konseyi‘nin 5 sürekli üyesi + Almanya’nın (de facto katılıyor, “ben de varım” diyor!)
İran ile vardığı antlaşma önemli bir dönemeçtir.

Hele Ortadoğu sorunlarının, öteden beri tüm dünya için ciddi potansiyel risk kaynağı olduğu gerçeği dikkate alındığında…

Öte yandan İran, neredeyse 30+ yıldır çok yönlü bir ekonomik – askeri – ticari – diplomatik – psikolojik ve mali bir ambargo altındadır. Hatırı sayılır parasal varlığı
Batı bankalarınca dondurulmuştur ve dış ticaretinde değerli madenleri (Altın ve gümüş) kullanamsı da Dolar – Avro’nun küresel dolanım egemenliğini zorbalıkla sürdürmesi adına engellenmiştir. Böylesine kapsamlı bir baskıya – kuşatmaya
çook uzun sayılması gereken bir süre, neredeyse 3 onyıl direnebilmek hiç kolay değildir. İran halkının yaşam düzeyini ve standartlarını önemli düzeyde sınırlayan söz konusu emperyal zor büyük ölçüde gevşe(til)miştir. Söz konusu antlaşma bölge ve dünya barışı için olumludur, –Siyonizm dışında- taraflar için başarıdır

Bu bağlamda Türkiye de, öncelikle komşularıyla ilişkilerini, hele kadim İran ile
1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması‘ndan  bu yana sınırlarımızın değişmediği saygın
Pers uygarlığının sürdürücüsü İran ile ilişkilerini Batı güdümlü kör taşeron dürtülerle değil, uzun erimli olarak ulusal çıkarları doğrultusunda yönlendirmelidir.

AKP dışişleri kadrolarının İran’a dönük “vekaleten” horozlanmaları Türkiye’ye
geri aldırılmıştır bir anlamda.. Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun Tahran’da İranlı dengi (mevkidaşı diyorlar sıkılmadan!) ile maskeli (diplo – macia!) yüzle gülümseyen
el sıkışması nasıl açıklanacaktır??

Büyük Atatürk‘ün dış politikası birkaç temel ilkeye dayanmaktadır.
Bunların ilki tam bağımsızlıktır. İkincisini doğrudan Yüce Atatürk dillendirmiştir :

* Yurtta barış – dünyada barış ! (Peace at home – peace in the world!)

3. ilkeyi ise, Atatürk‘ün 1925 – 37 arasında 12 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanlığını yürüten, meslektaşımız (Kadın – Doğum Uzmanı) Dr. Tevfik Rüştü Aras tarafından çok netlikle sergilenmiştir :

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz,
    ancak hiç kimse ile ittifak ve bloklaşma yapmayız.. “

Türkiye bu ilkeleri ilk kez NATO‘ya girerek (4 Nisan 1952) çiğnemiş, Sovyet Blokuna karşı Batı emperyalizmi ile bütünleşmiştir. Öncesinde ise NATO‘ya kabul edilebilmek için Kore’de savaş ve şehit verilen 700’ü aşkın Mehmetçiğin kanı kaydedilmelidir.

  • NATO üyeliği ile 61 yıldır ödenen ağır bedellerin başında gladyo ve kontrgerillanın ülkemizde işlediği çok sayıda aydın cinayeti ve kışkırtmalar (Maraş – Çorum – Sivas – Gazi – Başbağlar – Roboski katliamları..) sayılmalıdır. Ulusal savunmanın inşa edilemeyişi, yurt topraklarında çok sayıda askeri üs kurulması… da ağır faturalardır.

AKP dış politikası son 11 yıldır son derece ağır yanlışlar yapmıştır.
Son yıllarda artan faturanın sorumlusunun bir uluslararası ilişkiler profesörü olarak bakan Ahmet Davutoğlu oluşu ise Türkiye adına bir başka hazin ironidir.

Sevgi ve saygı ile.
29.11.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

İran’la Yapılan Nükleer Antlaşmanın Düşündürdükleri

Portresi_gulumseyen

 

Onur ÖYMEN

 

 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 sürekli üyesinin (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin) sürekli üye olmayan Almanya’yla birlikte Cenevre’de İran’la yürüttüğü müzakereler olumlu sonuç verdi ve İran’ın nükleer etkinliklerini kısıtlayacak ve ABD’nin ve öbür Batılı ülkelerin İran’a karşı yürüttüğü yaptırımları hafifletecek bir antlaşmaya varıldı. Bu müzakerelerden önce Amerika’nın İran’la ikili düzeyde gizli görüşmeler yaptığı ve antlaşmanın esas olarak bu iki ülke arasında hazırlandığı anlaşılıyor.

Antlaşmaya göre İran uranyum zenginleştirme çalışmalarını sürdürecek ama bunu % 5 oranıyla sınırlayacak, şimdiye dek ürettiği % 20’lik zenginleştirilmiş uranyum stoklarını etkisizleştirecektir (Nükleer silah üretmek için uranyumun % 90 oranında zenginleştirilmesi gerekmektedir.) İran ayrıca, plütonyum üretme kapasite sahip olacağı düşünülen Arak nükleer santralinin çalışmalarını daha ileri düzeye götürmeyecek ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun (IAEA) etkili denetimini kabul edecektir.

Buna karşılık Batı ülkeleri İran’ın 4,2 milyar dolarlık dondurulmuş mali varlıklarını
serbest bırakacak, altın ve gümüş gibi değerli madenlerle petrokimya ürünleri ticaretine koyduğu engelleri de kaldıracaktır. İran’ın bu antlaşmadan elde edeceği toplam kazancın 7 milyar dolara ulaşacağı kestirilmektedir. Kimileri bu tutarın 20 milyar doları bulacağını düşünmektedir.

