Etiket arşivi: atatürk

TÜRKLERDEN GİZLENEN “GERÇEK OSMANLI” TARİHİ

TÜRKLERDEN GİZLENEN
GERÇEK OSMANLI” TARİHİ

Güzide Filiz TUZCU
Tarihçi, 01.06.2019

Dostlar,
Sitemizin değerli yazarlarından Tarihçi Sayın Güzide Filiz Tuzcu, epey emek harcayarak kapsamlı bir dosya oluşturdu. Konu, başlıktaki gibi.. Günümüzde hortlatılmaya çalışılan Osmanlı hayranlığı / Yeni Osmanlıcılık ne denli temelsiz, yanlış, yer yer utandırıcı, günümüzde Batılılarca bize bedel ödetilen… bir tarih.. Bilgisizlik insanları ve toplumları yıkıma dek sürükleyebiliyor. 1999’da biz, Sn. Hulki Cevizoğlu’nun o yıllarda çok yeni başlattığı Cevizkabuğu programına birkaç kez konuk olmuş ve Sn. Tuzcu’nun bu makalesinde belirttiği pek çok çarpıcı gerçeği dile getirmiştik.
(youtube’da bulunarak izlenebilir.; örneğin https://www.youtube.com/watch?v=aWaeiSMb5PA..) “Türk” kardeşlerimizden çooook tepkiler almıştık, “Sende Rum’luk var mı??”  diye soranlar olmuştu. Oysa Run’luk da, Rus’luk da, Sırp’lık da….. Osmanlı’ da vardı; Türkleri acımasızca aşağılamış ve keyfi fetihlerde kırdırmıştı Osmanlı. Büyük Atatürk de bu yakıcı gerçeği dile getirmiş ve Türk köylüsüne af dileme borcumuz olduğunu vurgulamıştı.. Bu gerçekleri aktarmak Türk kardeşlerimizi rahatsız ediyordu çünkü beyinleri tersine bilgilerle, “ulusalcı” olmayan bir resmi tarih teziyle yıkanmıştı!

Tarihçi Sn. Tuzcu‘nun makalesi, dipnotları ve varsıl bir kaynakça ile beslenen dolu dolu 20 sayfa dolayında, dolayısıyla tümünü bu ekranda veremiyoruz. Giriş, gelişme ve sonuçtan kapsamlı bölümler aktarıyor, tüm dosyayı pdf  olarak ekliyoruz (erişke yazının sonunda). Okurlarımızın bu önemli pdf dosyasını (326 KB) indirmeleri, okumaları, arşivlemeleri, paylaşmaları, tarihsel gerçekleri namuslu uzmanlardan öğrenme adına değerlidir, hatta ödevdir. Sayın Tuzcu’ya çok teşekkür borçluyuz..

Dr. Ahmet SALTIK, 02.06.2019
===================================

Giriş…

Tarih ana bilim dalında lisansüstü (Yüksek Lisans ve Doktora) eğitimim sürecinde ve sonrasında yaptığım bağımsız akademik araştırma ve çalışmalarımda Türklerle ilgili bilinmeyen ve bilinmesi de istenmeyen pek çok önemli husus dikkatimi çekmiştir: Bunlardan ilk ikisini özellikle vurgulamak istiyorum: İlki, 1938 sonrası Türkiye’sinde TARİH alanındaki bilimsel araştırmalar, arkeolojik kazılar ve çalışmalar –Atatürk Döneminde olduğu gibi- maddi ve manevi boyutta devletçe korunarak desteklenmemiştir! Ayrıca Tarih İlminin “bağımsız, özgür ve tarafsız faaliyet göstermesine” de izin verilmemiştir! Çünkü 11 Kasım 1938’den bu yana T.C. Devletinde iktidara gelen siyasiler, Türk Milletine, milletin temsil edildiği TBMM’de “Atatürk İlkelerine, Devrimlerine ve Milli Politikalarına bağlı kalacaklarına ilişkin” söz verip, yemin ettikleri halde, bu yeminlerine sadık kalmamışlardır! Böylece Türk Milletinin tam bağımsızlığınıözgür yaşamını, güvenliğini, bilimin temel alındığı çağdaş eğitimini, gelişimini, kalkınmasını ve en ileri uygarlık düzeyine ulaşabilmesini olanaklı kılacak olan, Büyük Atatürk tarafından salt bu amaçla oluşturulan MİLLİ POLİTİKALAR ve MİLLİ EĞİTİM”, iktidara gelen siyasilerce terk edilmiştir!

Türk Milletine hizmetle yükümlü iktidar üyeleri, millete verdikleri sözü ve milletin taleplerini dikkate nazara almaksızın, sadece kendi şahsi tercihleri nedeniyle – daha kısa bir süre önce (1. Dünya Savaşı ve sonrası süreçte) uluslararası hak ve hukuku ve yapılan ateşkes antlaşmasını bir tarafa atarak, Türk Yurdunu bir baştan bir başa işgal eden, Türklere, kendi vatanlarında yaşam hakkı tanımayarak, her türlü saldırı ve zulmü Türklere reva gören, Türklerin vatanlarını yakıp, yıkan, talan eden ve binlerce yıllık Türk Yurdunu parçalayıp gayrimüslim azınlıklara peşkeş çekmeye ve Türkleri de Anadolu’dan tamamen atmaya azmetmiş olanemperyalist batıya yeniden yaklaşmışlar, ezeli Türk karşıtı bu yabancılara bağımsızlığımızı tehlikeye atan tavizler vermişler ve Türkiye’nin iç hukukunu, ne yazık ki Batıya bağlamışlardır![1] Böylece tam bağımsızlığımıza ağır darbeler indiren üçlü ve ikili antlaşmalarla Türk Milletinin ve Türkiye’nin kalkınması için gerekli Milli Politikalar rafa kaldırılarak, Türk Milletinin aydınlık geleceği mahvedilmiştir! Söz konusu bu gayri-milli siyasetten “Milli Eğitimimiz” de elbette ki payına düşeni almıştır ve ulusal olmaktan çıkartılarak, ABD’nin ellerine teslim edilmiştir! ABD’nin direktifiyle, dördü Türk, dördü Amerikalı ve son sözü söyleyecek olan başkanı da ABD elçisi olmak üzere bir Eğitim Komisyonu kurulmuştur, böylece sözde “danışman” adı altında (Amerikalılara ne danışılacaksa!), Milli Eğitim Bakanlığına Amerikalılar doldurulmuştur![2] Eğitim Komisyon’un devreye girmesiyle birlikte, Büyük Atatürk’ün büyük önem verdiği, “özgür tarih araştırmaları, bağımsız arkeolojik kazılar vs…” da rafa kaldırılmıştır; ayrıca Atatürk’ün öngördüğü ve yazdırdığı Tarih Ders Kitapları da terk edilmiştir![3] Böylece TARİHİN “bir milletin belleği olma işlevselliğine” de son verilmiştir! İşte Türk Milletinin bilmesi gereken ilk yaşamsal tarihi gerçek budur. Bu noktada Hz. Ali’nin yaşam rehberi niteliğinde, değerli bir uyarısını hatırlatmak isterim; “Bir insan önce gerçeği araştırıp, bulmalı ve öğrenmelidir (aslında bilimin hedefi de budur; olayların, veya kişilerin gerçeğini araştırıp, bulmak ve ortaya koymaktır); gerçeği öğrenmelidir ki, yalanları ve yanlışları fark edebilsin – görebilsin; eğer bir insan önce yalanları ve yanlışları öğrenirse, gerçeğe ulaşması – gerçeği görebilmesi hiç mümkün olmayabilir.” Bu sözlerin günümüz Türkiye’si için anlamı ve önemi çok büyüktür, çünkü toplumumuzda yalan söyleyenlere hemen inanılmakta, ancak bilimi esas alıp, gerçeği araştıran-bulan, cesaretle söyleyenlere kuşku ile bakılmaktadır! Üzgünüm ama böyle bir milletin ilerlemesine, kalkınmasına, ileri uygarlık düzeyine ulaşmasına olanak yoktur.
……………………..
……………………………..
…………………………………………….

TÜRK KARŞITLARINCA UYDURULAN SÖZDE OSMANLI TARİHİ
BİLİMİN REHBERLİĞİNDE YAZILAN “GERÇEK OSMANLI TARİHİ”
FARKI BİLMEK GEREK

