Etiket arşivi: OECD

OECD ÜLKELERİNDE ENFLASYON

Prof. Dr. D. Ali Ercan
Çekirdek Fiziği Uzmanı
ADD Bilim Kurulu Başkanı

Değerli arkadaşlar,

Türkiye’deki hiper-enflasyona bir teselli kuyruğu bağlamak için iktidar yanlılarının ağzında sakız yaptığı “efendim, enflasyon yalnızca bizde yok ki, tüm Dünya enflasyonun pençesinde…” şeklindeki söylentileri bir yana bırakarak, gerçekleri gösteren sayılara bakalım…

Evet “enflasyon” Kapitalizmin, serbest piyasa sisteminin kaçınılmaz bir ögesidir (başka türlü küresel Finans merkezleri nasıl kazanırlardı ki..) ancak parasının değerini düşürmeyen, üretken ekonomilerde bu enflasyon rakamları %0’ın altında gezinirken, akıl, mantık, hesap, kavramlarının terkedildiği “no man’s land” veya “Yolgeçen Hanı” olan ülkelerde tümüyle raslantılara bırakılmış bir curcuna pazar ekonomisi (?) görülüyor, ki bunun da en güzel örneği Türkiye’dir… (ardından Arjantin, Şili, Güney Afrika gibi ülkeler geliyor)

Aslına bakarsanız, Türkiye’de olan enflasyon değil, “stagflasyon” denen çok daha vahim (ürkünç) bir durumdur; yani salt paranın değerinin düşüşü, yerlerde sürünüşü, pahalılık ve enflasyon değil; aynı zamanda işsizlik, kredi/güvenirlik yitimi ve iflasın eşiğindeki bir ülke görünümüdür.

Dünyanın, küresel ısınım sonucu adım adım iklim felaketine doğru sürüklenişi (AS: “iklim faciası” aşamasındayız!) bilindiği, görüldüğü halde, hâlâ tüm Dünyada kullanılan toplam enerjinin %80 ini oluşturan fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğal gaz..) azalmadan maalesef aynı hızla kullanılması sürdürülüyor. Bu enerji kaynaklarının ürünü olan sera gazları (CO2, Metan.. ) salımını sıfırlamak yaşamsal öncelik taşıyor. Bu durum (Ukrayna savaşının getirdiği ek enerji sıkıntısı olmasa bile) fosil yakıt fiyatının her geçen gün yükselişini adeta kaçınılmaz kılacaktır.

Enerji sıkıntısı demek, alışılmış yaşam biçiminden büyük ödün vermek anlamına gelir. Enerji yoksunluğu, her şeyden önce üretim sıkıntısı, pahalılık, sağlık sorunlarını birlikte getirecektir elbette…

  • Kısaca, kapitalizm kaçınılmaz sona doğru, insanlığı ve gezegeni de birlikte sürüklüyor; bakalım bu anafordan insanlığın ne kadarı kurtula bilecek.
    ***

Değerli arkadaşlar,

Daha önce de yayınlamıştım; Mart 2021 / Mart 2022 arası 1 yılda Doların TL karşılığı 7 TL’den 14 Liraya, yani 2 katına çıktı; ayrıca Doların da son bir yılda %7 değer yitimini hesaba katarsak, “ithalat kalemlerine giren tüm malların fiyatında yaklaşık %110 dolayında bir enflasyon olabilir” demektir. Öte yandan Ülke ekonomisinin (Tarım, Sanayi, Hizmet sektörleri) tümüyle, %100 Dolara endeksli olduğunu söyleyemeyiz, ama en az 2/3 oranında bağımlı olsa, toplam %70 dolayında bir “yıllık enflasyon” dan söz edebiliriz; öyleyse, son bir yılda %70 üzerindeki tüm fiyat artışları, ek zamlar vs. vurguncu, talancı fırsatçı takımının işidir..

Neyse ki TÜİK, namuslu bürokrat ve teknisyenlerin baskısıyla yıllık enflasyonu resmen %62 verebildi. Peki bizde TÜFE üzerinden %62 olan enflasyon öbür OECD ülkelerinde ne durumda, onu da ekli grafikte görüyorsunuz, Arjantin ve bir-iki ülke dışında tümü %10’un altındadır….

Fotoğraf açıklaması yok.

Yalana dolana, talana sığınanların hükmü daha ne denli sürecek ? Önümüzdeki seçimde göreceğiz.

Sevgilerimle.æ

FOX TV Konuşmamız : 07 Nisan 2020

FOX TV Konuşmamız…

  • 9 ay sonra 1 kez daha Türkiye kamuoyunun ve yetkili – etkili – sorumlularının dikkatine sunmak isteriz..
    ***

07 Nisan 2020 günü sabah, FOX TV’de Sn. İsmail Küçükkaya‘nın konuğu olduk..
Yaklaşık 20 dakika Türkiye’nin salgın sorununu irdeledik..

***
Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kuruluş yıldönümü bu gün ayrıca..
7 Nisan 1948’den bu yana 72 yıl tamamlandı. DSÖ 73. yaşına girdi..
Bu yılki tema SAİG (Sağlık İnsan Gücü).. Yıl boyunca bu sorun konuşulsun ve çözümler üretilsin isteniyor.
Türkiye’de 1,1 milyon sağlık emekçisi var.
Bunun en az 2 katına gereksinim var..
Elbette nitelik boyutu da gözden ırak tutulamaz.
Türkiye, 36 OECD ülkesi içinde sonlarda..