Bu antlaşma 6 ay süreyle geçerli olacak, sonra daha kapsamlı bir antlaşmaya varılmaya çalışılacaktır.

Bu antlaşmadan çıkan kimi sonuçlar şunlardır:
-ABD ve İsrail başından beri İran’ın bütün uranyum zenginleştirme çalışmalarının durdurulmasını istiyorlardı. Bunu başaramamışlardır. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin aksi yöndeki bildirimlerine karşın, İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını sürdürmesi fiilen kabul edilmiştir.

– İran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyum stoklarını Türkiye üzerinden nükleer yakıtla değiştirmesi yolunda Türkiye ve Brezilya tarafından 2010 yılında yapılan öneri gündemden tümüyle düşmüştür.

  • İran 30 yıldan beri maruz kaldığı ağır ekonomik baskılardan bir ölçüde de olsa kurtulmuş ve ekonomisini rahatlatma fırsatını elde etmiştir.

– Almanya, BM Sürekli üyelerinin yanı sıra bu müzakerelere aktif biçimde katılarak uluslararası alanda etkili bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştır.

– ABD ile İran arasındaki temaslarda aracılık yapmaya çalışan Türkiye devre dışı kalmıştır. Ancak kimi yaptırımların kaldırılmasından Türkiye de yararlanabilecektir.

– İsrail ve onu destekleyen ABD Kongresindeki Yahudi lobisi etkili olamamıştır.
İsrail Başbakanı Netenyahu bu antlaşmaya açıkça karşı çıkmıştır. Ancak İsrail lobisinin ABD Hükümetine her istediğini yaptırabileceği izleniminin doğru olmadığı anlaşılmıştır.

– Başka konularda sık sık anlaşmazlığa düşen BM Sürekli üyelerinin Suriye’nin
kimyasal silahlardan arındırılması konusunda olduğu gibi, bu konuda da işbirliği yapabildikleri görülmüştür.

Bu antlaşmayı ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamak gerekir, çünkü:

– Bu bir geçici antlaşmadır, kesin sonuç henüz alınmamıştır.

–  IAEA’nin denetimlerinin ne sonuç vereceği belli değildir. Önceki denetim raporları İran’ın niyetleri konusunda oldukça kuşkulu anlatımlar içermekteydi.

İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü tehditkâr politikalardan vazgeçeceğinin işaretleri yoktur.

-İsrail için esas tehdit ögesi olan ve menzilleri İsrail’e ulaşan İran’ın Şahap III füzeleri bu antlaşmanın kapsamı dışında bırakılmıştır. İran’ın çok daha uzun menzilli Şahap IV füzeleri yapma projesini durduracağına ilişkin bir işaret de yoktur. Bu füzelerin taşıyacağı konvansiyonel başlıklar İsrail için tehdit oluşturmaya devam edecektir.

-İran’ın uluslararası alanda yeniden muhatap alınması ve saygınlık (itibar) kazanması Suudi Arabistan’ı ve kimi Körfez ülkelerini rahatsız edecektir. İran’la Suudi Arabistan arasındaki rekabetin yıkıcı boyutlara ulaşması olasılığı vardır.

-İran’ın ABD ve öbür Batı ülkeleri tarafından itibarlı bir muhatap olarak kabul edilmesi Türkiye’nin bölgedeki liderlik iddialarını zayıflatacaktır.

Türkiye’nin Kürecik’teki Füze Kalkanı radarını topraklarında muhafaza ettikçe
İran’la ilişkilerini tam anlamıyla normalleştirmesi zordur.

-İran’ın Suriye’yi ve Suriye üzerinde Lübnan’daki Hizbullah’ı silahlandırma çabalarını durduracağının da işareti gözükmemektedir.

-İran’da şimdi yaratılan coşkulu destek havasına karşın nükleer projelerinin sınırlandırılmasından rahatsızlık duyanların olacağını da hesaba katmak gereklidir.

Obama’nın antlaşmadan sonra söylediği “Sert konuşmak ve tehditler savurmak siyasi açıdan yapılabilecek kolay bir şey olabilir ama bu bizim güvenliğimiz için doğru bir şey değil.” sözleri Türkiye’nin kimi Orta Doğu ülkelerine karşı kullandığı söylemlere karşı bir ileti olarak da algılanabilir.

Özetle : 
İran bütün baskılara karşın şimdiye dek izlediği direnci, diplomasi alanındaki başarısıyla da olumlu bir sonuca ulaştırmış, bir yandan hayalcilikten uzak, gerçekçi;
bir yandan da baskılara boyun eğerek tek yanlı ödün verme yoluna gitmeyen cesaretli ama ölçülü yaklaşımının sonucunu almıştır. Bu geçici antlaşmanın sürekli bir barış ve işbirliği ortamına dönüşmesi için bütün ilgili yanların dikkatli ve yapıcı bir politika izlemesi gerekir.

Türkiye de Cenevre görüşmelerinden gerekli dersleri çıkartmasını bilmelidir.

DİYARBAKIR GÖRÜŞMESİ..

DİYARBAKIR GÖRÜŞMESİ..

portresi2

Onur ÖYMEN

Hükümetin olumlu bir kamuoyu algısı yaratma çabalarına karşın, Başbakanın Diyarbakır’da Barzani İle yaptığı görüşme birçok bakımdan ciddi sakıncalar yaratacak niteliktedir.