Takdir edilir ki, aslında oldukça kapsamlı olan Gerçek Osmanlı Tarihinin (ki bu konuda ciltlerce kitaplar yazılabilir…) bir makaleye sığdırılması, elbette mümkün olmayacaktır. Ancak sözde tarih diye dayatılan Osmanlı propagandalarını, yani yalanları ve iftiraları bertaraf edebilmek adına, kısa ve akılda kalıcı bazı çarpıcı bilgiler vermek ve böylece Türklerin BELLEK kazanmasına katkıda bulunmak istiyorum. Bu katkıyı yapmanın bilimsel bir sorumluluk ve görev olduğu inancını taşımaktayım.
Bu noktada “Milli Tarihimiz tahrif edilmiştir (bozulmuştur – saptırılmıştır)… uyarısını yaparak, aslında bizlere bir cümlede çok şey anlatan ve böylece gerçek tarihimize ışık tutan değerli Tarih Hocamız Halil İnalcık ile başlamak, onu rahmet ve minnetle anmak istiyorum. Hocamız; “Orhan’ın oğlu 1. Murad’ın annesi Horafira Grek (Yunan/Rum) ve Hıristiyan’dı, bütün Osmanlı hanedanı Horofira’dan, yani bir Grek hatundan geliyor… 2. Mehmet’in (Fatih’in) annesi de (Sırp Kralının kızı Mara Despina), cariye ve Hıristiyan’dı…” diyerek, tarihi gerçekleri bir bilim insanı sorumluluğu ve yürekliliğiyle ortaya koymuş ve “Tarihçilerin Kutbu” unvanını da fazlasıyla hak etmiştir. [Tarihçilerin Kutbu – Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2005, s. 352, 459.]
O halde Türk Milletinin bilmesi gereken ilk tarihsel gerçek şudur: evet Osmanlı Devleti’ni Türkler kurmuştur, Türkler beslemiş ve yaşatmıştır ve 600 küsur yüzyıl ayakta tutmuşlardır. Ancak Osmanlı ailesine, saraya ve orduya doldurulan yabancı kökenli gayrimüslimler, zamanla devlet yönetimini tümüyle ele geçirmişler ve Türkleri devlet yönetiminden uzaklaştırmışlardır!        Yansız yabancı Osmanlı Tarihçileri de örneğin Franz Babinger de İnalcık Hocamızın saptamalarını doğrulamıştır (zaten aklın yolu birdir, bilimin / gerçeğin yolu da birdir) Franz Babainger;
2. Mehmet’in annesi yabancı bir gayrimüslimdir, annesinin babasının (yani Mehmet’in anne tarafından dedesinin) Türk olma olasılığı yoktur. Annesinin kimliği, tuhaf bir biçimde Osmanlılarca gizlenmek istenilmiştir!”[1] diye ifade etmiştir. Evet sadece 2. Mehmet’in değil, 1. Murat’tan başlayarak çoğunluk padişahların annesi Türk değildir, hatta Müslüman da değildir. Ancak Türklerin gözünü boyamak için onların hepsine birer takma ad verilmiştir ve onlar, Müslüman gibi gösterilmişlerdir! (Türkler, kendi dil, kültür ve soyunu titizlikle korumaya
dikkat etmeseler de ve bu yüzden pek büyük zararlar görseler de; yabancılar, Türkler gibi değildir; şöyle ki onlar, çocuklarını kendi soyuna göre, dil, kültür ve inancına göre yetiştirmeye büyük özen gösterirler; yabancı kökenli şehzade anneleri de, aynı özeni göstermişlerdir.)
Çeşitli tarih kaynaklarından edindiğim bilgiler ışığında 2. Mehmet (Fatih) üzerinde özellikle durmanın gerekli ve önemli olduğu kanaatindeyim: Çünkü onun devrine gelindiğinde, tüm önemli devlet görevleri artık yabancı kökenli gayrimüslimcilerce paylaşılmış ve “Türk karşıtlığı” da tepe noktasına ulaşmıştır. Sözde tarihçilerin canhıraş gizledikleri 2. Mehmet’in (Fatih) gerçek annesi Mara Despina’dır, o, Sırp Despot Kralı Kuraç Brankoviç’in kızıdır, hatta yabancı tarihçiler, anasının Grek tarafının, Sırp tarafından daha ağır bastığını, hem kocası 2. Murat devrinde, hem de oğlu 2. Mehmet devrinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda otoriter bir kraliçe olarak yetki ve güç sahibi olduğunu, hatta oğlu 2.Mehmet’in üzerinde son derece etkili, tek kadın olduğunda hemfikir olmuşlardır.[2] Bu da 2. Mehmet devrinin, Türklerin aleyhine neden tam bir kırılma noktası olduğunu açıklar niteliktedi.
Şöyle ki; 2. Mehmet’in Türklere neden karşı olduğunu[3], onları neden devlet yönetiminden tümüyle uzaklaştırdığını, Greklere neden olağanüstü ilgi ve sevgi gösterdiğini, çevresinde olan Greklerin sözüyle neden Türk Çandarlı Halil Paşa’yı katlettirdiğini, Grek patrikhanesini neden ihya ettiğini, patriğe, o güne kadar onun hiç sahip olmadığı geniş yetkileri neden verdiğini, en üst devlet görevlerine neden Grekleri ve Sırpları getirdiğini, ülkesinin en güzel – en verimli topraklarını neden Greklere bağışladığını ve neden “benim anam Mara Despina, Hıristiyan kadınların en yücesidir…” diye kendi el yazsıyla ferman yazdığını vs…
açıklar niteliktedir…[4]
—————————
……………………………………………
…………………………………………………………
2. Mehmet’in hem kadın haremi hem de erkek haremi olduğunun ifade edilmiş olması da oldukça dikkat çekicidir! 2. Mehmet, beğendiği devşirmelere, Türklerin Balkan topraklarında ülke hükümdarlıkları bahşettiğine de dikkat çekilmiştir. Örneğin Sırp Eflâk hükümdarının iki oğlu, 3. Vlad ve kardeşi Radu; söz konusu bu iki kardeşin genç yaşlarda babaları tarafından rehin olarak Osmanlı sarayına getirilmesi istenmiş ve onlar, sarayda uzun yıllar zoraki tutulmuşlardır.[1] Sırp kardeşlerden Radu’ya (tarihi kaynaklara Yakışıklı Radu olarak geçmiştir) büyük ilgi duyan 2. Mehmet’in onu yanından hiç ayırmadığı, sert mizaçlı olmasına karşın Radu’ya olan zaafından dolayı, ona hiçbir zaman kızamadığı ve daha sonra da Radu’yu Eflâk Krallığına hükümdar yaptığı, yanına yeniçerilerden oluşan bir de ordu verdiği ifade edilmiştir.[2] Hatta yeniçerilerin “vatan – aile – soy ahlâkının” da 2. Mehmet devrinde bozulduğuna dikkat çekilmiştir.[3] Ayrıca devşirme sistemini olgunlaştıran ve kardeş katlini de yasallaştıran padişahın, yine 2. Mehmet (Fatih) olduğu ifade edilmiştir. Her iki uygulamanın da “İslâm Hukukuna” aykırı olduğu, yansız Osmanlı tarihçilerince vurgulanmıştır.[4]
   Devşirme sistemini (yani zoraki yabancı Hıristiyan gençleri toplama adetini) olgun ve resmi duruma getiren 2. Mehmet (Fatih) olduğuna, onun devrine kadar büyük memurlukların
eski Türk Ailelerine verilirken, onun, vezir-i azamları bile devşirmelerden seçmeye başladığına ve böylece Türklerin nüfuzunu kırdığına dikkat çekilmiştir.[5] Bunun içindir ki ünlü Osmanlı tarihçisi J. Stanford Shaw, “Osmanlılar evlendikleri ve idareci konuma yükselttikleri Hıristiyanlara (devşirmelere) Müslüman adlar vermişlerdir ancak
bu kişilerin özleri Grek ve dinleri Hıristiyan kalmıştır
” tespitinde bulunmuştur.[6] Bu tümüyle doğru bir saptamadır, yerli ve yabancı tüm yansız tarih kaynakları bu konuda hemfikirdir.

Bilimi esas alan – tarafsız yerli (çok az) ve pek çok Yabancı Tarih Kaynakları, Osmanlı İmparatorluğu’nda başta Grekler olmak üzere, gayrimüslim azınlıklara (Sırplara, Ermenilere, Yahudilere vs… ayrıca Araplara) olağanüstü ayrıcalıklar, yetkiler ve özgürlükler tanındığı,
her açıdan kollanıp, gözetildikleri, gayrimüslimlerin askerlik hizmetlerinden bile bağışık tutuldukları, patrikhaneye her türlü desteğin ve yetkinin verilerek, patriklerin o güne dek
hiç olmadıkları ölçüde güçlenmelerinin, zenginleşip, geniş bölgelere yayılmalarının sağlandığı belirtilmiştir. Oysa Kuran’da Allah’ın açıkça diyor ki “ruhban sınıf, Benim İsa’ya tebliğ ettiğim dini saptırdılar, İsa’yı bana ortak koşarak, onu tanrı yaptılar, bunu yapanlar Benim ve sizlerin düşmanınızdır.” Söz konusu bu saptırılmış Hıristiyanlığın yayılmasının Osmanlı padişahları ve hanedanı sayesinde gerçekleştiği ifade edilmiştir. Ayrıca yansız tarih kaynakları, Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’nda en çok mağdur edilen, zulüm gören ve en zor koşullar altında yaşatılan millet olduklarında da dikkat çekmişlerdir.[7]

Türkleri hayretler içinde bırakacak ve “bugüne dek bizlerden bu bilgileri gizleyenlere
lânet olsun…”
dedirtecek kadar çarpıcı ve ibret verici, hatta “Türklere bu kadar da zulüm yapılamaz…[8] dedirtecek daha pek çok bilgiler elimizde vardır; daha öncede belirtmiş olduğum gibi, bu bilgiler ciltler dolusu kitapları doldurabilecek kapsamdadır. Ancak, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” ünlü Türk Atasözümüzü hatırlatarak, Osmanlı devrinin son yüz yılına tanık olmuş ve Osmanlıları yakından tanıma fırsatı bulmuş ünlü Fransız tarihçi Alphonse De Lamartine’nin son derece gerçekçi ve bu yüzden de çok önemli gözlemleri ile makalemizi noktalıyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Grek Milletinin, bir milletin temel yaşam ögeleri olan MİLLİ KİMLİĞİ – DİNİ VE MÜLKİYETİ korunmuştur. Greklerin nüfuzları, zenginlikleri, Osmanlı Sarayında Divan (Hükümet – Yönetim) üzerindeki etkileri, imparatorlukta hemen hemen tek başına yürüttükleri ticaretleri, denizcilikte hakimiyetleri, askerlik hizmeti ve kölelik dışı tutulmaları, onları Osmanlı devletinde efendileriyle eşit duruma, hatta kimi konularda üstün duruma bile getirmişti! Soylarından gelen prensler Transilvanya’ya (Romanya’ya), Sırbistan’a, Eflâk ve Boğdan’a, Teselya’da, Epire’e, Mora’ya (bazıları günümüz Grek toprakları!), Ege ve Akdeniz Adalarına Osmanlı padişahları tarafından başkan/yönetici olarak seçiliyorlardı. Osmanlı hükümetinin – Babıâli’nin Grek tercümanları neredeyse Osmanlı Devleti’nin gerçek Dışişleri Bakanlarıydı.
    Dünya üzerinde başka milletlerde pek bulunmayan doğal dehaları, çabaları, uysallıkları, inandırma yetenekleri, kölelik zihniyetleri kurnazlıkları, sömürdükleri ve servetlerini paylaştıkları Osmanlı paşalarına karşı gösterdikleri uşakça dalkavuklukları ve nihayet Osmanlılardan daha yüksek – Avrupa düzeyinde olan eğitimleri Grekleri, Osmanlı İmparatorluğu halkları içinde en gelişmiş, aristokrat halk yapmıştı. Görünüşte Grekler Osmanlıların uyruğu – tebaasıydılar, ancak gerçekte imparatorlukta egemen olan onlardı.
   Oysa ki bütün imparatorluklarda bir tek egemen millet vardır. Osmanlı zamanında Avusturya İmparatorluğu’nda Alman milleti, Rusya’da Doğu Slav ırkı, Britanya krallığında İngiliz milleti, hatta ABD’e Anglosakson unsur egemen durumdaydı. İşte bütün bu devletlerin varlıkları ve güçleri, egemen bir milletin önderliğinde gelişti ve sürdü… Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda, imparatorluğun kurucusu ve sahibi olan egemen millet Türk Unsuru, hep ihmâl edilmişti! (Daha doğrusu Türkler, kendilerinden olmayan yabancı unsurları/ırkları ailelerine – mahremlerine alıp, onlara güvenerek, onlara yüksek payeler ve makamlar verip, kendi soydaşları Türkleri ihmal edince, devlet yönetimini yabancılara kaptırmışlardır. İstinasız tüm Türk Devletlerinin yıkılışı, hep bu şekilde olmuştur, yani içten içe karşılaşılan ihanetler – bireysel iktidar savaşları – entrikalar, yani içten verilen zararlar ve saldırılarla yıkılmıştır! Kale içten fethedilir diye boşuna denmemiştir…)
   Üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nda egemen Türk ırkından güç alınmaması,
topluluklar arasında disiplinden eser bırakmadığı gibi, tebaa arasında birlik ve dayanışmayı da
yok etmişti. Böylece devlet, büyüklü – küçüklü depremlere karşı direnememiştir… Bu iğreti milletler topluluğu içinde Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan TÜRK IRKI, bir azınlık durumuna düşmüştür! Türklerin bu duruma düşmeleri, Türk Milletini ve bütün Müslümanları üzerken, Türk ve Müslüman olmayan milletleri, onları ayrıcalıklı duruma geçirdiği için sevindirmıştir
.”[9]Alphonse De Lamartine

Kaynaklar….
………………..
…………………….
Makalenin tümü için lütfen tıklayınız : TURKLERDEN_GIZLENEN_GERCEK_OSMANLI_TARIHI

 

