Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

Uçağın da saraylısı…

Uçağın da saraylısı…

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU
tuncaytm@gmail.com 
16 Eylül 2018, Yeniçağ Gazetesi 

Danimarka’dan arpa ithal ediyoruz… Meksika’dan, Arjantin’den kuru fasulye… Üzüm İran ve Şili’den geliyor, pirinç Rusya’dan. 

Ekonomideki son ileri atılım sütün Amerikan ineklerinden sağılması üzerineydi!..
*
AKP’nin çöküş ekonomisi Türk parasını pula çevirdi! Alım gücü yerlerde sürünüyor. Geçim derdi yerini, açlık ve yetersiz beslenmeye bırakıyor! Ancak memleketi yönetenlerin böyle bir gündemi yok… alım gücü vatandaşa düştü tabii… itibardan asla tasarruf etmeyen Saray’a “uçan saray”yakışırdı!

Yatak odası çift kişilik, banyo, toplantı odası, 7 salon… içinde hastanesi de var; bulut manzaralı… Millete Dolar yaktıran akıl, yarım milyar dolarlık uçağı ekledi filosuna… Bakın filo diyorum… bu kaçıncı uçak unuttuk… isterse butik bir havayolu şirketi kurabilir.

CHP’li vekil Gaye (AS: Gamze olacak) Taşçıer uçan sarayın izini sürmüş; “Bu uçak satın mı alındı yoksa hediye mi?” tartışmasına girmiş. Uçağı satmakla yükümlü firmanın “satıldı” bilgisine ulaşmış. Oysa yandaşlar “hediye” diyorlardı… Satıldı ise “nasıl alındı?” Hediye ise “ne karşılığı?”
*
Vatandaş havalar soğuyacak diye karalar bağlamış! Doğal gaz parasına yetişmek için bankalardan kredi çekmeye çalışanlar var! Bu yoksullar; bir dönem “orta gelir grubunda” dediğimiz okumuş, meslek sahibi olmuş insanlar! Aile geçindirmeye çalışan annelerin, babaların gelirleri ile birlikte yaşamları da eriyor. Geleceğe ilişkin umutlar, başta gençlerde olmak üzere sıfırın altında seyrediyor.

Ancak görünen o ki memleket; ister uçan banyolusu, ister 1000 odalısı olsun Saray’dan bakılınca farklı görünüyor!
***
“Aşırılık” Türk ve Arap zenginlerinde var!

Ağabeyi İtalya’nın en pahalı düğününü yapmış… Cemiyet yaşamının ünlü adlarındanmışlar… 

Roma’daki tarihi Bracciano Kalesi’nde evlenen Kerim Sengir’in, “ülke tarihinin en pahalı düğünü” unvanını kız kardeşi geride bıraktı. Düğünleri 5 milyon Euro’ya malı… Yasemin Sengir ve Yağız Sözmen çifti Versay Sarayı’nda dünya evine girdiler… Çift Fransa “tarihine” imza attı… olmuş… Allah mesut etsin… Bu parayı şimdi TL’ye falan çevirmeye kalkmayın. Benim gördüğüm “aşırılık” ve şatafatta Türk zenginlerin Araplarla yarışıyor olduğu…
*
Fotoğraflara bakınca bir anı canlandı gözümde… İstanbul’da ahlakı ve devlete bağlılığı ile dikkat çeken bir isim geldi aklıma; Kadir Boy… İstanbul Defterdarıydı. Vergi toplayabilmek için türlü çareler arar, projeler üretirdi. “Kambur hep yoksulun sırtında” derdi… O dönemin ünlü gece kulüplerine ekip gönderir, kapılara yanaşan süper lüks otomobillerin plakalarından sahiplerine ulaşırdı.

“Bir gecede servet harcayanlar acaba sıra vergiye gelince aynı cömertliği gösteriyor mu?” diye… Şöyle ifade edeyim; milyon dolarlık spor otomobillerin bile şirketlerde “ulaştırma aracı” olarak gösterilip vergiden düşüldüğü ortaya çıkmıştı. Bu tatlı genç çift ve ailesi üzerine alınmasın tabii… Onlar belki de vergi listelerinde en ön sıradadır. Söylemek istediğim; İstanbul’a magazin gündemine böyle bakacak bir Kadir Boy lazım…
***
Tilki kümese müdür olunca… Devletin tüm imkânları elindeydi. Seçmenin çoğunluğu onu destekliyordu. Meydanlarda “Emperyalizmle mücadele edeceğim, sizi yoksulluktan kurtaracağım” diyor ama arka kapıdan küresel şirketlerle el sıkışıyordu. Memlekette devlete ait ne varsa sattı. Her satışta bir yolsuzluk hikâyesi yazıldı. Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar açığa çıktı. O ülkenin yöneticisi kanunlar çıkararak tüm gücü kendine bağlamaya kalkınca şu fıkra ortaya çıktı;

Kümese müdür aranıyormuş, Tilki başvurmuş… tam bir laf cambazı, hitabet ustasıymış. Tilki’yi çok sevmişler, ‘işe hemen başla ne kadar istiyorsun?’ demişler. Tilki’nin yanıtı; “gülmekten söyleyemiyorum…

Evet, siz anladınız… Arjantin’den söz ediyorum. Arjantin’in bir dönem devlet başkanı olan ve ülkeden kaçtığında 5 milyar dolar serveti ortaya çıkan usta Hatip’ten… Carlos Menem’i kümese müdür yapmışlar.
========================================
Teşekkürler değerli Tuncay Mollaveyisoğlu..

Sevgi ve saygı ile. 17 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

İdlib ve Suriye’de siyasal çözümden ne anlıyoruz?

İdlib ve Suriye’de siyasal çözümden ne anlıyoruz?

Konuk yazar : 
Bülent ESİNOĞLU
16.9.2018, bulentesinoglu@gmail.com

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Yedi Eylül’de, Tahran’da yapılan Zirveden çıkan ortak bildirinin 2. maddesi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü garanti etmektedir.

Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı ortak bildirinin dışına çıkarak, İdlib’de ateşkes istedi.

O günden bu yana yandaş medya Katil Esad yaygarasını yükselti.

Geride kalan on gün içinde başta Amerika olmak üzere Avrupa ülkeleri de İdlib’de barışçı çözüm istedi.

Konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna (AS: Konseyine) taşındı. Rusya İdlib’deki terör guruplarını vurmakta kararlı olduğunu açıkladı.

ABD ve Suudi Arabistan, eğer Türkiye İran ambargosuna katılırsa, Türkiye’ye 65 milyar $ kredi verebileceklerini Türkiye’ye teklif ettiler. (Yeniçağ Gazetesi)

Amerikalı General, Türkiye’nin Membiç’in merkezine giremeyeceğini, yalnızca çevresinde devriye alabileceğini ifade etti.

Erdoğan ABD’nin Fırat’ın Doğusuna yirmi bin TIR’lık yığınak yaptığını açıkladı.

Türkiye İdlib sınırına görülmemiş askeri yığınak yaptı.

Putin, İdlib için çok endişeliyim dedi.

Birleşik Arap Emirliği Türkiye Suriye’den çıksın dedi. (Tabii Suudilerin talimatıyla)

İsrail, Şam havaalanını füzelerle vurdu. Yandaş medya sevindi.

Erdoğan Wall Street Jurnal Gazetesine köşe yazısı yazdı. Amerika’nın Rusya’nın İdlib’de yapacağı katliamı durdurmasını istedi. Arkasından Kalın ve Çavuşoğlu Amerikan gazetelerinde köşe yazarlığı yaptılar.

İdlib‘de silahsız çözüm yok. Orada herkes silahlıdır. Çünkü bunların hepsini, zamanında, ABD ile birlikte eğit-donat programıyla yapmıştık.

HTŞ, El Nusra, El kaide ve Suriye dışından gelen silahlı teröristler.

Silahlı ÖSO, Türkiye’ye muzahir silahlı örgütleri korumak ABD’yi yanımıza alabilmek için bize kaldı.

Çıkmaz bizim çıkmazımız. Katil Esad sloganı, inşallah Katil Putin’e dönüşmez.

Amerika bize İdlib’de havuç veriyor ve diyor ki;

  • İdlib sizin bünyenizde kalsın, ileride halk oylaması yapılır. Halk Türkiye tarafını isterse Türkiye’nin bünyesinde kalır.

Siyasi iktidar Suriye’de Suriye Arap Cumhuriyeti ile anlaşıp, Türkiye sınırlarını birlikte güvenliğe almak yerine, İdlib’de otonom bir örgütlenmeye gidelim diyor. En azından oradaki silahlı örgütleri savunması bunu gösteriyor.

Böyle bir durumda, biz nasıl olur da Suriye’de otonom bölgeleri savunuruz?

Böyle bir durumda, Fırat’ın doğusunun, Amerika ve PKK’ya bırakılacağı anlamı çıkmaz mı?

  • Amerika ile yapılacak her anlaşmanın çıkacağı yer; Kürdistan’dır.

Türkiye Putin’i ikna ederek, İdlib’deki silahlı örgütleri korumaya çalışıyor.

Putin ile Soçi’de yapılacak görüşmeden hiçbir sonuç çıkmayacağı baştan bellidir.

Putin diyecek ki; “Git Suriye Arap Cumhuriyeti ile anlaş. İdlib Rusya toprağı değil, ben nasıl karar vereyim” diyecektir.

Hem ABD hem Rusya, İran tarafında ikili oynamanın sonuna gelinmiştir.

Astana Sürecinin sonlanması demek olan İdlib dayatması; çıkmazın kendisidir.

Bu gelişmeler olurken Yandaş İktidar Medyası Katil Esad türküsünü söyleyerek rahatlayacağını ve Türk halkını, sonu belirsiz bu İdlib siyasetine ikna edeceğini sanıyor.

Zaman tükendi, ikili oynamanın olanaksız olduğu bir dönemece girdik.
=================================
Evet dostlar,

İdlib sorunu Türkiye’nin başını daha çooook ağrıtacağa benziyor.
Mart 2011’de başlatılan AKP = Erdoğan‘ın, yanlış = ABD güdümlü maşa Suriye politikası ile bugünlere geldik. Bir yandan ülkemizde olağanüstü ağırlıkta – yakıcılıkta bir ekonomik bunalım – yığınların ve Türkiye’nin yoksullaştırılması süreci yaşanmakta, bir yandan da İdlib sorunu giderek kördüğüme dönüşmektedir.

Türkiye, İdlib’te toplanan ağır silahlı ve çok iyi eğitilmiş farklı ülkelerden (Çin, Afganistan, Çeçenistan…) on binlerce cihatçı militanı, Putin’in çok haklı isteği doğrultusunda sivil halktan ayrıştırmak ve geldikleri / getirildikleri ülkelere dönmelerini sağlamak zorundadır. Bu süreç zaman alabilir ama önce bu yükümü üstlenmeniz ve açıkça belirtmeniz gerekir. Öte yandan ne İran’ın, ne Suriye’nin ne de Rusya’nın çok fazla sabrı yoktur. Rusya, bölgedeki üslerinin, askeri yapılanmasının zarar görmemesinde titizdir kendince. İran, Suriye’nin toprak bütünlüğünü derin bir empati ile savunmaktadır; çünkü çok iyi bilmektedir ki, sıra kendisine gelecektir.