Bir kez Başbakanın muhatabı bir yerel yönetim lideri değil, Irak Başbakanıdır.
Başka bir kentte düzenlenen uluslararası toplantılar gibi ayrıksı (istisnai) durumlar dışında Başbakanın dış temaslarını yürüteceği yer, Türkiye’nin veya ilgili ülkenin Başkentidir. Barzani Türkiye’nin Başbakanı tarafından kabul edilmek istiyorsa,
kendisini Ankara’da ziyaret etmeliydi.

Suriye’deki durum gibi konular uluslararası ilişkiler kapsamına girer.
Bu gibi konuların yerel yönetim liderleriyle görüşülmesi de doğru değildir.
Türkiye’nin Irak’la arasındaki en önemli sorun, PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki varlığına yıllardan beri müsamaha edilmesidir ve PKK’nın fiili denetimi altında
Mahmur Kampında yaşayan 11,000 Türk vatandaşının durumdur.

BM Güvenlik Konseyi‘nin kararları ve Irak Anayasası, Irak Hükümetine topraklarında terörist faaliyetlere müsamaha etmeme yükümlülüğü getirmektedir.Oysa Irak Hükümeti de, Barzani de PKK’nın Irak topraklarını terk etmesini sağlayamamış ve özellikle
son yıllarda bu yolda hiçbir çaba göstermedikleri gibi; Türkiye’nin müdahalesini de engelleyici bir tavır içine olmuşlar, hatta Türk milletini rencide edici beyanlarda bulunmuşlardır.

Başbakanın şimdiye dek “Kuzey Irak Yerel Yönetimi” deyimini kullanırken şimdi “Kürdistan” dan söz etmesi bu bölgenin adım adım bağımsız bir devlete dönüştürülmesi çabalarına Türkiye’nin de destek olabileceği, hiç değilse
karşı çıkmayacağı izlenimi uyandırmıştır.

Barzani’nin Diyarbakır’a askeri üniformaya gelmesi dikkatlerden kaçmamıştır.
Bu kıyafet, O’nun bağımsız bir silahlı kuvvetin komutanı olduğunun simgesinin göstergesidir. Kendisinin daha önce Türkiye’ye birçok kez sivil giysiyle geldiği bilinmektedir. Diyarbakır’daki görüşmeye katılan bir ses sanatçısının da
askeri giysiye benzer bir giysiyle geldiği de göze çarpmıştır.

Eğer basının yazdığı gibi Barzani’nin toplu nikah töreninde hediye vermek üzere
üç bavul dolusu altını Türkiye’ye getirdiği doğruysa, bu da uluslararası alanda örneği pek görülmeyen ve yasalarımıza göre geçerliliği tartışmalı bir durum yaratmıştır.
Başbakanın “çözüm süreci” olarak adlandırdığı gelişme, bütün sakıncaları bir yana, Türkiye’nin bir iç sorunudur. Böyle bir konuda Barzani’den destek istenmesi
O’nu Türkiye’nin bir iç sorununa karışmaya davet etme anlamı taşır ve bu açıdan
son derecede sakıncalıdır.

Bütün bunlardan daha vahimi, Barzani’nin ziyaretinden birkaç gün önce
Atatürk’ün Diyarbakır’daki “Ne mutlu Türküm Diyene” sözlerini içeren
bir tabelanın kaldırılması
dır.

Bunu Barzani’ye hoş görünmek için ulusal değerlerimizden vazgeçebileceğimiz şeklinde yorumlayan vatandaşlarımızın ulusal duyguları incitmiştir.

  • Ülkemizin ulusal bütünlüğünü zedelemek isteyenleri memnun etmeye çalışanlar, Halkımızın ezici çoğunluğunun temel değerlerini feda etmek
    hakkına sahip değildirler.
  • Bu gelişmeler karşısında sessiz kalan muhalefet partileri de Hükümetin
    tarih karşısındaki sorumluluğunu paylaşmış olacaklardır.

‘ABD şantaj yapıyor’


‘ABD şantaj yapıyor’

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov,

BM’den Suriye aleyhinde karar çıkartmak için baskı uygulandığını söyledi.

Rus_Disisleri_Bakani_Sergei_Lavrov Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’yi,
BM Güvenlik Konseyi’nden, Suriye’ye silahlı müdahale kararı çıkartmak için kendilerine şantaj yapmakla suçladı.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’nin kendilerine Birleşmiş Miletler (BM) Güvenlik Konseyi’nden Suriye rejimi aleyhinde karar çıkartmak için “şantaj” yaptığını söyledi.

Lavrov, Amerikalı ortaklarımız bize şantaj yapmaya başladı.” diyerek ABD’nin,
BM Güvenlik Konseyi’nde silahlı müdahaleye izin veren 7. maddenin uygulanmasını öngören kararı desteklemezlerse, Suriye’nin kimyasal silahlarını uluslararası denetime bırakmasıyla ilgili anlaşma uyarınca Kimyasal Silahların Önlenmesi Örgütü (OPCW) ile işbirliğine son verme tehdidinde bulunduklarını belirtti.

Şam yönetimini devirme düşüncesinin Batılı ülkeleri “kör ettiğini”, Batı’nın ideolojik bir misyon güttüğünü söyleyen Lavrov, OPCW’nin “karar aşamasında” olduğunu,
ancak sürecin “Batılı ortakların küstah tutumu” yüzünden tehdit altında olduğunu vurguladı.