10 Kasım 2018

10 Kasım 2018

Özdemir İnce
Cumhuriyet,
11.10.18

Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 tarihinde Avrupa ülkelerini kimlerin yönettiğini bir anımsayalım: Hitler (Almanya), Mussolini (İtalya), Salazar (Portekiz), General Franko (İspanya), Stalin (S.S.C.B.), Amiral Horty (Macaristan). Komünist Stalin dışındakilerin tamamı faşist diktatördü. 
Dönemin Avrupasında, Fransa ve İngiltere dışında, Türkiye’den daha özgürlükçü anlayışla yönetilen bir başka ülke yoktur. Örneğin, Romanya’da 1920’lerde başlayan faşist Demir Muhafızlar hareketi 30’ların sonunda Antonescu diktatörlüğünü hazırlayacaktır. 
Günümüzde bütün ayrılıkçı ve bölücülerin koruyucusu olan İsveç’te 1930’larda halk ve yönetim Nazi yandaşıydı. Nitekim, İsveç bu Nazi sevgisi yüzünden, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordularının Norveç’i istila etmesi için sınırlarını açmış ve istilaya yardımcı olmuştur.
***
10 Kasım 1938’den sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkan Mao, Nâsır, Peron gibi diktatörler, Çin, Mısır ve Arjantin halklarına kan kusturdular. Bütün Asya, Güney ve Orta Amerika, Ortadoğu günümüze dek diktatörler tarafından yönetildi. 
2000’lerin dünya jandarması ABD’nin 30’lardaki yönetim biçimi Başkanlık demokrasisidir, ama bu demokraside siyahların taa 1980’lere dek neredeyse yaşama hakkı bulunmamaktadır.
***
19 Mayıs 1919 ile 10 Kasım 1938  arasında önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, daha sonra Cumhuriyet’in yazgısının yönlendiricisi olan Atatürk bu diktatörlerin hiçbirine benzemez. Çünkü O, padişah ve halife olmak olanağı varken, demokrasiye giden yolda yürümeyi seçmiştir. Hiç kimse, entelektüel ukalalığına sığınarak, ona “Aydınlanmış Diktatör” de diyemez. Çünkü o, 1924 Anayasası hazırlanırken Cumhurbaşkanı’na veto ve Meclis’i fesih yetkisi verilmesine (ulusal egemenliği örselediği için) karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ile Şükrü Saracoğlu’nun gerekçelerini haklı bulan bir demokrattır. Sonuçta, Cumhurbaşkanı’na bu yetki verilmedi. Şimdi, Erdoğan’ın böyle bir yetkisi var.
***
Atatürk döneminde, bu iki muhalefet partisinin kapatılması günümüz “Yetmez ama evet”çileri tarafından eleştirilmektedir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirenler, bunların laiklik karşıtı oldukları, irtica ile sıcak ilişkiler kurdukları için kapatıldıklarını dikkate almamaktadırlar. Aynı gerekçe ile günümüzde de partilerin kapatıldığı düşünülürse dönem iyi anlaşılabilir. Özellikle de bir ayak oyunu ile kapatılmayan AKP’nin kurduğu tek adam rejimi…
***
Atatürk, demokrasinin temeli ve harcı olan eğitimi ve hukuku laikleştirerek laik devleti kurmuş, 20. yüzyılın en büyük uygarlık devrimlerini yapmış bir devlet adamı. Ardından gelen İnönü siyasal partilerin kurulmasının önünü açarak parlamenter demokrasiyi başlatmış… 
Nâsır’ların, Saddam’ların, Kaddafi’lerin çıktığı Müslüman âleminin karşısında evrensel düzeyde, çağının çağdaşı bir önder. Toplumsal ve kültürel tasarım ve uygulamalarıyla 20. yüzyılın en başarılı önderleri. Tarih mahkemesi önünde veremeyeceği bir tek hesap yok… Buna karşın, gerçek Cumhuriyetçi ve demokrat Ahmet Necdet Sezer dışında, Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve ötekiler aynı mahkeme önünde zor hesap verirler…
***
Türkiye, R.T. Erdoğan sayesinde “Başyücelik” rejimine ulaştı. Bu büyük başarıda (!) Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve Çiller gibi sağın temsilcileri var. İkisi Atatürk’ün çalışma arkadaşı idi; ötekiler Cumhuriyet’in okullarında okumuşlardı. 
Bugün, kimi Avrupa ülkelerini 1938’de ezen rejime benzer bir düzende yaşamaktayız.

Şu feleğin işine bak!

VAHDETTİN, ATATÜRK’Ü SAMSUN’A VATANI KURTARMASI İÇİN Mİ YOLLADI?

VAHDETTİN, ATATÜRK’Ü SAMSUN’A VATANI KURTARMASI İÇİN Mİ YOLLADI?

Konk yazar : MUSTAFA SOLAK, TARİHÇİ-YAZAR

Tarih ders kitaplarında cumhuriyet tarihimiz çarpıtılıyor. 12. Sınıf T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabının 62. sayfasında “Vahdettin, Atatürk’ü Samsun’a vatanı kurtarması için mi yolladı” tezinde bulunanların iddiasını güçlendirircesine Atatürk’ün Falih Rıfkı Atay’a Samsun’a çıkmadan önce padişah ile yaptığı konuşma aktarılmıştır. Falih Rıfkı Atay’ın 20 Mayıs 1930’da Milliyet, gazetesinde yazdığı yazı ders kitabında “Mustafa Kemal Paşa anlatıyor” başlığı altında şu şekilde yer almıştır:

“Yıldız Sarayı’nın ufak bir odasında Vahdettin’le diz dize denecek kadar yakın oturduk. O’nun sağında hemen dirseğini uzatarak dayandığı bir masa üstünde bir kitap vardı. Odanın Boğaz’a doğru açık penceresinden gördüğümüz manzara şu idi: Yan yana demirlemiş birkaç sıra zırhlı. Cephe topları sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuştu. Söze Vahdettin başladı:

-Paşa, Paşa, şimdiye kadar devletimize çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne basarak,

– Tarihe geçmiştir. O zaman masa üstündeki kitabın tarih kitabı olduğunu öğrendim. Soğukkanlılık ve dikkatle dinliyordum.

– Bunları unut, dedi. Şimdi yapacağın hizmet, şimdiye kadar yaptıklarından mühim olabilir. İstersen devleti kurtarabilirsin.

– Hakkımdaki teveccühünüze teşekkür ederim. Memleketi kurtarmak için elimden geleni yapacağıma şüphe etmeyiniz.”[1]

Metnin sonunda da öğrenciye şöyle bir ödev veriliyor:

“Okuma parçasını inceleyip Sultan Vahdettin’in Millî Mücadele’ye bakışını değerlendiriniz.”

Bu metinden sonra öğrenci padişahın, Atatürk’ü milli mücadeleyi başlatması, vatanı kurtarması için yolladığını düşünür.

  • Oysaki Atatürk, İngiltere Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. maddesi uyarınca Karadeniz’i işgal etmesin diye bölgedeki silahlı Türk direnişçilerine engel olunması için yollanmıştı.

Önceki ders kitabında bu şekilde anlatılıyordu ama çıkarıldı. Hatta Atatürk’ün vatanın kurtarılması için padişah ve hükümetten fayda olmadığından dolayı Şişli’deki evinde, ülkemizin kurtuluşu ile ilgili olarak güvendiği arkadaşlarıyla toplantılar düzenlediğine, İstanbul emperyalist işgal altında olduğundan buradan bir an önce ayrılması gerektiğine ilişkin cümleler kaldırıldı.

Önceki ders kitabında Atatürk’ün Samsun’a çıkış gerekçeleri şöyle verilmişti:

Mustafa Kemal Paşa, Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasından sonra Osmanlı Hükûmetinin çağrısı üzerine İstanbul’a geldi (13 Kasım 1918). Burada bir süre kendisine resmî görev verilmedi. Mustafa Kemal Paşa, bu süre içinde ülkeyi ve devleti kurtarma yollarını araştırdı. Bir dizi görüşmede bulundu.

İstanbul’da kaldığı zaman diliminde Şişli’deki evinde, ülkemizin kurtuluşu ile ilgili olarak güvendiği arkadaşlarıyla toplantılar düzenledi. Bu toplantılarda vatanı işgalden kurtarmak için kendi fikirlerini anlattı. Ancak İstanbul işgalci devletlerin sıkı denetimi altında bulunduğundan, burada bir şey yapmak olanaklı değildi. Sonunda etkin bir savaşın Anadolu’da yapılabileceğini anlayarak Anadolu’ya geçiş yollarını aramaya başladı. Bu dönemde Yunanların kışkırtmasıyla özellikle Trabzon ve Samsun’da bir Rum Pontus Devleti kurulması çalışmaları yapılıyordu.

Ancak ABD Başkanı Wilson’un Birinci Dünya Savaşı’na girerken ortaya koyduğu kimi ilkeler vardı. Buna göre, burada bir devlet kurulması için en az beş yıl geçmesi ve bu beş yılın sonunda yapılacak halk oylamasında Rumların çoğunlukta olması gerekmekteydi. Fakat bu bölgede Türkler çoğunluktaydı ve beş yıl içinde de Rumların Türklerden fazla olmasına olanak yoktu. Bu yüzden Rumlar silahlı çeteler kurarak Türklere karşı büyük saldırılar düzenlediler. Bu saldırılarla Türkleri bölgeden göçe zorlayarak çoğunluğa ulaşmayı amaçlamaktaydılar. Bu duruma karşılık bölgede yaşayan Türkler, silahlanarak kendilerini savunmaya başladılar. Silahlı direnişin, kendi planlarını altüst ettiğini gören Yunanistan, Rumların isteği üzerine İngiltere’ye başvurdu. Samsun ve Trabzon bölgesindeki Rumların, Türkler tarafından saldırıya uğradığını ileri sürdü ve saldırıların durdurulmasını istedi. İngiltere, durumu araştırmadan Osmanlı Hükûmeti’ne bir nota vererek bu bölgedeki silahlı Türk direnişçilerine engel olunmasını istedi. Aksi hâlde Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. maddesi uyarınca bölgeyi işgal edeceğini bildirdi. Osmanlı Hükûmeti, Samsun ve çevresindeki karışıklığı önlemek için bu görevi Mustafa Kemal Paşa’ya önerdi. Böylelikle Mustafa Kemal Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırarak onun gizli çalışmalarını da önleyebilecekti.”[2]

Yeni ders kitabında ise bu ifadeler kaldırılarak Atatürk’ün Samsun’a gönderiliş gerekçelerinden; bölgedeki Türk direnişçilere engel olması, İstanbul’dan uzaklaştırılarak milli mücadeleyi örgütlenmesinin önlenmek istenmesi amaçları gözden uzak tutuldu.

Görüldüğü gibi devrim tarihimiz çarpıtılarak padişah – halife ekseninde bir tarih kurgulanıyor ve Atatürk önemsizleştiriliyor. Bu gidiş, Atatürk’ün Vahdettin’in emirlerine karşı çıktığı yönündeki tarih tezlerinin de daha çok gündeme getirilmesine neden olacaktır.

Yerel seçimlerin de gündeme girdiği ortamda vaatlerden çok toplumu kutuplaştıran bu eğitim sistemine karşı gelerek halkı kazanabiliriz. Kutuplaşmayı bitiren, milleti birleştiren daha çok oy alacaktır. Bu bakımdan, ders kitaplarındaki bu duruma karşı imza masaları açarak, etkili panellere halkı aydınlatarak tehlikeye dikkat çektiğimiz gibi seçim çalışması da yapmış oluruz. Değerlendirmenize sunarım. Ben de bu husustaki çalışmalarınıza katkı sunarım.