Sevgi ve saygı ile. 09 Ocak 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

VERGİ KİMİN SIRTINDA?

VERGİ KİMİN SIRTINDA?

Recep Yılmaz
MÜHENDİS
Cumhuriyet, 01.02.2020

Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mart 1922 tarihli Meclis açılış konuşmasında maliye alanında söylediği “halkı tazyik ve izrar etmekten içtinap” yani “halka baskı yapmaktan ve ona zarar vermekten kaçınmak” ilkesi günümüz vergi politikası nasıl olmalıdır sorusuna en iyi yanıt olabilir.

“Bundan dolayı mali yöntemimiz, halka baskı yapmaktan ve ona zarar vermekten kaçınmakla birlikte mümkün olduğu kadar dışarıya ihtiyaç duymadan ve yokluk çekmeden yeterli gelir temin etmek esasına dayalıdır.”

1924 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu vergilerin ancak yasayla salınacağını ve tahsil edileceğini anayasal güvenceye kavuşturmuştu. Oysa Meclis aritmetiğinde parmak sayısından başka bir demokratik anlayışı olmayanlar halkın ödeme gücüne bakmadan istediği vergiyi istediği oranlarda salabiliyor.

Kolaya kaçmak

2019 yılı bütçesinde 961 milyar lira olan merkezi yönetim giderleri, Maliye’nin açıkladığı 2019 yılı gerçekleşmelerine göre 1 trilyon lirayı buldu. Bunun 100 milyar lirasını faiz giderleri. 2018 yılı gerçekleşmelerinde ise faiz giderleri 74 milyar liraydı. Yani faize ödenen para bir yılda %35 arttı. Ayrıca 2018’de faizin payı toplam giderlerin %8.9’u iken 2019’da bu pay %10’a yükseldi.

  • AKP, 17 yılda bütçeden faiz için toplam 932 milyar lira harcadı.

2019 yılı bütçe açığı 80.6 milyar lira olarak hedefleniyordu ancak hedef saptı ve %50 artışla 123.7 milyar lira oldu. Açığı kapatmanın en kolay yolu ise vergiyi ekonomik gücü olmayan halkın sırtına yıkmak. Çünkü,

  • Ekonomik güce erişen vergi ödememe gücüne de erişiyor.

Vazgeçilen vergiler buna örnek. Vazgeçilen vergileri tanımlayan “vergi harcaması” 2019 yılı için 178.7 milyar lira, 2020 yılı için 195.6 milyar liradır. Geniş halk kesimini ilgilendiren muafiyetleri bir kenara bırakırsak mükellefi olduğu vergileri bile ödemeyen bir de binlerce kalemde muafiyet tanınan sermaye kesiminden alınmayan vergiler bu ülkenin bütçe açığını gidermeye fazlasıyla yetecektir.

Buhar olan 83 milyar!

2019 yılı bütçesinde vergi geliri hedefi 756.5 milyar liraydı. Açıklanan gerçekleşmelere göre 673 milyar lira vergi toplanabildi. Sonuca bakılırsa hedeflenen vergi gelirinin ancak %89’u toplanabildi ve 83 milyar lira buhar oldu. Bütçe giderlerinin % 20’lik artışına karşılık vergi gelirleri onca tüketim teşvikine karşın yalnızca %8 arttı.

Verginin dolaylı ve dolaysız vergiler olarak iki ana başlıkta toplandığı bilinmektedir. Dolaylı vergiler, tüketilen mallardan ve hizmetlerden alınan vergileri içerir. Bunlar KDV, ÖTV, Özel İletişim Vergisi gibi ürün fiyatının içine eklenmiş vergilerdir. 1 milyon liralık konuttan %1 vergi alınırken simitte %8 alınan KDV gibi. Bu kış günlerinde moda haline gelmiş olan 700-800 liralık doğalgaz faturalarındaki %18’lik KDV gibi. Çiftçinin mazotunda yarıdan fazlası vergi olurken yatta, pırlantada sıfırlanan ÖTV gibi.

Geniş halk kesiminin ödediği bu dolaylı vergiler, vergi gelirlerinin %65’ine denk geliyor. OECD ortalaması ise %46! AKP dönemi boyunca %65-70 oranında bir paya sahip olan dolaylı vergiler, yaşanan krizin etkisiyle alım gücünün düşmesi sonucu 2019 yılında %58’e geriledi.

Vergi gelirlerinin küçük bölümünü oluşturan dolaysız vergiler ise kazançtan ve gelirden alınan Kurumlar Vergisi (KV) ile Gelir Vergisi (GV)’dir. Gerçekleşme rakamlarına göre aslında kimlerin vergi rekortmeni olduğuna biraz yakından bakalım.

KV, 2019 yılı için 74 milyar lira beklenirken, gerçekleşmede 78.8 milyar lira oldu. Bu rakam vergi gelirlerinin yalnızca % 11.7’sine denk geliyor. En son açıklanan 2018 yılının KV “rekortmenlerine” baktığımızda ilk on şirketin altısı bankalardan oluşmakta olup Merkez Bankası 10.6 milyar lira ile 1. sırada yer almıştı. Ziraat Bankası, Vakıflar Bankası listede ama ülkenin kaymağını yiyen holdingleri boşuna aramayın.