Rusya Dışişleri Bakanı, “Bütün söyledikleri Beşşar Esad’ın gitmesi gerektiği.
Sadece kendi üstünlüklerini kanıtlamakla ilgililer” 
diye konuştu. Lavrov, Suriye’de kimyasal silahların bulunduğu bölgelerde çalışacak uzmanların güvenliğini sağlamak için asker göndermeye hazır olduklarını, ancak çok sayıda asker göndermenin gerekli olmadığını, gözlemcilerin yeterli olacağını da belirtti.

Esad’ın kimyasal silahların imha edilmesi programının bir milyar dolara mal olacağı yolundaki açıklamasına da değinen Lavrov, programın maliyetinin çok daha düşük olduğunu söyledi. Rus medyası ise ABD ve ortaklarının, Suriye’deki kimyasal silahların imhasının Rusya tarafından yapılmasını istediğini, ancak Türkiye’nin kimyasal silah yüklü gemilerin boğazdan geçmesini yasaklayabileceğini yazıyor.

Suriye’nin başkenti Şam’da ise Rusya Büyükelçiliği havan topuyla vuruldu.
Havan topu mermesinin elçiliğin içine düştüğü, 3 kişinin yaralandığı öğrenildi.

Gül: Birinci derece tehdit BM Genel Kurul toplantıları için New York’ta bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Suriye’deki gelişmeleri değerlendirdi. Gül, Suriye sınırındaki bölgelere yerleşen radikal grupların Türkiye’nin en büyük kaygılarından biri olduğunu vurgulayarak, “Bizim için bu büyük bir güvenlik tehdididir. Bu birinci derecede bizi ilgilendirir.” dedi. (Cumhuriyet, 23.9.13)

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)

Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı iddiası üzerinde düşünceler

Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı iddiası üzerinde düşünceler

onur_oymen

Onur ÖYMEN

Suriye’deki silahlı muhalefet grupları Esad yönetiiminin 21 Ağustos günü Şam’ın bazı bölgelerine yönelik saldırılarında kimyasal silah kullandıldığını iddia ettiler.

Onlar bu saldırıda 500 ile 1300 kişinin öldürüldüğünü ileri sürüyorlar.

Suriye yönetimi bu iddiayı yalanladı.

Rusya ve İran da Suriye’nin ifadelerini destekleyecek doğrultuda açıklamalarda bulundu.

Hiç kuşkusuz eğer Suriye’de kimyasal silahlar kullanıldıysa bunun şiddetle kınanması ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası toplumun buna karşı en etkili önlemi alması gereklidir.

Bu son olayda yüzlerce kişinin ölümüne neden olanlar saptanmalı ve en ağır biçimde cezalandırılmalıdır.

Uluslararası Kimyasal Silahların Yasaklanması Sözleşmesini şimdiye dek 189 ülke imzalayıp onaylamıştır.

Bu yılın Ocak ayına dek dünyadaki bütün kimyasal silah stoklarının % 78’i imha edilmiştir. Suriye, sözleşmeyi imzalamayan beş ülkeden biridir. Diğerleri Angola, Mısır, Kuzey Kore ve Güney Sudandır.

İsrail ve Mynmar bu sözleşmeyi imzalamış ama henüz onaylamamıştır.

Suriye hükümetinin sözcüsü geçen yıl yaptığı bir açıklamada ülkesinin kimyasal silahları silahlı ayaklanmacılara karşı değil, dışarıdan askeri müdahaleye kalkışacak ülkelere karşı kullanacağını söylemişti.

Amerika Suriye’nin kimyasal silah kullanmasının “kırmızı çizgilerini” oluşturduğunu, böyle bir durumda askeri müdahalede bulunabileceğini açıklamış, ancak daha sonra “sistematik kullanımı halinde” diyerek tutumunu bir ölçüde yumuşatmıştı. ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Dempsey birkaç gün önce Amerika’nın Suriye’ye askeri müdahalede bulunmasına taraftar olmadığını Kongre üyelerine gönderdiği bir raporda belirtmişti. Fransa ise bu kez kimyasal silah kullanıldığı kanıtlanırsa askeri müdahaleye başvurulabileceğini söylemiştir.

Öbür yandan Suriye’li karşıt grupların elinde de kimyasal silah bulunduğu iddiası bir süreden beri dile getirilmektedir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları yetkililerinden İsviçreli Carla del Ponte, muhaliflerin elinde bu silahlardan bulunduğuna ilişkin elinde bilgiler olduğunu açıklamıştı. Rusya’nın da aynı yönde beyanları var.
2 Haziran 2013 tarihli Türk basınında, Suriye sınırına yakın bir ilimizde göz altına alınan Suriye’li muhaliflerin kaldıkları evde Sarin gazı bulunduğu yazılmıştı.

Suriye’de kimyasal silah kullanıldığını iddialarını araştırmak üzere Birleşmiş Milletler bu son olaydan iki gün önce Şam’a 10 kişilik bir uzman grubu yollamıştı. BM’in Saddam Hüseyin zamanında Irak’la ilgili benzeri iddiaları araştırmkla görevli ekibinin başkanı Rolf Ekeus, Suriye muhalefetinin iddialarıyla ilgili olarak kuşkularının bulunduğunu, bir BM heyetinin Şam’da bulunduğu sırada Suriye Hükümetinin bu silahları kullanmış olabileceğini sanmadığını söylemiştir. BBC’nin güvenlik uzmanı Frank Gardner de aynı gerekçeyle kuşkuları olduğunu belirmiştir. BM Güvenlik Konseyi dile getirilen bu ciddi iddiaların araştırılması gerektiği yolunda bir açıklama yapmıştır.