[1] Akif Çevik, Gül Koç, Koray Şerbetçi, Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük 12, T.C. MEB Devlet Kitapları, Ankara, 2018, s.62. Ders kitabını şu bağlantıdan indirebilirsiniz:  http://www.eba.gov.tr/ekitap?icerik-id=7272.
[2] Mahmut Ürküt, Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük 11, Ata Yayıncılık, Ankara, 2017, s. 61-62. Ders kitabını şu bağlantıdan indirebilirsiniz:http://www.eba.gov.tr/ekitap?icerik-id=4554.

Kıbrıs’ta neler oluyor?

Kıbrıs’ta neler oluyor?

Barış Doster

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Suriye’deki gelişmeler ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin izniyle ABD’nin enerji şirketlerinden ExxonMobil ile ortağı Katar Petrol’ün ada açıklarında yıl sonuna doğru yapacaklarını açıkladıkları keşif sondajı, Akdeniz’in sularını daha da ısıtacak. Topraklarında iki İngiliz üssü varken (AS: Agratur ve Dikelya), İsrail ve Fransa ile üs antlaşması yapan Rumlar, üs konusunda ABD ile de görüştüler. Rusya’nın son yıllarda Akdeniz’de artan nüfuzu; bölgenin enerji kaynaklarıyla ilgilenen, tedarikçilerini çeşitlendirmeye çalışan Çin ve Almanya’nın Ortadoğu’ya, Akdeniz’e yönelik hamleleri, rekabeti keskinleştiriyor. 
Türkiye ise Kıbrıs’ta büyük hatalar yaptı. Kurumsallaşmış devlet politikasını terk etti. Annan Planı’nı destekledi. Avrupa Birliği’ne (AB) Kıbrıs konusunda ödün vereceğini kanıtladı.

Kıbrıs’ta kırmızı çizgilerimiz vardı:

1) Adada iki eşit, iki egemen, iki bağımsız devletin kabulü.
2) Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünün devamı.

3) Adada Türk – Yunan dengesinin korunması.

Hükümet, kırmızı çizgileri kamuoyunda tartışmaya açtı. KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı devre dışı bıraktı. Dünyanın gözü önünde eleştirdi. “Kıbrıs konusunda herkesten bir adım önde olacağız”, “Denktaş gitsin kendi meclisinde konuşsun”, “Çözümü tıkamasın”, “Danışmanlarını gözden geçirsin” dedi. 

  • O yüzden Türkiye; mali, siyasi, diplomatik baskı altında daha büyük ödün vermeye zorlanıyor.

Kıbrıs açıklarına sondaj gemisi gönderse bile, Suriye meselesi ile Akdeniz’in enerji kaynakları arasındaki ilişkiyi görememenin faturasını ödüyor. Mısır ile Rum – Yunan tarafı, İsrail ile Rum – Yunan tarafı arasında enerji odaklı gelişen işbirliklerini engelleyemiyor. Siyasi ve iktisadi açıdan sıkıştığından, Akdeniz’de ulusal güvenlik sorunuyla karşılaşıyor

KKTC’de de işler iyi gitmiyor. Gerekli yatırım yapılmadığından, güneş ve rüzgâr enerjisinden yeterince yararlanılamıyor. Hayat pahalı, ekonomi kötü, işsizlik, yolsuzluk yaygın. Verimli arazilere karşın, tarımsal gelir düşük. Turizm ve üniversiteler dışında ciddi gelir kaynağı yok. Ayrıca, KKTC’nin dünyadan dışlanması, dünyayla ticaret yapamaması, Türkiye’nin KKTC’nin tanınması için çaba göstermemesi ve son yıllarda KKTC’ye atanan Türk büyükelçilerin bazı yanlış tutumları Kıbrıs Türklerinin umudunu kırıyor. Türkiye’deki numaracı cumhuriyetçilerin, “yetmez ama evet” takımının KKTC’deki uzantısı yes be annem” ekibi de fırsattan yararlanıyor. Türkiye karşıtlığı yapıyor. Türk askerini istemiyor. Daha da ileri gidip, Mehmetçiğe “işgalci” diyenler bile var.

Atatürk uyarmıştı 

Sorun şu: Rum – Yunan tarafı, Kıbrıs’ın tamamında, tek başlarına egemen olmak istiyorlar. Adadaki Türkleri azınlık cemaati olarak görüyorlar. Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve tüm adayı temsilen AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla hareket ediyorlar. Mevcut garantiler sistemini esnetmeye, mümkünse kaldırmaya çalışıyorlar. Denktaş çizgisinin zıddı olan mevcut KKTC yönetiminin ödün vermeye hazır olduğunu biliyorlar. Adada “sıfır garanti, sıfır asker” tezini savunuyorlar. ABD ve Avrupa da onları destekliyor. Federe devletleri, üniter devletleri parçalayan, bölmeye çalışan Batı emperyalizmi, Kıbrıs’ta iki farklı halkı, iki ayrı devleti birleştirmeye çabalıyor. 

Oysa adada müzakereler 1968’den beri sürüyor. Şimdiye dek, Türk tarafının önerdiği metni esas alan bir anlaşma metni olmadı. Ortaya konan tüm metinleri BM genel sekreterleri hazırladılar. Rum – Yunan tarafının çıkarlarını, önceliklerini gözettiler. Buna karşın metinleri hep Rumlar reddetti. Annan Planı bunun kanıtıydı. ABD, AB ve BM tarafından Rum kesimine sızdırılmıştı. Açıkça onları kolluyordu. Türk tarafı ise “Metindeki boşlukları Annan doldursun. Biz ona güveniyoruz” diyerek diplomasi tarihinde görülmemiş biçimde, iradesini baştan teslim etmişti. Buna karşın referandumda Rum Kesimi’nde %75 hayır, KKTC’de %65 evet çıktı. Rumlar, oylamadan hemen sonra AB üyesi olurken, ABD ve AB, Türklere verdikleri hiçbir sözü tutmadılar. 

Kıbrıs, Girit misali kaybedilmesin diye, Atatürk yıllar önce uyarmıştı:

  • Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir”.  

    Uyarı; tarihi, siyasi, askeri, iktisadi, jeopolitik ve stratejik boyuttaydı. Dikkate almamanın sonuçları görülüyor.

Kıssadan Hisse: Kıbrıs’ta verilecek en küçük tavizin devamı, sadece Akdeniz’de değil, Ege’den Karadeniz’e dek her yerde gelir.
===================================

Dostlar,

Teşekkürler sevgili Doç. Dr. Barış Doster kardeşimize..

Çok başarılı ve uyarıcı bir yazı..

Biz de sitemizin manşetinde epeydir soruyoruz : 

  • Dış borç toplam 467 milyar $! 1923’ten 2002’ye dek 80 yılda toplam dış borç 130 milyar dolardı. AKP 16 yılda 467 milyar dolara çıkardı. TL olarak reel sektör kredileri 970 milyar, hane halkı 575 milyar ve kamu 605 milyar TL borçlu; toplam 2 trilyon 140 milyar TL.
  • Son 1 yılda döviz kurları ve faizde yaşananların içyüzü nedir?
  • Alınan bu muazzam borç, 15 yılda 337; yılda ortalama 22,5 milyar $ ne için kullanıldı?
  • Betona gömüldü, dinci rantiyeye aktarıldı, seçmen tabanına politik rüşvet verildi,
  • üretken yatırıma yönlendirilmedi,
  • ülke özelleştirme vb. ile yağmalandı – talan edildi.. kaynaklar bitti.
  • AKP geldiğinde 15 olan Dolar milyarderi sayısı salt İstanbul’da 44’ü buldu (yalnız 2017’de 8 yeni yandaş Dolar milyarderi yaratıldı; ulusal servet el değiştirdi, İstanbul dünyada 12.!)
  • Şimdi ne olacak :
  • Düyun-u Umumiye mi,
  • Kapitülasyonlar mı,
  • Kıbrıs’ta garantörlükten çekilme mi,
  • apaçık – kopkoyu faşizm mi, 
  • yeni SEVR mi, hangisi, hangisi?!

AKP, kendi yarattığı haramzade dolar milyarderleri / milyonerlerine “zorunlu salma” salabilecek mi?

Kuruttukları tulumbaya su vermek için bu dinci rantiyeden SERVET VERGİSİ alabilecek mi?

10 Ağustos’tan bu yana geçen 2 ayda böylesi bir niyetin zerrece ipucunu göremedik..
Saçma sapan savrulmalarla ülkenin çok ağır – diz çöktüren bunalımını “idare etmeye” çalışıyorlar..

Papaz A. Brunson da bir biçimde, beklendiği üzere “salıverildi”! “Allahsız Dış güçler” bu papaz vb. nedenlerle Bayrak ve Ezanımıza saldırıyordu değil mi!?? Utanmadan çarpıtıldı, eğitimsiz halk sömürüldü! Haydi bakalım, saldırı durdu mu 12 Ekim 2018’den bu yana??

Halkı, daha doğrusu AKP tabanını acımadan istismar etmeyi sürdürmek zorunlu değil mi!
Herrrr bir şey mübah…  İftira atmak, yalan söylemek, çarpıtmak, fotoğraf hileleri…

Ulusal kahramanların (İNÖNÜ’nün!? aziz hatırlarına bile zerrece saygı duymamak dahil değil mi?!

İŞ Bankası‘na, ATATÜRK‘ün vasiyetine el atmak zerrece hukuk tanımadan!

Gündemi değiştirmek, tabanını pekiştirmek, AKP karşıtı kamuoyunun ve CHP’nin enerjisini yersiz tüketmeye çalışmak.. Yarattığınız, belimizi kıran çok yönlü bunalımın konuşulup – tartışılmasını sözde engellemek değil mi??

Ama on milyonlarca yoksul – az ve dar gelirli insan somut olarak yoksullaştırıldığını görüyor ve acı acı soluyarak yaşıyor.. Bu kış çooook zor geçecek çoook zor..

  • Açlıktan – soğuktan çok insanımız, bebelerimiz ölecek.. intiharlar göreceğiz korkarız..

Mart 2019 seçimlerine doğru herhalde, ne pahasına olursa olsun SEÇİM RÜŞVETİ + SEÇİM HİLELERİ… ile bir kez daha yerel seçimleri almak siyaseti güdülecek öyle mi??

Siz dünyaca ağır hatalar yapacaksınız, ülkenin bekasını tehlikeye sokacaksınız, milyonlarca insanı işsiz – aşsız – güvencesiz – yoksul… bırakacaksınız; “kandırıldığınızı” (!?) açık – seçik itiraf edeceksiniz ama bırakıp gitmeyecek, siyasal – adli hesap vermeyeceksiniz… Tüm bunlara karşın sizi eleştirenleri, yaşanan olağanüstü haksızlıklara insanca isyan edenleri, şiddet kullanmadan demokratik meşru savunma hakkı kullanmak isteyenleri.. görülmemiş biçimde “hakaret – hapis – tazminat” şeytan üçgeni ile kıstırmaya çalışacaksınız..

Yok beyim yok… bu harami düzenine hiçbir halk daha çok “eyvallah” etmez, edemez!

Efendiler, aklınızı başınıza alın; ülkenin yaşamsal ulusal çıkarlarını asla feda etmeyin..