Rekortmen asgari ücretliler

GV ise 2019 yılı için 172 milyar lira beklenirken, gerçekleşmede 162.7 milyar lira oldu. Geliri az olandan çok oranda alınan GV, asgari ücrette %15, öbür ücretlilerde ise %15-20-27 ve ardından yıl sonuna doğru %35’e ulaşmaktadır. Örneğin bir memur maaşından rahatlıkla %27 oranında GV alınabilmektedir. Asgari ücretli işçi sayısının 8 milyon olduğunu düşünürsek, yalnızca asgari ücretliden alınan GV, 13 milyar lirayı bulmaktadır.

  • Bu düzende verginin gerçek rekortmeni asgari ücretli işçilerdir.

Dahilde Alınan Mal ve Hizmet Vergilerinden 257.4 milyar lira beklenirken, gerçekleşme 231 milyar lira oldu. Bu vergiler halkın doğrudan tüketmiş olduğu ürünlerden alınan yüksek oranlı KDV – ÖTV gibi vergiler olup, hedeflenen rakam 2019’da tutmadı. Çünkü alım gücünün düşmüş olması, pazar poşetini küçülttü. Yine de vergi gelirlerinin 1/3’ünü bu vergiler oluşturdu.

Hedefi tutmayan vergilerin faturasının 2020’de yine halka kesileceği açık. Çünkü neo-liberal dünyanın “halka baskı yapmaktan ve ona zarar vermekten kaçınmak” gibi bir ilkesi yok!

Tek kaçındıkları şey örgütlü bir toplum.

2019 yılı bütçe açığı 80.6 milyar lira olarak hedefleniyordu ancak hedef saptı ve %50 artışla 123.7 milyar lira oldu. Açığı kapatmanın en kolay yolu ise vergiyi ekonomik gücü olmayan halkın sırtına yıkmak.

  • Çünkü ekonomik güce erişen vergi ödememe gücüne de erişiyor. 

Amerika bize silah vermez ama…

Amerika bize silah vermez ama…

portresi

 

 

Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com 

Dikkat etmişinizdir. Bölgemizde, gerilimin yükseldiği ve ateşli çatışmaların çoğaldığı dönemlerde, Amerika ve Batının bize silah ve helikopter satmadığı konusu gündeme gelir. Batıdan silah ve askeri eğitim isteği iki yüz yıllık sorunumuzdur.

Sanayi devriminin ıskalanması, bu tür bir sorunun sürekli gündemde kalmasını sağlar.
Ordunun sürekli modern silah istemi vardır. İktidarlar bu sorunu yok sayarlar.
Sonra da, çevremiz yanmaya başlayınca, istemler gündem yapar.
Dinsel ağırlıklı eğitim veren ülkelerin, hem sanayi devrimini, hem de teknolojik devrimleri ıskaladığını görürüz.

İşin esası; bilimsel eğitim mi, bilim dışı eğitim mi sorusuna gelir saplanır.

Devletin başındaki kişi, bir milyon imam ve hatip yetiştirilmesiyle övünüyorsa,
teknoloji devrimi yakalanamaz. (AS: 1,2 milyonu geçtiğini Bay RTE söyledi bu ay..)

Silahlar en yüksek teknolojilerle üretilirler. Bu nedenle de, nitelikşi eğitim ve bilimin,
geniş kitlelerce öneminin kavranmış olmasını gerektirir.

Geniş bir bilim kitlesi olmadan, teknoloji devrimi olmaz.
İkinci ve daha önemlisi; üretmektir.
Üretimin olmadığı yerde, teknoloji de üretilemez. Her şey ithal edilerek de üretim olmaz.

Dönelim PKK’ya açık açık silah verdiğini söyleyen Amerika’nın
bize silah satmaması konusuna… Amerika hem sizi komşularınızla çatışmalı tutar,
hem de gerekli silahları satmaz. Teknoloji ver deseniz vermez. Sat dersin satmaz. Çin’den
silah alayım dersiniz, olmaz der. Ama Türkiye’yi İran ve Rusya gibi ülkelere karşı
ön cephe olarak kullanır.

Hürriyet Gazetesinde bu gün çıkan bir habere göre; Amerika bize helikopter, akıllı mühimmat, insansız hava aracı ve bizim üretemediğimiz deniz araçlarını vermediğini haberleştirdi.
Haberin kaynağı elbette Ordu. Öte yandaan başta NATO olmak üzere, tüm Avrupa ve ABD bizi Rusya’nın üzerine sürmek için sıraya girmiş durumdalar.

Bir ülkenin modern silah üretememesinin elbet başka nedenleri de var.
NATO, OECD, Dünya Bankası, Gümrük Birliği, ABD ile İkili Anlaşmalar,
Gizli İstihbarat Antlaşmaları gibi tüm Batı kurumları Türkiye’nin içindedir. Bu kurumlar bu denli Türkiye’nin içindeyse, bağımsız karar alma olanakları Türkiye’nin elinde değil demektir.

Sen silah üretme ben sana silah vereceğim” diyeceksin, ülkeyi teknoloji yoksulu ülke haline getireceksin, sonra da Rusya ile çatışmalı ol diyeceksin.
Amerika ile birlikte olunca, hiç komşumuz olmayacak gibi bir sonuç çıkıyor.
Ticaretimiz tıkanıyor. Ticaret olmayınca, üretim olmuyor. Teknolojik gelişimin ticaret ile yakından ilgisi olduğundan, güçlü bir devlet olamıyoruz.