En büyük tepki Türk Hükümetinden gelmiştir.

İddialar çok ciddidir ve mutlaka araştırılması gerekir. BM uzmanlarının Suriye’de olması böyle bir araştırmanın hızla yapılmasına olanak verecektir. Ancak böyle bir araştırma yapılmadan ve bu silahlar kullanıldıysa kimin tarafından kullanıldığı belirlenmeden kesin bir hükme varmak ve eyleme geçmek bence isabetli değildir.

Ayrıca,

    uluslararası toplum

, Kimyasal Silahların Yasaklanması Sözleşmesini imzalamayan veya onaylamayan, mevcut stoklarını henüz imha etmeyen bütün ülkelere karşı da güçlü bir tepki göstermelidir.

Kimyasal silahlar gibi kitle imha silahlarını kullanmak bir insanlık suçudur.

O nedenle bu silahları ellerinde bulunduranlara karşı sessiz kalan ülkler de bu konuda büyük sorumluluk altındadır. Türkiye eğer dış politikada aktif olmak istiyorsa, üçü bizim bölgemizde olan bu ülkelere karşı
bu yolda güçlü bir çağrıda bulunmalıdır.

Saygılar, sevgiler.
22.8.13

Onur Öymen

Kıbrıs : Üyenin Gözlemcisi..

Dostlar,

KIBRIS ulusal davamız…

Sahipsiz kalmasın, gözden kaçmasın gündem oyunları ile..

Kıbrıs Girit Olmasın

 

Kıbrıs Türk Kültür Derneği Başkanı dostumuz Sn. Ahmet Göksan‘a teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile.
26.7.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

 

ARA SIRA : ÜYENİN GÖZLEMCİSİ

ahmet_goksan_portresi

 

Ahmet GÖKSAN
Kıbrıs Türk Kültür Derneği Bşk.

kibristkd@gmail.com

 

 

  • “Her şeyden evvel şu kadarını kati olarak her Türk vatandaşı kafasına kazımalıdır ki Rum vatandaşlarımızın siyaseti, kiliselerin çizdiği propagandanın tatbikinden başka bir şey değildir. Dün o kadar cesaretle tatbik edemedikleri siyasetlerini bugün daha açık, daha pervasız bir surette yürütmeye uğraşıyorlar.”  1946, Dr. Fazıl KÜÇÜK

            Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 39. yılı nedeniyle Rum ve Yunan siyasetçilerin ağızlarından kin ve nefret kokan konuşmalarını duymuş olmayı, insanım diyenlere karşı işlenmiş bir suç olarak gördüğümüzü kaydediyoruz. Yunanistan Boşbakanı affedersiniz Başbakanı Bay Andonis Samaras; 1974 yazında Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin, neden modern Yunan tarihinde en büyük trajedi olduğunu söylüyor. Şimdiki Yunanların modern Yunan tarihi içinde yerlerinin olmadığını tarihçiler
kabul etmektedirler. Bay Andonis, 20 Temmuz’un her şeyden önce hayatlarını kahramanca feda edenleri, öldürülenleri ve kayıpları anma günü olduğunu söylüyor.

            Öncelikle Bay Başbakanın ne kadar boş konuştuğunu kabul etmek durumundayız. 21 Mart 1979 gün ve 2659/79 sayılı dosyaya bir kez daha bakmasını önermek istiyoruz. Yunanistan Yüksek Mahkemesi verdiği tarihi kararda,
Türkiye’nin Ada’ya müdahalesinin uluslararası anlaşmalara uygun ve yasal olduğunu belirtiyordu. Suçlu olanın da albaylar cuntası yani o günkü hükümet edenlerin olduğuna karar veriyordu. Bu gerçekleri bilmemesi olanaksızdır. Çünkü devletin arşivleri elindedir.

            Bay Başbakan adadaki uyuşmazlığın çözümünün “BM kararları ve AB müktesebatı çerçevesinde bir çözümü var gücümüzle destekliyoruz. Demokratik, Avrupa değerleri doğrultusunda, Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığına son verecek, adayı yeniden birleştirecek, işlevsel ve yaşayabilir bir çözümün” olanaklı olacağını söylüyor. Ada’da çözümden yana olduğunu yukarıdaki gerekçelere dayandırmak
en hafif söylemle savaş suçu işleyenlerle birlikte olmak demektir. 15 Temmuz 1974 gününde gerçekleştirilen darbenin yasa dışı yollardan uluslararası anlaşmalara aykırı olarak Ada’ya sokulan Yunan askerlerince yapıldığı biliniyor. Bu darbeyi yapanları savaş suçunun dışında bir başka tanımla değerlendirenler varsa beri gelebilirler. Aradan geçen uzun süreye karşın 15-20 Temmuz 1974 günleri arasında birbirlerini öldürenleri “kayıp kişiler” olarak tanımlamak ise ayrı bir aymazlıktır.

            Maraş konusu bütünlüklü bir çözümün parçası olmasına karşın sıklıkla gündemde tutulmak isteniyor. Çözüme ilişkin görüşmelere başlamanın bir koşulu olarak ortalık yerlere bırakılmasını iyi niyetten yoksun bir davranış olarak okumak gerekiyor. Bunun ötesinde görüşmeci düzeyinin düşürülmesini de benzer bir yaklaşım olarak görüyoruz. Bununla yetinmeyenlerin çözüm konusunda en son sözün Kilisenin güdümündeki Ulusal Konsey tarafından söyleneceğinin duyurulmasını da çok yüzlülük olarak kaydediyoruz.