SERVET VERGİSİ ile kaynak yaratmak dışında mali çözümünüz olmadığını gö-rü-nüz!

Sevgi ve saygı ile. 15 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dil Bayramı’nı kutluyoruz

Olaylar Ve Görüşler

Dil Bayramı’nı kutluyoruz

12 Eylül paşalarının kapattığı TDK’nin yerine Dil Derneği’nin üstlendiği Dil Bayramı organizasyonları bu yıl da devam ediyor.

SEVGİ ÖZEL
Dil Derneği Başkanı / Yazar
26.09.2018, Cumhuriyet

Atatürk, 1932 Temmuz’unda Türk Dil Kurumu’nu (TDK’yi) dernek olarak kurdu. TDK, 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı topladı. Bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edildi. Bugün 86. Dil Bayramını kutluyoruz; ne ki Atatürk’ün kurduğu TDK’yi Kenan Evrengiller, Ata’nın vasiyetnamesini çiğneyerek yasa zoruyla 1983’te kapattı. Atatürk’ün kurumunun amacını 22 Nisan 1987’de kurulan Dil Derneği üstlendi.
1950-60 arasında çoğunca perde arkasında; 1970’lerden, özellikle 12 Eylül’den sonra azgınca ‘milliyetçi muhafazakâr’ların; 15-16 yıldır ‘milliyetçi muhafazakâr’lığı da soyunan ‘din’ odaklı siyasanın ‘parlak’ sözcülerini kusturucu otlar gibi çoğalan TV’lerde beş dakika izlemek yetiyor. ‘Besleme cahiller’in bir bölümü gerçekten ‘zırcahil.’ Dil Devrimi’ni salt sözcük türetme eylemi sanıyor ve eleştiriyorlar. Bir bölümü, ‘zırcahil’i de oynatan uyanıklar; bireysel çıkar için hem ülkenin hem Türkçe’nin tarihsel akışını bilip de bilmezden geliyorlar. Aralarında aklınıza gelen her daldan Atatürk ve cumhuriyet karşıtı var. Yenileşen dilin düşünceyi de yenileştireceğini, bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek aracın dil olduğunu biliyorlar. Dil Devrimi’ne tepkinin kökeninde düşünce özgürlüğünden korku var; anlamadığı, kullanamadığı bir dille toplumu çocuklar bile kandırır. Toplumu kandırmayı meslek edindiler; adil ve demokrat değiller; her şeyi biliyorlar. ‘Geçmişimiz’ diye Fatih’i Kanuni’yi anıyor; Kanuni’den Abdülhamit’e atlayıp imparatorluğu çöküşe götüren yüzyılları yok sayıyorlar. Dededen oğula aktarılan yalanlarla imparatorluğun son döneminde yazı ve dile umar arayan aydınlara saygısızlık yapıyorlar. İmparatorluk’ta, 1800’ler biterken yeni okulların açılması, çağdaş bilgi içeren kitapların çevrilmesi istenmiş; ama Osmanlıca’nın batıda ortaya çıkan kavram ve terimleri karşılayamadığı anlaşılmıştı. İlk tıp okulunun öyküsü, acı ve utanç örneğidir (1805). Koca imparatorluk öğrencilerin, İstanbul’daki İtalyan eczacılardan dil öğrenmesini düşünmüş, bu girişim fiyasko ile sonuçlanmış; aynı okul II. Mahmut döneminde açılırken Fransızca öğretim dili (1827) yapılmış; bu yöntem Türkçe’nin bilim dili olmasına yaramamıştı.
Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dil tartışmalarına noktayı Mustafa Kemal koymuş; Türkçe’ye güveni sağlamıştır. Osmanlı aydınları, dili tartışırken kapağında Türkçe Sözlük yazan tek yapıt yoktu. Dil Devrimi uydurukçuluksa tarihsel akışta uydurukçuluğu yeğleyen, birçok övünç kaynağımız var.

Güzel dil Türkçe bize
Başka dil gece bize
İstanbul konuşması
En saf en ince bize

diyen Ziya Gökalp, çağdaşları gibi Türkçe’yle değil Osmanlıca’yla düşünmüş olsa da değerli bir uydurukçudur; kültüre (culture) karşılık ‘hars’ı; psikolojiye ‘ruhiyat’ı; sosyolojiye ‘içtimaiyat’ı uydurmuştur.

‘Dil yürüyor’
Nurullah Ataçlar, Ömer Asım Aksoylar, Emin Özdemirler Türkçe’nin olanaklarını kullanarak, Türkçe düşünerek uydurdular. Dilimizde tüy değil, ağaç da bitse, uydurmaktan caymayacağız.
Türkçe, ilk kez cumhuriyet döneminde topluca düşünülmüştür. Ruşen Eşref Ünaydın, ilk Türk Dili Kurultayı’nın son günü Türk Devrimi’nin dile yansıdığını belirten coşkulu konuşmasında, “Mustafa Kemal’ce düşünmek demek, incelemek, bütünleştirmek, bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir. Bu yöntem, Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir” demiştir. Bugün Mustafa Kemal’ce düşünme yetisi olmayanlar Türkçe’ye güvenmiyor. Biz Mustafa Kemal Atatürk’e güveniyoruz; Atatürkçü düşünceden aldığımız güçle Türkçeye güveniyoruz. Atatürk’ün dediği gibi,

  • “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti”nin karartılan bütün Cumhuriyet değerleriyle “dilini de yabancı diller boyunduruğundan” kurtaracağına inanıyoruz.

Karşıdevrime karşın, Nâzım’ın dediği gibi, “Dil yürüyor! Yürüyenin önünde durulmaz!” 

86. Dil Bayramı kutlu olsun!
====================================
Dostlar,

Bu gün, 26 Eylül 1932 Türk Dili Kurultayı’nın toplanmasının 86. yılı.
Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği başta Ankara, İzmir olmak üzere bir dizi etkinlikler düzenledi.

Büyük Atatürk‘ü, yaşamın bu önemli alanının da doldurduğu için şükranla anıyoruz..

Dernek Başkanımız Sn. Sevgi Özelin makalesini ve coşkusunu bizde paylaşıyoruz..

86. Dil Bayramı kutlu olsun!

Sevgi ve saygı ile. 26 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

HER ŞEY CEHALETTEN   

HER ŞEY CEHALETTEN   

Konuk yazar :
Prof. Dr. Coşkun Özdemir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sayın okur kızma bana, bu sözcüğü kullanmaktan çekiniyoruz.Ama Doğan Kuban, Yılmaz Özdil, Özdemir İnce, Bekir Coşkun cehaletimizin  çok çarpıcı  örneklerini  veriyorlar. Ben de onlardan ilham alıp annelerin 700’üncü kez toplanacakları bu günde rahip sorunu ve ekonomik kriz sürerken bu yazıya oturdum.

Toplum bunalımdan bunalıma sürükleniyor. Televizyonda ardı ardına felaket haberleri trafik kazalarında ölü sayısının 107’ye vardığını bildiriyor. Erzincan’da iki araba çarpışmış 3’ü çocuk 7 ölü. Trafik kurallarına uymayı bilmiyoruz. Akşam saatleri yürüyüşe çıkıyorum. Yaya geçitlerinde bir tek araba yol vermiyor. Bir yabancı, “siz bunları birkaç kişiyi birden haklamak için yapmışsınız” diyor. Metroda engelli ve yaşlılar için yapılan asansörleri kullanmayı da bilmiyoruz. Her gün kadın cinayetleri okuyoruz. Her gün çocuklarını öldüren, intihar eden, balkondan atlayan… Kaybolan yüzlerce çocuk. Bazılarının cesedi bulunuyor.

Anasını babasını öldürenler, ayrıldığı karısına 28 bıçaklı ölümü reva gören erkek oğlu erkekler.. Denizde boğulanlar, rekor düzeyde işçi kaza ve ölümleri. En çok sigara içiyor, en çok cep telefonu kullanıyor, en çok televizyon seyrediyor, en çok kadın öldürüyoruz.

Yolsuzlukta en önlerde olduğumuza kuşku yok. Şu üniversite sınavları sonuçlarına bakın; onbinlerce çocuk sıfır çekiyor. Kadına saygı, kadına eşitlik tanımak bilmediğimiz şeylerden. Türk erkeği kadından itaat bekliyor. Çünkü erkeğe itaat, kadının ibadetidir. Buna inanıyor. Hoşgörü, anlayış, esneklik, sabırla çözüm aramak bilmediğimiz şeylerden. Karı-koca tartışmalarının cinayetle sonuçlanması bundan. Kadın yalnız sokağa çıkmasın, sesli gülmesin, hele kahkaha maazallah, nişanlılar el ele tutuşmasın (Diyanet’ten!).

Doğu ve Güneydoğuda töre cinayetleri süregeliyor. Bilenler Anadolu’da ensestin oldukça yaygın olduğunu yazıyor. Müziğin her türlüsü günahtır. Örtünmeyen kadın fuhuşu davet eder (ilahiyat profesörleri!)..

  • Hele şu Fetoculuğa kapılan yargıç ve generallere diyecek bir şey bulamıyorum.
    Havsalam almıyor. Çetin Altan havsalayı genişletin derdi. Hangi ortamda yetişti bunlar?

Göz zinasından ötürü kadın meslekdaşlarının yüzüne bakamazlarmış. Görüyor musunuz en yaşamsal kararlara imza atan yüksek yargıçlarımızı.?

Kadına saygıyı, eşitliği Atatürkle öğrendik.

Daha doğrusu öğrenmeye çalıştık. Ama Atatürk 100 yıl yaşayamadı. O mucizeyi çabuk yitirdik. O’nun ardından yobazlar, dini – islamı saptıranlar yönetimde hatırı sayılır bir yer kazandılar (Yaşar Nuri de çabuk gitti!) Neo-emperyalizm bundan büyük yarar sağladı.

  • Aydınlanmacı bir eğitimin önünü kestiler.
  • Köy enstitülerini, halkevlerini kapattılar.

    Ey Türkiyeyi yönetenler!   

    Ey Erdoğan, ey Bahçeli, ey Kılıçdaroğlu, ey Akşener..
    Ey Türkiye’nin  güçlü ayrıcalıklı insanları, işçi örgütleri, eğitimciler, psikolog   ve sosyologlar, yurdunu ve halkını sevenler, birçok olumsuzluğun nedeni olan temeldeki yozlaşmayı, bozukluğu, cehaleti yadsımadan halkımızın eğitim, aydınlanma, bilinçlenme yoksunluğunu hep birlikte göz ardı etmeden, illüzyona başvurmadan, bir çare bir çözüm aramalıyız.

    Kadın gayri  meşru çocuğunu boğuyor, intihar etmek istiyor yapamıyor. Bu ve benzeri sayısız dramları görüyor musunuz? Yazıktır insanlarımıza. İyi düşünelim, hapislerle, idamlarla hiçbir şey düzelmez. Bu iyice hasta, sağlıksız toplumun kurbanları bunlar. Yüzbinlerce, milyonlarca. Hamasetle, övünmelerle gerçeği değiştiremeyiz. Çok ama çok acı sayısız dram yaşanıyor bu ülkede.

    Demokrasiyi de bu koşullarda beceremiyoruz.

  • Hayır ayni gemide değiliz!

