Etiket arşivi: Prof. Dr. Kemal Arı

ATATÜRK BİR GÜN GELECEK…


ATATÜRK BİR GÜN GELECEK…

portresijpg
Prof.Dr. Kemal Arı

(-Çünkü O bir beden dDeğil;
Türk Ulusu’nun özü, insanlığın ortak değerler bütünüdür)…

 

Ünlü Türk bilgesi Oktay Akbal’ın kitaplarından birinin adıdır;
Atatürk Bir Gün Gelecek” sözü…

Ancak bu sözü bana söyleten; bu kitap olmadı şu anda. Bilinç altımda bu etkili olmuş olabilir; ancak, Atatürkün tam da bugünlerde bizler için ne gerekli olduğunu kafamın içinde döndürken, birden bu sözün, ünlü edebiyatçının kitabının adı olduğunu anımsadım son anda…

Yıllar önceydi. Kitabı anımsamışken hemen bu kitabı zaten Ankara’da üniversitedeki yaşamımın daha ilk yılında, Zafer Çarşı’sındaki kitapçılardan birinden alıp,
bir solukta okuduğumu anımsıyorum.
Bu yalnızca bir anı; benim yaşamıma ilişkin bir kesit.
Ancak; yürekten inanarak yineliyorum:

“Atatürk Bir Gün Gelecek!”…

“Gelecek” sözcüğünde bir inanış var; sözcüğün istek hali,
zaten bu inanışa vurgu yapıyor. Daha radikal bir adım atayım, sözü değiştirerek:

“Atatürk bir gün gelmeli…”

Hatta, daha da katı bir adıma dönüştüreyim, izninizle:
“Mutlaka gelmeli, mutlaka!”
Yoksa; “Yandı gülüm keten helva!”
“Keten helva” deyimi, katır kutur yediğimiz helvadan öte; bizim geleceğimizi, özgürlüklerimizi, var oluş nedenlerimizi anlatan bir algıya vurgu yapmak için
bir benzetiş…

Çünkü özgürlük, keten helvadan da değerli bir şey… Özgürlüklerimiz; bizi değerli kılan aydınlanma değerlerimiz; nefes aldığımız, içimize doldurduğumuz özgürlüğümüzü
bize sağlayan cumhuriyetimiz; cumhuriyetimizi ayakta tutan laiklik, onu da tamamlayan ulusal egemenliğimiz, ulusçuluğumuz; ulus olmanın gereği olarak birey ve yurttaş olma kimliğimiz…

Fark ettiniz mi? Nasıl da hepsi bir biriyle ilgili…Birini çek bunların içinden, al,
öteki yana koy; öteki hepsinin, yani bütün öteki kavramların havada kaldığını göreceksiniz… Anlamsız, içi boşaltılmış, kaba-sapa, kof, ne olduğu anlaşılmaz kavramlar haline geliveriyor…

Evet, gerçekten anlamsızlaşıyor… Bütün bunların toplamı ne anlama geliyor?Atatürkçülük demek değil mi bunlar? Neymiş, “Atatürkçülük çağ dışı bir ideoloji” imiş…Atatürkçülüğü biz; dar, kalıplaşmış, donmuş bir ideoloji olarak değil,
bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak anlıyoruz.

Öncelikli olarak Atatürkçülük namuslu olmaktır. Çalmamak, çırpmamak;
devleti dolandırmamak; yetimin ve kul olanın hakkını yememek;
kendini paraya pula değil, ilkelere ve ideallere adamış olmaktır.
Şu son günlerde bunlara o denli gereksinimimiz var ki!
Bütün mal varlığını ulusuna armağan ederken söylediği şu söze bakar mısınız?

  • “Bütün mal varlığım, ulusuma verdiğim basit bir armağanımdır. Ancak en değerli armağanım olarak, günü geldiğinde ben ona canımı vereceğim!”

Ne görkemli bir söz değil mi?

Bugünlerde kendini öksüz, sahipsiz; ortada kalmış; sığınacak bir damı,
tutunacak bir dalı olmayan kişiler olarak hissetmiyor muyuz?

Hukuk, güvenlik, adalet; devlet, hukuk, özgürlük; hak, eşitlik; yasaların üstünlüğü, kuvvetlerin ayrılığı…

Bunlara ne kadar gereksinimimiz varmış meğer?

Yediğimiz ekmek, içtiğimiz su; aldığımız ve verdiğimiz soluk kadar ne kadar değerli şeylermiş bunlar!

Evet; artık görüyoruz…

Atatürk bu ulus için ekmek kadar, su kadar, aldığımız nefes kadar; özgürlüklerimiz, barışımız, güvenliğimiz; hukukumuz ve bizi var eden bütün değerlerimizin toplamıymış meğer…

O artık, yalnız etten ve kemikten yaratılmış bir varlık değildir. O bir ideal, ülkü; varlığımızı anlamlı kılan yaşam ilkelerimiz; insanlık değerlerimizmiş…

Ulusal bütünlüğümüz; çağdaş dünyaya yürüyüşümüz; birlik ve bütünlüğümüzmüş…
Ve biz onla ancak nefes alıp verebiliyormuşuz. O, azıcık aramızdan uzaklaşır gibi olsa; büyük bunalımlar, felaketler, yıkılış ve çözülüşler, hemen yanıbaşımızdan içimize doğru sızıveriyormuş… O yoksa, biz Ortaçağ, Ortadoğu’nun karanlıkları; despotizmi, diktalarıymışız. O varsa, karanlıktan sıyrılmanın heyecanı, aydınlığa görkemli bir yürüyüş, Ergenekon’daki kayalıklar arasından sıyrılıp çıkışmış…

Aydınlığa yürüyüşmüş…Bunu anlamayanlar var hala aramızda.
Var, doğru…
Akıl ve iz’andan yoksunsa insan, bunu anlamamak doğal.
Ama bu ülkenin her yurtsever kişiliği bu değerlere ve kavramlara değer verir.
Bayrağını ve yurdunu seven kişilerin bu değerlerle bir sorunu olamaz. Olmamalı…
Demokrasi mi diyoruz; özgürlüklerimiz önemlidir, biz bunda anlam buluyoruz ancak
diye mi söylüyoruz; o zaman Atatürk içimizde

O, bir bedeni simgelemiyor ki!
O insanlığın ortak değerleriyle Ortaçağın karanlıkları arasında çırpınan Türk Ulusu’na aydınlanmanın gür ışıklarını serpiştiren bir Aydınlanma önderidir.

Aydınlanma kültürüne gereksinimiz var mı?

Kesinlikle…
Onlarda bir çözülüş varsa derhal bu çözülüşü ortadan kaldıracak refleksi göstermeliyiz.
O nedenle Atatürk bir gün mutlaka gelecek… Çünkü karanlıkların içinde ne denli çırpınacağız… Bir çırpınırız, iki çırpınırız; ondan sonra bu çırpınışların çare olmadığını, bir karanlıkta boğulup gitmek olduğunu nasılsa aklımız bize bir yerlerden fısıldar.
Fısıldıyor da. O nedenle yineliyorum:

  • Atatürk; yani insanlığın ortak değerleri ve kültürü bir gün mutlaka gelecek…Gelmek zorunda…

Çünkü kurtuluşumuzun, özgürlüklerimizin tek güvencesi O…
O bir beden değil; Türk Ulusu’nun özü, insanlığın ortak değerler bütünüdür… (28.02.2914)

İkinci Şehzade Mustafa Vak’ası PROF.DR. KEMAL ARI

İkinci Şehzade Mustafa Vak’ası

PROF.DR. KEMAL ARI

(-Geçmişi Değiştiremeyiz Ama Geleceği Kurgulayabiliriz)

Evet, tam bir tarihsel vak’a yaşandı Türkiye’de…

Dikkat edin, Türkiye’de diyorum, Osmanlı Devleti’nde demiyorum.
Osmanlı Devleti’nde yaşanan vak’a belli… Hürrem Sultan’ın ve O’nun yandaşlarının sürekli olarak Kanuni’yi doldurmaları ve özellikle de Rüstem Paşa’nın fitne fücur siyaseti sonrası Kanuni’nin buna inanması üzerine büyük bir trajedi yaşanmıştır. Gözden düşürülen şehzade, Osmanlı Devleti’nin bilge yöneticileri ve
gözde ordu güçleri tarafından desteklenmesine karşın; Kanuni bu karalamaların etkisinde kalmış ve
kendi öz oğlunu, gözden çıkararak onu taht sevdalısı biri olarak gördüğü için öldürtmüştür.

Hem de nasıl?

Kanuni’nin artık yaşından dolayı sefere çıkamadığı, O’nun yerine Ordunun başı olarak Şehzade Mustafa’yı görmek istediği dedikoduları içinde; babasının kendisine bu kötülüğü asla yapmayacağı inancında olan Şehzade Mustafa bir oyunun içine düşmüş ve sefere çıkan babasının elini öperek, O’na bağlılık duygularını sunmak istediğinde; Kanuni’nin 1553 yılında Ereğli Ovasında kurdurduğu sultan çadırının içine girmiş, burada babasıyla buluşacağını sanırken üzerine atılan 6-7 kişilik bir dilsiz cellat grubunun tuzağına düşmüştür. Bu tuzağa karşı yiğitçe direnmiş hatta bir ara cellatların elinden kurtularak kaçmaya çalışmış ancak sinsice vurulan darbelerin etkisiyle Osmanlı Devleti’nin en gözde şehzadesi kanı akıtılmadan boğularak, cesedi bir külçe yığını gibi bir İran halısının üzerine atılmıştır.

Bu bilindik öyküdür.

Osmanlı tarihinin en dramatik olaylarından biridir.