            Önümüzdeki Ekim ayından itibaren görüşmelerin başlayıp başlamayacağının tartışması yapılıyor. Görüşmeleri son şans olarak değerlendirmeyi doğru bulmadığımızı kaydetmek istiyoruz. Yaşamın devam ettiği sürede son şans diye bir yaklaşımın olmaması gerekiyor. Kişilerin yaşamları bir anlamda devletlerin de yaşamlarına koşuttur. Bu koşullarda kuşkularla başlanacak görüşmelerden de
bir sonuç alınamayacaktır.

            BM Genel Yazmanı’nın Kıbrıs Özel Temsilcisi Bayan Lisa Butterheim görüşmelerle ilgili olarak umutlu konuşuyor. Çünkü tuzu kuru. Diğer yandan tuzu kokutanlar da ekonomik kriz içinde olduklarına vurgu yapıyorlar. “Bu nedenle müzakerelerin önümüzdeki sonbaharda baskı altında yeniden başlayamayacağını” söylüyorlar. Bu açıklamalara karşın en önde giden Bay Nikos Anastasiyadis ise “müzakereler ancak somut sonuçlar verecek koşullar sağlanırsa başlayabilir” diyor.

            Bu gelişmeler ve söylemler karşısında doğru oturup doğruları konuşmak durumundayız. Barak Obama, ülkesinin BM gözetiminde Kıbrıs’ın yeniden birleştirilip iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyonun oluşturulması çabalarını desteklemeye devam edeceklerini söylüyor. Devamında da “Kıbrıs’ta bölünme daha fazla devam edemez.” diyor.

            Yarım asra yaklaşan süreçte yukarıdaki tanımlar sürekli olarak yapıldı. Gelinen nokta ortalık yerlerde sürünüyor. Arpanın boyu kadar bile yol alınamazken BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 541 ve 550 sayılı kararlarının yok sayılması için Birleşik Amerika Devletleri’nin öncülük etmesini ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Filistin Devleti gibi “gözlemci üye” düzeyinde tanınmasının sağlaması gerekiyor mu ne…

SEVGİ ile kalınız.
26 Temmuz 2013, Ankara

Kıbrıs Mutlu Barış Harekatı’nın 39. Yılı..


Dostlar
,

Bu gün, 20 Temmuz 2013, 20 Temmuz 1974’te başlatılan Kıbrıs Mutlu Barış Harekatı‘nın 39. yılı.. Rahmetli Başbakan Ecevit’i bu yiğit kararından dolayı ne denli kutlasak ve şükranla ansak azdır. Bu sınırlı askeri harekat, Kıbrıs’ta Başpiskopos Makarios buyruğuyla başlatılan Türk soykırımını durdurmuştur. İkiyüzlü Batı
tüm bunları görmezden gelmekte, Ada’da daha sonra (1984) ilan edilen KKTC adlı
Türk devletini tanımamakta, kendi kanlı ellerini – tarihini gözden saklayarak örneğin Türkiye’den olmadık bir Ermeni soykırımının hesabını sormaya kalkışmaktadır! (Bkz. http://ahmetsaltik.net/ermeni-soykirimi-emperyalist-iftira/, 21.5.13) Bu sorun hazin ve uzun bir öyküdür, duygusallıkla değil, bilgi birikimi ve ustalıklı bir yurtsever diplomasi ile çözülebilir.

Aşağıda, Kıbrıs konularında uzman, değerli dostumuz, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Başkanı Sayın Ahmet Göksan’ın yazısını paylaşmak istiyoruz. Bu başarı da çoook  emeği olan Kıbrıslı mücahit kardeşlerimizi, TMT’nı, Başbakan Ecevit ve Yardımcısı Necmettin Erbakan’ı, TSK ve şehit – gazilerimizi ödenmez bir borç ile saygı ile selamlıyoruz. Kıbrıslı soydaşlarımızın yaşam hakkı ve bağımsız devlet olma hakları sonuna dek korunmalı ve uygar (!?) dünyaca da artık tanınmalıdır. Bu konuda geçtiğimiz yıl sitemizde yayımlanan makalemize bakılmasını öneririz :

  • 20 TEMMUZ 1974 – 20 TEMMUZ 2012.. 38 YIL SONRA KIBRIS MUTLU BARIŞ HAREKATI..

(http://ahmetsaltik.net/20-temmuz-1974-20-temmuz-2012-38-yil-sonra-kibris-mutlu-baris-harekati/) Sevgi ve saygı ile. 20.7.2013, Ankara Dr. Ahmet Saltık www.ahmetsaltik.net =============================

Gerçeğin Bazıları

ahmet_goksan_portresi
Ahmet GÖKSAN Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı
  • “İnsanlık tarihine yüz karası olarak geçen ve ebediyen o sayfaları kirletecek olan Yunanlıların hareketine karşılık Türkiye’nin Kıbrıs Harekâtı, bir insanlık ödevidir de. Demokrasiyi prensip edinen ülkelerde esaretin yok edilmesini savunan ülkelerin, Türkiye’nin bu tutumunu desteklemesi, Kıbrıs konusunda haklı ve haksız tarafı meydana çıkarmıştır”. (1974) Dr. Fazıl Küçük

Dr. Fazıl Küçük   { Meslektaşımız, borcu ödenmez Kıbrıs davası kahramanı Dr. Fazıl Küçük‘ün fotoğrafı tarafımızdan eklenmiştir (Dr. A. Saltık) }   Kıbrıs Barış Harekâtı’nın üzerinden 39 yıl geçti. Aradan geçen bu süreçte köprülerin altından akan suların kuruma noktasına geldiğini kaydetmek istiyoruz. Adadaki uyuşmazlığın temel nedenlerini görmezden gelenler yaşananları sorun olarak dünya kamuoyuna sunuyorlar. Dünya haritası üzerinde Kıbrıs adasının yerini bile gösteremeyenler de kelimenin tam karşılığı olarak bodoslama dalarak Rumların haklı olduğunu söylüyorlar. Rumlar, Kıbrıs’ta yaşanan uyuşmazlığı 20 Temmuz 1974 gününden itibaren başlatıyorlar. Türk Silahlı Kuvvetlerinin adayı istila etmesi olarak sunmayı da ne yazık ki başardılar.

Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştiren Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakkı olduğu biliniyor. Konuya ilişkin olarak 1974 Ekim ve Kasım aylarında Avrupa Konseyi ve NATO Konseyi’nin ayrı ayrı aldıkları kararların aynı doğrultuda olduğunun unutulmaması gerekiyor. Bu gerçek kısa sürede unutulmuş veya unutturulmuştur. Elde edilen başarılar sonrasında Türkiye’nin iç siyasetini o günlerde yönlendiren siyasetçiler iç politik hesaplaşmaya girerek karşı tarafa haklılık kazandırmışlardır. Tarihe 1. Barış Harekâtı olarak geçen müdahale sonrasında Cenevre’de başlatılan görüşmelerde olumlu bir sonuca ulaşılamadı. Rumlarla Yunanlar harekât sonrasında oluşan sorunu çözmek bir yana oyalama taktiklerini ortalık yerlere bırakıyorlardı. Sürdürülen 2. Cenevre görüşmelerinde “iki bölgeli sınırları güvence altına alınmış” otonom iki yapının oluşturulması kabul ediliyordu. Alınan bu ilke kararına yukarıda adı geçen unsurlar karşı çıktılar. Sonrasında tarihe not olarak düşülen “Ayşe’de tatile çıkıyordu”.Bu noktada doğru oturup doğruları konuşmak durumundayız. 20 Temmuz 1974 gününde adaya çıkmayı başaran Türk Silahlı Kuvvetleri dar bir bölgede sıkışıp kalmıştı. Her an bir hava saldırısına uğrayıp ağır kayıplar verebilirlerdi. Bu durum olayın bir yanı idi. Öbür yanda ise kuşatma altına alınan Atlılar ve Muratağa köyleri ile şu anda adanın güneyinde bulunan Taşkent köylerinde etnik temizlik yapılmış olması idi. Herkes tarafından bilinen bu gerçekler karşısında 14 Ağustos 1974 gününde 2. Barış Harekâtı gerçekleştirildi. Yapılan bu harekât’ın da uluslararası hukuk kurallarına uygun olduğunu yineleyerek kaydetmek istiyoruz. Rumlarla Yunanlıların “istila” harekâtı diye dünyaya sundukları olayın özü budur. Çünkü adada Türklerin egemen olacağı bir bölgenin kurulmasını istemiyorlar. Bu tezlerini gizleyerek uyguladıkları politikalarla da dünya kamuoyunu etkiliyorlar.Bunlara karşın uluslararası toplum aldığı kararlarla iki bölgeli yapının sınırlarını ve oluşturulan ara bölgeyi güvence altına alıyordu. Uluslararası toplum gelinen bu aşamadan sonra kuzeyde kalan Rumlarla güneyde kalan Türklerin kendilerine ait olan güvenli bölgelere taşınması görüşmelerini Viyana’da başlattı. Yapılan çetin görüşmelerden sonra 1975 Ağustos ayından başlayarak Türkler kuzeye, Rumlar da güneye gönderildiler. Bu uygulama, sonrasında uluslararası toplumun da kabul ettiği iki bölgeli yapının oluşturulmasını sağlamıştır. İki bölgeli yapılar “Kuzey’de Otonom Türk Yönetimi ve güneyde ise Otonom Rum Yönetimi” olarak tanımlanıyordu. Nüfus değişimi öncesinde yapılan görüşmelerle oluşturulan yönetimlerin federal bir yapıya dönüştürülmesi de ilke olarak kabul ediliyordu. Rumların uzlaşmazlıklarının süreklilik kazanmaya başladığı noktada ise Kıbrıs Türkleri yine uzlaşma kapılarını açık bırakarak Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni 13 Şubat 1975 gününde kurdular. İki bölgeli sınırları güvence altına alınması ilkesine uygun olan bir yapının oluşturulması için uzun süre beklendi. Beklentinin boşa çıkması üzerine de 15 Kasım 1983 gününde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Federal yapının oluşması ve kalıcı olmasının sağlanması için 1977 yılında Denktaş-Makarios, Makarios’un ölmesi üzerine 1979 yılında da Denktaş-Kipriyanu görüşmeleri yapıldı. Görüşmelerde iki bölgeli yapının kalıcılığının korunması kararları bir kez daha kayıt altına alınmıştır. Yapılan doruk görüşmeleri ve Makarios’un ölümü üzerine Rumlar kısa süreli boşluk yaşadılar. Kısa sürede bir araya gelen Rum yöneticiler uyuşmazlığın devam etmesi için her türlü yöntemi uygulama kararı aldılar. Rumlar Uluslararası hukuk kuralları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmalarını paspas gibi çiğneyerek 1994 yılında AB’ne üyelik başvurusunu yaptılar. Garantör ülke olan Türkiye’nin bu başvuru karşısında yeterli direnci gösteremediğinin bilinmesini istiyoruz. Başvuru gerekçelerini ise Yunanistan’ın AB ile ilişkilerden Sorunlu Bakanı Yannos Kranidiotis ile mendil büyüklüğündeki ülkenin o dönemdeki önde gideni olan Glafkos Klerides; “Kıbrıs’ın tam üyeliğini, sorunun çözümü için altın bir fırsat” olarak nitelendiriyorlardı. Konuya ilişkin olarak yaptıkları açıklamalarında “Türkler şimdiye kadar görmedikleri oranda zenginleşecekler. Zira hem AB yardımları hem de bizim zenginliğimiz Türk bölgesine akacak. Ambargo kalkacak” savını öne sürüyorlardı. Uluslararası hiçbir kuruluşun onayı olmadan uyguladıkları ambargoları bir anda kaldırabileceklerini söylüyor olmalarının da inandırıcılıktan uzak olduğunu yaşayıp görüyoruz. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı kararları ile uyguladıkları yasadışı ambargolara yasal bir kılıf uydurma çabaları da beklenen yasallığı sağlayamamıştır. Uluslararası hukukçu olan (İngiliz), aynı zamanda Londra Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Maurice H. Mendelson, Rumların AB’ne yaptıkları başvurunun geçersiz olduğunu hazırladığı raporunda belirtiyordu. Rapor Türkiye’nin isteği üzerine 25 Temmuz 1997 gününde A/51/951- 5/1997/585 simgeli BM belgesi olarak dağıtılmıştır. Raporda yapılan başvurunun 1960 Garanti Anlaşması ve yazım sürecini 1960 Kıbrıs Anayasası ve 1960 Kuruluş Anlaşması ile birlikte değerlendiriliyor. Özellikle Garanti Anlaşmasının I ve II. maddelerine dikkat çekiyor. I. maddede özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti, “herhangi bir devletle hiçbir şekilde kısmen veya bir bütün olarak siyasi ve ekonomik işbirliğine giremeyeceğini taahhüt eder. Doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirmeyi teşvik etmesi muhtemel her türlü faaliyeti yasaklar.” hükmünü öngörmektedir. Aradan geçen 39 yıllık süreçte yaşananlar yalnızca bunlarla sınırlı değildir. BM genel yazmanı Butros Gali tarafından hazırlanan ve kendi ismi ile anılan “Gali Fikirler Dizisi” de çözüme yönelik önerileri içeriyordu. 1991 yılında yapılan uzun görüşmeler sonrasında 100 maddelik öneriler dizisi Rum liderliği tarafından kabul edilmemiştir. Liderliğin halkın oyuna başvurmadan önerilerini reddetmesi sonrasında yapılan çalışmalarla Annan’ın Planı ortalık yerlere çıkarıldı. Kıbrıs Türklerinin kısa sürede adadan ayrılmalarına neden olacak maddeler içermesine karşın adı geçen plana Kıbrıs Türkleri evet demiştir. Rumların ise hayır dediklerinin bilindiğini yinelemek istiyoruz. AB’ne tam üyeliklerinin gerçekleşmesi sonrasında Rumlar, bütün uzlaşma yollarına mayınlar döşeyerek çözümden yana olmadıklarını ısrarla sürdürüyorlar. Adanın çevresinde uluslararası alanda ilan ettikleri Münhasır Ekonomik Bölgelerle egemenliklerini bir anlamda pekiştirmeye çalışıyorlar. İsrail’le bu konuda imzaladıkları anlaşma ile de yeni bir anlaşmazlığın kapısını araladılar. İsrail’in kendine yakın bölgede bulduğu doğalgazla adı geçen bölgede bulunan doğalgazı da gerekçe göstererek kendi egemenliğini bütün bölgeye yayabileceğinin de bilinmesini istiyoruz. Mendil büyüklüğündeki ülkeyi yönetenler sıklıkla Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan ayrılmasını istediklerini yineliyorlar. Oğlunu 15 Temmuz 1974 tarihindeki Yunan Askeri Darbesi sırasında yitiren Yunan baba, başlattığı hukuk mücadelesini 21 Mart 1979 günü kazanmıştır. Yunanistan Yüksek Mahkemesi 2659/79 sayılı anılan günlü kararında; “ Türk Silahlı Kuvvetlerinin adaya yaptığı müdahalesinin doğru ve yerinde bularak uluslararası hukuk kurallarına ve anlaşmalara uygun olduğunu, suçlu olanın da Yunan Cuntası olduğu” kararını onaylıyordu. Böylece alınan karar kesinlik kazanıyordu. Ne yazık ki bizlerin bu kararı uluslararası alanda yeterince değerlendirdiğimizi söyleyemiyoruz. Benzer doğrultuda olabilecek başka karar 02 Nisan 2013 gününde alındı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin kararında güneydeki Rum yönetiminin verdiği bütün tapuların geçersiz olduğuna hükmediyordu. Yaşamsal önemde gördüğümüz bu kararı doğru okuyup doğru değerlendirmemiz gerekiyor. Alınan bu karardan sonra BM Güvenlik Konseyi’nin 1983 yılında aldığı 541 ve 550 sayılı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınmamasına ilişkin kararlarının kaldırılmasının veya yumuşatılmasının yolunu açacağını, bunun ötesinde haksız yere uygulanan ambargoların da sonlandırılmasının zeminini de oluşturabileceğini ummak istiyoruz. Bu konularda elbirliği ile ortak çalışmaları yapmamız gerekiyor..