Eğer ülkemizden, bir Atatürk gelip geçmemiş olsaydı, bugünleri de göremeyecektik. Cumhuriyetin parasız devlet eğitimiyle yetiştirdiği kişiler hala ülkeyi ayakta tutuyorlar.

Eğitimi, yeniden, bilimsel ve teknik düzeyi yüksek bir yere getiremezsek, ileride devletimiz bile olmaz. (9.10.2015) 
===============================

Dostlar,

Teşekkürler sevgili Esinoğlu dostumuz diyoruz…
Metindeki renklendirmeler, koyu fontlar vb. bize ait..
Neleri öne çıkardığımız görülüyor..

Türkiye Batı ile 4 Nisan 1952’de somutlanan NATO‘ya giriş süreciyle başlattığı tehlikeli süreci 63 yıl sonra köktenci biçimde gözden geçirmek ve yeni seçenekler üretemek zorunda..

Atlantik ittifakı ülkemizi parçalanmanın eşiğine sürükledi.

Seçenek, BATI ASYA BİRLİĞİ gibi duruyor..

Tam BAĞIMSIZLIĞI ve egemen eşitliği titizlikle koruyarak..

Sevgi ve saygı ile.
24 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Pisa ve Irk


Pisa ve Irk

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

Değerli arkadaşlar,

Her 3 yılda bir OECD bünyesinde 3 dalda (Matematik, Fen, kendi dilinde okumak/anlamak) yapılan PISA Uluslararası öğrenci değerlendirme sınavı
2012 sonuçları açıklandı.

OECD Ülkeleri ve bunun dışındaki katılımcılarla birlikte 65 ülkeden yaklaşık 500 bin öğrencinin girdiği sınav sonucunda, Türkiye 65 ülke arasında 45. ve 34 OECD ülkesi içinde 31. sırada. Özellikle Matematikte, Çin açık ara ile 1. konumda. Arkasından Singapur, Kore ve Japonya geliyor. OECD içinde başı İsviçre ve Finlandiya çekiyor.
Bizde de MEB “Bulgaristanı geçtik, Yunanistan’la aramızdaki farkı kapattık” diye teselli buluyor. Bu yaşamsal konu tartışılacağı yerde Türkiye kafayı “IRK” sorununa takmış..

ae05122013-3

Çin 613 puanla eşelin (skalanın) dışında !

http://www.oecd.org/pisa/

ae05122013-4ae05122013-5ae05122013-6

“IRK” üzerine tartışmaların gündemde olduğu bir dönemde serinkanlı düşünceye belki yardımcı olur diye Glasgow Üniversitesi Psikoloji Bölümü tarafından yapılan ilginç bir araştırmayı iletime alıyorum. 40 Ülkenin genç kadınlarından alınan yüz fotoğraflarının bilgisayar ortalamasını çıkarmışlar. Binlerce yüz fotoğrafından alınan bilgilerin ortalamasında, Ülkeyi temsilen anonim bir yüz ortaya çıkmış. Ben Batı ve Doğu komşularımızla kıyaslamak üzere Yunanistan ve İran kadın yüzünü Türk kadın yüzüyle
yan yana aldım; Resimler arasında çok belirgin bir fark olmadığını söyleyebiliriz.
(Metrik orantılar ±%3 aynı değerde) *

Dünyadaki insanları dış görünümlerine göre kabaca Afrikalılar, Asyalılar ve Avrupalılar diye “3 ırk grubu” na ayıran 19. yüzyıl antropologları, bu ‘Irk’ ları 60’tan çok alt kümeye böldüler; alt kümeler o denli çoğaldı ki; sonunda işin içinden çıkamadılar.
Bereket, Genetik Bilimi imdada yetişti ve anlaşıldı ki, bu tip bir sınıflandırmanın bilimsel bir anlamı yok. Homo sapienslerin ardılları olarak Dünyadaki tüm insanların genomunun %99,9 aynı oluşu Irk saçmalığına son noktayı koymuştur.

Irk, içi boş bir kavram durumuna dönüşmüştür.
Böylece dış görünümün aldatıcı olduğu da ortaya çıktı.

Örneğin, ülkemizde mavi gözlü olan insanların oranı % 4 kadardır. Mavi göz geninin çekinik olduğunu biliyoruz. Ancak hem anadan hem de babadan alındığı zaman mavi göz meydana gelebiliyor. Küçük bir hesap yapalım; K ve m Kara göz, mavi göz gen olasılıkları olsun. K+m=1’dir. Ana ve babadan alınan genlerin toplam olasılığı da (K+m) x (K+m) = 1 olacaktır. KK+2Km+mm=1. Eğer toplumda (mm) geni taşıyanlar yani mavi gözlü olanlar 0,04 ise m=0,2 ve K=0,8 demektir. Mavi göz geni taşıyan kara gözlülerin toplumdaki oranı 2Km= 2×0,2×0,8= 0,32 olur; Yani Türk toplumundaki tüm kara gözlülerin 32/96=1/3’ü
aynı zamanda mavi göz geni taşıyan kişilerdir. Bu örnekten de anlaşılıyor ki; insanları
dış görüntü temelinde sınıflandırmak, Genetik bilimi açısından çok kaba bir yaklaşımdan başka bir şey değildir.