Anası Mahidevran Sultan, oğlunun öldürülmesi ve Bursa’ya götürülerek orada defnedilmesinden sonra yaşama küsmüş; Bursa’ya, oğlunun naşının bulunduğu yere gitmiş ve uzun süre yoksul bir yaşam sürmüştür. Ta ki Kanuni ölene ve kardeşi sarhoşluğu ve içkiseverliğiyle ün salmış yeni Sultan II. Selim’in, Mahidevran Sultan’a maaş bağlamasına dek… Ve sonunda Kanuni’nin Hürrem’den önce en gözde eşlerinden olan bu asil kadın, ölünce oğlunun yanına gömülmüştür.

Bir babanın oğlunu öldürmesi, oğulun babası tarafından boğdurulması gibi duygular, elbette insan odaklı bakıldığında son derece dramatiktir. Ve hele ki Kanuni Sultan Süleyman ile Şehzade Mustafa’nın mektuplaşmalarına ve yine Mustafa’nın öldürülüşünden sonra O’na gönül veren yoldaşlarının ve destekçilerinin yanıp kül olan yüreklerinden dökülen mersiyelere bakıldığı zaman, bu acı derhal görülür.

Malum dizinin finali gerçekleştiğinde kendisi de artık bir tarihçi olan bir öğrencim, kendini diziye o denli kaptırmış ki; telefonda hüngür hüngür ağlıyordu:

-“Şehzade Mustafa öldü hocam; Şehzade Mustafa öldü… Bu dünya ne zalim bir dünya!”

Aynı duyguyu ben de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe” adlı oyunu izlerken yaşamıştım. Ayten Gökçer’in Hürrem’i, Cüneyt Gökçer’in Kanuni’yi, Ergin Orbey’in de Şehzade Mustafa’yı oynadığı o görkemli oyun bende böyle duygular bırakmıştı.

Evet, bu dünya zalim bir dünya…
Taht, servet; babayı oğula, oğulu babaya düşman edebiliyor…
Eşitliğin ve haklılığın olmadığı, çoğu zaman güçlünün ve fitne fücurla uğraşanların kazandığı bir dünya…
Bu bilinmedik bir şey değil.

Ancak dizi, o denli insanlar üzerinde bu son bölümüyle etkili olmuş ki; sosyal medyada esen rüzgarlara bakıldığında, gerçekten İkinci Bir Şehzade Mustafa Vak’ası yaşanmış…

Buna bir şey denemez, insancıl duygular elbette…
Tıpkı Şehzade Korkut ve Şehzade Beyazıt vak’alarında da olduğu gibi…
Geçmiş geçmişte kaldı.
Ondan ancak ders çıkarabiliriz.
Ölen öldü, Allah Rahmet eylesin.
Hele kim haklı, kim haksız tartışmaları ise bütünüyle anlamsız.
Bunun yerine şuna bakmalıyız:

İşte devri saltanat dediğimiz mutlak yönetimler böyle bir şey… Bu keyfilik bugün, değişik zorbaların
iş başında bulunduğu yerlerde yok mu? Demokrasinin olmadığı ülkelere bakın; elli bin türlüsünü ve
daha ağırını göreceksiniz… O zaman geriye ne kalıyor?

Bireyin özgürleşme süreci ve kendini kul gören toplumun ulus kimliğiyle ulusal egemenlik dediğimiz
kavramı elde edişi…
Yani zorbalığı alt üst edip, ulusun istencini öne çıkaran o muazzam dönüşüm…
Ne dersiniz?
Günümüze bakarak geçmişi anlasak, sonra da ağlayıp sızlamak yerine bu tür keyfiliklerin her an her yerde, kimi zaman yanıbaşımızda ve hatta kimi zamanlar da her an ensemizde olduğunu düşünerek, bundan bir sonuç çıkarsak daha iyi değil mi?

O nedenle bu olaylara bakarak şunu diyelim:

“Yaşasın Cumhuriyet!”

Unutmayalım; geçmişi değiştiremeyiz ama geleceği kurgulayabiliriz… (18.2.14)

“Haşhaşiler” mi Dediniz?


“Haşhaşiler” mi Dediniz?

portresijpg

 

Prof. Dr. Kemal ARI

(-Haşhaşilerden Bugüne!)

 

 

Paralel devlet yapısı savları ile yolsuzluk ve operasyonlar arasında sıkışmış kalmış siyaset, sonundabir kavramla daha tanıştı:
“Haşhaşilik”…
Haşhaşilik diye bir şey varsa, bunu yapanlar da kuşkusuz, “Haşhaşi!
Haşhaşi, yani haşhaş içen; haşhaş içmeyi kendi yaşamının bir parçası haline getiren…
Günümüze baktığında; ortalık toz duman… Bir taraf öteki tarafa haşhaşiler dedi ya; şimdi de başka bir kavramla buna karşılık verildi:

“Yezidilik..:”

Bu kavgalar nereye varacak; kimsenin bir şey bildiği yok.
Ancak her gün bir şey duyuyor; onu bir iki gün konuşuyor, sonra daha güçlü başka bir olayla karşılaşınca, daha yeni konuşmaya başladığımızı rafa kaldırıveriyoruz.
Son iki yıldır, raflarda yerini alan çok şey var.
Şimdi de moda konu şu:
Haşhaşilik…
Ancak ne bu “haşhaşilik”?
Niçin Fethullah Gülen ve O’na bağlı olanlar, bu deyimden bu denli etkilendiler?
Anlatalım:

Alamut kalesini mekân tutmuş Hasan Sabbah, müritlerini çevresinde toplamış, şöyle bağırıyordu:

“Hiç kimseden korkmayacağız. Hedefimizi en beklenmedik yerde, halkın içinde, meydanlarda bulacağız ve kalbine hançeri indireceğiz. Ve yakalanmamak için öldürdüğümüz avın yanından kaçmayacağız. O kalabalık, biz avımızı devirince, bizi paramparça edecek belki… Ama biz yalnız bir kişiyi öldürmekle kalmayacağız, bin kişinin kalbine de korku tohumları ekeceğiz!
Niçin bu kadar öfkeliydi bu bu Batıni şeyh?
Amacı neydi?
Aslen Arap çöllerinden İran’ın Kum kentine gelmiş ve yerleşmiş bir ailenin çocuğuydu ve bu kentte doğmuştu. Babası ilimle uğraşmasını istemiş; bunun için dersler almıştı.
Amacı ünlü bir din bilgini olmaktı. Bâtıni hareketlere ilgi duydu. İsmailiye tarikatına yöneldi. O tarihte pek çok coğrafyada etkin olan Bâtıniler, Büyük Selçuklu Devleti’nde İsfehan’ı mekân tutmuşlardı.
O önce Mısır’a gitmiş; orada doktrinini iyice geliştirmişti. İslam coğrafyasında pek çok yer gezerek, Bâtınilik düşüncesini yaymaya çalışmıştı.
Selçuklu Devleti’nin bölgede hâkimiyet kurması üzerine; bu etkinliklerini Selçuklular içinde sürdürmeye çalıştı. Ünlü vezir Selçuklu’ya ve onun yönetimine hiç de hoşnut bakmayan Nizamimülk, Hasan Sabbah’ın propagandalarından büyük bir hoşnutsuzluk duymuştu. O ise hiç durmuyor; mevcut yönetimden hoşlanmayan kişileri yanında topluyordu. Nizamimülk onu yakalatmak için kimi ataklar yaptıysa da; o uzaklarda Hassan Sabbah’ı ararken, oysa burnunun dibindeydi. Hasan Sabbah gizlice İsfehan’a gizlice gelmiş, bir arkadaşının evinde gizlice kalmaya başlamıştı.
Bir gün arkadaşına, mevcut yönetimin zorbalığından söz ederek; yanında iki arkadaşı olsa, bu devletin altını üstüne getireceğini söylemişti.
Arkadaşı ise “bu bir deli mi; ruh hastası mı; bildiğim bu adam aklını mı yitirdi?” diye düşünerek, ona inanası gelmemişti. “Bu delirmiş olmalı” diye düşünüyordu.
Öyle ya, kalk sen, iki kişiyle koskoca Selçuklu Devleti’ne kafa tutacak, onun atını üstüne getireceksin!
Akıl alacak gibi değildi.
Arkadaşı, “delirmiş olmalı” diye düşündüğü bu kişiye kimi tedavi edici şerbetler ve yiyecekler sunmuşsa da, arkadaşının kafasından geçenleri anlayan Hassan Sabbah, buradan kaçmış ve pek çok yerde propaganda yaparak, çevresine topladığı Bâtıni ve düzen karşıtlarıyla, Alamut Kalesi’ne gelip yerlemişti.
Yüksek dağların ortasında bir kale…
Her yanında meyve ağaçlarının, verimli toprakların olduğu bir kale…
Artık o burayı yurt tutmuştu.
Bir yandan ilim merkezi yapacak, öte yandan burada örgütlenecek, ardından da düşüncelerini yayacaklardı.
Burada bir yandan kalenin onarımı ile uğraşırken, öte yandan çevresine kendine inanan müritler topluyordu.
Alamut kalesi öylesine kimi kaynaklarda, oluklarından birinden su akarsa birinden süt, birinden bal akarsa, ötekinden şerbet akan, kale duvarlarının içine bile günlerce kaledekilere yetecek bal, kaymak depolanmış, havuzlar yaptırmış bir yer diye anlatıldı.. Güya kalede genellikle kadınlar bulunurmuş ve burada içki yasak olmakla birlikte, afyon dâhil, keyif verici maddeler kullanılarak, müritlerin daha kendine güvenen ve korkusuz yaratılması için uğraşılmıştır.
İş bununla kalsa iyi…
Bu kez Hasan Sabbah, çevresindeki kaleleri zabdetmeye karar verdi.
Bunu da başardı.
Bununla yetinmedi, gizli kimi hücreler halinde Selçuklu kentlerinde, kentlerin kılcal damarlarına kadar sızarak, kendi daileri aracılığıyla hücre evleri oluşturdu. Onlara normal ev süsü verdirerek; insanlara orada Bâtıni fikirleri aşıladı. Ve zaman içinde önemli devlet adamları bu hücrelerin müdavimi oldu. Daha da öte, bunlar aracılığıyla, Selçuklu Sarayı’na sızdı.
Fırsat kolluyordu.
Bir fırsatını bulacak; Selçuklu sultanı Melikşah’ın kalbine hançeri indirecek ve Sünni Selçuklu Yönetimini, Batıni bir devlete çevirecekti..
İçin için yanıyordu.
Ancak ne garip!
İçkiye ve şaraba karşıydı. Bir rivayete göre, içki içtiler diye iki oğlunu bile öldürtmüştü. Bilgiye susamıştı. Bilimle uğraşıyor; ancak öte yandan kendi davasının başarıya ulaşması için haşhaş çekmiş kişileri ölümün üzerine itiyordu. Hindistan’dan kervanlarla haşhaş getirtiyor, müritlerine haşhaş çektiriyor; kafayı çekmiş kafadaşlarıyla akıl almaz cinayetler kurguluyor; avını öldürtüyor ve öldüren mürit, öldürülse bile, ölümden zerre korku duymuyordu.
Zaten cinayeti işlediği yerden kaçmıyorlardı ki…
Özellikle birileri gelsin, kendilerini öldürsün istiyorlardı.
Öldürürken de korkutmak, ölürken de korku salmaktı amaçları.
Zaten korkanlar ise; bu korku salan terörün gelip nerede, nasıl kendini bulacaklarını merak edip duruyorlardı.
Ancak kalplerin derinlerinde korku kor olup, yürekleri dağlamaktaydı.
Kim nereden, hangi köşe başında belirecek ve kalabalığın içinde belirecek, kaldırıp hançerini düşmanının göğsüne indirecek…
Olacak gibi değildi.
Her yanı bu tür cinayetler ve korku sarmıştı.
Önce Sultan Melikşah, bu terör gurubunu ortadan kaldırmak için harekete geçti. Ünlü vezir, Nizamimülk; başvezirlikten alındı; Alamut’a hareket edecek kuvvetlerin başına geçirildi.
Sen misin bunu yapan?
Bir suikastle, hem de Nizamimülk’ün çok yakını birinin bir hançeriyle ünlü vezir kanlar içinde yere düştü ve öldü.
Çünkü haşhaşiler, Selçuklu sarayının içine dek sızmışlardı.
Bu büyük darbeyi; daha büyük bir darbe izledi. Sultan Melikşah, yine bir fedai tarafından hançerlenerek, kanlı biçimde öldürüldü.
Ardından Sultan Sencer devreye girdi. Büyük bir sefer yapıp, Alamut’u alacaktı:
Ancak ne mümkün!
Sultan, bir sabah uyandığında yastığında bir hançerin saplanmış olduğunu gördü.
Mesaj açıktı:
“Ben isteseydim, bıçağı o yastığa değil, sultanın yumuşak göğsüne saptırabilirdim!”…
Koskoca Selçuklu Sultanlığı, Alamut Kalesi’nden gelen bu terör dalgalarıyla sarsıla sarsıla; başka etkenlerin de devreye eriyip girdi.
Hasan Sabbah, 36 yıl Alamut’ta yaşadı. Kimine göre bu işleri örgütlemekle yetinmedi ve bütün hareketleri oradan yönetti. Ve onca zaman sonrasında, yakalandığı bir hastalıktan dolayı öldü ve Alamut Kalesi’ne yakın bir yere gömüldü.
Büyük bir Moğol akını, Selçuklu Devleti’ni tarihten silip atmıştı. 1256’dan sonra Haşhaşi Kaleleri de ele geçirilip, yıkılmaya başlandı.
Selçuklu sultanlığını içten kemiren bu kanserli hücre bir biçimde varlığını gücünü yitirerek de olsa sürdürdü ve bir sapkın hareket olarak tarihteki yerini aldı.
Olay bu.