Türkiye’nin de İran sonrası parçalanma – bölünme sırasının BOP kapsamında kendisine geleceğini ar-tık kavramak zorundadır. BOP haritaları yayınlanmış ve sınırları değiştirilecek 22 ülkeyi ABD’li C. Rice açıkça duyurmuştu.

Suriye’de Erdoğan’ın bir kez daha iflas eden politikasının ülkemize yükü çok ağırdır. Askeri harcamalar, şu ekonomik çöküş döneminde sürdürülebilir değildir. Hele sıcak çatışmalar olursa, güvenlik güçlerimiz şehitler verecektir.

  • Bütün yollar Şam’a çıkıyor AKP = Erdoğan için!

Silahlandırılıp eğitilen – desteklenen – aylık bağlanan militanlarla Suriye’yi istikrarsızlaştırma (de-stabilize etme) ve sonrası … kimi hesapların gerçekleştirilebilirliği yok-tur. Şam’a – Esad’a el uzatmak ve Suriye ile boğuşmak değil, iç savaşı bitirmesi için Suriye rejimine destek vermek gerekir. Böylelikle Rusya – İran – Türkiye’nin açık, Çin vd. nin yarı açık – örtük desteği ile Suriye’de hızla düzen yeniden sağlanabilir.

Fırat’ın doğusunda Kürdistan – PYD – PKK yapılanmasını engellemeye, Batısında İdlib sorununu Suriye ile çatışarak değil dayanışarak çözdükten sonra enerji kalabilir. Çünkü orada muazzam silahlandırma ile ABD – İsrail var.

Sitemizde son günlerde İdlib sorununu hep işliyoruz. Daha önce de yazdık; AKP = Erdoğan‘ın hiç olmazsa 1 cambazın 2 ipte oynayamayacağını olsun artık görmesi gerektiğini vurguladık. Karşınızdaki güçlerin stratejik akıllarını – deneyimlerini – çıkarlarını ve güçlerini çok ama çok iyi değerlendirmek zorundasınız.. Bu işler Tahran’da 12 maddelik anlaşmaya imza koyarken son anda “ateş kes olsun” deyip Putin tarafından haşlanma ile yürütülemez.

Yine bu çok çetrefil sorunlar, Atlantik ötesi ülkede kimi gazetelerde yazana / yazdırana post-modern entellektüel doyum (!) sağlayabilme ötesinde hiçbir yarar sağlamaz.

  • Bu arada yandaş basının bağışlanmaz bir tarihsel hata, ahlak sorunu içinde olduğunun altını çizmek istiyoruz. Kitleleri “sürü psikolojisi” yöntemleriyle yönlendirmek salt etik dışı olmakla kalmayıp, ayı zamanda ciddi bir stratejik güvenlik sorunudur.

Böyle biline ve artık lütfen saaddede geline..

Sevgi ve saygı ile. 17 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Konuya ilişkin sitemizde daha önce yayınladığımız yazılara da bakılması önerilir..

– İŞİD ve EL NUSRA AKP’nin Askeri Kanadıdır

ERDOĞAN’IN DIŞ POLİTİKASI DA ÇÖKTÜ

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

Prof. Dr. Süleyman Çelik

Sakarya Zaferinin 97. Yıl dönümü, ulusumuza kutlu olsun…

Atatürk, Nutuk’da Sakarya Meydan Muharebesinden şöyle söz eder: “23 Ağus­tos gü­nün­den 13 Eylül gününe ka­dar, bu­gün­ler de dâhil ol­mak üze­re, yir­mi iki gün ve yir­mi iki ge­ce bilâ-fâsıla de­vam eden, Sa­kar­ya Mel­ha­me-i Kübrâ­sı, ye­ni Türk dev­letinin ta­ri­hi­ne; ci­han ta­ri­hin­de en­der olan bü­yük bir mey­dan mu­ha­re­be­si misâli kay­det­ti.” (Nutuk, 1927, s. 449)

Çok büyük ve kanlı savaş anlamına gelen Melhame-i Kübrâ, dinsel öykülerde de geçer ve bazı öykülerde “Kıyamet Savaşı” olarak nitelenen Armageddon ile özdeşleştirilir.

Sakarya Meydan Muharebesi, düşmana öldürücü vuruşun yapılarak kesin zaferin elde edildiği Büyük Taarruz’un gölgesinde kalmıştır. 13 Eylül’ün, art arda büyük ulusal coşku ile anılan / kutlanan 26 Ağustos, 30 Ağustos ve 9 Eylül tarihlerinin hemen ardından gelmesinin de Sakarya Zaferi’nin gölgede kalmasında rolü vardır.

  • Oysa Sakarya Zaferi, Ulusal Kurtuluş Savaşımımızın kaderini değiştiren çok önemli bir zaferdir.

Sakarya Zaferi’ne kadar Milli Mücadele, basit bir isyan hareketi / eşkıyalık olarak görülüyor; işgalci emperyalistler Padişahtan isyanın bastırılmasını istiyorlardı. Padişah, çıkardığı yerel isyanlarla bunu beceremeyince, İngilizlerden lojistik destek sağlayarak, üzerimize Kuvay-ı Muhammediye adını verdiği bir ordu gönderdi, ama gene başaramadı. Bunun üzerine, İngilizler bu işi Yunanlılara (AS: Yunanlar olmalı) yaptırmak istedi ve onları üzerimize saldı.

22 gün, 22 gece aralıksız sürdüğü için dünya savaş tarihine, en uzun meydan muharebesi olarak geçen Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılması, Ankara’da bir çete değil, ciddiye alınacak bir “GÜÇ” olduğunu dünyaya kabul ettirdi.

Sovyetler o tarihe kadar, emperyalizme karşı bir mücadele verdiğimiz için bize sıcak yaklaşmış, teşvik etmiş ama yardım etmemişti.

Osmanlı Ordusunun tamamını onlara teslim edecek kadar dost bildiği Almanlar, yenilgiden sonra yüzüne bakmayınca Berlin’den Moskova’ya geçen Enver Paşa, bu kez Bolşeviklere sığınmış ve eğer kendisini destekleyecek olurlarsa Sovyetler Birliğine katılma sözü vermiştir. Bunun üzerine Sovyetler, kullanılmaya elverişli görmedikleri Mustafa Kemal Paşa yerine kullanılmaya hazır Enver Paşa’yı desteklemeye karar vermişlerdir. Enver Paşa Batum’da, derlediği Bolşevik kuvvetlerle Anadolu’ya yürümeyi beklerken Sakarya Zaferi’nin kazanılması Sovyetlerin planlarını değiştirmelerini sağladı.

  • Lenin, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı ile, “Mustafa Kemal elbette bir sosyalist değil, ama akıllı bir anti-emperyalist. Başarısı emperyalizme büyük bir darbe olacaktır” dedi ve Ankara’ya yardım emrini verdi.

Sovyet Devrimi’nden sonra Rusya’nın, İngiltere ile 1. Dünya Savaşı öncesi yaptığı gizli anlaşmalar açıklanınca İngilizlerin, parçalanacak Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda herkese mavi boncuk dağıtmış olduğu görüldü. Bunun üzerine Fransa ve İtalya, iki yüzlü İngiltere’ye güvenlerini yitirdiler. Askeri dehasının yanında diplomatik bir dahi de olan Atatürk, bu durumu değerlendirip, Fransa ve İtalya ile anlaşma yaparak İngiltere’yi karşımızda yalnız bıraktı, hatta bu ikisi işgal ettikleri yerlerden çekilirken, bazı malzeme, silah ve cephanelerini de bize bıraktılar.

Ezilen ve sömürülen tüm dünya halkları Sakarya Zaferi’ni kendi zaferleri olarak algıladılar ve Ankara’ya yardım kampanyaları düzenlediler. Başta Hindistan Müslümanları (Pakistanlılar) olmak üzere bazıları önemli maddi destek verirken bazıları da manevi destekleri ile moral verdiler…

Sakarya Zaferi’ne kadar “tüm Anadolu’yu ele geçirip ‘Megalo İdea’yı gerçekleştirerek Bizans’ı yeniden kurmak”, büyük hayali ile yaşayan Yunanlıların (AS: Yunanların) moralleri çöktü. Artık saldırıyı bırakıp kazandıkları toprakları elde tutmak için savunmayı düşünmeye başladılar. Yunanlılarla (AS: Yunanların) birlikte, başta Vahdettin olmak üzere, işbirlikçi hainlerin de moralleri bozuldu

Buna karşılık ordumuzun ve halkımızın morali düzeldi, umudu arttı ve Mustafa Kemal Paşa’ya tüm varlığı ile güvenmeye başladı. Atatürk’ün deyimiyle, “topyekûn savaş” koşulları oluştu. Cephedeki  ordu kadar cephe gerisindeki tüm halk, elinde avucundaki her şeyini verdiği gibi yaşlı çocuk, kadın erkek herkes seferber oldu ve Büyük Zafer’in önü açıldı

Bu konuda güzel bir yazı okuyup daha ayrıntılı bilgi edinmek ve gururlanmak istiyorsanız, sevgili Sinan Meydan’ı öneriyorum:

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/sathi-mudafaa-veya-sangarios-cikmazi-sakarya-destani-2617129/
=================================================
Dostlar,

Sevgili dostumuz, ADD Samsun Şubesi önceki başkanlarından, 19 Mayıs Üniv. Tıp Fak. emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Çelik hocamızın iletisini, tatil dönüşü yolculuğumuz nedeniyle yeni gördük ve hemen paylaşıyoruz..

Sakarya Meydan Savaşının 22 gün – 22 gece süren cehennem ortamında gözünü kırpmadan ülkemiz – vatanımız için canlarını feda eden aziiiiiiz şehitlerimizin anısı önünde sonsuz bir minnet ve şükranla eğiliyoruz. Merhum gazilerimizin de..

Tekalif-i Milliye Yasası” insanlık tarihine geçmiştir.  Halkın elinde ne varsa, 2’sinden 1’ini Orduya ödünç vermesi istenmiş ve yoksul Anadolu halkı bu büyük özveriyi üstlenmiştir. Polatlı’ya dek Ankara’ya yaklaşan (75 km) ve Ankara’yı alıp Milli Mücadeleyi bitirmeyi planlayan İngiltere’nin maşası Yunanlar, Sakarya’nın batısına püskürtülmüş, ilerlemeleri durdurulmuştur. Meydan Savaşı’nın top sesleri Ankara’dan duyulmaktadır! 1. Meclis’te Kayseri’ye taşınma tartışmaları yapılabilmiştir.

Bu savaş bir “subay savaşı” oldu adeta.. Ordu’dan kaçanlar, yeterli asker toplayamama… nedenleriyle, ne denli yurtsever subay varsa cepheye sürüldü. Ağır can yitikleri oldu ve bunun 26 Ağustos Büyük Taarruzu sırasında eksikliği çok ağır hissedildi. Arada yalnızca 12 ay var.. Bir ölüm – kalım savaşı için olağanüstü yokluklar ve Osmanlı Saltanatının da düşmanla işbirliği yaparak engellemelerine karşın 200 bine yakın bir ordu toplamak son derece zor oldu.

Mustafa Kemal Paşa‘nın dehası, özverisi, yürekliliği (cesareti) ve görkemli başarısı karşısında şapka çıkarmamak olanaklı mı??

Bu vatan ve bağımsızlık – özgürlük kolay kazanılmadı. Uğruna ödenen bedel, yeryüzünde belki de an ağır bedel oldu. Hiç akıldan çıkarmamak, asla nankör olmamak, vefalı olmak ve tarih bilinciyle ulusal duruş sergilemek, kazanımları her durumda korumak.. tarihsel yükümümüzdür.