Özetleyecek olursak, değerli arkadaşlar,

  • “IRK” diye bir şey yoktur.

Büyük Atatürk’ün Millet tanımı çok açıktır :

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”

Bu tanımda ırk kelimesi geçmez. Türklük, bir ırka ait olma (aidiyet), bir kan sorunu değil, bir millete bağlılık (mensubiyet) ve bir kültür meselesidir. æ

___________
* Rh+ kan grubu orantısına bakıldığında Anadolu insanının yaklaşık 1/3 oranında Asyalı ve 2/3 oranında Avrupalı kavimlerin genetik karışımı olduğunu biliyoruz.
“Irk” sözcüğünün  aslı Uruk’tur.. Kök, köken, soy anlamına gelir.

http://onedio.com/haber/farkli-ulke-kadinlarinin-yuzlerinin-ortalamalari

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI : ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ

Dostlar,

Alpaslan Işıklı hocamızın çok önemli br makalesi aşağıda..

pdf olarak da okunabilir…

ATATURKCULUGUN_GUNCELLIGI_2005_Alpaslan_ISIKLI

Rahmetli, hem sosyalist hem de Kemalist olunabileceğini düşünüyor ve yaşıyordu. “Sosyalizm, Kemalizm ve Din başlıklı kitabı bu tezi sıkı biçimde savunmakta..

Kemalizm_Sosyalizm_ve_Din_kitabi

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ 

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI / 18.07.05

Atatürkçülüğün güncelliği üzerinde konuşurken, öncelikle günümüzün koşullarının temel belirleyicilerine açıklık getirmekte ve nasıl bir tarihsel aşamada ve nasıl bir dünyada yaşamakta olduğumuzu, anahatlarıyla da olsa görmekte yarar bulunduğunu düşünmekteyim.

Ülkemizin bugününün ve yakın geçmişinin konu edildiği her durumda anımsamadan edemediğim bir tespit vardır; izninizle burada da onu nakletmek istiyorum.

Ünlü tarihçi Albert Sorel, Sorbonne Üniversitesindeki derslerinde İngiltere ile ilgili konulara sıra geldiğinde “İngiltere bir adadır” dermiş ve ardından eklermiş: “İngiltere ile ilgili söyleyeceklerimin yarısını söyledim”. Gerçekten de İngiltere, coğrafi konumuna koşut olarak dünyadan kopukmuş gibi bir durumda olmuştur. Hala herkes sağdan giderken onlar soldan gider; dünyada en sonunda yalnızca iki kralın kalacağı söylenir: İngiltere kralı ve iskambil kağıdındaki kral.

Günümüzde, Manş’a tünel yapılmasına koşut olarak, İngiltere bile bu özelliğini birçok bakımdan yitirmiş gibidir. Yeryüzünde ülkeler arası etkileşimin yoğunlaşması ve tek kutuplulaşan dünyada insanların ve ulusların kaderinin giderek güçlenen uluslar üstü karar ve iktidar odaklarının eline geçmesi yönündeki sürecin bir parçası olarak; tüm ülkeler, kurulmakta olan küresel köyün muhtarlığına tâbi olmak konumuna itilmiştir. Ülkemizin durumu başından itibaren bundan farklı olmuştur. Türkiye bir ada değil, köprüdür. Üstelik, yeryüzünün metropollerinin hemen yanı başında konuşlanmış olan bir köprü. Bu nedenledir ki Türkiye’deki her türlü oluşumun ve gelişmenin arka planında bu köprü olma konumundan kaynaklanan etkilerin bulunduğunu görmeden gerçekçi tahlillere varmak olanaksızdır.

Son dönemlerin çelişkili bir gelişmesi olarak, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte halkımızın bu değerlere olan bağlılığının derinleşmesi ve Atatürkçülüğün yaygın ve yoğun bir güncellik kazanması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Atatürk’ün tarih sahnesindeki müstesna ve parlak yerini almaya başlaması, bu asrın başlarında yeryüzünün yaklaşık bir asır boyunca içinde yuvarlandığı derin ekonomik ve sosyal bunalımların, 1929-30 yıllarında genel bir ekonomik bunalım halini almasından hemen önce gerçekleşmiştir. Ekonomik bunalımın tüm toplumsal sınıflar açısından doğurduğu acılar, bunalımla bağlantılı olarak ve bu bunalımın hemen öncesinde ve sonrasında patlak veren dünya savaşları felaketleriyle büsbütün dayanılmaz boyutlara varmıştır.

Yaşanılan bunca deneyimden çıkarılan dersler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Kuzey Avrupa’da yeni bazı arayışlara ortam hazırlamıştır. Bu koşullarda İngiliz iktisatçısı Keynes’in 1936’da ortaya attığı ekonomik kuram, geniş yankılar uyandırmış; bu kuramın bunalımdan çıkış için kaçınılmaz gördüğü, ekonomide devletin rolüne ve düzenleyiciliğine ilişkin görüşler, sosyal refah devleti uygulamalarının hayata geçirilmesi yönündeki eğilimlere güç katmıştır.