Ne dersiniz?
Günümüzde sözü edilen devlet içine sızmalar ve paralel devlet sözleri
bu olup bitene benziyor mu?

Fethullah Gülen; günümüzün Hasan Sabbahı mı acaba?

Bir taraf böyle söylüyor.
Bu konuda bir yorum yapmayalım.
Ancak, yaşanan bu tarihi olayları yakından bir inceleyin!
Çok şey öğreneceksiniz tarih okurken buna ilişkin, emin olun!

Türkiye’de Devlet Krizi mi Var?

Dostlar,

9 Eylül Üniversitesi tarih hocalarından değerli dostumuz sevgili Prof. Kemal Arı‘nın çok ufuk açıcı ve derinlikli bir tarihsel irdelemesini paylaşalım..

Tam da devrimci – bilimsel tarih irdelemesi yöntemiyle kaleme alınan bir makale..

Zaten Tarihbilim‘den beklenen de bu değil mi??

Dünü güne bağlamak ve geleceği çıkarsamak, öngörmek..

Unutulmasın, Prof. Kemal Arı da Cumhuriyet’in eğitim felsefesinin ve kurumlarının ürünü.. Kendisine teşekkür ediyoruz..

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti,
O’nun sarsılmaz – sırtı yere getirilemez devrimci,
Kemalist birikimi ve Yüce ATATÜRK!

AYDINLANMA kazanacak..
Tarihsel deteriminizmin kaçınılamayacak yasasıdır..

Sevgi ve saygı ile.
8.1.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================

Türkiye’de Devlet Krizi mi Var?

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

 

Evet, ne yazık ki Türkiye’de ardı ardına yaşanan olaylar nedeniyle, ülkemizin içinde bulunduğu durum, bir hükümet krizini de aşarak, “devlet krizi” boyutunu almıştır.

Daha ötesi de var: Olan bitene ve yazılıp çizilene bakılırsa, özellikle Suriye Politikası’na bağlı olan gelişmelerle bağlantılı olarak, Türkiye’nin büyük devlet krizinden de öte,
ülkeler arası krize aday ülke olma yönünde hızla yol aldığı söylenebilir…
Bu şuna benziyor:

Bir bina var ortada… Temel iğreti… Ve temel iğreti olunca, onun üzerine yapılan yapının bütününde hiçbir yapılıp edilen; gerçek işlevini yerine getiremiyor. Zincirleme biçiminde birbirini izleyen gelişmeler biçiminde, koskoca bir bünyeyi tepeden aşağı kilitleyen bir
ur durumunu alıveriyor…

Bu zamana dek, ülkemizde gündem olan konular neydi bir anımsayalım:

Ulus devletin dönemi artık bitmişti.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kurucu irade, siyasal, toplumsal ve ekonomik konularda yanlış işlere yönelmişti. Türkiye AB yolunda hızla ilerleyecek; alt kimlikler, ulus gerçeği yadsınacağı için parlatılıp ortaya çıkarılacak; böylece sözde bir çoğulculuk kültürüne geçilecekti… Bunu da önce “açılım”, sonra da “çözüm süreci” işleyecek;

  • Türkiye’de Silahlı Kuvvetler, açıkça bir kumpasın tutsağı olarak
    gücünü ve işlevini yitirecek
    ; bir kaos ve güven ortamı yaratılacak;
    buradan da hareketle büyük bir sistem değişikliğine gidilecekti.

Bu sistem değişikliğinde; geçmiş kimlikleri önemli değil, kimi güruhlar, batılı anlamda çoğulcu, ancak başkanlık sistemine uygun bir federal yapının çıkış yolu olabileceğine dek getirmişlerdi işi… Bir dönem yıkılmıştı onlara göre…
Ve artık yeni bir dönemin inşa edilmesi süreci gelmişti.

Oysa oyun kurucuların; yani önce dış, ardından da iç dinamiklerin başka hesapları da vardı. ABD’nin BOP’u malum, bilinmedik bir şey değil… Ancak ABD, bütün olup bitenlere, sayısız masum kanı akıtılması, sayısız Müslüman kadının ırzına geçilmesi; pek çok tarihsel yapıtın akıl almaz biçimde yağmalanmasına karşın; büyük bir yenilgi almıştı Ortadoğu’da… Sözde, ılımlı İslam demokrasiler yaratma düşü,
bir balon gibi sönmüştü. Bunda da birkaç etken vardı:

Birincisi, Ortadoğu’daki halkların uzayan süreç içinde akıl almaz direnişleri;
yükselen Amerikan karşıtlığı; ikincisi de; ABD bölgeye sokuldukça ve
kalıcı kimi adımlar attıkça, artık eski dağınıklığından sıyrılmış olan Rusya’nın,
özellikle Suriye konusunda, bu ileri karakolunu yitirmemek için donanmasını harekete geçirerek kararlılığını ortaya koymasıydı… Bu yeni gelişme, Obama’nın büyük ölçüde canını sıktı:

Suriye’de, kışkırtılan kabileler ve siyasi aktörler birbirlerini doğrarlarken;
Esad Rejimi’ni devirmek için girişilecek bir askeri harekâtta Rusya tavrını çok net biçimde ortaya koymuşken; bölgedeki Amerikan karşıtlığı da dikkate alındığında, bu harekatın
ne yararı olabilirdi ki!

Bu kez, papuç pahalıya geliyordu…

  • Üstelik ılımlı demokrasi diye diye, destek vererek,
    toplumsal ayaklanmaları Arap Baharı diye pazarlarken,
    ortaya demokrasi adına çıkan yapılar, bir süre sonra
    denetlenemez bir radikal İslamcılığa doğru kayma eğilimi
    içine girmişlerdi.