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Şişkin ekonomi kriz doğurdu

Şişkin ekonomi kriz doğurdu

CHP Sözcü Öztrak, “Şişkin ekonomi kriz doğurdu” dedi.
(Cumhuriyet internet, 16.9.18)

[Haber görseli](AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

CHP Ekonomi Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Prof. Faik Öztrak’ın hazırladığı ekonomi raporunda iktidarın, “dış düşmanlar ekonomimize saldırıyor” diyerek hatalarının üzerini örtmeye çalıştığını kaydetti. Raporda, ekonomide sert iniş olmaması için yıl sonuna dek 40 milyar $ dış finansman kaynağı bulunması gerektiği kaydedildi.

Öztrak, ‘’Ekonominin durumu’’ başlığıyla hazırladığı ekonomi raporunu PM’de PM üyelerine ve Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na sundu. Rapordan dikkat çeken saptamalar şöyle:

Ülke borç batağında:

  • AKP döneminde, cari açık, dış borç ve şirketlerin net döviz borcu hızla arttı.
  • Dış borçlar 2002’den sonra ilk kez gelirimizin yarısını geçti.
  • Devlet, reel sektörün ve vatandaşların iç ve dış borçlarının toplamı ilk kez ülkenin toplam gelirini aştı.

Rezerv kısa vadeli borca yetmiyor:

  • Türkiye’nin yıl başında 110 milyar $ olan altın dahil rezervleri 90 milyar doların altına düştü.
  • Şu an Türkiye’nin net rezervleri 30 milyar $ düzeyinde seyrediyor.
  • Türkiye’nin rezervleri kısa vadeli dış borcunu karşılayamaz hale geldi.
  • 2002’de Türkiye’nin her 100 dolarlık kısa vadeli dış borcu için kasasında 169 dolar rezervi varken, 2018 Haziran’ında Türkiye’nin her 100 dolarlık kısa vadeli dış borcuna karşılık 82 dolarlık rezervi var.

Enflasyonda hızlı solladık: Türkiye yıllık %17.90 enflasyonla, dünya enflasyon liginde bir sıra daha yükseldi, dünyada 12. ülke oldu.

123 milyarlık KÖİ:
(AS; KÖİ : Kamu Özel İşbirliği)

İktidar, kamu borcunu ve bütçe giderlerini gizlemek için Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerine yöneldi.

2013’teki KÖİ projelerinin yatırım tutarı 24.2 milyar dolarla rekor kırdı.

2003-2017 döneminde KÖİ projelerinin sözleşme tutarı toplamı 122.8 milyar TL oldu.
===========================================
Dostlar,

Raporun tümüne erişmeye çalıştık ancak olmadı.. CHP web sitesinde de yok..
Bir an önce tam rapor yayınlansın ve ayrıntıları görelim:
Belki,  kimbilir, dağlarda kurtlar ölür de AKP yetkilileri de okuma zahmetine katlanır..
Birbirlerini kandırmaktan, yabancı yönlendiricilerin güdümünde kendilerini yitirmekten ve de Reis‘in mutlak talimatlarını neredeyse ayet kabul edip uygulamaktan sıyrılabilirler.. mi!?

Unutulmasın; yaşamda akıl ve bilimden başka gerçek yol gösterici yok..
Tek ama tek çareniz / çaremiz BİLİMSEL AKILCILIK..
Bu da ancak;

  • liyakatlı – yurtsever kadrolarla,
  • saydamlıkla,
  • hukukla,
  • TAM BAĞIMSIZLIK ATEŞİ ile olanaklı..

    AKP = Erdoğan bu değerlerin hemen hemen hepsini ayaklarının altına almadı mı!

Sonuç, eden buluyor  :

Erdoğan, TCMB rezervlerini neredeyse 100 milyar $ artırarak 130 milyar $ düzeyine getirdiklerini sık sık propaganda malzemesi yaptı. Günümüzde geldiğimiz tablo acıdır. Gerçek (reel, kullanılabilir) tüm rezervler (altın dahil) 30 milyar $ düzeyine inmiştir. Olağan dışı bir durumda (deprem, Suriye’de sıcak çatışma, kıtlık, salgın, ambargo, dış göç dalgası..) bu birikim çok kısa sürede kar gibi eriyebilir.

  • Ülke de,
  • 81 milyon insanımız da,
  • vatan da
  • ve elbette AKP = Erdoğan imparatorluğu da cehennemin kıyısında..

AKP = Erdoğan iktidarı, Türkiye’nin bekası sorunu yaratan, S. Önkibar’ın benzetmesi ile son bin yılın 4. büyük afetidir! 

Artık kendine gelme zamanı çoktan gelmiiiiiş ve de geçmektedir..

Öncelikle ekonomideki cayır cayır yangını – ağır çöküşü bir olgu – bir gerçeklik olarak kabul edeceksiniz. Dış güçler – manüplasyon masalları ile kimsecikleri kandıramazsınız.. Ancak bir süre sonra bu yalanlarınıza kendinizin inanma / kanma riski vardır ki bu korkunçtur; şizofrenik yarılmadır..

Bu minare bu kılıfı yırtar!

Yani ekonomide sorun yok ama dış güçler bizi kıskanıyor, bu bir ekonomi savaş ya da manüplasyon masalları ile gidilebilecek fazlaca bir yol kalmadı.

Yangın artık sokaktadır; ceplerdedir, filelerdedir, tencerededir, gaz – elektrik -su – kömür faturasındadır, ev kirasındadır, çocukların cep harçlığındadır..

  • Yandaşlarınıza peş keş çektiklerinizin bir bölümünü geri alarak, paşa paşa geri isteyerek, sizin daha iyi bileceğiniz türlü yollarla (himmet vb.) hiç olmazsa fitre – zekatını alarak…
  • acı ilacı yoksul ve masum halka yutturmadan;
  • ülkenin namuslu uzmanlarını dinleyerek,
  • TBMM’yi çalıştırarak,
  • hukuka geri dönerek,
  • eğitim sistemini yeniden bilimselleştirerek,
  • hovarda – yüz kızartıcı kamu – saray harcamalarına derhal ve kesin olarak son vererek,
    (örn. aşırı lüks Katar uçağı konusunda halkla alay etmeden iade ederek; lüks – şatafat tutsaklığınızı tedavi ettirerek..)
  • gerekirse moratoryum ile dış borçları yeniden yapılandırarak 
  • ……………………

yarattığınız enkazı kaldırmak zorundasınız..

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı

Olaylar Ve Görüşler
Hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı

Hamdi Yaver AKTAN
Yargıtay Onursal Daire Başkanı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1961 Anayasası ile Cumhuriyetin niteliklerinden sayılan hukuk devleti ilkesi oldukça yeni bir kavramdır. İlk kez 19. yüzyılda burjuva (kentsoylu) toplumunun, mutlak monarşilerin güce dayanan devletine karşı savaşımından doğmuştur. Görülüyor ki, ‘hukuk devleti’ kavramı kentsoylu toplum ile ilişkilidir.

Kentsoylu toplumdan; ekonomik ve bu ekinsel alanlarda bireyin özgürce karar verme ve yaratabilme sürecinin düzenlenmiş olması ile mülkiyet ve eğitim hakkının öne çıktığı toplum anlaşılmalıdır. Bu bağlamda, belirtilmelidir ki kentsoylu toplum önceler sosyal, buna bağlı olarak da hukuk devleti kavramı siyasal savaşım kavramlarıydı. Giderek hukuk devleti, hukuksal tasarımların ve değerlerin yararına güvenceler sistemi anlamına geldi!… Gerçekten de 19. yüzyılda devlet ve hukuk arasındaki ilerici-özgürlükçü ilişkiler anlayışı, 18. yüzyılın baskıcı devlet anlayışına kendisini kabul ettirdi.

Hukuk devleti

Aydınlanmanın temel noktasını, insanların doğrudan kendilerinin sorumlu oldukları vesayet durumundan çıkmalarında gören Kant (1), kişilerin özgürlük içinde gelişebilmeleri için devletin de hak ve adalete uygun, doğruluk, dürüstlük içinde hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir. Büyük hukukçularımızdan Sıddık Sami Onar da “Milletlerin hukuka ve kanunlara inançlarının sarsılmasının en büyük sebebi, bunların bizzat devlet veya kendilerine inanılan insanlar tarafından ihlal edilmesi, bozulmasıdır… (2)” diye yazmamış mıydı?

Ahlakın Metafiziği’nde Kant, hukuk devleti kavramını kullanmamıştır. Ne var ki düşlediği ve önerdiği devlet, sonradan hukuk devleti adını alandan farklı değildir. Daha sonra gelen gerek muhafazakâr ve gerekse liberal devlet kavramları arasında hukuk devleti kavramında oydaşma sağlandı. Özellikle 19. yüzyılın ortalarından başlayarak ve 20. yüzyılda hukuk devleti ilkesine güçlü, sağlam ve içten bir bağlılık gelişti. İçeriği dolduruldu; zenginleşti:

– Yasama, yürütme ve’ yargı erklerinin birbirinden ayrıldığı erkler ayrılığı,
– yargıcın davranış ve kararlarına yukarıdan ve dışarıdan gelebilecek her türlü etkinin kalktığı mahkemelerin bağımsızlığı,
– yasal bir temeli olmayan her türlü yönetsel müdahalenin etkisiz kılındığı idarenin yasallığı,
– hukuka aykırı her yönetsel müdahaleye karşı bağımsız mahkemelerde dava açma olanağının sağlandığı yargısal koruma ve
devletin akçalı sorumluluğu… (3)

Hukuk devleti ilkesi hiçbir zaman savunma kavramına düşürülmemelidir. Ayrıca klasik olarak anılmasının yanıltıcı olduğu göz önünde bulundurulmalı. Yaşamayan ve geçmişte kalanın klasik olarak nitelenmesi karşısında, sınırsız taraftarının bulunduğu, demokratik devletin en önemli göstergelerinden olduğu gözetildiğinde hukuk devleti kavramının güçlü bir gelenek (4) olduğu kabul edilmelidir.

Hukuk kavramı

Güçlü geleneğin sürdürülebilmesi, içeriğinin gelişen insan hakları kavramıyla güçlendirilebilmesi için erkler ayrılığı ilkesi ışığında yargının bağımsız ve yargıcın güvenceli olması gerekmekte. Uluslararası denetim organlarının ve bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin yargısal kararlarının iç hukukta sonuç doğuran kararlar olduğu da unutulmamalı.

  • Bağımsız yargı ve güvenceli yargıç evrensel çapta çağdaş ve saygın devlet olmanın göstergelerindendir.

Yargıcın giydiği giysi (cübbe), iç bağımsızlığını simgeler; baskı altında çalışmaya zorlanamaz. Baskıya da boyun eğmemelidir. (5)

Ülkemiz; çok yakın bir geçmişte Yargıtay Kararıyla (6) Terör Örgütü olduğu kesinleşen bir cemaatin “Karargâhından” emir alan “yargıçlar” gördü. Hazırlanan iddianameler ve yazılan kararların nerelerde hazırlandığı mutlaka ortaya çıkarılmalıdır.