Ancak, daha önce de kendi ülkelerinin sorunlarına, devletin sorumluluk üstlenmesi yoluyla çözüm bulmuş olan başka devlet adamları da vardır. Bunlardan birisi Amerikan cumhurbaşkanlarından Roosevelt’tir. 1930’ların başında uyguladığı, kısmî de olsa, planlı ve devletçi bir çözüm yolunu ifade eden New Deal politikasıyla, o dönemde ülkesinin karşı karşıya bulunduğu işsizlik ve kısmi yoksulluk sorununun aşılmasını sağlamıştır. Ne var ki Roosevelt’in de Keynes’in danışmanlığından yararlandığı bilinmektedir.

Bir başkası daha var ki değil Keynes’in danışmanlığından yararlanmaya; cepheden cepheye koşmaktan, rahatça kitap okumaya bile fırsat bulamamıştır. Fakat askeri alanla sınırlı olmayan emsalsiz dehası sayesinde, Batının asırlardır içinde yuvarlandığı ekonomik ve sosyal felaketlerin gerçek sebeplerini başından itibaren görmüş ve ülkemizde uyguladığı ekonomik ve sosyal politika sayesinde, tüm dünyanın 1929-30 bunalımını yaşadığı bir dönemde Cumhuriyet döneminin en parlak ekonomik  başarılarının sağlanmasına öncülük etmiştir.

  • Bu büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’tür!

Böylesine bir ekonomik yapılanma, ülkemizin 2. Dünya Savaşı felaketinin dışında tutulmasına olanak sağlayan politikalara da temel oluşturmuştur. Bu sayededir ki 30’lu yıllarda ve sonrasında dünyanın önemli bir bölümü demokrasi dışı rejimlerin tahakkümü altında kıvranırken, Türkiye dönemin tüm ülkelerine kıyasla demokratiklik açısından asla geri sayılmayacak bir yapılanmayı gerçekleştirebilmiştir.

Öte yandan, belirtilmesi gerekir ki,

  • 2. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan sömürgeciliğin çözülmesi sürecinin temelinde de Atatürkçülük vardır.
  • Anadolu’da tutuşturulan bağımsızlık meşalesi, tüm mazlum milletlerin kurtuluşu hareketinin yolunu aydınlatmıştır.

Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri, sosyal devlet uygulamaları sayesinde, uzunca bir süre için, ekonomik sorunlarını aşmayı başarabilmiş; 19. yüzyılda ancak ütopyacı düşünürlerin hayal edebildikleri bazı sosyal adaletçi uygulamaları, kendi ülkelerinin sınırları çerçevesinde hayata geçirebilmişlerdir.

Ne var ki bu dönemde de bir büyük sorun, tüm insanlığın kaderini içten içe kemiren bir hastalık gibi varlığını sürdürmüştür. Bu sorun, dünya ölçeğinde varlıklı ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek derinleşmesiyle varlığını duyurmuştur. Bu uçurumdur ki 70’li yılların başından itibaren sanayileşmiş ülkeleri de içine alan bir yeni büyük ekonomik bunalımın doğmasına neden olmuştur.

Bir bakıma, adaletsizlikler içinde kıvranan bir dünyada refah adacıklarını sonsuza kadar yaşatmanın olanaksızlığı görülmüştür. Amerikan asıllı iktisatçı Susan George bu durumu “bumerang etkisi” olarak isimlendirerek açıklamaktadır. Yani, uluslararası ekonomik ilişkilerde güçlüler tarafından dayatılan kurallar, bir bumerang gibi, dönmüş dolaşmış bu kuralları dayatanları da vuran sonuçlara varmıştır. Bu durumda, Willy Brandt veya Olof Palme gibi bazı isimler, gerçek çözümün, sosyal adalete
ve demokrasiye belli bazı ülkelerle sınırlı olmayan evrensel ölçekte bir uygulama alanı ve geçerlilik kazandırmak olduğunu görmüşler ve bu görüşlerini “Uluslararası
Yeni Ekonomik Düzen”
adı altında özellikle Birleşmiş Milletler bünyesinde dile getirmişlerdir. Ne var ki hiçbir şey yalnızca dile getirilerek hayata geçmiyor.
Galile’den önce Bruno, dünyanın en basit doğrusunu dile getirmiş; dünyanın yuvarlak olduğunu söylemişti. Giardano Bruno’nun diline çivi çaktılar ve yaktılar. Uluslararası düzeyde daha adil ilişkilerin kurulması yönündeki özlemler de,
gerekli demokratik oluşumların ve güçlerin vücut bulmamış olmasından dolayı gerçekleşememiştir.

Her zaman her konuda olduğu gibi, bu konuda da çözümsüzlük, denenmiş ve iflası kanıtlanmış çözümlere yeniden sarılmak sonucunu doğurmuştur. 19. yüzyıla doğru estirilen “değişim rüzgarları” 19. yüzyıla özgü çözümlerin, tek kutuplulaşan dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçiminde yeniden diriltilmesi sonucuna varmış bulunuyor.