Bu evdeki hesabın, çarşıya uymadığını gösteriyordu. Oysa, denetlenebilir diktatörlükler, denetlenmesi güç şeriatçı-radikal rejimlere dönüşen bu yapılara göre
ABD için çok daha iyi sonuçlar yaratabilirdi.

Bu kez, açıkça ilan etmese de; ABD, BOP’un çöktüğünü görüyordu.

Evet, kimi sarsıntılar, kimi hesaplar ve ara ara uç veren kimi sıkıntılar olabilirdi ama, genel olarak coğrafya okunduğunda, ABD artık bölgenin tek hükümranı değildi.
Bırakın Rusya’yı, Rusya’nın desteğini almış bir İran bile ABD’nin prestijini
bir anda yerle bir ederdi.

Politikadır bu… Çıkar neredeyse oraya dümeni kırma becerisinin son derece yaygın olduğu bir uzmanlık alanıdır.

Türkiye açısından bakıldığında ise; durum gerçekten ürkünçtü (vahimdi).
Suriye’de Amerika’dan çok Amerikacılık politikası, bir süre sonra Türkiye adının,
Radikal İslam’la anılmasına neden oldu.

El Kaide;

– Türkiye’nin karşısında bayrakları gönderde sallanan;
Tekbir sesleri getirerek kadınlara önce tecavüz edip,
– Sonra da kameralar önünde kafalarını kesen;
– İnsanları kurşuna dizen vahşi görüntülü kişilerle birlikte yer almıştı.

Bunu batı kamuoyunun elbette benimsemesi beklenemezdi.

  • Türkiye, açıkça bir batağın içinde bulmuştu kendini.

Ancak, dış politikayı bir türlü doğru okuyamayan aktörler, gerçekçi bir çizgi üzerinden gitmektense, duygularıyla hareket ediyorlardı. Bu duygu da kendini,
eski Osmanlı Ruhu’nun yeniden canlandırılması olarak ortaya koymuştu… Nasılsa ulus devlet artık eski işlevini yitirmişti ya bu bilindik kişilere göre;
onun yerini artık Yeni Osmanlıcılığın alacağına şaşılacak derecede kendilerini inandırmışlar; bir de bu yetmiyormuş gibi, bölge ülkelerinin de buna destek vereceklerini sanmışlardı.

Sözde güçlü devlettik; ancak bir yandan güçlü sandığımız devletin,
bu yanlış hesaplar içinde, terörü destekleyen ülkeler kategorisine dek uzanacak
bir dizi sakat yolların içine itildiğini bir türlü görmüyorduk.

İçerde ise artık durum bambaşkaydı. ABD’nin ve giderek AB’nin desteğini yitirmiş olan hükümetten; Pansilvanya’daki muktedir de elini çekmişti. Zaten bu Mavi Marmara olayından beri uç vermiş bir hastalıktı. Önce dersaneler gerekçesiyle bu açıkça ortaya çıktı; ardından yine eski yöntemlere dönülerek, kimi kasetler ortalıkta göründü;
ardından da devletin gizli belgeleri, yolsuzlukların birer kanıtı olan görüntüler
bir anda ortalığı sardı.

İçerde; önce başkanlık, onun yanı sıra federal bir cumhuriyeti hesaplayan kafa;
bu kez bu hastalıklı durumlar nedeniyle, kendisine karşı bir komplo kurulduğunu söyleyen basit bir dil kullandı.

Derken,

  • ayakkabı kutularından ortalığa saçılan ve kaynağının ne olduğu
    bir türlü anlaşılamayan milyonlarca dolarlık paralar,
    para sayma makineleri
    ortalığa dökülüverdi.

Kimi bakanların çocukları ve önemli kişiler tutuklandı. Savcılık soruşturmasında iş,
Sayın Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan’a dek uzandı. Bu kez, yürütmenin yargıya karşı, karşı bir atağı gelişti. Devletin içinde yargı; yolsuzlukları ortaya dökmek için bir adım atmışken; bu kez daha önce bu yapıya hiç sesi çıkmayan iktidar,
devlet içinde paralel bir devlet yapılanmasından söz eder oldu…

Gelinen nokta nedir?

“Güçler ayrılığı ilkesi” açıkça ihlal edilmiştir.

Yürütme, hem yasamanın hem de yargının üzerinde çok daha etkin olmak için,
kimi belgeler ortaya döküldükçe, daha cevval bir tavra bürünmüştür.

17 Aralık’ta (2013) yaşayan olayları Gezi Olayları ile ilişkilendirerek
,
bunu Türkiye’nin gelişmesini istemeyen dış güçlerin müdahalesine bağlayabilecek ölçüde düş gücü geniş bir yoruma sığınmıştır.

Siyaset boşluğa düşmüştür.

Toplum, olan bitenlerden şaşkın; ne olduğunu tam anlayamadan, kafa karışıklığı içine sürüklenmiştir. Buna karşın, gelecek seçimlerde, toplumun önüne konulacak
siyasal aktörleri seçme konusunda, özellikle merkez sağdaki boşluk;
siyasal istikrarsızlık için çok önemli sakıncalar yaratacak ölçüde büyüktür.

Pekala bugün herkes biliyor ki; iktidar partisine giden oyların önemli bir bölümü;
sol partilere oy vermek istemeyen; güçlü bir milli kimlik vurgusuyla ortaya çıkan
öteki muhalefet partisine de pek sempatiyle bakmayan; liberal ancak muhafazakar eğilimli, batılı değerleri ve demokrasi değerlerini yadsımayan; Cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı pek de alerjisi bulunmayan kesimden beslenmektedir. Bu kesim;
verili (mevcut) siyasal yelpazede, kendini temsil edecek liberal-muhafazakâr eğilimde, eski Adalet Partisi ya da Anavatan Partisi gibi bir parti bulamadığı için;
içi yatmasa da iktidar partisinin AB söylemi ve Batılı anlamda özgürlükçü demokrasi söyleminin peşinden sürüklenmektedir.

Bu anlamda bakıldığında; Türkiye’de siyasal partilerin, toplumun siyasal eğilimlerine uygun bir yapılanma içinde bulunmadığı zaten anlaşılmaktadır…

Sonuç ne?

Sonuç şudur    :

Dağınık bir siyasal yapı içinde, türlü hukuksuzluklar ve güçler ayrılığındaki
karmaşa içinde yolunu şaşırmış bir Türkiye tablosu, her geçen gün iç ve dış etkenlerin müdahalesiyle, toplumu çok daha büyük şaşkınlıklar içine sürükleyecek yeni gelişmelere tanıklık edebilir.

  • Yaşananlar diyalogsuzluk temelinde yoluna devam eden bir devlet krizidir.

Ancak merhum Tevfik Fikret’in bir sözünü derhal anımsayalım:

Sabah olacaktır;
sabah olur geceler
Kıyamete kadar sürmez bu gök
Karamsar olma…

Karamsar olmaya gerek yoktur.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin yüz yıllık tarihsel birikiminin ne denli değerli olduğunu
bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Bu karmaşık dönem; güçler ayrılığı ilkesini
tam olarak içselleştirmiş; cemaat ve dinci yapılanmaları büyük ölçüde
kendi içinden ayıklamış bir devlet yapısına geçişi hızlandırabilir.

Tek bir şeye gerek vardır:

Bugünden yarına hazır olmak…

Süreç, gelecek günlerin, geçmiş günlere göre daha aydınlık olacağının işaretlerini veriyor.

Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri


Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

2013 yılını bitirmek üzereyiz… Bir yıl içinde olanlara baktığımız zaman; Türkiye’de yaşanan hızlı dönüştürme ve evirme politikalarının; Türkiye’nin kuruluş felsefesi, amacı ve hedeflerinden nerelere geldiğimizi açıkça görebiliriz.


Cumhuriyetimiz niçin ve nasıl kuruldu?

Hemen bir durum saptaması yapalım:
Türkiye Cumhuriyeti, Sanayi Devrimi sonucu palazlanan yayılmacı kapitalist-emperyalist politikaların, Türk Ulusal varlığını ortadan kaldırmak için, Sevr Projesi’ni
(10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti’ne dayatması üzerine Türkleri bu
yok oluş projesine razı etmek için Anadolu’ya sürülen işgal ordularına karşı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Türk Ulusu’nun bir bağımsızlık savaşı vermesi sonucunda kuruldu. Bu bağımsızlık savaşı, Türk Ulusu’na modern anlamda bir ulus/ millet bilincini kazandırdı. Bu bilincin temelinde

– kökleri binlerce yıl geriye uzanan ortak yaşanılmış tarih;
– horlanıp dışlanmış olmasına karşın varlığını sürdürebilmiş Türkçe;
– ortak bir bilinç etrafında kümelenmiş Türkiye halkının, gelecekte de birlikte,
bütünleşik ve kaynaşık biçimde yaşama istenci bulunuyordu.

Bu zorlu süreç; Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehasıyla savaşın kazanılmasından sonra; önce “Yurtta Barış Dünyada Barış” felsefesiyle biçimlenen dış politikaya dayandırıldı. Buna koşut olarak;

– ulusal kimliğin güçlendirilmesi,
– tarihsel zamanda kaçırılmış olan Aydınlanma sürecine yönelerek bir Aydınlanma
Devrimi
ne dönüştürülmesi,
– tarım toplumlarının bir göstergesi olan feodal yapının dağıtılarak
ulus kimliğinin güçlendirilmesi..

gibi bir dizi çalışma içine girildi. Aydınlanma Devrimi’nin öz değerleri ve kurumları olan

– Millet mektepleri,
– Halkevleri,
– Köy enstitüleri,
– Devrim ocakları,
– Üniversiteler ve öbür eğitim kurumları ile
– Dünya klasiklerinin yaygın çevirisi ve dağıtımı..

gibi birçok işler başarıldı. Temel amaç, önce bireyin ilk başta kendisinin değerli olduğunu kabullenmiş bir Rönesans (Yeniden doğuş) yaşaması; sonra Aydınlanma değerleriyle aklı ve bilimi yaşamın bütünü içinde kullanması;
bu algılar dünyasında modern anlamda önce birey, ardından feodal ilişkilerin yıkılmasıyla gerçekleşmeye başlayan uluslaşma sürecinde kendini yurttaş olarak görmesini sağlamaktı.