    Ülkede 505 hapishanemiz var. 3 bin çocuk (intihar edenler var!) ve 150 bebek hapiste. Bölünmüş, kutuplaşmış bir toplumuz.

    Gerçekleri görüp hep birlikte rasyonel çareler aramalıyız. Tez elden gecikmeden.
    =================================
    Dostlar,

    Sn. Prof. Dr. Coşkun Özdemir‘i sitemiz okurları tanıyorlar sanıyoruz.
    Bizim İstanbul Tıp Fakültesinden hocamız.
    Sonra yurtsever eylemlerde (örn. Silivri ziyaretlerinde, Uğur Mumcu anmalarında) dava arkadaşımız..

    Geçtiğimiz günlerde cep telefonuna bir what’s up iletisi yolladık. Sağlık Hukuku alanında tamamladığımız Yüksek Lisans (Master) tezimizin power point yansılarının web sitemizden indirilebilmesi için erişke (link) idi. Hocamız cepten aradı, görüşemedik, SMS yolladı, ”adını görüyorum ama bir şey açamıyorum!’‘ diye. Az önce kendisini aradık ve bilgi sunduk. Çok sevindi ve öğrenmenin yaşı mı olurmuş.. dedi. Bilgisayarında web sitemize girecek ve o erişkeyi tıklayacak.. Olmazsa dosyayı doğrudan yollarız e-ileti adresine..

Prof. Coşkun Özdemir hocamız hala, ülkemizin dertleriyle dertleniyor. Yukarıdaki yazısı da kanıtı.. Bize, 89 yaşında olduğunu, gelecek yıl 22 Mayıs’ta 90. yaşını kutlayacağını söyledi. Biz de O’na dalya (100 yıl) diledik. ”Gelirsin, değil mi?” dedi. Seve seve.. dedik. ”Not et” dedi, ettik.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir, yetkin bir Nöroloji uzmanı olarak, hala, KASDER’de (Kas Hastalıkları Derneği) çok zor durumdaki Kas hastalarına şifa vermeyi sürdürüyor gönüllü derneğinde.. Her yıl kira sözleşmesi bittiğinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ”çık” diyor. Oysa orada karşılıksız bir halk sağlığı hizmeti veriliyor. Belediye yasaları bu tür hizmetlerin verilmesini ve verenlerin desteklenmesini uygun buluyor. Öte yandan, dinci – yandaş vakıf ve derneklere, Erdoğan’ın oğlu Bilal‘in girişimlerine bina bağışlandığını bile okuyoruz basından..

  • Bu ne acımasız, ilkesiz, vicdansız, hukuksuz, etiksiz ve din dışı ayrımcılık ve kin – nefrettir!

Dindar geçinen bir iktidara yakışıyor mu? Neden o binayı simgesel bir kira ile diyelim yılda 1 TL ile kamu yararına hizmet sunan bu Derneğe vermezsiniz? Boya – bakımını yapmazsınız?

Coşkun Özdemir hocamız, Cumhuriyet’in ürünü bir Aydınlanmacı hekimdir.
Bu ülke, Prof. Coşkun Özdemir gibilerin ölçüsüz özverisiyle sırtında ayakta durabilmektedir.
Bu kritik gerçekliği, başta AKP iktidarı olmak üzere herkesin, üstelik gecikmeden kavramasında büyük yarar vardır.

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

Ekonomik krizin bedeli millî egemenlik

Ekonomik krizin bedeli millî egemenlik

Cahit Armağan Dilek

Cahit Armağan Dilek
cahitdilek@yahoo.com
YENİÇAĞ, 25 Ağustos 2018

Trump’ın bir twiti ve simgesel iki yaptırım kararı sonrası döviz rekor seviyelere ulaştı. Erdoğan yönetimi ABD’yi Türkiye’ye ekonomik savaş açmakla suçladı. Eğer Türk ekonomisi gerçekten sağlam olsaydı bir twitle dövizde bu dalgalanmalar yaşanır mıydı?

Bu süreçte alınan tedbirlerin hiçbirinin ABD’nin ekonomik savaşıyla ilgili olmadığı ortada. Son kararlar 2 yıldır çok açık şekilde geliyorum diyen ekonomik krize karşı yapması gerekenlerin çok küçük bir kısmı.

Türkiye bir ekonomik kriz yaşıyor.

  • İktidar ise geçmiş 16 yıldaki hatalarının üstünü örtme adına bahanesini papaza, suçu ABD’ye yüklemeye, bedelini de millete kesiyor.

Ekonomik krizin ne demek olduğu, görünen ve görünmeyen bedelinin ne olduğunu anlatan en yakın ve ciddi örnek yanı başımızdaki Yunanistan’da yaşandı. Hazıra dağ dayanmaz! Üretmeden tüketen, borç batağı ve ekonomik krize giren Yunanistan’ın 8 yıllık kurtarma paketi programı 20 Ağustos 2018’de sona erdi.

Krizle ilgili bazı raporlarda rakamlar daha yüksek verilse de Yunan Başbakanı Çipras görünen bedeli “Millî gelirimizin % 25’ini kaybettik, her 10 kişiden 3’ü, her 10 gençten 6’sı işsiz kaldı. 65 milyar Avro’luk kemer sıkma önlemi uygulandı.” diye anlattı.

Krizle birlikte ülkede beyin göçü, inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. 8 yılda 400 bin iyi eğitimli genç ülkeyi terk etti. 2008’de kamu borcunun millî gelire oranı % 109.4 iken, 2018’de %191.3’e yükseldi. AB-IMF’den oluşan kreditörlerce 289 milyar Avro kredi desteği sağlanan Yunanistan, karşılığında ülkenin büyük kamu işletmelerini özelleştirirken, kamuda büyük kesintilere gitti.

Alman hükümetinin Haziran’da paylaştığı rakamlara göre Berlin elinde bulundurduğu Yunan tahvillerinden kriz boyunca 2.9 milyar Avro kazanmış. Krizin kazananı yardım (!) eden kreditörler.

Bunlar krizin görünen bedeli. Görünmeyen bedelini yine Çipras açıkladı.

Çipras “Ülkemiz, normal bir Avrupa ülkesi gibi daha fazla zorbalık ve halkımızın fedakarlıkları olmadan kendi kaderini ve geleceğini tayin etme hakkını yeniden kazanmıştır.” dedi. “Gerçekten kazandı mı” onu ileride göreceğiz ancak paket bitmesine rağmen rakamlar kazancın henüz kağıt üzerinde olduğuna işaret ediyor.

Sonuçta kurtarma paketlerine, dış kredilere mecbur kaldığınızda yabancıların ekonomik boyunduruğuna giriyorsunuz ve kendi geleceğinizi kendiniz belirleyemiyorsunuz, parayı verenler belirliyor. Kısaca millî egemenliğinizi ve geleceğinizi kaybediyorsunuz.

Çipras “mali krize ve kurtarma paketlerine neden ve kimlerin sebebiyle mecbur kaldıklarının unutulmayacağını” da belirtiyor. Görüldüğü üzere Çipras, ekonomik krizin suçunu dış güçlere atmamış, Yunanistan’ı yönetenlerin hataları olduğunu belirtmiş. Bu da Türkiye’yi yönetenlere ders olsun diyeceğim ama en ufak bir işaret yok.

Çipras, 2015 başında Başbakan olduğunda yabancı kreditörlerin dayattığı paketleri referanduma sunarak gerçekleri halkla paylaşmış. Perde arkasında gizli-özel mutabakatlara girişmemiş. Bu da alınacak önemli derslerdendir. Kriz sürecinde yaklaşık %30 fakirleşen Yunanistan’ın rakamları Türkiye’nin rakamlarıyla mukayese edilirse, onların 8 yılda geldiği durumu bizim aylar içinde yaşadığımız görülür.

Kala kala Yunanistan’dan ders almaya mı kaldık deyişinizi duyar gibiyim. Eğer Atatürk’ün gösterdiği yoldan onun ilkelerinden uzaklaşmasaydık, yüz yıl önce verilen reçeteyi hayata geçirseydik bugün olduğu gibi yabancı ellerden, Katar Riyali, Rus Rublesi, Çin Yuanı, İran Tümeninden medet ummayacaktık.

Atatürk,

  • “Bugünkü savaşlarımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın bütünlüğü ise ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca o devletin bütün hayati kuruluşlarında bağımsızlık felce uğramıştır.”

    derken tam da Çipras’ın yeni tecrübe ettiği ve farkına vardıkları şeyi 100 yıl önce ifade etmişti aslında.

Atatürk,

  • “Ülkenin yönetimindeki başarı, ekonomisindeki kazancın derecesiyle orantılı olur.”

    diyerek başarı ölçütünü de ortaya koyuyor ve Türkiye’de şimdi iktidarda olanların Türkiye’yi yönetmede başarısız olduklarını ta 100 yıl öncesinden söylüyordu.

Gördünüz, ülkeyi yönetemeyip ekonomik krize getirmenin görünen ve görünmeyen bedeli millete ve devlete çok ağır. Üşenmesin, Türkiye’yi yönetenler dahil herkes Çipras’ın açıklamalarını bir daha okusun. İktidar ders alsın, işe hatalarını kabul etmekle başlasın.

Çünkü millî egemenliğin yabancı boyunduruğuna girmesinden, geleceğin kaybedilmesinden bahsediyoruz. Bu hatanın ülkeyi yönetenlere vebali çok ağır olmalı ve ülkeyi yönetemeyenler hatalarında ısrar edip millete devlete bedeli ağırlaştırmamalı. 

BANDIRMA VAPURU

BANDIRMA VAPURU

 Suay Karaman

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan 12 Ağustos 2018’de Trabzon’da şunları söyledi: “Sevr’i hayata geçirmek için vatanımızı işgal edenler Tuz Gölü’nde salamura olmaktan paçayı son anda kurtardılar.” 18 Ağustos 2018’de yapılan partisinin 6. olağan kongresinde de şunları söyledi: “AK Parti, Atatürk’ün başlattığı milli mücadele ruhunun temsilcisidir.” Daha önceleri ısrarla kaçındığı “Türk” sözcüğünü de artık kullanmakta ve “Türk Milletiyiz” söyleminde bulunmaktadır.

Bugün AKP Genel Başkanı, yıllar sonra gerçekleri görmeye başladı diye düşünülebilir. Ama 17 yıl önce kurulan AKP, 16 yıllık iktidarı boyunca ülkemizde rejim dahil her şeyimizi değiştirmiştir.

Bütün ulusal varlıklarımız satılarak, üretim yapılamaz duruma getirilen ülkemiz, dış alıma çok büyük paralar harcamaktadır.

Tüketime ve kredi almaya özendirilen toplumun yoksulluğu artmıştır. Döviz kurlarındaki artış, yeni zamların yapılmasını tetiklemiştir. Yoksulluk ve yolsuzluk bu dönemin ana karakteri haline gelmiştir (AS: Yasakları da ekleyelim..) ve yurtsever aydınlar, ABD’li yetkililerin isteği üzerine kafeslenmiştir. Ekonomik ve siyasal krizlerin arasına sıkıştırılan ülkemizi bu duruma getirenlerin, bugün ülkemizin kuruluş değerlerine sarılmaları, içi boş bir kandırmacadır. Ekonomik kriz gelince, akıllarına milli mücadele gelenlere aldanmamak gerekir.