Geçmiş yüzyılın başında Rusya’da Temyiz Mahkemesi Başkanı Kraşeninnikov, Kerenski’ye“Bu siyasi davalarda güdülen amacın adaleti gerçekleştirmek olmadığını anlamış olduğunuzu umarım” diyor ve devam ediyordu: “Savunduğunuz kimselerin hak saydıkları şeyler benim için suçtur” (7) Dahası gizli polis “Biz birini tutuklamışsak, suçlu oldu için tutuklamışızdır. (Polisin) tutukladığı birisinin suçsuz olabileceğini düşünmek ayrıca suçtur”(8) diyordu.

Toplumun tepkisi

Cemaatin karargâhından emir alanlar tarafından, düşman ceza hukuku uygulamasıyla Cumhuriyet ve kurumları çökertilmek istenmiştir. Kurgu davalarla bağımsızlık ruhuyla dolu askerlere, yazarlara, gazetecilere, düşünürlere, akademisyenlere “biz suçlu dediğimiz için suçlusunuz, sizi savunanlar da suçludur” denilmiştir. Ayrılıkçı terör örgütünün en önemli hükümlülerinden birisi gizli tanık yapılmış, aynı silah iki yerde bulunabilmiş(!),;donanmasıyla uzak denizlerden mahkemeye gelen bir amiral “kaçma şüphesiyle’’(!), askerlerimizin başına çuval geçirme olayından sonra ABD’de resmi görüşmelerini yapmadan “biz de bunu not ettik”diyerek geri dönen bir büyük generalimiz ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin Genelkurmay Başkanı terör örgütü yönetmekkurmaktarî (!) tutuklanabilmişlerdir. Örnekleri çoğaltmak mümkün… Emirle görev yapan yargıçların neler yapabileceğini göstermek için bir iki örnek yeterli. Toplumun tepkisi ise yetersizdi! Çünkü operasyon medyasıyla “…tutuklananların suçsuz olabileceğini düşünmenin ayrıca suç olabileceği” algısı yaratılmıştı.

Önceden gördük

Bu sahifelerde önceki yıllarda bütün bunları yazdık. Yargıya ve özellikle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na önlem alması gerektiğini “Anlatılan senin hikâyendir” (9) özdeyişi ile anımsattık. Çünkü terör örgütü olan cemaati önceden görmüştük. Tehlikeyi gerçekleşmeden önce görmek zorundaydık. Yapılan hukuksuzluklara karşı durmak hukuk devletine, yargı bağımsızlığına sahip çıkmaktı. Bir bakıma “yanlışı delillerle çürütmek”gerekiyordu “entelektüel ahlaksızlığı yüreklendirmemek için…”

Artık beklenti, kurgu davaların bir an önce bitirilmesidir. Hukuk devletinin gereği budur. Hukuk devleti ilkesi savunma konumuna düşürülmemeli. Yargıçlarımız bağımsızlık ruhu ve bilinciyle hareket ederek bir an önce ülkemizi kurgu davalardan arındırmalıdırlar.
——————————————–
(1) Taner Timur; Felsefe, Toplum Bilimleri Tarihi, İstanbul 2011, s.105.
(2) Sıddık Sami Onar: İdare Hukukunun Umumi Esasları, Cilt 1, s.163, İstanbul, 1966.
(3) E.R. HUBER: “Modern Endüstri Toplumunda Hukuk Devleti ve Sosyal Devlet”, AÜHFD, 1970, sayı:3-4, s.30-31.
(4) HUBER, agm. s.30.
(5) Bknz.: Henry Rasovky: Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor, TÜBİTAK Yayınları, Ankara, 1998, s.169.
(6) CGK. 26.09.2017 tarih ve 2017/16-MD-956 E., 2017/370 K. YKD. 2017, sayı: II, s.2705 vd.;(7) Aleksandır Kerenski: Kerenski ve Rus İhtilali, İstanbul, 1967, s.84.
(8) Gün Zileli: Muhafazakar Liberalizm, Ankara, 2017, s.36.
(9) Horacius “Dinlemiyorsun ama, bu senin hikâyendir!”.
============================
Dostlar,

Sayın Hamdi Yaver Aktan, Yargıtay Daire Başkanlığından emekli, çok kıdemli bir yüksek yargıçtır. Görevde iken de bu yazıda savunageldiği değerlere ilişkin Cumhuriyet‘te epey makale yayınladı sağolsun. Hep HUKUK DEVLETİNİ – HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ –  YÜKSEK ADALET ÜLKÜSÜNÜ savundu.

Cumhuriyet‘in, saygın insan, dostumuz, Sami Kararören‘in yıllarca nitelikli emeği ile kurumlaştırdığı 2. sayfadaki “Olaylar ve Görüşler” in geri dönmesi çok sevindiricidir. Son 3-4 yıldır bu köşede kimi yazarlar ne yazık ki ambargolu idi. Biz ise kendi kendimize oto-sansür uyguladık adeta ve yazı yollamadık. Prof. Coşkun Özdemir de son yıllarda bu sayfada yazamadı.

Türkiye, Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı Parlamenter demokratik sisteme geri dönmeli. Günümüzde, AKP ve dış güçler işbirliği ile içine sürüklendiğimiz hanedan damgalı mutlak tek adam rejiminin saymakla bitmez sakıncalarını, zararlarının, tehlikelerinin hatta tehditlerinin en başında; Türkiye’nin yönetiminin TEK ADAM üzerinden yönlendirilmesidir (manüplasyon).

Ayrıca altını çizelim ki; böylesi bir çağ dışı yönetim (!?) sistemi onur kırıcı ve utandırıcıdır.

  • Türkiye, özellikle ve öncelikle ADALET SİSTEMİNİ yeniden yoluna koymak zorunda.

Herkes çok iyi biliyor ama yineleyelim gene de;

  • ADALET Mülkün (Ülkenin) temelidir!

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

ZAMAN TAM TEŞEKKÜLLÜ HASTANEYE BAŞVURMA ZAMANI…

ZAMAN TAM TEŞEKKÜLLÜ HASTANEYE BAŞVURMA ZAMANI…

Dr. Noyan UMRUK
13.09.2018

Türk Lirası, yılın başından beri öbür ülkelerin para birimlerine göre değer yitiriyor. Ocak 2018’den bu yana Amerikan Doları’na göre olan değer kaybı %60’ı bulduBu durum da ister istemez ihracatın ithalatı 2017’de ancak %67 oranında karşılayabildiği bir ekonomide, kurun fiyat düzeylerine olabilecek etkisini tetikliyor.

Türkiye’de, tüm “yükselen” ülkelerde olduğu gibi, kur-enflasyon ilişkisi yaşamsal bir öneme sahip. Çünkü gelişmekte olan ülkelerin üretim yapabilmeleri için ithalata gereksinimleri var ve dövizin yerli para birimi cinsinden değerinin artması, ithal edilen tüketim malları fiyatlarında ve ithal girdi kullanılan üretim maliyetlerinde artışı da birlikte getiriyor.

Geçen yıl bu dönemde 3,44 TL’ye aldığımız 1 ABD Doları, 6 TL’nın üstüne tırmanmış durumda ki, bu da yıllık artışın %90 oranında gerçekleştiği anlamına geliyor. Kurlardaki bu panik atak öngörülebilir bir ekonomik ortam, reel yatırımlar için büyük engel oluştururken, tüketici için ise ciddi bir yoksullaşma nedeni…

Türkiye’nin döviz kurları ile sorunlu ilişkisi aslında yeni bir durum değil. . Dolayısı ile her zaman büyük bir ciddiyet ve özenle ele alınması gereken bir olgu… 1923’te 1 ABD Doları 1,67 TL’ydi. 1980 yılında ise ortalama 1 ABD Doları 75 TL oldu. Bir başka deyişle, Cumhuriyetin kuruluşundan, 1980’e kadar TL, ABD Doları karşısında yaklaşık 44 kat değer yitirdi..

Türkiye 1980’lere kadar döviz kurlarının değerinin Merkez Bankası tarafından belli zaman aralıklarıyla belirlendiği, sabit kur rejimini yürüttü. Güçlü rezerv gerektiren bu yöntem, kurun sabit tutulamadığı rezervlerin yetersiz kalması durumunda yerel para birimin değeri düşer; bu zaman zaman şimdiki gibi şok devalüasyonlar yaşanarak olur…

1980’lerde geçilen esnek kur rejimleriyle birlikte Dolar ve Sterlin, 1980 öncesi 57 yılda kazandığı oranı yalnızca 11 yılda geçti. 1980-91 arasında ABD doları 54 kat, İngiliz Sterlini ise 41 kat değer kazandı. 1990’larda da döviz kurlarındaki oynaklık en üst düzeydeydi.

Sonunda 2001 krizi gelip çatmış, 21 Şubat 2001’de bankalar arası piyasada gecelik faiz % 6200’e çıkarken, ortalama % 4018,6 olmuştur. Merkez Bankasının döviz rezervi 16 Şubat 2001’de 27,94 milyar Dolarken, 23 Şubat 2001’de 22,58 milyar Dolara inmiştir. Rezerv yitimi 5,36 milyar $ olarak kaydedilmiştir.

Dolar kuru bir gecede % 40 artmış ve 680 bin liradan 960 bin liraya yükselmiştir. Resmi devalüasyon yeterli olmamış, döviz rezervleri hızlı bir şekilde erirken, hükümet 21 Şubat 2001’de kuru dalgalanmaya bırakmıştır. 22 Şubat’ı izleyen iki haftada 1,2 milyon liraya dek yükselmiştir. Bu aşamada gelen dalgalı kur sistemi, döviz piyasalarını iyice karıştırmış; bu karmaşada dalgalı kura geçilmesiyle Doların gerçek değerinin ne olacağı bilinememiş ve alım-satım arasındaki fark artışa geçmiştir. 

Veee 14 Mart 2001’de 3 aşamalı kurtuluş planını açıklanmıştır. Bu plana göre;

– Bankacılık sektörüyle ilgili önlemler alınacaktır.
– Döviz kuru ile faize istikrar kazandırılacaktır.
– Ekonomi dengeleri yeniden planlanacak, 2. yarıda büyümeye geçilecektir.

Kurtuluş planı sonrasında IMF’ye niyet mektubu verilmiştir. Mektupta; iktisadi etkinliği sağlayacak reformların yapılacağından ve enflasyonla mücadelenin gerçekleştirileceğinden söz edilmiştir. Gelir dağılımı ile ilgili adaletsizliğin ortadan kaldırılacağı, sürdürülebilir büyüme ortamının oluşturulacağı taahhüt edilmiştir. Böylece 1980’lerde 24 Ocak (1980) Kararları ile girilen küresel ekonomik alanın gerekleri 2001’de Kemal Derviş yönetiminde yeniden teyid edilmiş oldu.

Kur dalgalanmaları ve enflasyon korelasyonu (doğrusal ilişkisi)

Türkiye’de döviz kurlarının günlük ilanına geçildiği 1981 yılından beri döviz kurlarındaki dalgalanmalar ile enflasyon oranları arasında sıkı ve doğrudan bir ilişki var. Zaten girdi maliyetlerinin egemen para Dolarla yakın ilişki içinde olduğu göz önünde tutulursa, bunu söyleyebilmek için alim olmaya gerek yok…

Örneğin 1994 krizinde Dolar %169 oranında artarken, enflasyon oranı da %130 düzeyindeydi. Kurda ve enflasyondaki azalma veya artış da aynı biçimde öbür değişkeni geçişli şekilde etkiliyor. Fakat bu geçişkenliğin her zaman tek yönlü olduğunu söylemek olanaklı değil. Yapılan nedensellik testlerinde kurdan enflasyona geçiş kadar, enflasyonun da kurdaki artışı tetiklediği çalışmalar var.