Çünkü gerçek ulus devletleri; ancak akılcı ve bilimin üstünlüğünü benimsemiş; dogmalara ve feodal ilişkilere kendini kaptırmamış bireylerle oluşturulabilirdi.
Bunun için de laiklik ön koşuldu.

– Yurttaşlar topluluğu ulusu oluşturacak;
– Ulus kendi istencine ve egemenliğine dayanarak Cumhuriyeti en yüksek değer olarak görecek onu demokrasiye taşıyacak ve öte yandan da
– ulusal ve üniter yapısını koruyacak ve geleceğe öylece yürüyecekti.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk Aydınlanma Devrimi’nin getirdiği kazanımlardan sayısız ödünler verildi. 2013 yılı içinde yaşananlara bakıldığında; önce Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun bir uzantısı olarak, bu zamana değin hiçbir ülkede görülmemiş ölçüde, devleti oluşturan resmi kurumlar ile terör odakları arasında bir diyalog süreci yaşandı. Terörün ortaya çıkmasında baş sorumlu olan Abdullah Öcalan’la oraya gönderilen kurullar arasında kimi mutabakat metinleri oluşturuldu. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini oluşturacak temel dayanaklar doğrudan terör örgütünün kaleminden çıktı ve bu kamuoyunun bilgisine sunulduğu gibi; Diyarbakır’da düzenlenen büyük bir toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosunda Türkiye milletvekili olan kişiler tarafından, farklı bir dil ve lehçe ile okundu.

Buna koşut olarak; çözüm süreci adına, modern ve demokratik anayasa masallarıyla, Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak anayasa çalışmaları yapıldı. Türk Ulusu/ Milleti; Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürü, hatta Türk bayrağı ve Türk Vatanı gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Sözde akil adamlar korosu, değişik görüşmeler yaparak, milletin genel arzusunu hiç de yansıtmayan raporlar hazırlayarak, bu sürece temel oluşturma çabası içine girdiler. Kamuoyunda Atatürk’ü, ulus kimliğini ve bu kimliğin değer ve simgelerine karşı yoğun bir nefret kampanyası başlatıldı.

Atatürk heykellerine saldırılar arttı; çöplerden Atatürk poster ve çerçeveli resimleri toplandı. Sivil toplum hareketlerinde iş, üzerinde Atatürk’ün resmi olan flama ve bayrakların toplanmasına kadar gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
en temel kurumlarından “T.C.” logosu çıkarıldı. Devlet kurumları, resmi bayramlara ve kutlamalara gereken ilgiyi göstermediği gibi; sivil kurumların ve sivil toplumsal örgütlerin öncülüğünde toplumun kendi kutlama ve anma toplantılarına fütursuzca müdahaleler söz konusu oldu. Ulus devleti ve onun değerlerini savunan kişilere ve kurumlara yoğun baskılar gözlemlendi. Okullardan Atatürk Dönemi’nden beri okutulan “Andımız” yasaklandı. Okullarda din derslerinin sayısı arttığı gibi; 4 + 4 + 4 eğitim politikasıyla; bilinçli biçimde İmam Hatip Liseleri’nin sayısı alabildiğine çoğaltılarak, okul yaşındaki çocukların bu okula gitmesi için yönlendirmeler yapıldı.

Düzenlenen Kuran okuma yarışlarıyla çocuklara bilgisayar dağıtımları;
Hac ziyaretleri gibi ödüller resmi ve yarı resmi kurumlar tarafından konuldu.
Yazılan ders kitaplarında ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplarda
ulusal kimliği küçümseyici; buna karşın cihadı, laik devlet ilkesine aykırı olarak,
bir dinin tek bir mezhebinin inanç kalıpları yer aldı.

Onca Anayasa Mahkemesi kararına karşın, türban bütün kamu kurumlarında serbest bırakıldı. İş, kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine kadar uzatılarak,
bir toplumsal psikoloji ve nefret duygusu yaratıldı. Gezi Olayları’na karşı aşırı polis gücü kullanılarak; toplum kesimlerini karşı karşıya getirecek;

“Yüzde elliyi zor zaptediyorum”..

gibi sözler en üst makamlarca dile getirildi. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan olayların temelinde ne gibi etkenler olduğunu araştırmak yerine; bu olaylara katı bir ideolojik duruşla ve polisiye tepkilerle karşılık verildi. Cemaatçilik ruhu, devletin
en mahrem kurumlarının en üst düzeylerine dek örgütlenmeyi başardı.

Bütün bu olaylar zinciri içinde 2013 yılı sonunda ulaşılan sonuç da şudur:

Millet, bütün bu olan bitenler karşısında, şiddetli bir yanıltma politika ve yandaş basının yoğun biçimde bu yönde kullanılmasına karşın, olayların nereye gittiğinin büyük ölçüde farkına vardı. Milli günler milyonlarca kişinin katılımıyla anılmaya ve kutlanmaya; cumhuriyetçi güçlerin dayanışmasına yol açtı. Ulus/ Millet, yaşanan olaylara bakarak, Atatürk’ün ve cumhuriyetin değerlerini daha iyi kavramaya başladı.
Terör gruplarının savunduğu düşüncelerin, milli değerler üzerine oturtulduğunu görerek; Atatürkçülük bilinci daha yaygın bir durum aldı. Resmi günleri anma törenlerine, örneğin 10 Kasım 2013 günü düzenlenen Atatürk’ü anma toplantı ve yürüyüşlerine milyonlarca kişi katılarak, toplum bu olup bitenler karşısında huzursuzluğunu açık biçimde ortaya koydu. Toplum bir yandan ayrıştırılırken;
öte yandan yine toplumun kendi öz istencinden kaynaklanan etkenlerle,
ulusal güçlerin birliği gibi arayışlara yöneldi.

Bütün bu olup bitenler karşısında,

  • 2014 yılının bir derlenme ve toparlanma yılı olacağı; 
  • Cumhuriyetimizin kendi öz değerlerine yeniden dönüş süreci yaşanacağı 

umudu artmıştır.

Günümüzde Atatürkçülük Nerede?


Günümüzde Atatürkçülük Nerede?

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“-En büyük Türk, Atatürk”

 

 

Şakşakçı, yağdanlık; her türlü ortama kendini uydurmakta pek hünerli kesim konuşuyor:

“Artık Kemalizm bitti!”

Niçin diye sormaya gerek bile yok.
-“Çünkü Kemalizm, çağın gereklerine karşılık veremiyor.

O;

1. Ulusalcı,
2. Devrimci,
3. Laik,
4. Halkçı,
5. Cumhuriyetçi ve
6. Devletçi… (6 Ok ilkesi)

Bu değerlerden bugünümüze dek ne kalmışsa, kalana bile dayanamıyor;
Atatürk gibi “dahi” bir kimlik ve kişiliğin karşısına olmadık kişileri çıkarıyorlar.
Bir tür tarihten rövanş alma… Bir şeyleri içselleştirememe ve kanıksayamama… Dünyayı doğru okuyamama…

Örneğin, çok etkili ve yetkin bir kişilik tutup, ulusçuluk kavramından “ırkçılığı” anlayabiliyor ve çağdaş dünyanın bir önceki evresi olan feodal ilişkiler düzenini ve ümmetçi siyaseti, çoğulcu demokrasinin bir parçası gibi allayıp, şekerleyip önünüze koyabiliyor…

Ulusçuluktan ırkçılığı,
Cumhuriyetçilikten vesayetçiliği;
Halkçılıktan yozlaşmayı anlayan ve konuları böyle algılayan bir kafanın çağdaş bir kafa olduğu söylenebilir mi?

Ya tutup, “demokrasi, demokrasi, ille de demokrasi; Kemalist vesayetçi düzen
sona erdi
, yerlerde debeleniyor; çağın gerisinde kaldı derken”; gidip demokrasiyi
Said-i Nursi’nin nur ayetlerinde, Ortadoğu’nun haremlerin içinde kaybolmuş
Vahabi kültüründe arayan ve Osmanlı Devleti’ne de bakarak, ondan kendine bir kimlik
ve edinim bulmaya çalışan kafaya ne demeli?

İnsanın bu tür tarihe şaşı bakanları görünce, şunu diyesi geliyor:

A “şaşıbakanım”, senin tarihte çok değer verdiğin, sanki bir Altın Çağmış gibi bugüne taşımaya çalıştığın o düzenin temsilcisi olan sultanların kendi bulundukları zaman diliminde oynadıkları rol, senin savunduğun değerler dünyasıyla hiç uyuşmaz. Öyle ya! Neredeyse Roma’yı yeniden ihya etmeyi düşünen; bunun için Otranto Seferi’ne bile çıkmayı göze almış; dönemin katı taassuplarını kırarak, çok dil öğrenmiş, felsefeye merak salmış… dince günah sayılmasına karşın tablosunu yaptırmış bir
Fatih Sultan Mehmet
; o dönemde O’nun düzenine karşı başkaldırmış gerici zümre varken, nasıl senin tarihsel çizgini ve eksenini temsil eder? O, kendi döneminin koşullarına göre, yaşadığı çağın yerleşik kalıplarını kırmaya çalışan bir anlayışa sahipti…

Ve örneğin, bugün yecelttiğiniz ve göklere çıkardığınız Sultan II. Abdülhamit bile, sizin sandığınız ölçüde şeriatçı bir kimlik ve kişilik değildi. Neyi, kime karşı savunuyorsunuz? O’nun, dönemin koşulları içinde İngilizler’e karşı bir siyaset olarak kurguladığı “İslamcı” politikaya bakarak, Sultan’ı taassup içinde bir kimlik ve kişilik mi sandınız? Dince neredeyse dünyanın en büyük tefekkür sahibi kişisi olarak nitelendirdiğiniz,

Said-i Nursi’yi “Delidir” diyerek tımarhaneye attıran
Sultan II. Abdülhamit değil mi?