Emperyalizmin, Büyük Ortadoğu Projesi – BOP denilen büyük işgal projesinin eşbaşkanı olmakla övünen Tayyip Erdoğan, 31 Mart 2003’te The Wall Street Journal Gazetesi’ne yazdığı makalede şöyle diyordu;

  • “Bu cesur kadın ve erkeklerin en az kayıpla evlerine dönmelerini umuyor ve dua ediyoruz.” Irak’ta bir milyondan çok insanı öldüren ABD askerlerine tepki veremeyip, bu askerlerin evlerine dönmeleri için dua etmek ancak BOP eşbaşkanına yaraşır.

1 Mart 2003’te tezkerenin (Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için hükümete yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi) geçmesi için çok büyük çaba harcayanlarla aynı gemide olunamaz.

4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesine tepki vermeyip, sessiz kalanlarla gemimiz aynı değildir. (AS: ABD’ye nota verilmesi için ”müzik notası mı” demişti RTE!)

ABD’nin desteklediği PKK terör örgütüyle Oslo’da görüşenlerin ve 19 Ekim 2009’da Habur rezaletini yaşatanların gemileri, emperyalist limanların maşalarıdır.

ABD’nin beslediği Fethullah Gülen için “Ne istediler de vermedik” diyenlerin gemisi ile bizim gemimiz farklıdır.

Emperyalistlerin isteği üzerine Ergenekon, Balyoz, Ayışığı gibi sahte davalarla Türk Ordusunun belini kıranlarla, kendi Ordusunu çete ile eş görenlerle aynı gemide olunamaz.

Yaptıkları sivil darbe ile yurtsever aydınlara zulüm yapanlar, devleti İslam cumhuriyetine dönüştürmeye çalışanlarla aynı gemide olduğumuzu düşünmek, büyük bir düşüncesizliktir.

Laik ve demokratik cumhuriyetimizi 2 sarhoşun kurduğunu söyleyenlerle gemilerimiz birbirine benzemez.

Çünkü Türk olmaktan mutlu olan bizler, Kemalist ilke ve devrimlere sahip çıkan, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığını özümseyenleriz.

Bütün bunlar göz önüne alınca, bizim gemimizin Bandırma Vapuru olduğu bellidir
ve Vahdettin’in kaçtığı İngiliz Zırhlısı Malaya ile bir arada olmamız mümkün değildir. (20.08.2018)

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Dostlar,

3 Mart Devrim Yasaları salt Türkiye’nin değil, gerçekte uygarlık tarihinin de önemli dönemeçlerindendir. Her yıl özenle anımsanması, korunması ve sürgit korunarak yaşama geçirilmesi diyalektik bir tarihsel zorunluktur. Ancak günümüzde AKP iktidarı ile 15+ yıldır giderek tırmandırılan ve “beraber yürünen”, “seçim ittifakı ile beraber yürünmesi tasarlanan” bir karanlık serüvenle tam bir karşıdevrim süreci Türkiye’mize dayatılmaktadır. Halkımız – Ulusumuz çıplak gerçekleri görmektedir ve kendisini özgürleştiren – insanlaştıran eşsiz Atatürk Devrimleri‘ne mutlaka sahip çıkacaktır. 3 Mart 2014’te aşağıdaki önemli makaleyi yayınlamıştık. Önemini ve güncelliğini koruyor, izninizle bir kez daha paylaşmak istiyoruz. Hem 3 Mart 1924 devrimcilerini başta Gazi Mustafa kemal ATATÜRK ile dava – silah arkadaşlarını önlerinde saygı ile eğilerek selamlıyor hem de saygın aydınımız – dostumuz Hüsnü Merdanoğlu‘na şükranlarımızı sunuyoruz.

Bu Devrim Yasaları çok iyi anlaşılmalı ve sahiplenilmeli ve uygulanmalıdır;
çünkü Anadolu Rönesansı‘nın köşetaşlarıdır

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=================================================

Çok değerli arkadaşımız Sayın Hüsnü Merdanoğlu, gerçek ve engin birikimli
yurtsever bir aydınımızdır. Aşağıdaki yazısı son derece öğretici ve düşündürücüdür.

“3 Devrim Yasası”,

  • Türkiye’nin Gazi Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde gerçekleştirdiği
    eşsiz Çağdaşlaşma Devrimi’nin kritik dönemeçlerindendir. 

Devletin başı olarak 7 yıldır Çankaya’da oturan kişi (Abdullah Gül), ülkemiz tarihi bakımından
son derece önemli, tarihsel belleği tazeleme ve yaygın kitlelere devrim tarihi bilinci kazandırma bakımından bu çok önemli fırsatları neden kullanmaz?? Niçin kamuoyuna aydınlatıcı açıklamalar yapmaz 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi??

Niçin yüksek korumalarında uluslararası bilimsel toplantılar düzenle(t)mez,
açış konuşmalarını yapmaz ve çıktılarını kitap – DVD vb. araçlarla kalıcılaştırmaz??

Bütün bunlar, Türkiye’yi 11 yıldır yöneten ve tüm burçlarını ele geçiren siyasal kadroların, Büyük Atatürk ve O’nun ideolojisi ile derin – onmaz sorunları olduğunun sürgit kanıtıdır.

Çok yazık olmaktadır Türkiye’ye ve eşsiz, Dünyaya örnek Çağdaşlaşma Devrimimize..

Bu karşıdevrimci AKP eylemi, vurgulayalım; apaçık bir insanlığa karşı suç niteliğindedir..

Ve Türkiye’nin ve tarihin devrimci birikimi, artık, bu “uzayan” engeli de aşmasını bilecektir.

Sevgi ve saygı ile. 4 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

================================

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Konuk yazar PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü MERDANOĞLU

ADD Yazı Kurulu Üyesi
3 Mart 2014
 

Osmanlı, dine dayalı (teokratik) yönetimi benimsediği için, Şer’iye (din) Bakanlığına
yer vermekteydi. Ankara Hükümeti de bir süre bu bakanlığı korumak zorunda kaldı.
1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi ile oluşan, Cumhuriyeti onayan 2. TBMM,
3 Mart 1924’te Devletimiz için yaşamsal önem taşıyan 3 ayrı yasayı yürürlüğe koydu.

Bu yasalar:

429 sayılı; “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye Vekâletinin İlgasına Dair”
(Din ve Vakıflar ve Genel Kurmay Bakanlığı’nın Kaldırılmasına Dair) Yasa,

430 sayalı; Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) Yasası,

431 sayalı; “Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın
Türkiye Cumhuriyeti Sı­nırları Dışına Çıkartılması” yasasıdır.

431 sayılı yasa, “Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet
mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
  hükmüne yer vererek; Cumhuriyet yönetiminde, halifeliğe yer kalmadığının
yasal dayanağını oluşturmuştu.

429 sayılı Yasanın 1. maddesi, günümüz Türkçesiyle şu içerikte düzenlendi:

“İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri dini kuruluşların idaresi, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ilgi ve yetkisine bırakılmıştır. Çünkü: Türkiye Cumhuriyetinde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bu­lunmak, TBMM ile O’nun kurduğu Hükümete aittir.”

Altında Atatürk’ün imzası olan bu yasa hükmüne dikkat edildiğinde;

  • Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) verilen görevin;
  • İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri
    dini kuruluşların idaresi” 
    ile sınırlı olduğu görülmektedir.

Ne var ki, Atatürk’ten sonra Kemalizm’in kuşatılması ve Cumhuriyetin
temel yasalarının içeriğinin yozlaştırılması sürecinde DİB yasası yeniden düzenlenmiş ve bu konudaki 633 sayılı Yasanın 1. maddesinde şu hükme yer verilmiştir:

“İslam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile il­gi­li işleri yürütmek, konusunda toplumu aydınlatmak ve iba­det yerlerini yönetmek.”

Böylece DİB verilen “toplumu aydınlatma” göreviyle, fetva yetkisi tanınmış,
bir anlamda siyasetin içine çekilmiştir.

Öte yandan; Osmanlı yönetimi her ne denli, son dönemde Batı anlamında tıbbiye ve harbiye okullarını açmış ise de, eğitimde medrese ve yabancı okullar çoğunlukta idi.
Bu durumun farkında olan “Kurucu Baba” Mustafa kemal Atatürk,
henüz sıcak savaşın sürdüğü koşullarda (16 Temmuz 1921’de) Maarif Kongresini toplamış ve burada yaptığı konuşmada:

  • “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan, yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelen bütün etkenlerden tamamıyla uzak, ulusal karakterimize uygun bir eğitim sisteminin uygulanmasına..” duyulan gereksinimi dile getirmişti.

Kurtuluştan sonra Türkiye’nin geleceği için yaşamsal önemde olan ulusal ve çağdaş eğitimin temelleri atılmaya başlanıldığında, “Eğitim Andı” olarak bilinen metin,
bir genelge ekinde duyurulmuştur. Söz konusu genelgede eğitimin amacı;

  • “Toplumsal yaşamda, dünya ve ahret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” cümleleriyle özetlenmişti.

Gerekçesinde;

“… 2 tür eğitim bir memlekette 2 tür insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır.” vurgusu yapılan,
öğretim birliği (tevhid-i tedrisat) ile ilgili yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte;
Osmanlı döneminde geçerli olan ikili yapının ortadan kaldırılması hedeflenmişti.

Böylece; ulus-üniter devlet kurmak ve bunu korumak zorunda olan ülkemiz de,
hem eğitim hem de kültür yönünde, çağdaşlığa yönelmenin yasal zemine kavuşmuştu.

Eğitimin amacı ve verilecek derslerin içeriği;

  • geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” olduğu için,

bu amaç doğrultusunda, çoğunluğu İslami kurallara bağlı toplumumuz için gerekli
imam-hatiplerin yetişmesine 430 sayılı Yasa’nın 4. maddesi olanak tanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özgür ve uygar uluslar topluluğu içindeki yerini almaya yönelik olarak öbür devrim yasaları ile birlikte, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konulan yasalar sayesinde ve hepsinden önemlisi; Kemalist ilkelere bağlı yönetim sayesinde çağdaş Türkiye’ye kavuşmaya yönelmişti.

Atatürk’ün yönetiminde ve Kemalist hedefler doğrultusunda yoluna devam eden Türkiye, Batı devletlerinin Rönesans ve Reform ışığında yüzyıllarda gerçekleştirdiği başarıları birkaç yıla sığdırmayı başarmıştır (bkz. dipnotu).

Cumhuriyetin erdeminin ayrımında olmayan ve bu gelişmeyi içine sindiremeyen Osmanlı kalıntıları sinsi çabalar içinde iken, Batılı tarafsız yazarlar

  • Türkiye’yi devrimcilik anlamında, Fransız İhtilali’nden ve
    Sovyet Dev­rimi’nden daha ileride bulmuşlardır.

Onlara gö­re; Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’ den başka hiçbir ülkede bu denli köktenci bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız İhtilali, si­ya­sal kurumlar arasında sınırlı kalmış, Sovyet Devrimi sos­yal alanları sars­mıştır.

Yalnızca Türk Devrimi, siyasal kurum­ları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları,
aile ilişkilerini, ekono­mik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve
bun­ları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenile­miş­tir.

Her değişim yeni bir değişime neden ol­muş, her ye­nilik bir başka yeniliğe
kaynaklık etmiştir. Ve bunların tü­mü­nün halkın yaşamında yer tutmuştu.