İthalata bağımlı bir ülkede döviz kurundaki artış, üretim maliyeti ve tüketim malları fiyatlarında artışa neden olduğu gibi, özellikle kronik enflasyon sorunu olan ülkelerde fiyat düzeylerindeki istikrarsızlık nedeniyle, yerel para birimine olan güvenin azalması da dövize istemi artırarak kur artışına neden olabiliyor.

Yapılan çalışmaların gösterdiği önemli bulgulardan biri de, kurdan enflasyona geçişin zamana yayıldığı, üretici ve tüketici fiyatlarında farklı etkiler ürettiği üzerine. Döviz kurlarındaki değişim, ilk olarak üretici fiyat endeksine yansıyor ve endeksler arası geçişkenlik 11 ayı bulabiliyor. TÜFE ve ÜFE endeksleri arasındaki %10’u aşan farkı bu bulgu ışığında okumak ve ciddi önlemler alınmazsa enflasyonun hiper enflasyona dönüşmesi büyük olasılık

Öte yandan bizzat başına geçilerek, ülkeyi padişahın mülkü görünümüne sokan Varlık Fonu ile elde kalan son varlıkları güvence göstererek borçlanma, uzun vadeli kiralama ve satışların da yaraya pansuman olamayacağı yaygın bir görüş…

Ne yapmalı?

Oyunu, Londra merkezli küresel piyasalarda oynamayı 1980’lerde kabul edip, 2000’lerde Kemal Derviş’le yeniden teyid ve tescil ettirdiğinize göre, ortak akıl, kısa vadede,  yargı ve TCMB başta olmak üzere, özerk olması gereken hukuk ve ekonomiyi yöneten kurumların bağımsızlaştırılması, uzun bir süre tereddütten sonra çok geciktirildiği için, yaratacağı olumlu etki tartışmalı olan bu gün (13.09.2018) gerçekleştirilen sert ve beklenti üstü faiz (artışı) kararını gerektiriyor…

Uzun vadede ise köklü bir eğitim reformu, uluslar arası ilişkilerde başlangıç ayarlarının hatırlanması. AR-GE, teknoloji içeren reel üretimle barışmak, toplumsal kutuplaşmanın yumuşatılması Türkiye’yi ve  toplumu rahatlatacaktır

En önemlisi, tüm bunlar için iyi çizilmiş bir rota doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) yeniden yapılandırılmalıdır. Ülkenin coğrafi, fiziki ve beşeri anlamda kaynak ve olanak envanterine sahip, bölgesel ve ulusal düzeyde sürdürülebilir bir kalkınma sürecini eşgüdümleyerek, küresel gerçekleri de göz ardı etmeden, en azından optimal ölçek ekonomileri çerçevesinde, selektif-özenle seçilmiş sektörlerde uluslararası düzeyde rekabet edebilecek innovasyon-teknolojik gelişmeyi içeren marka ürünler üretilebilmesini planlayabilen, özel kesim için özendirici ve yol gösterici, kamu kesimi için emredici ciddi bir planlama örgütüne şiddetle ihtiyacı vardır.

Durum, tam teşekküllü bir hastaneye başvurmak yerine, sağlık ocaklarında dolaşılmayacak ölçüde ciddidir…
=================================
Evet dostlar,

Sn. Dr. Umruk yeterince açık ve net koymuş sorunu ve çözümleri..
Ancak son tümcesindeki karşılaştırmalı benzetmede, Hastane – Sağlık Ocağı ikilisinde, bu sözde yerli – milli  AKP iktidarının dış güdümlü SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM programıyla, Temmuz 2010’dan bu yana, ‘dolaşılacak‘ Sağlık Ocakları da yok! Onlardan çoooook yetersiz, 1. Basamak sağlık hizmetlerini de özelleştiren Aile hekimliği sistemi var.. Çağdışı bir sistem..

Ve TCMB, faiz oranlarını %17.75’ten %24,00’a yükseltti..
%6,25 puan (625 baz puan teknik anlatımı kullanılıyor) birden..
Dış ekonomik çevrelerin öneri – beklentisi %4,25 puan dolayında idi..
Dolar 5.90 TL dolayına çekildi.. Bakalım nereye dek.. % 24 faiz ile bankacılık sistemi nasıl dönecek? Mevduata %24 faiz ödeyecek Banka, topladığı parayı % kaç faizle ‘satacak’!? Açıkçası kredi, teminat mektubu vb. işlemlerde faiz kaç olacak? Kimler %30’ları aşan kredi faiziyle bankalardan nakit borçlanacak ve iş kuracak??

Deli bir faiz oranı.. Ne var ki ekonomideki hastalık öyle ağır ki, ateş düşürücü gibi basit önlemler yetmiyor. İlle ağır diyet ödenecek.. Gangren olan organın kesilmesi zorunda kalınması gibi.. Kendimiz ettik (AKP etti!) kendimiz bulduk (Halk bedel ödüyor!); kolumuzu – bacağımızı feda ediyoruz adeta ekonomideki talan yüzünden..

Dileyelim halkımız uyansın bu acı tablo karşısında ve iktidar mutlaka ders alsın.

Sevgi ve saygı ile. 14 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Aile Hekimliğinde “Check-Up” Uygulaması

Aile Hekimliğinde
“Check-Up” Uygulaması

Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğünün Aile Sağlığı Merkezlerine (ASM) gönderdiği 31.08.2018 tarihli “Check-up Uygulaması konulu yazıda;

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

1-18 yaş altı kişilere bebek, çocuk ve ergen izlem protokollerine göre uygulama yapılacaktır.

218 yaş üzeri yetişkinlere, sigara kullanımı sorgulanması, ağırlık, boy, bel çevresi ve kan basıncı ölçümü ile açlık plazma glikozu, trigliserit, HDL,LDL, total kolesterol, kreatinin, TSH, ALT, tam kan, TİT, EKG ve kanser tarama programlarına göre gerekli muayene ve tetkikler yapılacaktır.”denilmektedir.

Yine bu yazıda “vatandaşların MHRS sistemi üzerinden randevu alacağı, bu programın ülkede 10 milyon vatandaşa uygulanacağı, her aile hekiminin her ay kendisine kayıtlı 150 kişiye check-up uygulaması yapmasının sağlanması gerektiği” belirtilmiştir.

Check-up kelimesi sözlükte sağlık sorunu olmayan bir kişinin olası hastalıklarının erken dönemde tespit edilmesini ve bu hastalıklardan korunmak üzere önlem alınmasını amaçlayan; yaş, kalıtsal yapı ve çevresel etmenler de dikkate alınarak gerçekleştirilen sağlık taraması olarak tanımlanıyor.

Gelin, ülkemizdeki aile hekimlerinin check-up butonu olmaksızın kendisine kayıtlı nüfusa ne gibi hizmetler verdiğine bir göz atalım? ASM’lerde kayıtlı nüfusta yer alan gebelere 4 kez, loğusalara 3 kez, bebeklere 7 kez, çocuklara 7 kez izlem yapılmaktadır. Her izlemde yaşa (AS: cinsiyete de!) ve risklere göre değerlendirilen kişinin verileri elektronik ortama kaydedilip bakanlığa gönderilmektedir.

15-49 yaş arasındaki kadınlara 6 ayda bir, diyabet hastalarına her gelişlerinde izlem yapılması zorunludur. Bunun yanı sıra; 30-65 yaş arasındaki 14 milyon kadının her beş yılda bir serviks kanseri, 40-69 yaş arasındaki 12 milyon kadının iki yılda bir meme kanseri, 50-70 yaş arasındaki 13 milyon kadın ve erkeğin her iki yılda bir kolon kanseri taramalarından geçirilmesi planlanmıştır ve halihazırda bu tarama programı aile hekimlerinin çabasıyla uygulanmaktadır. Ancak 2012 yılında başlatılan uygulamada başından beri karşılaşılan koordinasyon (AS: eşgüdüm) eksiklikleri bütün ciddiyetiyle sürmektedir ve aradan geçen bunca süreye karşın, tarama programı bir türlü oturtulamamıştır.

Aile hekimleri ayrıca zaten obezite izlemi (yani boy, kilo, bel çevresi, kalça çevresi ve sistemik tansiyon izlemi) yapmaktadır. Obezite saptaması yapılması ilk aşamada önemli ve kayda değerdir ancak öte yandan obezite sorunu olan kişilerin dengeli beslenme ve düzenli sportif aktivite (AS: fiziksel etkinlik) olanaklarına erişimi olup olmadığı obeziteyle mücadele bakımından yaşamsal önemdedir ve Birinci Basamak sağlık hizmetlerinin sınırlarından ötesine bakılmasını gerektirmektedir.

Ayrıca Aile hekimleri kendilerine başvuran hastalara anamnez (AS. öykü) ve muayene sonrası gerekli gördükleri kan tahlillerini zaten yaptırmaktadırlar.

18 yaş altı çocuklarda yapılan izlemler çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi ile ilgili bize kimi ipuçları vermektedir. Ancak tıpkı obezite örneğinde olduğu gibi kalıtsal ve çevresel etmenlerin çocuklar ve gençlerin üzerindeki etkileri, içinde yaşadığımız toplumsal atmosferden soyutlanamayacağı için bütüncül bir perspektifle (AS: bakışla) ele alınmak durumundadır.

Halk Sağlığı, toplumsal sağlık göstergeleri üzerinden okunmalıdır,

  • bu ölçütleri göz ardı eden sağlıkta dönüşüm programının son manevrası olan check-up uygulaması halkın sağlığını koruyacağını iddia eden Sağlık Bakanlığının yeni aldatmacasıdır.

Kamuya açık kaynaklardan izlenebileceği gibi Ankara’nın Gölbaşı, İstanbul’un Silivri, Bitlis’in Güroymak ilçelerinde ve Sivas’ta şarbon nedeniyle karantinalar gerçekleştirilmiştir.

  • Soruyoruz; check-up yaparak şarbon salgınını engellemek mümkün müdür?

Her kış hava kirliliğinde rekorlar kıran Ankara’da check-up yaparak astımlı çocukların sayısının artmasını engelleyebilir miyiz?

Temiz su sıkıntısı yaşanan ilimizde check-up yaparsak kontamine sularla bulaşan hastalıkları engelleyebilir miyiz? Ya da artan kolon kanserlerine ait olgu sayılarını bilimsel verilerle, şu kadar yılda, şu çalışmayla, şu yüzdelik dilimden şu yüzdelik dilimine düşürdük diyebilir miyiz? Yani check-up yaparak bilimsel ölütlerle konuşmamız mümkün olur mu?

Check-up, bu güne dek hangi ülkede hangi bilimsel ölçütle herhangi bir halk sağlığı sorununu çözmüş müdür? Ülkemizde hangi bilimsel veriler incelenerek kamu kaynaklarını tüketmek pahasına bilimsel bir temeli olmayan bu uygulamaya karar verilmiştir?

Günde 1 Dolarla geçinmek zorunda olan, yeterli ve dengeli beslenemeyen, sağlıklı bir çevrede yaşayamayan, sağlıklı koşullarda barınamayan 14 milyon yurttaşın yaşam kavgası verdiği ülkemizde, spor yapacak yeşil alan kalmayan ilimizde check-up yaparsak sağlıklı çocuklar yetiştirebilir miyiz?

  • Check-up nitelikli sağlık hizmeti için harcanacak kaynakların israfından başka bir şey değildir.