Bu zıtlıklar bir yana; Atatürk’ün getirdiği değerler dünyasına baktığımız zaman;
geçmişin eleştirisi yerine, günümüze bakıp, o değerler dünyasından bugünün
geri kalmış toplumları olarak ve elbette kendi gerikalmışlık düzeyimizin içinde değerlendirerek, Atatürk’ü ve O’nun aydınlanma ideolojisini nereye koyabiliriz,
bunu düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülük’ü tabu biçimine getirmeye çalışanlar olduğu söylenir sık sık… Doğrudur. Belli dönemlerde, O’nu kalıp haline getirerek, tarihin dar bir alanına hapsedip bırakmaya çalışanlar hep bu ülkede olmuştur. Ancak, şunu söyleyelim:

  • Her şeyi bir yana bırakın: Atatürkçülük; akla, bilime, evrensel ve çağdaş değerlere, Türk Kültürü’nü içselleştirmeye, yurtseverlik duygularına yönelmiş ve ezilen uluslara antiemperyalist duruşuyla örnek olmuş
    bir harekettir.

  • Ben size hiçbir katı dogma bırakmıyorum
    İki şey emanet ediyorum; biri akıl, öteki de bilim!” 

diyen büyük Gazi’yle derdi olanın, akılcılıkla, bilimle, çağdaşlıkla, çağdaş ve evrensel değerlerle ve Türk kültürünün en aşağı yedi bin yıllık geçmişiyle bir derdi vardır.

Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biridir ve her Türk, O’nu yurtseverce duygularla sever… O’nu başının üzerinde yükseltir. Bütün yurttaşlarını, hiçbir etnik, dinsel ve mezhepsel ayrıma bakmaksızın; yasalar, kamu düzeni ve toplumsal yaşam içinde
eşit görür. Bunun güvencesi, bütün dinsel inanışlara ve inançsızlığa eşit uzaklıkta olan çağdaş hukuksal ilkelerdir.

Devlet; din üzerinden siyasal bir yapılanmaya yönelmez.

O yurttaşını ya da bu yuttaşını; ırkı, dini, cinsi, bağlı bulunduğu boy, aşiret kimliğine bakmadan eşit görür…

Bu yaklaşımlarla derdi olan var mı?

Varsa bilin ki; o yalnız Atatürkçülük’ün değil, evrensel değerlerin de karşısındadır.
Çünkü Atatürkçülük, geri kalmış ve akıl devrimini kaçırmış olan Türkler’in
bu değerlerle buluşmasını sağlayan büyük bir devrimci dönüşüm hareketidir.

O nedenle, günümüzde Atatürkçülük; Rönesans ve Reform Hareketlerini yaşayamayarak; bırakın bu değerler düzenini, Sanayi ve giderek de Bilişim devrimini bile gerçekleştirmiş güçlü devletlerin karşısında, ezilen geri kalmış ulusların kendilerini onlara karşı savunmasını ilkesel olarak içselleştirmiş bir karşı duruş hareketinin adıdır.

Ancak bu karşı duruşu, yalnız yayılmacı duygulara karşı askeri ve siyasal düzende engellemekle yetinmez… Geri kalan ulusların geri kalmışlığını, onların tarihsel süreçte Aydınlanma değerlerini; bu değerler sistemi üzerine binmiş olan Sanayi Devrimi’ni
ve bunun arkası sıra gelen bütün modernleşme çabalarını kaçırmalarına bağlar.
Onları bulundukları noktadan alıp;

– kuldan birey, sonra da yurttaş yaratmayı;
– tebayı ulusa çevirmeyi;
– tanrısal bir öze dayanan kişi egemenliğini ulus egemenliğine dönüştürmeyi amaçlar…

  • Gerçek demokratik cumhuriyetin ancak ulus devlette,
    ulus haline gelmiş yurttaşlar topluluğu tarafından yaratılacağını bilir…

Pekala, günümüzde Atatürkçülük nerede?
O’nun geldiği düzey ve içinde bulunduğu koşullar nelerdir?

Derhal yanıtlayalım:

  • Günümüzde Atatürk, yalnız ve yalnız, milletin temiz vicdanındadır.
    O, her an her yerde belirebilir:

Türkiye Türktür, Türk kalacak! Yaşasın Türkiye, Yaşasın Atatürk,
Yaşasın Atatürkçülük” diye atılan naralardadır Atatürk…

Toplumun nefes alışında, ayak seslerinde; gece uyurken rüyalarındadır.
Artık O’nu koruyacak hiçbir yasaya, kurala gerek yoktur. Kim ne kadar vuruyorsa Atatürk’e ve Onun değerlerine; her vuruşta dipdiri yerden fışkıran diri bir filizdir Atatürk, vicdanlarda açan…

O’nun yeşerdiği bahçe o denli bakir, temiz ve coşkuludur ki;
bir vurana, bin yerden seslenir:

“En büyük Türk, Atatürk” diye…

Bugün; hem kabile ya da aşiret düzenini savunup, hem de çoğulcu demokrasinin
bir gereği olarak bu yapıyı olumlu görenler var ya!

Nasıl ki; “Köre gözlük” diyoruz, onlara da tarihe şaşı bakmalarını engellemek için
ayrı bir gözlük vermek gerekiyor.

Eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görmemeyi başarırlarsa,
emin olun her şey daha yerli yerine oturur…

Şimdi birileri ve o birilerinin oluşturduğu topluluklar yeni savruluşlar yaşıyorlar…
Heyecanla, bulundukları yerden haykırıyorlar:

Yeni Osmanlılık….
– Osmanlı Düzeni…
Gerçek demokrasiyi yaratacak olan şeriat!

Kör, doğruya eğri baktıktan sonra; demokrasinin şeriatla olabileceğini savunan
bir kişi, Atatürkçü olsa ne olur, olmasa ne olur…
Hani derler ya; kumaş çok eskimiş, dikiş tutmaz…
En iyisi, “Koyver” gitsin…
Su akar, yolunu bulur nasılsa…

Kemal Arı 
27.11.2013, İzmir

Türk Aydınlanması 1: Atatürk ve Geometri Kitabı


Dostlar
,

Sn. Prof. Kemal Arı son zamanlarda birbirinden değerli yazılar yazmakta Atatürk, Aydınlanma ve yakın tarihimize ilişkin.. Sürdürmesini diliyor ve teşekkür ediyoruz.

Aşağıda, ATATÜRK’ümüzün Yazdığı Geometri Terimleri Kılavuzu hk. yazısını paylaşıyoruz.. (Görseli biz ekledik..)

Ata'nin_GEOMETRI_TERIMLERI_KILAVUZU

 

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Türk Aydınlanması 1: Atatürk ve Geometri Kitabı
Prof. Dr. Kemal ARI

  • Aydınlık İçinde Yat Atatürk; Sen Çağları Aşan Büyük Adammışsın!

Buyrun, buradan başlayalım:
“Müselles-i mütesaviyül adla”…
Herkes belleğini zorlasın; anlamı ne?
Yanıt veremediniz mi?
Yeni bir tanesini soralım:
“Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”
Aaa!
Gene anlamadınız mı?
Pekala, yeni terimleri soralım; bunlar bizi kesmedi:
Örneğin; “Müselles kaimüz zaviye, Zûerbaatül adla, Zaviyatanı mütevafikatan…”
Kuşkum yok, gene anlamadınız.
Şimdi bir düş kuralım:

Çocuğunuz sabahleyin kalksın, kahvaltısını yapsın; körpe beyni ve her şeyi algılamaya can atan zekasıyla yollara dökülsün; okuluna gitsin… Burada derhal, yüz yıl öncesine atlayalım; düş bu ya! Onu, çatık kaşlarıyla bir karış sakalı, başında sarığı, mintanı, şalvarı ile bir muallim karşılasın. Sonra çocuğunuz, öteki çocuklar gibi yere diz çökerek otursunlar. Önlerinde birer rahle… Anlamadınızsa söyleyelim; rahle, yani okumak için üzerine kitap konulan çapraz tahtadan alet… Ve muallim, müderris, molla; her ne ise, alsa eline uzun bir çubuk ve çocukların başlarına dokunarak; onlara bu terimlerle
sözüm ona geometri ya da matematik dersi anlatmaya çalışsa!

Burada hemen bir parantez açalım:

Eğer tarihimiz açısından bakıyorsak; bu sakallı ve sarıklı molla, matematik; eski adı ile “riyaziye” dersi verecek konuma gelmişse, demek ki bu aşamada bile büyük bir devrim gerçekleştirilmiştir. Çünkü bir elli yıl daha öncesine giderseniz; orada riyasize dersinin de olmadığını; bilim adına ancak dini bilgilerin okutulduğunu göreceksiniz çünkü…

Neyse geçelim…

Yirminci yüzyılın başlarında, hatta cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, ana kucağından kalkıp, mektebe koşan bu Türk çocukları, matematik gibi bir çağdaş ve bilimsel eğitimin temelinde yer alan bir bilim alanında, bu kavramlarla matematiği nasıl anlayacak, içselleştirecek ve onun önemine kavrayacak? Ana kucağında ise hiç işlenmemiş,
bilim yapılmamış, kaba bir Türkçe ile dimağı yoğrulmuş; beden ve ruh biçimlendirmesi buna göre yapılmış; şimdi gitmiş mektebe, Arapça’nın en ağır ağdalı bu terimleriyle matematiği anlayacak ve sonra da çağı yakalayacak ha!