Egemen güçler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu olduğu coğrafya, coğrafi, stratejik,
yer altı ve yerüstü zenginlikleri yönden olağanüstü üstünlüklere sahip olduğunun ayrımında oldukları için, Türkiye’yi çok kısa zaman diliminde yeryüzünün en saygın konumuna yükselten Kemalizm’in önünün kesmenin sinsi çalışmasını yürütmekte idiler.

– Köy Enstitülerinin kapatılması,
– Halkevlerinin yok edilmesi,

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak”içerikli eğitim anlayışının yozlaştırılması ve

NATO’nun,
Dünya Bankası’nın,
IMF’nin ve
benzeri kökü dışarda kuruluşların Türkiye’ye yerleşmesi,

Kemalizm’i dondurması bu çabalar sonrasında oldu.

Düşündürücü olan ise; Türkiye’yi yönetenlerden daha çok, Türkiye’de gözü olanlar Türkiye’nin farkında idiler.

3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasaları ile Cumhuriyet’in niteliği belirlendi.
Buna göre; çağdaş dünyaya erişmek, onları da geçmek için çağdaşlığın vazgeçilmesi olan laik eğitim sistemine yer verilmiştir.

Bugün Türkiye’nin;

-Uluslararası bir saygınlığı var ise,
-Bölgesinde güçlü bir konuma sahip ise
-Avrupa Bilirliğine tam üyelik için başvuruda bulunulmuş ise

Hiç kuşkusuz 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının yadsınamaz katkıları olduğundandır. Bugün Türkiye,

-Bölgesinde kimi tehditlerle karşı karşıya ve uluslararası kuruluşlarca kuşatma altına alınıyor ise,
Avrupa Birliği’ne tam üyelik, verilen tüm ödünlere karşın geçekleşmiyor ise,

Daha da önemlisi günümüzün Türkiye’si, Atatürk döneminde olduğu gibi uluslararası saygınlığını koruyamıyor, komşuları ile sorunlar yaşıyor ve bölgesinde hak ettiği; ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğe sahip değilse…

Bilinmeli ki; Kemalizm’in yasal dayanağını oluşturan, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının ilke ve amaçlarından uzaklaşılmış olmasındandır.

Dünyanın merkezinde kurulu olan Türkiye’nin, bölgesinde etkin ve saygın bir ülke olma özelliğine kavuşması ve bu saygınlığının sürekli olması için;

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” hedefli eğitimi gerçekleştirecek
siyasal kadrolara şiddetle gereksinim bulunmaktadır.

A. Saltık’tan dipnot     :

Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee der ki;

“Batı dünyasındaki Rönesans, Reformasyon, bilim ve düşünce devrimi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni, ATATÜRK, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

TÜRKLER İÇİN TARİH, NEDEN SÜREKLİ TEKERRÜR ETMEKTEDİR?

TÜRKLER İÇİN TARİH, NEDEN
SÜREKLİ TEKERRÜR ETMEKTEDİR?

Konuk yazar        : G. Filiz Tuzcu    02.02.2018

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

TARİHİN HAYATİ ÖNEMİNİ – “BİR MİLLETİN HAFIZASI OLDUĞU GERÇEĞİNİ” – BIKIP USANMADAN, BİR KEZ DAHA VURGULAMAK İSTİYORUZ…

(Ancak dikkate alacağımız TARİH, 1938 öncesi “Bilge Büyük Atatürk‘ün” öngördüğü Tarafsız Tarih ve Tarih Kaynakları olmalıdır…) 

– Bir insanın bünyesini hastalandıran, onu zayıf düşürerek, organlarına zarar vererek, ölüme doğru sürükleyen sorunun/hastalığın ne olduğuna dair “kapsamlı bir araştırma yapılmaz ise, sorunun temeline inilmez ve hastalığa doğru teşhis konulmaz ise“, o insan için doğru tedavinin bulunması, o insanın iyileşmesi ve kurtulması elbette ki mümkün değildir.

– Tümüyle benzer biçimde,  toplumsal – sosyal sorunlara da “Doğru Teşhis” koymak, çözüm  ve kurtuluş yolu bulmak ve o toplumu kurtarmak için hayati derecede önemlidir. 

– O halde tarihten günümüze her seferinde Türk Milletinin bünyesini hastalandıran, onları felâketlere, kasırgalara maruz bırakan, kadim dilini, kimliğini, kültürünü, tarih bilincini, yuvasını – yurdunu, hatta gelecekteki varlığını  tehdit eden “soruna/hastalığa” da doğru teşhis konulmalıdır.

Evet tarihten günümüze Türklerin başına gelen tüm felâketlerin temelinde üç önemli husus olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz:

1.)  Her şeyden önce Türklerde “Tarih Bilinci Eksikliği” vardır; bu durum, koskoca bir milleti “hafızasını yitirmiş, dostunu – düşmanı bilemeyen, geleceği için plan – program yapamayan, şaşkın, çaresiz, kolayca etkiye ve kandırılmaya açık bir duruma” düşürmektedir!

2.)  Türklerde, kurdukları devletlerin, krallıkların, imparatorlukların vs… yönetimine duyarlıkla sahip çıkamama, kendi yönetimini – geleceğini yabancıların ellerine kolayca teslim etme sorunu vardır!

3.) Türklerin birbirine, yani “kendi soy ailesinden gelen kardeşlerine sahip çıkmamak” gibi son derece büyük bir eksiklikleri vardır. 

(Bir empati yapmamız gerekir; siz, ailenizi veya akrabalarınızı, “size tamamen yabancı, tanımadığınız, geçmişi, dili – inancı – düşünceleri başka olan bir yabancıyla” aynı tutabilir misiniz? Hatta evinizin – ailenizin  yönetimini, o yabancıya teslim eder miydiniz?

Ancak tarihten günümüze Türkler, bu ölümcül hataya hep düşmüşler, ve bu ölümcül hatalarının korkunç bedelini hep ödemişler, büyük kayıplar yaşamışlar, kendilerine olan saygılarını, evlerini – yurtlarını yitirmişler, hakaretlere – tecavüzlere maruz kalmışlar, katledilmişler, asimile olup, yok olup gitmişlerdir;  velhasıl hep zarar görmüşlerdir ve halâ da görmektedirler…)

Büyük Atatürk, Türk Milleti için hayati derecede önemli olan söz konusu bu eksiklikleri
görmüş ve bunları ivedilikle gidermek üzere ülke çapında – en ücra vatan köşelerine
kadar  “Milli Eğitim Seferberliği” başlatmış ve Türkleri,  başta kendilerine güven ve saygı
duymaları olmak üzere, kadim tarihleri olmak üzere, dinleri olmak üzere, ülkeleri olmak
üzere, ellerindeki toprakları ve kaynakları olmak üzere,  milletinin her bireyini  her hususta asgari derecede bilgilendirmeyi   ve bilinçlendirmeyi hedeflemiştir…

Ancak bir yanda yüzyıllarla ifade edilen, Türkleri baskılayan “baskıcı, duyarsız, karanlık, akıl ve bilim dışı – haksız uygulamalar”, diğer yanda sadece 15 yıl gibi son derece kısa bir zaman dilimi olan “Atatürk’ün Öncülüğünde Bilime ve Akla Değer Veren – Aydınlanma Çağı – En İleri Medeniyet Seviyesine Ulaşma Hedefi“…   

Ne yazık ki bu 15 yıl gibi çok kısa bir süre, böylesine büyük hedeflerin tümüne ulaşabilmek için elbette ki yeterli olamamıştır. Ayrıca 1938 sonrasında keskin bir “U Dönüşü” ile Büyük Atatürk’ün yolundan maalesef  geriye dönülmüş, böylece Onun Türk Milleti için lâyık gördüğü  “özgür, saygın, eğitimli, bilinçli, zengin ve güçlü bir millet; hukukun üstün olduğu, gelişmiş, çağdaş ve güçlü bir Türkiye olma”  hedefleri takip edilmediği gibi, maalesef ki tamamen terk edilmiştir!

O halde bizler Türkler, önce özeleştiri yaparak, eksikliklerimizi, tarihi hatalarımızı çok iyi anlamamız ve bir an önce bunları gidermemiz gerekmektedir…  Bunun için 10 Kasım 1938 – 1960 arası dönem, çok iyi tetkik etmemiz gereken bir dönemdir. Aksi takdirde şikayet etmenin, partileri eleştirmenin,  boş tartışmaların, yabancı ülkeleri, onların yönetici ve politikalarını suçlamanın bizlere hiç bir faydası olmamıştır ve olmayacaktır…

Bu bağlamda kanaatimce Türk Milleti olarak  her şeyden önce hafızamızı kazanmamız gerekir: Kendimizi çok iyi tanımamız,  gücümüzü ve değerimizi çok iyi bilmemiz gerekir. Bunun içinde temelden başlamamız, “Antik Tarihimizi” öğrenmemiz ve sahip çıkmamız gerekir.

Biz yabancıları taklit etmeyelim, onların dilini çat – pat konuşmak için çırpınmayalım; yabancılar bizi taklit etsinler; çünkü onlar bildikleri her şeyi bizim Antik Türk Atalarımızdan öğrenmişlerdir… O çok övündükleri  “Batı medeniyetinin” temelinde Türkler vardırbaşta Avrupalılar olmak üzere, dünyayı medeniyetle ilk kez tanıştıran antik kavimlerin gerçek torunları olduğumuzu öğrenelim ve dünyaya da öğretelim. (Yabancı hayranlığıyla, yabancıları taklitle, yabancıların tavsiyeleri ve direktifleriyle hiç bir yere varılamaz – Büyük Atatürk’ün deyimi ile “Tarih böyle bir şey kaydetmemiştir“)

Kendi “Milli Kimliğinin bilincinde olmayan, Milli Diline, Kültürüne ve Tarihine sahip çıkmayan, sadece ve sadece kendi gücüne ve kaynaklarına güvenmeyen, kendisine saygısı ve sevgisi olmayan, kendi yönetimini  – kendi eline almayan, tam bağımsızlığı ve özgürlüğü hayatının en temel ilkesi edinmeyen” bir millet,  hiçbir hedefe varamaz! Hiçbir gelişme gösteremez! Başka hiç bir milletin saygısını kazanamaz!  Refah ve mutlu bir hayat da yaşayamaz!  Böyle bir millet, ancak “başka milletlere av olur – köle olur.”
===================================
Dostlar,

web sitemizin değerli ve sürekli okur ve yazarlarından Tarihçi Sayın G. Fizili Tuzcu’nun önemli yazısını sevinçle paylaşıyoruz.. Tarih, elbette ondan ders alanlar için yinelenmez, yinelenemez. Çünkü tarihin yinelenmesi için gerekli koşullardan, bilimsel akılcılıkla kaçınılır..

Dünü anlamanın, günü kavramanın ve geleceği yordamanın (kestirmenin) başkaca etkili bir aracı var mı Tarih bilimi dışında??

Çocuklarımıza Devrim Tarihimiz başta olmak üzere Türklerin Tarihi ve Dünya Tarihi
ana atlarıyla ve özüne sadık kalarak mutlaka öğretilmelidir. Büyük ATATÜRK‘ün vasiyeti ve kalıtı (mirası) olan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu birer devlet dairesi olmaktan çıkarılarak, Büyük Önderin vasiyetine uygun duruma dönüştürülmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 02 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com