Uluslararası ekonomik ilişkilerde gerçekleştirilen yeniden yapılanma süreci, güçlüyü daha güçlü yapan eğilime hız katmıştır. Bu yolla, görülmemiş ölçüde yoğunlaşarak uluslararasılaşan sermaye, bunalımın yükünü kendi dışına yansıtma olanağını artırmıştır. Uluslararası sermaye, hiçbir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu Danimarka’nın; Ford’unki Güney Afrika’nın; Toyota’nınki Norveç’in gayri safi yurtiçi hasılasını aşmıştır.[1]

Ulus devleti tarihe gömmek kararlılığıyla kurulmak istenen yeni dünya düzenine özgü
bu tür bir iktidar yapılanmasında demokratik denetime ve halk egemenliğine yer yoktur. Bu durumu tanımlamak için iktisatçı Susan George, bir “Dünya Bankası İmparatorluğu”ndan söz eder olmuştur.[2] Öte yandan, Kanada’lı profesör Chossudovsky, bir “küresel totalitarizm” çağının başlamakta olduğuna
işaret etmektedir.[3] Fransız düşünür Alain Minc ise, yeni bir Orta Çağ’a dönüşten
söz etmektedir.[4]

Günümüz koşullarını belirleyin egemen eğilimin Atatürkçülük ile çelişkisi de tam
bu noktada düğümlenmektedir. Çünkü Atatürkçülük ülkemizde ulus devletin özünü oluşturan temel ideolojidir.

Çünkü Atatürkçülük, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” demektir;
“egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” demek değildir.
70’li yıllarda baş gösteren ekonomik bunalımın üstesinden gelme iddiasıyla, 70’li yılların sonlarında baş gösteren ve 90’lı yılların başlarından bu yana kendisini kabul ettiren neoliberal küreselleşme, bunalıma çözüm getirememiş; üstelik bunalımın temelinde yatan uluslararası gelir adaletsizliğini büsbütün artırmıştır.

Bugün yeryüzünde daha önceki sömürge dönemlerinin hepsini geride bırakacak ölçüde Güney’den Kuzey’e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır.[5][5] “Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardan zenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın Avrupa’ya yaptığı Marshall yardımlarının sekiz katı tutarında bir gelir transfer edilmiştir. Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalama bir yurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 kez daha yoksul olduğundan [bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemekte”dir.[6]

1960’ta, dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan %20’sinin zenginliği en yoksul ülkelerde yaşayan % 20’sininkinin 30 katı iken, 1995’te 82 katı olmuştur.[7] Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996’da, 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul % 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına eşittir.[8]

Sorunun önemi, uluslararasılaşmış ve her türlü kamusal denetimin dışına çıkmış olan sermayenin, vergi sorumluluğundan kurtulmanın yolunu da bulmuş olmasıyla büsbütün artmıştır. Oysa, Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya zenginliğinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin %4 oranında vergilendirilmesi (A. Saltık : James TOBIN vergisi) mümkün olsa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunu kökünden çözülmüş olabilecektir.[9] Bütün bunların anlamı, sömürgeciliğin değişik kılıklara bürünmüş olarak ve fakat eskisini aratmayacak boyutlarda kabarmış olmasıdır. Günümüzde egemen olan eğilimin bu yönü itibariyle de Atatürkçülük ile derin bir çelişki içinde bulunması kaçınılmazdır.

  • Çünkü Atatürkçülük, yeryüzünde sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi bayrağını ilk defa yükseltmiş olan hareketin adıdır.

Uluslararası sermaye, kamusal denetimin dışına çıkmayı başardığı ölçüde, kârdan başka bir öncelik tanımaz olmuştur. Dünya’daki tüm ekonomik faaliyetin 1/20’si 200 tane işletmenin elinde bulunmaktadır. Ancak, bu 200 işletme, dünya faal nüfusunun yalnızca % 0,75’ine iş olanağı sunmaktadır.[10] Yeryüzünde her gün 2000 milyar dolar para
el değiştirmekte, bu miktarın ancak % 5’i reel mal ve hizmet alışverişi için yapılmaktadır; geri kalan tümü spekülatif harcamalara gitmektedir.[11] Böylece, üretmeyen, istihdam yaratmayan bir sermaye türü doğmaktadır.

Bunun sonucu, işsizlik ve yoksulluğun, metropol ülkelerini de içine alacak biçimde artması olmuştur. İşsizlerin sayısı, OECD ülkelerinde  40 milyonu aşmıştır. Fransa’da son yıllarda her ay işine son verilenlerin sayısı 35 000’i aşmıştır.[12] Yalnızca Londra’da sokaklarda yatıp kalkan evsizlerin sayısı 400 000 olmuştur.[13] ABD’de de işletmeler, rekabet koşullarını düzeltmek gerekçesiyle her gün binlerce insanın işine son vermektedirler. Bu durum, suçluluk oranlarında anormal bir sıçramaya yol açmıştır. ABD’de mahpusların sayısı, 1965-1990 arasında 4 kat artmıştır; cinayet suçundan hüküm giyen gençlerin sayısında, 1987-1991 yılları arasında % 85 oranında bir artış görülmüştür. [14]

Başta Batı ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada, uyuşturucu kullanımında, falcılık büyücülük gibi akıl ve mantık dışı cereyanlarda ve birtakım sapkın tarikatlarda ve örgütlenmelerde anormal bir artış baş göstermiştir. Bütün bu olumsuzluklar, dünyayı yönetilmesi güç bir kaos ortamına dönüştüren sonuçlar doğurmaktadır. Şimdilik, bulunan çözüm, bunalımın yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelerinin üzerlerine yansıtmaktan ibarettir. Bu yüzdendir ki bizimki gibi ülkelerde çok cılız da olsa bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan bazı sosyal devlet kazanımlarının tahribi gündeme gelmiştir.