Hani kimi günümüz softaları ya da molla kafalıları var; Agop Dilaçar gibi bir dil dehasını, Atatürk’ün dil devrimini gerçekleştirmesinde “akıl hocası” diye eleştirdikleri ve küçümsemeye çalıştıkları bu dahi kişinin, etnik kimliği üzerinden giderek,
olayın önemini küçümsemeye çalışırlar… Dilaçar’ı eleştirileri bile, onun “Ermeni” kimliği üzerinden küçük görme duygusu ile yapılıyor.

Bu bize kimi şeyler çağrıştırmıyor mu?

Atatürk’ün ve O’nun ortaya koyduğu çağdaşlaşma ideolojisinin temelinde, bugün
pek çok kişinin savının tersine, ırkçılık olmadığını; hangi kökten, soydan, ırktan, kabileden gelirse gelsin, herkesi ulus kimliğinde buluşturan bir anlayış olduğunu ve bu ulus bireylerinin ulusun en değerli varlıkları olarak görüldüğünü…
Evet, evet; aynen öyle…

  • Agop Dilaçar Ermeni ama bu ulusun, en değerli bilim insanlarından biri…

Kökeni Ermeni olmasına karşın, Türk Ulusu’nun çok değerli bir varlığı ve beyni…
Lütfen sözüm ona Türkiye’nin Dil Devrimi’ni küçümseyenlerin kendi kullandıkları dili şöyle bir gözden geçirin. Ve bir yandan dil devrimini eleştirirken, öte yandan
dil devriminin getirdiği sözcüklerle, meramlarını anlatmaya çalıştıklarını
derhal göreceksiniz!

Ne yaman çelişki değil mi?

Hem Dil Devrimini büyük bir tarihsel kıyım olarak görüyor ve değerlendiriyorlar;
sonra da Türk Dil Devrimi’nin Türkçeye kazandırdığı o “canım” Türkçe sözcükleri kullanmaktan da geri kalmıyorlar.
Buyurun beyler; 19. Yüzyıl Osmanlıcası ile konuşun; engel mi var?
Hemen bir örnek:

“Devletlü efendim hazretleri
İran devleti tebaasından ve Keldani cemaatinden olduğu halde bu kere arzu-yı vicdani ile kabul-i İslamiyet eylediği Mezâhib Nezaret-i Celilesinden verilip ibrâz ettiği ilm ü haberden müstefâd olan Abdulahad Efendi lisân-ı Türkî ile elsine-i ecnebiyyeye vâkıf ve ihtidası sebebiyle de âtıfet-i seniyyeye layık bir zat olduğundan nezâret-i celilelerine merbût mekâtibden birinin lisân muallimliği ve yahud buna mümasil diğer bir hizmetle ikdârı menût-ı himem-i aliyye-i dâverileridir efendim.

Fî 17 Rebiülevvel Sene 1323 ve Fî 9 Mayıs Sene 1321
Şeyh-ül islâm
Muhammed Cemâleddîn”

Anladınız mı?
Şimdi birileri şunu diyecek:
O zamanki insanlar anlıyordu.
Hayır, anlamıyordu. Ancak diplomasi dilini bilen, çok az sayıda seçkin bir grubun anladığı bu yazıyı, Anadolu’da ortalama bir insan kesinlikle anlamıyordu.
Çok merak ediyorum, acaba eski Türkçe’nin, yani Osmanlıca’nın kerametini savunanlar bu yazıyı anlıyorlar mı?

Geçelim.
Ve gelelim konunun en başında verdiğimiz Osmanlıca kalıpların anlamına:

İlki, eşkenar üçgen demek… Ondan sonraki “dış bükey açı”; ve ardı ardına sıraladıklarımız da; örneğin “Müselles kaimüz zaviye” “dikkenar üçgen”; “Zûerbaatül adla” “dörtgen”, Zaviyatanı mütevafikatan ise “yöndeş açılar” demek…

İşte Atatürk’ün en büyük hizmetlerinden biri, onun oturup; bugün bile kullandığımız matematikteki Arapça terimler yerine Türkçe karşılıklarını Türkçe’nin kurallarına göre türetip, bunları kullanarak bir geometri kitabı yazmasıdır. Tarih 1936’dır. Büyük Gazi, Türkçe ile pozitif bilimlerin yapılabileceğini göstermek ister. Ve bugün, bu zamandaş (ancak çağdışı) mollaların bile kullandığı geometrik terimleri Türkçeye kazandırır.
Ve bu kitap, ilk önce öğrencilere kaynak kitap olarak önerilir. Ardından da Türkiye’de geometri kitapları, türetilen bu Türkçe terimler kullanılarak yazılır.

İşte size bir seçki:

  • Açı, açıortay, alan, artı, beşgen, boyut, bölü, çap, çarpı, çekül, çember, dışters açı, dar açı, geniş açı; dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eksi, eşit, eşkenar, gerekçe, içters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, paralelkenar, taban, teğet, toplam, türev, uzam, uzay, üçgen, eşkenar üçgen, varsayı, yamuk, yatay, yöndeş…

Çok önemli olan eğitim alanında da çok şeyi biliyor ve eskiye dönme özlemi içinde tutuşuyorlar ya; ah bir de şu terimleri kaldırmayı ve yerine eski karşılıklarını koymayı deneseler…
Ah, ah…
O zaman herkes Türkiye’de Cumhuriyet Devrimi’ni çok daha iyi anlardı…
Ah, ah..
Ah ki ah!
Ah bir deneseler, ah…
İşte, yalnız bu anlatılanlar üzerine bile azıcık düşünen bir kafa derhal şu yanıtı -eğer vicdanı varsa elbet- verecektir:

  • “Aydınlık içinde yat Atatürk… 
  • Sen gerçekten, çağları aşan, büyük bir adammışsın…”

Kemal Arı
25.09.2013.

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??


Dostlar,

Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..

Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..

Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..

Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”

Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:

 

1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.

Avrupa’ya az daha yakından bakalım:

Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor

Sovyetler Birliği’ne gelince                      :

Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.

Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…

20. Yüzyıl’a gelince; doğal olarak enerji kaynakları önem kazanmış. Kolay mı?
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;

“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…

Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.

Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:

Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmişEzilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.

Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:

Batı takltçiliği

Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;

ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”

Yineleyelim:

  • Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye… 

Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;

  • “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 

derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…

Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…

Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…

  • Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor; 

verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…

İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?

– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…

– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;

– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;

– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…

Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…

Ne geliyor gözlerimizin önüne?

Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…

Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!

  • “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
sorusunu ne zaman sorarsak soralım kendimize; bunun karşılığı olarak birçok yanıt bulabiliriz. Ancak O’nu büyüklerin büyüğü yapan yönü; Aydınlanmayı yaşayamamış toplumunun kucağına, o aydınlık değerleri getirip koymasıdır. Aydınlanmayı yaşamış toplumlar faşist ve dikta rejimler altında gittikçe tutsaklığın, yıkılışın, insani değerlerden sıyrılışın, gözlerini kan bürümüşlüğün elinde kıvranırken, ulusunu çağdaşlığa ve
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…

Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…

O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.

Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!

Varsa, lütfen yeniden o büyük devrimsel dönüşümü okusunlar, bilgilensinler,
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
İyi ki bu büyük ulus, Atatürk gibi bir dehayı yarattığı için”
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.

Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013

“GERİ KALMIŞLIKTA SORUN İSLAM OLSAYDI(…..)”

Dostlar,

Sevgili arkadaşımız, Uluslararası İlişkiler Uzmanı Sn. Duran Aydoğmuş;
çok değerli yazıları – yazışmalarını paylamakta..

29.8.2013 günü de “TANRI’dan MEKTUP VAR” başlıklı bi dosyasını paylaşmştık.

Yeni sunumu aşağıda ..

Teşekkür ederiz Sn. Adoğmuş’a..

 

=========================================

Sevgili Dostlar,

26.08.2013’de sizinle ve kısa bir yorumumla paylaştığım GERİ KALMIŞLIKTA SORUN İSLAM OLSAYDI(…..)” konulu makale için kendi yorumunu ekleyen Eğitimci Yazar Sayın Ahmet Z. Özdemir hocamızın aynı tarihteki yorumu da aşağıdadır. Söylediklerine katılmamak mümkün mü?
Piyasada önemli kitapları bulunan Sayın Yazarı henüz tanımayanlar için kısa özgeçmişi aşağıdaki bağlantıdadır. Tıklayınız.
 +
Saygılarımla. 29.8.13

Duran Aydoğmuş
—–

Kimden: Ahmet Z. Ozdemir <azozdemir@……….>
Kime: duran aydogmus <durgul55@yahoo.com>
Gönderildiği Tarih: 26 Ağustos 2013 11:17 Pazartesi
Konu: GERİKALMIŞLIKTA SORUN İSLAM OLSAYDI,

    Değerli Dost, sayın Aydoğmuş,

Sitenizdeki sayın Prof. Dr. Kemal Arı’nın yazılarını okudum. Güzel ve doğru şeyler, yazdıklarına katılıyorum. Ancak önemli bir hususu belirtmeden geçemeyeceğim. Sayın Arı; İbn-i Sina’dan, El Brûni’den, İbn-Rüşt’ten, Farabi’den söz ederken
bu değerli insanların o devrin yobazları tarafından dışlandığını, ayıplandığını söylemiyor. Bu bilim adamlarına: “Bunlar Kur’an dışına çıkyor, hadis dışına çıkıyor diye onları halk nezdinde itibarlaştırdıklarını belirtmemiş.Tamam, sorun İslam’ın kendisinde değil, ama bu sorun nerede?. Gökte mi, yerin altında mı, insanların kafasında mı? Burası bir açığa çıkmalıdır. Dünyada hiçbir din, sakın ilerleme, olduğun yerde kal, sakın kıpırdama demez.
—–