Aile sağlığı merkezlerinin bebek, çocuk izlemleri masaya yatırılmalı ve hangi bölgede astım ataklarının arttığı değerlendirilmelidir; o bölgede havayı kirleten etmenlerin neler olabileceği, çevre ve kent sağlığı bağlamına oturtularak bütüncül bir biçimde değerlendirilmelidir. Bebek ve çocuklarda gelişme geriliğinin en sık gözlendiği bölgeler değerlendirilmeli, söz konusu bölgede kişi başına düşen gelirle gelişme geriliği arasındaki nedensellik bağı kurulup kurulamayacağı anlaşılmalıdır. Örgün eğitimleri süresince bu çocukların beslenme saatinde dengeli ve yeterli beslenip beslenemediği ele alınmalıdır.

Özetle; Toplum Sağlığına yönelik bütüncül bir bakış açısıyla bilimsel yöntem kullanarak ulaştığımız sonuçları değerlendirir ve halkın sağlığını etkileyen koşulları nasıl iyileştirebileceğimize kafa yorarsak işte o zaman toplum sağlığını korumak ve geliştirmek doğrultusunda çözüm önerileri geliştirebiliriz.

Ama bu koşulları düzeltemiyorsak ve halkın gözünü boyamaya ihtiyacımız varsa işte o zaman check-up yaparız.

Ankara Tabip Odası Aile Hekimliği Komisyonu
(http://www.ato.org.tr/news/show/427, 13.9.18)
====================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası’nın (Aile Hekimliği Komisyonu) açıklaması zehir zemberek olmuş.. İyi de olmuş..

Yalnızca 2 soru da biz eklemek istiyoruz :

1. Kasım 2015’te Anayasa Mahkemesi’nin çocukluk çağı aşılarının zorunlu olmadığına ilişkin 2 bireysel başvuruda gerekçesi olan ‘yasal norm eksikliği‘ , aradan geçen 3 yıla karşın tek 1  maddelik yasal düzenleme ile aşılabilecek iken, Çocuk hekimi olan yeni Bakanın belki de önceliği bu sorun olmak gerekirken, bunun da çaresi ASB / ASM’lerde check up ugulaması mı olacaktır?

2. Milyonlarca insana check up yapılması isteniyor.. En azından tutarak;

1 aile hekimi ayda en az 150; yılda 12 x 150 = 1800;
24 bin aile hekimi x 1800 = 43, 2 milyon.. check up yapılacaktır yılda.

1 check up ortalama 1000 (bin) TL’ye mal olsa, 43,2 milyar TL demektir.
2017 sonunda SGK 24 milyar TL’ye yakın açık vermiştir. Ekonomik yangın ülkeyi sarmışken ve kamu harcamaları ciddi kısılırken (Saray’ın itibarı dışında!), bu ciddi tutar nereden karşılanacaktır? 1 check up bedelini, iyice zorlayarak yarıya indirir ve 500 TL alırsanız, yıllık gideriniz en az 21,6 milyar TL olacaktır. Bu da SGK açığını 2’ye katlamak demektir. Söz konusu açık genel bütçeden (yeni adıyla merkezi yönetim bütçesi) karşılanacağı için bütçe açığını, borçlanmayı, kamu hizmetlerine zam yapmayı, ceheck up hizmetleri için bir hayli ithal girdiyi… gerektirecektir..

Acaba Sağlık Ekonomisi yöntemleriyle, Aile hekimlerini check up’a zorlayarak yapılacak harcamaların getirisinin götürüsünden daha çok olacağı mı hesaplanmıştır? Bakanlık, bilimsel gerekçelerini (eğer böyle bir yol izledi ise) ve maliyet – yarar hesapları(yaptırmayı akıl edebildi ise!) açıklamak zorundadır. Çünkü Yönetim, çağımızda artık bilimsel verilere dayanmak zorundadır. Ve bu ilke, Kamu hizmetlerinin / görevlilerinin uymakla yükümlü olduğu, yasal dayanaklı bir etik ilkedir aynı zamanda.. (5176 s. yasa ve Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri… Yönetmeliği vd.)

Amaç;
– insanların ‘dertlerine ad koyup’ kışkırtılmış – çaresiz müşteriler mi yaratmaktır serbest piyasaya?
– Devasa boyutlara ulaştırılan ama ‘yeterli müşteri’ bulamayan özel sağlık sektörüne Devlet desteği midir?
– Özel sektörden gelen yani Sağlık bakanının post-modern ‘customer provocation’ yöntemiyle promosyonu mudur??
– Ya da iktidarın, artık bir anonim şirket gibi yönettiği ülkemizde, yerli – yabancı sermayeye bitmeyen rant aktarma misyonunun gereği mi?

1990’ların başında, ‘tüm zamanların en çılgın Sağlık Bakanı‘ etiketini bizim iliştirdiğimiz ANAP’lı Bakan Av. H. İbrahim Şıvgın, “55 milyonu tarayacağız..“ diye tutturmuştu.. O tarihlerde “TARAMALAR…“ başlıklı bir makale yayınladık Cumhuriyet’te.. Neyse ki Bakan Şıvgın yanlışını anladı ve vazgeçti..

Şimdi de “CHECK UP’lar Nedir, Ne Değildir..?“ diye yazsak yeni Cumhuriyet’te; duyan – gören ve kulak veren olur mu acaba? Ya da yeni Bakan, eski Bakan Şıvgın’ın tahtına mı göz dikti??

El mecbur, belli sayılarda hasta garantisi verilen Şehir Hastaneleri…..
******

Değerli okurlar,

Şu mizah da olmasa, ortadan 2’ye yarılmamak olanaklı değil..
Türkiye Cumhuriyeti, 95 yıllık yaşamında hiç ama hiç ama hiç bu denli kötü yönetilmedi ya da sahipsiz – öksüz kalmadı; sömürge kılınmadı..

Sevgi ve saygı ile. 14 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yeniden merhaba…

Yeniden merhaba…

Mustafa Balbay

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Üç yılı bulan, bana çok daha uzun gelen ayrılıktan sonra “merhaba” deyip buluşmak çok güzel. Ayrılıklar ne kadar uzun sürerse sürsün kavuşmayla birlikte her şey geride kalır. Yaşanan acılar, zamanla bala bulanır. Cumhuriyet’te bir süre izin kullandıktan sonra dönüp 1 Şubat 2016’da yazımı gönderdiğimde, o dönemdeki yazıişleri müdürümüzün şu sözü ile irkildim:

“Yazılarına son verildi, haberin yok mu?”

Bir veda yazısı da yazamadan gazetemden koparılmış olmayı şöyle tarif edebilirim:
Bir babaya, “artık evlatlarını göremeyeceksin” demek gibi bir şey.

1985 yılında girdiğim Cumhuriyet’te İzmir, İstanbul, Ankara’da çalıştım. 17 yıl Ankara Temsilciliği, 22 yıl köşe yazarlığı yaptım. 5500 kadarı özgürlükte, 700 kadarı Silivri dolum ve üretim tesislerinde olmak üzere yaklaşık 6200 köşe yazısı yazdım. Silivri’den gazetenin 7 Mayıs kuruluş günlerinde gönderdiğim yazılarımdan birkaçında şu cümleyi kullandığımı anımsıyorum:

“Ailevi dileklerimden sonraki en büyük arzum Cumhuriyet’in 100. kuruluş yıldönümünde gazetenin çatısı altında olmak ve o bir asırı yazmak…”
Bu duygularla yeniden merhaba!
***
Cumhuriyet Gazetesi kuruluşundan beri üç kez büyük çizgi tartışması yaşadı.
Fikir gazetelerinde bu tartışma olur. Yoksa o gazetenin yayın politikası yok demektir. Ancak gazetenin kuruluş kökleriyle kavgalı hale gelmesi büyük tehlikedir. Bu anlamda gazetenin çizgisiyle oynamak ateşle oynamak gibi bir şeydir. Cumhuriyet üç kez bunu yaşadı; üçünde de kazanan gazetenin kuruluş felsefesi oldu.

Birkaç yıldır süren tartışmanın öncekilerden farklı olarak sadece çizgisel değil, bir de hukuksal boyutu vardı. Hukuksal boyutu Cumhuriyet Vakfı yönetim kurulu üyelerinin seçiminde iki kere iki üç mü eder dört mü sorusuna verilecek yanıt kadar net bir durumdu. Mahkeme üç yıl sonra “dört eder” dedi. 2016 yılı sonunda Cumhuriyet’in yönetici ve yazarlarının tutuklanmasının, yargılama sürecine Cumhuriyet Vakfı’na yönelik yukarıda özetlediğimiz tartışmanın da eklenmesinin bir amacı da şuydu:

  • Cumhuriyetçileri Cumhuriyetçilere kırdırmak!

Bu davada mağdur edilen Cumhuriyet yazar ve yöneticileri bugün gazeteden ayrılmış olsa da onları yargı karşısında savunmak, yine Cumhuriyet’in başlıca sorumluluğudur. Cumhuriyet’in yayın politikası ile ilgili tartışma kamuoyuna da yansıdı. Bu da doğal, Cumhuriyet konuşulması, eleştirilmesi sevilen bir gazete. Gazeteye bir aşı denemesi yapıldı, çizgi olarak tutmadı. Yazarlar içinde tutanlar oldu, onların da bir bölümü ayrılmayı tercih etti. Genel Yayın Yönetmenimiz Aykut Küçükkaya’dan Ankara Temsilcimiz Sertaç Eş’e kadar gazete yönetiminde sorumluluk alan arkadaşlarımızın hemen tümü mesleğe Cumhuriyet’te başladı. Gazete kendi evlatlarını yönetime getirdi.
***
Şimdi Cumhuriyet’i daha da güçlü kılma zamanı… Hak hukuk arayan, barış-huzur isteyen, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin tüm kurum ve kuruluşlarıyla yeniden inşasının şart olduğunu düşünen herkesin gazetesi yapma zamanı… Gazeteyi bu hedefe yönelik tüm fikirlere açma zamanı… Bu hedefe yürürken Cumhuriyet’e ilişkin tartışma elbet sürecektir. Geçmişte Ankara Temsilciliğim döneminde de altı ayda bir sorarlardı:

– Cumhuriyet batıyor diyorlar, doğru mu?
“Doğru” derdim, “pek çok kesime batıyor”.

Sonraki altı ayda da şöyle sorarlardı:
– Cumhuriyet satılıyormuş, doğru mu?

“Doğru” derdim, “her bayide satılıyor. Bulamadığınız bayi olursa haber verin, müdahale edelim”.

Cumhuriyet tarih boyunca iktidarda kim olursa olsun, hep gerçeği yazmıştır, eğriye eğri doğruya doğru demiştir. 2000 yılı başıydı… Başbakan Ecevit, yedi gazetenin Ankara temsilcisini Oran’daki evinde sohbete davet etti. Bir arkadaşımız o günlerde tartışılan, Cumhuriyet’in yanlış bulduğu bir konuyu sordu. Ecevit söze şöyle başladı:

– Bu konuda hepinizi ikna edebilirim. Sanırım sayın Balbay hariç…Gülümseyerek şu yanıtı verdim:
– Bu görüşünüze katılıyorum!

Cumhuriyet değil bugünkü iktidar, sosyal demokrat bir hükümette de eğriye eğri, doğruya doğru, der. Gerçekleri yazar.
***
Uzunca bir merhaba oldu… Sabahları koşarken eşofman cebinde kâğıt kalem bulundururum. Dün sabah da aynısını yaptım. Köşe yazısı konuları neler olabilir diye sıralayayım dedim, haftalık dört hakkım birden doluverdi… Yarın 12 Eylül… Türkiye tarihinde iki 12 Eylül var. Biri 12 Eylül 1980, öteki 12 Eylül 2010… İlki askeri darbe, ikincisi FETÖ belasının yargıda yerleşip, devleti ele geçirme sürecinin kilometre taşı. 12 Eylül 2010 referandumu için ne demişti FETÖ; “Keşke mezardakiler de kalkıp oy kullansa”

Yazmak şart… Türkiye’nin Suriye politikasındaki yanlışlar İdlib İdlib dökülüyor…
Yazmak şart… Trump politikaları dünyayı krampa soktu…
Yazmak şart… Eren Erdem 80 gün sonra 19 Eylül’de mahkeme karşısına çıkacak. Dosya gizli tanıdık, affedersiniz tanıkla başlıyor.
Yazmak şart… Enis Berberoğlu 15 aydır tutuklu. Anayasa, “yeniden seçilen milletvekili dokunulmazlık hakkını elde eder” diyor. Ama Enis hâlâ içerde. Üniversite sınavına girdi, arkeoloji bölümünü kazandı. Enis’in yapacağı arkeolojik kazılarda muhtemel M.Ö. 2000 yılına ait demokrasi izlerine rastlanacak!
Yazmak şart… İngiltere’de İşçi Partisi özeleştirilerle ve yenilenen stratejilerle dolu bir tartışma içine girdi. Dünyada sol, genel gidiş karışısında siyaset üretememe sorunu yaşıyor…
Yazmak şart… Yeniden merhaba
=======================================
Sevgili Balbay,

Çoook özlemiştik yazılarınızı.. esprilerinizi, taşı gediğine oturtan hazır yanıtlarınızı..

Cumhuriyetten koparılma biçiminizi yıllar sonra bu ilk yazınızda  ayrıca üzüntü kaynağı oldu. Ama gene olgunca karşılamış ve Yaşanan acılar, zamanla bala bulanır.’ demişsiniz bilgece.

Evet, yazmalısınız, ülkemiz çoooooooooooooooooooook zorda.. Belgesel, net, yol gösteren, öneri sunan, çözüm üreten, kanıtlara dayalı..

En iyisini yapacağınızdan eminiz..  Biz her gün 2 Cumhuriyet almaya başladık. İçimizde güller açtı 40+ yıllık bir Cumhuriyet okuru ve 22 dolayında yazısı yayınlanan yazan bir okuru olarak..

Evet… bu gün gene 12 Eylül.. İlki 1980’de idi, 38 yıl önce. Hacettepe’de asistan hekimdik..

İkinci 12 Eylül’ümüz 2010’a, AKP iktidarına denk getirildi. 26 maddelik Anayasa değişikliği  paketi bütün (blok) olarak halkoyuna sunuldu. Zavallı (!) bir toplum olduğumuzdan, maddelere tek tek oy verme olanağı sağlanmadı.. Ya hep, ya hiç! Aydın ihanetini gördük, satılmış sanatçı taslaklarını, basında ‘dolma kalemleri’…. gördük.

  • ‘Yetmez ama evet!‘ diye saçmaladılar, halkı yanlış yönlendirdiler..

Rejim başkalaştırılmaya başlandı ve arkası çorap söküğü gibi geldi, getirildi neredeyse..

Türkiye’nin çökertilmesi sürecinde zaman hızlandırıldı adeta..

Elimizi çabuk tutup bir çare bulmak, birşeyler yapmak zorundayız.

Gereğini yapacaktır bu büyük Ulus!

Sevgi ve saygı ile. 12 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İŞİD ve EL NUSRA AKP’nin Askeri Kanadıdır

İŞİD ve EL NUSRA AKP’nin Askeri Kanadıdır

SEFA M. YÜRÜKEL
Sosyal Antropolog ve Etnograf
Soykırımlar ve Terörizm Araştırmacısı
13 Haziran 2014 (09 Eylül 2018’de yeniden gönderilmiştir.) 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • BOP proje birimleri İŞİD ve EL Nusra AKP’nin Askeri Kanadıdır.

Bunlar hiçbir zaman ABD ve İsrail e karşı eylem yapmamışlardır. Bizzat Müslüman ülkelerde, kaos çıkarma, halkı terörize etme, Müslümanları bombalama, Müslüman değerlerini yok etme ve insanlık dışı infaz eylemleri ile, sünni mezhebini de kullanarak aynen AKP gibi Alevi, Şii, İran, Türk düşmanlığı üzerine stratejisini üreterek hareket etmektedir.

Bu terörist örgütler, ABD ve İsrail projesi olan BOP’un Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu AKP tarafından, ABD ile birlikte, palazlandırılmışlardır. AKP’nin mezhepçi düşmanlık yaratarak saldırılarıyla bire bir örtüşen eylemlilikleri, ideolojik yapıları birdir. Beraber petrol ticareti yapmaktadırlar. ABD ve İsrail bu yapıyı Ortadoğu ve dünyadaki Müslümanları ve devletleri mezhep ekseninde bölmek ve parçalamak ve zayıf düşürmek, milli devletlerini imha etmek ve ülkeleri, bölgede yeni haritaları dizayn etmek (AS: tasarlamak) için kullanmaktadır. Bunu bu son gelişmelerle de incelediğimizde, durum gün yüzüne çıkmaktadır.

Son Suriye, Libya ve Irak saldırısı ile
– AKP bir terör örgütü niteliği kazanmıştır.
– Yani AKP, El Nusra ve İŞİD aynı PKK. PYD, HDP ve BDP ne ise, işte o anlamda o da budur.
– Yani AKP, İŞİD ve El Nusra aynı örgüttür.
– Şu an T.C.’ni yönetmekte ve Suriye ve Irak’ı da kendilerine katmak için harekete geçmişlerdir.

Bölgedeki İran, Suriye, Lübnan Hizbullahı, Irak’taki Irakı güçler ve Türkiye’deki T.C. yanlısı laik güçler, Atatürkçü Sünniler, Aleviler, Caferiler, Kürtlerin T.C. yanlısı olan büyük bir kesimi, bu gidişata dur diyecek olanağı çıkartana kadar, El Nusra, İŞİD yani AKP Türkiye ve bölgenin başına bela olmaktan başka bir iş yapmayacaklardır.

BOP’cu AKP’yi yöneten kadro, hem Sünni hem de Alevi, Şii ve tutucu dindar kesimin düşmanı olan bir yapı, yani Müslümanlığın düşmanı olarak tarihte yerini almıştır. 

Bunlar kan, kin, katliam, terör, soykırım, kaos ve nefretten beslenmektedir. Buna karşı mezhepleri ne olursa olsun, Tüm Müslümanların ve bölgedeki diğer dini, etnik, milli ve siyasi-ideolojik yapıların birlikte hareket ederek, AKP yani El Nusra ve İŞİD belasından kurtulmaları gerekir. Yoksa kan ve revan bütün bölgeyi kaplayacaktır.

  • Yıllardır, Uluslararası hukuka göre, AKP liderinin ve O’nun hukuksuz emirlerine uyanların terörizmi desteklediği ve savaş suçlarına ortak olduğu ve teşvik ettiği bilgileri dosyalanmaktadır.

AKP’nin ve Lideri Tayyip Erdoğanın yüzünden, Türkiye nin Irak ve Suriye’deki faaliyetleri, Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılamaya tabi tutulma riski gittikçe artmaktadır.

Türk Milleti bu vebalin altında kalmamak için AKP ve Tayyip Erdogan’dan, hukuksuzluğa meydan veren bürokratlardan bir an önce kurtulmalıdır.

Saygılarımla.

Sefa M. Yürükel
Sosyal Antropolog ve Etnograf
Soykırımlar ve Terörizm Araştırmacısı
13 Haziran 2014

5 fotoğrafa bakınız (BELGE)
1)-İçişleri Bakanlığı’ndan Hatay Valiliği’ne talimatın belgesi: Nusracı mücahitleri resmî kurumlarda barındırın!
2)-Hatay’da hastanede tedavi gören IŞİD Komutanı
3)-AKP’li bakan Suat Kılıç IŞİD liderleriyle
4)-Erdoğan’ı alnından öpen El Kaide teröristi
5)-Bilal Erdoğan IŞİD liderleriyle

Otomatik alternatif metin yok.
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor
5 belge ve yazının özgün adresi :
https://www.facebook.com/photo.phpfbid=2146743168693672&set=pcb.2146749642026358&type=3&theater
=====================
Dostlar,

Sayın Yürükel’in yazısı ciddi savlar içeriyor.  Dileyelim gerçek olmasın.. Hiç olmaza bir bölümü ya da bir derece..
Ancak 5 adet belge eklenmiş yazıya ve bu ciddi savları destekliyor.
Bir e-ileti olarak ulaştı. 13 Haziran 2014’te yazılıp yayınlanmış bir yazı. Günümüze dek AKP’den bir girişim olmadığı belli ki, 4,5 yıl sonra Sn.Yürükel, gelişelerin bu yazdıklarını doğruladığını görerek bir kez daha paylaşma gereği duymuş olmalıdır. 

e-iletide eklenen görsel tıklandığında, yukarıda verdiğimiz facebook adresine yönlendiriliyor ve 5 belge teker teker görülebiliyor. Biz o adresi kopyalayıp yukarıda görselin altında verdik.
İdlib’teki son gelişmeler gerçekten kaygı verici boyuta erişmiştir ve 7 Eylül Tahran doruğunda Putin, Erdoğan’ın ateşkes istemi üzerine açık açık; .. göç bahanesiyle İdlib’teki terörstleri korumaya kalkmasın kimse… uyarısında bulunmuştur ve 12 maddelik anlaşma metninde Erdoğan’ın son andaki ateşkes istemi yer almamıştır. Bu bir fiyaskodur Türkiye açısından ve AKP = Erdoğan’ın bilinçaltı kodlarını da elevermektedir. Gelişmeler, Sn. Yürükel’in 4,5 yıl önce yaptığı çok ciddi suçlamaları doğrular yönde olmuştur aradan geçen 4,5 yılda da.. Erdoğan hala ABD – İsrail ağzıyla konuşarakEsed‘ demekte, Atlantik hattının ‘ateşkes’ söylemlerinin sözcülüğünü yapmaktadır adeta..

Son günlerde İdlib sorunu konusunda sitemizde ciddi yazılar yayınlıyoruz.. (üstünde tıklanarak çağrılabilir..)

Bu yazıların altında bizim de kapsamlı katkılarımız oluyor.. Dileriz ülkemizi sağduyulu politikalara yönlendirmeye, kamuoyunu doğru bilgilendirmeye katkısı olsun..
– İç politikada ekonomik yangından bunalan siyasal iktidar, dışarıda sıcak çatışma serüveninden mutlaka ama mutlaka kaçınmalı, aklından bile geçirmemeli! Bu artık felaketin eşiği değil kendisi olur!
Az önce Sn. A. Kılıçaslan Aytar’ın ‘FELAKETİN EŞİĞİNDE‘ başlıklı önemli makalesini yayınladık. Sn. Aytar eklemelerle ve biz şöyle bağlamıştık o yazıyı :
(Tümü için : http://ahmetsaltik.net/2018/09/11/felaketin-esigi/)
  • Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini karara bağlayan uluslararası antlaşmaların yalnızca bir adım uzağında bulunuyor. 
  • Türk Halkının buna asla izin vermemesi gerekiyor.
  • Doğrusu Suriye’den çıkmaktır

Dikkat buyurulsun; ilk saptama Mondros ve Sevr Anlaşmasına gönderme yapmaktadır adını vermeden.. Bu 2 Anlaşma’nın Osmanlı’yı nasıl işgal ve parçalama ile bitirdiği herhalde belleklerdedir..