Bilindiği gibi bütün kitaplı dinler, o dinin peygamberi öldükten sonra onun halifeleri, müçtehitleri ve imamları tarafından biçimlendirilmiştir. Hıristiyanlık, İsa’nın ölümünden sonra Sen Piyer (Petros) ile Tarsuslu Sen Pol (Pavlus) tarafından kurallara bağlanmış. Küçük değişiklikler bir yana…

Bu durum İslamlık için de böyledir. İslam’ın peygamberi öldükten yaklaşık yüz yıl kadar sonra ortaya çıkan mezhep kurucuları (imamlar) ve Osmanlı döneminde de “hükemâ-yı İlâhiye” denilen yorumcularla İslam bu hale geldi. Medresedeki müderrisler ve mollalar da bunun uygulayıcısı oldular. İşte bu noktada ben Osmanlı devletini yıkanlar da bu molla kafasıdır diyorum. Çünkü bunlar altı yüz yılda müsbet bilim konularında bir adam yetiştirmemişlerdi. Yani bir Pastör, bir Edison çıkaramamış. Ama bol bol ülema, din adamı çıkarmışlardır. İslam’a beş, güsle üç, imana altı, hayvan kesmeye dört…şartlarını koyanlar da bunlar. Mesela İslam’ın şartına gelelim: Doğru olacaksın, yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, haksızlık yapmayacaksın…. böylece yüzlerce şartı var İslam’ın ama biçimlendirenler kendilerine göre biçimlendirmiş işte.Günümüz üleması da o kaynaklardan, yani medrese kaynaklarından etkilenerek yetişmişler. İşte örnekler:

“Müzik için haram diyemeyiz ama helal da diyemeyiz. İçeriği İslam’a uygun olmalı ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir.” Prof. Dr. Orhan Çeker, Selçuk Üniversitesi.

“Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da şarkı söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin

– dini bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar (çalgısız dahi olsa) caiz değildir.” Prof.Dr.Hamdi Döndüren, Uludağ Üniv.

“Şarkı denilen şeyin ancak (eğer çalgı ve kadın sesi içermiyorsa); sözleri de dinen sakıncalı değilse dinlenebilir.” Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci,
Marmara Üniv.

Sayın Prof. Kemal Arı, Dini, İslam’ı bu hale getirenler, o dinin uygulayıcılarıdır. Düşünsene, sadece “Prof.” ünvanlıları bir tarafa bırakalım bir de bunun daha aşağı ellerde, halk arasında nasıl değiştirilerek, çeşitlendirilerek yayıldığı meselesi…

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

Dostlar,

9 Eylül Üniversitesi tarih bölümünden Sayın Prof. Dr. Kemal Arı‘nın son derece öngörülü bir yazısı..

İslam Bilimden uzaklaştı, sefillik başladı, emperyalizme alet edildi..

Lütfen okur musunuz??

Teşekkürler Sayın Arı..

Sevgi ve saygı ile.
19.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

SORUN İSLAM DEĞİL; İSLAMIN BULUNDUĞU COĞRAFYANIN ACINASI HALİ !

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

Herkes, Mısır olaylarına kilitlendi kaldı…

Mısır’da demokrasi varmış da, mış mış da, sonra gene mış mış mış…
Kimse işin özüne değinmek istemiyor.
Hepimizin katıldığı ortak nokta şu:

Mısır’da öldürülen binlerce kişinin acısını yüreklerimizde yaşıyor ve bunu gerçekleştirenleri şiddetle lanetliyoruz.

İnsan yaşamı kutsaldır; ve

    en temel hak, yaşama hakkıdır

. Askeri darbe zihniyeti ise hep, altını çizerek söylüyorum; emperyalizmin aleti olmaktan öte anlam taşımaz.
Konu bu değil zaten:
Konu, Mısır’ın bulunduğu kültür coğrafyasının;

    güya bilim olarak topluma yutturulan nakilcilik

ten sıyrılamaması, aklın önünü tıkamasıdır.

İmam Gazali ile birlikte artık aklın devre dışı kaldığını (A. Saltık : Gazali 13. yy’da İslam’da İÇTİHAT KAPISINI kapadı.. yeni açılımlar olanksızlaştı, dondu!), oysa aynı zaman diliminde Avrupa’da Rönesans’ın başladığını ve İslam dünyasındaki geriye gidişin tersine, aklın yükselişi, bilimin önemini kavrayış gibi süreçlerin yaşandığına vurgu yapmıştım.

Sonra ne oldu?

Aklın önü tıkanırsa; akılla yapılacak bilim yerine; hep eskiyi aktarma yöntemi bilim diye yutturulursa ne olur?

Açık söyleyelim; o toplum tarihin belli bir dönemine çakılır ve kalır… Akılsız bir insan, nasıl ki başkaları tarafından istissmar edilir; her yandan itilip kakılırsa; bu tür toplumlar da emperyalizmin aleti olmaktan öte yol alamaz. Özgürlükler gelişmez. Akıl işlemez. Hep itaat kültürü ve eskiye özlem duygusu ile toplum diktatör yönetimlerin istismarı altında kıvranır durur.

İşte İslam dünyasının sorunu budur…

Fehmi Koru, kendince entel dantel açıklamalarda bulunmuş.

Ancak bunların hiçbirine değinmemiş…

Pekala; İslam coğrafyası, bu temel yanlışı aşmak için çaba göstermiş, hatta buna cesaret edip yol alabilmiş mi?

Hayır…

12. asırdaki o söyleme çakılıp kalmıştır.

Hala akıl devre dışıdır; geçmişten aktarılan bilgilerle toplum düzenlenmeye çalışılır… Bu nedenle; Sudan, Sudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri; Katar ve pek çok öteki Arap ülkesinde kadının ve hatta sıradan insanların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Can alıcı soru şu:

Sorun İslam olabilir mi?

Kesinlikle hayır!

İslamiyet, akıl dinidir. Bilimi kutsar. Bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir.

Sorun şurada:

İslamiyet onca bilime, öğrenmeye, akla vurgu yaptığı halde, niçin İslam coğrafyası dünyanın en geri coğrafyalarından biridir?

Çünkü; sözünü ettiğim tarihten sonra, bilim diye algılanan şey; düşünceyi soyutlayıp, bilimi önemsemeyen; yalnızca geçmişteki birikimleri aktarmakla yetinen bir algıdır da ondan…

Çünkü aklın kapısı kapatılmıştır.

Bunu nereden biliyoruz?

Gündelik yaşamınıza bakın. Türkiye gibi, İslam coğrafyasının en ileri ülkesinde bile, bir konu hakkında bir yorum yapmak istediğiniz zaman; her an azarlanmanız söz konusu olabilir:

“Sen sus bakayım! Büyüklerden iyi mi bileceksin? Sus, senin bildiğini koca koca alimler bilmeyecek mi? Bak, şu tarihte bu kitap bunu yazmış; şu müçtehid, şu yorumu getirmiş. Sana mı kaldı bunlara kafa yormak? Sen otur, ibadetini yap; Allah’a sığın ve O’ndan yardım iste….”

Bunların içinde yeri ve ortamına göre doğrular da olabilir; bunu tartışacak değilim. Ancak, işte bu kültür, İmam-ı Gazali’nin içtihat kapısını kapatan kültürün günümüze izdüşümleridir. Toplumları güçleri karşısında esir ve zebun etmek isteyen katı diktatörlükler ve onların sömürgeci efendileri için, düşünmeyen, aklını kullanmayan; temel haklarını bile kullanmaktan uzak; ancak birilerinin işaretiyle hareket edeilen kalabalıklar, arayıp da bulamayacakları şeydir…

* Dolayısıyla, İslam’ın, yeniden gerçek İslamla buluşması; akıl ve bilimle kucaklaşması,
din diye dayatılan dogmalardan derhal uzaklaşması gerekiyor.

Bu buluşma sağlanabildiğinde, İslam dünyası yeniden yükseliş dönemine geçebilir.
Sorun İslamiyetin kendisi değil, onun temel değerlerini akıl almaz safsatalar olarak, topluma satma yarışında olan din bezirganlarıdır.

O halde çare?

Açıklaması kolay, ancak uygulaması son derece zor bir şey:

Aydınlanma
Yani İslam dünyasının bir aydınlanma dönemine girmesi

Aklı ve bilimi yeniden kutsama
Bireysel anlamda gerçekten özgürleşme… Özgür beyinler yaratma…
İtaatçi ve hep başkalarının irşadıyla hareket eden bireyler yerine; düşünen, araştıran, sorgulayan ve kendi bedeninin, ruhunun ve vicdanının özgür olması gerektiğini kanıksamış kuşaklar yetiştirmek…

Zor mu bunu yapmak?
Çok, çok zor; çok…
Ancak bu kesin olarak başarılmalıdır.

İslam coğrafyası ya bunu başaracak ya da emperyalizmin oyuncağı, diktatörlerin de yağlı lokması olmayı sürdürecek; daha nice kanlar yoksul ve günahsız kitlelerin bedenlerinden sızacaktır.

Buna izin verilemez…

———-
Bazılarının vicdanı işin içinde Araplar ya da Kürtler olunca harekete geçiyor!
Yıllardır

    Karabağ’da – Kerkük’te – Doğu Türkistan’da Türkler katledilirken neredeydiniz!