Sürüklendiğimiz yer felaketin eşiğidir, dolayısıyla bir kez daha uyaralım :

  • AKP = Erdoğan, Suriye’de ateşle oynamayı derhal bırakmaya, tarihsel olarak zo-run-lu-dur!

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

FELÂKETİN EŞİĞİ

FELÂKETİN EŞİĞİ

Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Trump yönetimi, Suriye Hükümeti’ni yasadışı bir saldırıyla tehdit ediyor. 
ABD, Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib’e düzenlenen saldırılarda kimyasal silah kullanılması durumunda, Devlet Başkanı Beşar Esad rejimini üçüncü kez vuracağını bildiriyor. Pazartesi günü Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton, bugüne dek yapılan en açık uyarıda bulundu. Yeni bir kimyasal silah kullanımı olursa yanıtımız daha da güçlü olacaktır.” dedi.
*
ABD’nin  sürekli Suriye hükümetini vurmak ve tehdit etmek zorunda kalması; önceki saldırılarının etkisiz olduğunu, şimdi yapılacak  olası bir saldırının daha büyük ölçekli olacağını, ancak daha iyi bir sonuç için bir garantinin de olmayışı  anlamına geliyor. Üstelik bu durumda ABD’nin  Suriye, İran ve Rusya ile pazarlık ettiğinden daha maliyetli bir çatışmaya girme riskinin artacağından şüphe yoktur…
*
Ne ki, bugün İdlib hem Suriye muhalefetinin son büyük kalesi yani Esad’ın zaferini ilan edeceği yer, hem de sorunları daha da karmaşıklaştıran ülke içinde yerinden olmuş kişilerin ve dünyadaki mültecilerin en yüksek yoğunlukta olduğu alanlardan biridir. Bu yüzden İdlib, yakın tarihte rejim güçleri tarafından ele geçirilen diğer bölgelerden farklı olarak, tüm büyük güçlerin çatışan çıkarlarını birbirine harmanlıyorBu da her güce ait hisseyi önemli ölçüde yükseltiyor…
*
Mesela İdlib’te Suriye – Rusya başarısı, İran’ın Suriye’de yenilmesi anlamına gelecektir. Aynı zamanda İdlib’e düzenlenen hava bombardımanı sonrasında İdlib’in denetimini ele geçirmek için Rus-Suriye-İran saldırısı Hizbullah savaşçılarını da ön plana çıkaracaktır. Nitekim Lübnanlı Şii Hizbullah savaşçıları yeniden İdlib ve Hama’ya dönmeye başlamışlardır… 
Bu durum İsrail’in, Ağustos’ta ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton ile Kudüs’te Başbakan B. Netanyahu’nun; Suriye’deki İran askeri varlığını yok etmek için belirledikleri askeri stratejiye bağladığı umutlarını yükseltiyor!
*
İdlib’deki hisseler o kadar yüksektir ki;
Son iki haftada ABD ve Rusya, Suriye ve Basra Körfezi sularının karşısında Doğu Akdeniz’de büyük çaplı deniz ve hava kuvvetlerini topladılar.
Çin, Rusya’nın deniz tatbikatında yer aldı. İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Suriye’de olası bir ABD askeri harekâtına destek olarak çağrıldılar.
*
Rusya ise ABD, İngiltere ve Fransa’yı, İdlib saldırısında yer alan İran ve Suriye güçleri üzerindeki herhangi bir saldırıları halinde, Doğu ve kuzey Suriye’deki Amerikan yanlısı hedefleri vurmakla tehdit etti.
Gerilim çok yükseldi…
*
7 Eylül’de Tahran’da İran Cumhurbaşkanı H. Rouhani, Rusya Devlet Başkanı V. Putin ve Erdoğan, İdlib’te İslamcı teröristleri bastırmak ve Suriye Savaşını son erdirmek üzere bir zirvedeydiler. İdlib bölgesinde terörü sonlandırmak üzere işbirliği yapılması kararlaştırıldı. Ancak İdlib bölgesinin kurtarılmasının Suriye krizinin sona ermesine yapacağı etki;
Terörist grupların asli destekçileri olmakla birlikte terörle mücadele iddiası taşıyan bazı tarafların da sesinin yükselmesine neden oldu… (AS: Türkiye bunlardan biri ve başlıcası mı acaba!?)
*
8 Eylül’de ABD Genelkurmay Başkanı Org. J. Dunford, Başkan  D. Trump’a Suriye’deki operasyonel planlar hakkında bilgi verdi.. Irak; İran’ın Suriye’ye, Lübnan’a ve  Akdeniz’e açılan kara köprüsündeki hayati bağlantı olarak ortaya çıkmıştı! Öncelikle Irak’ta genel seçimler Mayıs ayında gerçekleşmesine rağmen, çoğunluğu sağlayamayan partiler, eski başbakan Haydar Abadi ile geçici bir  koalisyon hükümeti kurma konusunda başarısız olmuşlardı. O yüzden Irak hükümet yokluğunda huzursuzdu… 
*
Nitekim İran; Irak’ta kendi Şii din adamlarından gelen bir darbe ile karşılaştı… Irak’ın petrol zengini kenti Basra’da, Zikar, Babil, Meysan, Divaniyye, Necef’te ve başkent Bağdat’ta, binlerce Şii yaşam koşullarının iyileştirilmesi, su ve elektrik hizmetlerindeki aksaklıkları, işsizlik ve devlet dairelerindeki yolsuzlukları, bunlardan sorumlu tuttukları İran’ın Irak siyasetine olan etkisini protesto ettiler. İran Konsolosluğuna ateş açtılar, limana girdiler, sokaklarda Şii ve karşıtı Şii milisler ile güvenlik güçleri  çatışıyordu..  5 gün süren çatışmalarda en az 11 kişi öldü…
*
İran ve Rus liderleri İdlib operasyonunu hızlı bir şekilde sonlandırmayı ve Suriye Savaşına son vermeyi umarlarken, aniden Irak’ta bir iç savaş ihtimaliyle karşı karşıya kaldılar… Ekonomik yaptırımlarla bunalmış İran, bu durum karşısında afalladı. Çünkü Irak ile ilgili hedefleri tehdit ediliyordu!
Rusya ise Suriye’deki planlarında ciddi bir gerileme ile karşı karşıya idi…
*
Yoksa Suriye savaşını sona erdirmek üzere İdlib operasyonuna oynayan,
böylece İran’ın Suriye’deki yerini sağlamlaştırırken, İran üzerinden Irak’ ta üsler kurmanın adımını atmayı düşünen Rusya; şimdi Irak’ın İran karşıtı Şii şiddete yönelmesiyle Suriye politikasının temel dayanaklarından birini kaybetmeye mi yazıyordu? Üstelik bu Şii eksen ile ABD ve İsrail’in şimdi daha çok işbirliği yapacakları, Sünni eksen arasındaki güç dengesini tümden değiştirebilir. Dolayısıyla İdlib operasyonunun kaderinde dahi çok önemli bir rol oynayabilirdi…
*
Olaylar geliştikçe ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail; İdlib’te Rusya, İran ve Suriye saldırılarına karşı Türkiye’nin İdlib’teki ilerleyişine onay verir bir pozisyon aldılar. Zaten Türkiye, Tahran Zirvesinde kararını açıklamıştı.
Buna göre Türkiye, İdlib’de güvenlik garantileri olmazsa ya askeri müdahalesini tırmandıracak ya da Suriye yönetiminin geleceğini şekillendirmeye katılımını sona erdirecektir. Bu Türkiye’nin Rusya’yı, “Ya Suriye’deki Türk çıkarlarına saygı göster ya da Astana görüşmelerindeki dost Ankara’yı düşman olarak değerlendir.” gibi zor bir tercihle karşı karşıya bırakması anlamına geliyor…
*
Nitekim Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Rusya, İran, ABD, Fransa ve İngiltere’nin yanı sıra Suriye’deki partnerlerimizle çalışmaya hazırız” diyor.. Hiç şaşırtıcı değildir! Türkiye, ABD müttefiki ve NATO üyesidir; Suriye’deki son direniş bölgelerini savunmaktan vazgeçerse Esad, Rusya ve İran son kalanlar olacaktır! Aksi durum Türkiye’nin Suriye, Rusya ve İran ile çatışması demektir…
*
Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini karara bağlayan uluslararası antlaşmaların yalnızca bir adım uzağında bulunuyor. Türk Halkının buna asla izin vermemesi gerekiyor. Doğrusu Suriye’den çıkmaktır…
===================================

Dostlar,

Sitemiz okuyucularının rahatlıkla ayırdedebileceği gibi, son günlerde İdlib sorununu özellikle işlemekteyiz. Uluslararası ilişkiler bakımından gerçekten karmaşık bir sorundur. Türk Dışişlerinin AKP = Erdoğan tarafından hoyratça ‘monşer‘ olarak nitelenip dışlanmayan ehil kadrolarına bırakılsaydı bu batağa Türkiye sürüklenmezdi. Acımızı büyüten, artık en küçük hata bile yapılmaması gereken çok nazik bir aşamaya gelinmişken, 7 Eylül Tahran doruğunda basına açık tartışmalarda Erdoğan’ın yapmayı sürdürdüğü ciddi yanlışlar, ısrarlardır.

Açıkçası aklımıza, bu bölgede kurgulanabilecek ‘kontrollü’ bir sıcak çatışma ile Türkiye’de ağır ekonomik yangının gündemden düşürülmesine çalışılabileceği gelmektedir ne yazık ki. Çünkü AKP siyaseti sabıkalıdır; 15 Temmuz için ‘Allahın lütfu’ denip ülkede rejim Saltanata dönüştürülmedi mi! O olayda önceden haber alındı ve önlem de alınarak oyunun oynanmasına izin verildi ve FETÖ derdest edildi.. Ya İdlib’te! Öyle kurguladığı gibi ‘kontrollü’ kalmayabilir ve sıcak çatışma büyüyerek Türkiye kendisini bir de savaşın içinde bulabilir. İşte o zaman yıkımdır!

Makalenin yazarı Sn. Aytar’ın son tümcesi son derece uyarıcıdır. Biz de yineleyerek bağlayalım :

  • Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini karara bağlayan uluslararası antlaşmaların yalnızca bir adım uzağında bulunuyor. 
  • Türk Halkının buna asla izin vermemesi gerekiyor.
  • Doğrusu Suriye’den çıkmaktır…

Dikkat buyurulsun; ilk saptama Mondros ve Sevr Anlaşmasına gönderme yapmaktadır adını vermeden.. Bu 2 Anlaşma’nın Osmanlı’yı nasıl işgal ve parçalama ile bitirdiği herhalde belleklerdedir..

Sürüklendiğimiz yer felaketin eşiğidir, dolayısıyla bir kez daha uyaralım :

  • AKP = Erdoğan, Suriye’de ateşle oynamayı derhal bırakmaya, tarihsel olarak zo-run-lu-dur!

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

6  ? * “