Bu da gene Atatürkçülük ile çetin bir hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır.

  • Ülkemizde, Isparta dağlarındaki çobana cumhurbaşkanlığı yolunu açan; köy çocuklarından dünya çapında yazarlar, sanatçılar çıkmasını sağlayan eğitim sisteminin temelinde Atatürkçülük vardır.

Bugün tekrar hortladığına tanık olduğumuz bazı hastalıkları, çok daha sınırlı bütçe olanaklarına sahip bulunduğumuz Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen ortadan kaldırmayı mümkün kılmış olan sağlık politikaları Atatürkçülüğün eseridir. Kısacası, sanayileşmenin ilk basamaklarında bulunan ülkemize özgü bir sosyal devlet anlayışı doğrultusundaki ilk ve önemli adımlar, Atatürkçülük sayesinde atılabilmiştir.

Günümüzde ulus devleti, halk egemenliğini, yani demokrasiyi hedef alan saldırılar, sosyal devlet kazanımlarına da karşıdırlar. Bu durum, bağlı oldukları ideolojik dogmaların da doğal gereğidir. Bu nedenledir ki ülkemizin somut gerçekleri çerçevesinde, tüm bu unsurların gerisinde yatan temel nitelikte bir değer olarak Atatürkçülüğü karşılarında bulmaktadırlar.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırıların yoğunlaşmış olmasının gerçek nedenleri de buraya kadar belirlemeye çalıştığımız temel nitelikteki çelişki bağlamında açıklığa kavuşabilir. Öyle anlaşılıyor ki dünyayı tek kutuplulaştırabilmiş olmanın zafer sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış olanlar, Sevr’i de tozlu çekmecilerinden çıkarıp masanın üstüne koymakta bir sakınca görmemektedirler. Dün onlar, karşılarında
Kuvayı Milliyecileri bulmuşlardı. Bugün de kalpaksız Kuvayı Milliyeciler var. Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler zincirinin önemli halklarından birini oluşturan, Üniversitemizin değerli mensuplarından Ahmet Taner Kışlalı’yı da işaret ettiğimiz
bu çelişkinin girdabında yitirmiş bulunuyoruz. Bu noktada kendisini rahmet ve saygıyla anıyorum.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırılar, başlıca üç ayrı giysiye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunuyorlar. Bunların, iddia ettiklerinin tamamen tersi doğrultuda bir amaca hizmet etmeleri ortak özellikleridir. Bunların başında dinsel giysiye bürünmüş olanlar gelir. Gerçekte, Atatürk ile din arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir. Atatürk olmasaydı Sevr yürürlükte kalacaktı. Bunun bir adım sonrasının da Anadolu’nun ortasında birkaç karışlık toprak parçasına sıkıştırılan Türk ve Müslüman nüfusun “etnik temizliği”olacağını görmek, bunca örnekten sonra zor olmasa gerek.

Bugün yeryüzünde İslam dini, Atatürk’ün kurduğu bu devletin dışında nerede daha iyi yaşanmıştır, yaşamıştır? Afganistanda mı? İran’da mı? Bosna’da mı? Yoksa çocuk yaştaki insanların simit çaldıkları için elinin kolunun kesildiği, buna karşılık ülkenin
doğal zenginliklerini yeni sömürgecilere peş keş çeken ve karşılığında kendi hisselerine düşenleri Batının batakhanelerinde çarçur eden sözde şeyhlerin ve emirlerin memleketlerinde mi?

Dün, Atatürk’e karşı din elden gidiyor vaveylasıyla karşı çıkan Sait Molla’nın, Şeyh Sait’in… arkasında emperyalizmin parmağının bulunduğu reddedilmez bir tarihsel gerçek olarak belirlenmiştir. Bugün de Atatürkçülüğe ve Atatürk’ün eserlerine aynı gerekçelerle karşı çıkanların hangi ülkelerde üstlendiklerine, nereden geldiklerine veya nereye sığındıklarına dikkat edilirse durumun pek değişmediği kolayca görülebilir. Atatürk’ün kazanımlarına yönelik saldırıların bir diğer bölümü, ülkemizin belli yörelerindeki belli bir etnik guruba mensup yurttaşlarımızın haklarını korumak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

  • Bunun için Sevr’i diriltmeyi, ülkeyi bölmeyi bir çözüm olarak görmüşlerdir.

Oysa, son olarak Yugoslavya örneği göstermiştir ki bölünme, öncelikle yoksul yörelerde yaşayanlar için acılı sonuçlara mal olmaktadır.

Yugoslavya’nın birliği, ülkenin zengin kesimlerini oluşturan Slovenlerin ve Hırvatların, nispeten daha yoksul durumdaki cumhuriyetleri sırtlarından attıkları vakit Batı Avrupa ile daha avantajlı bir birlik kurabilecekleri hayaline kaptırılmalarıyla ilk darbeyi yemiştir. Bugün bize de “siyasal çözümü gerçekleştirin gelin” dediklerinde benzer bir tuzağı hazırlamış olmaktalar. Bunun anlamı, ülkemizin işsiz deposu niteliğindeki yörelerini “verip kurtulduktan” ve böylece nüfusumuzu sindirilebilir bir düzeye indirdikten sonra Avrupa’nın kapısını çalmamızdır. Asırlardır kardeşçe birlikte yaşamış ve birbiriyle kaynaşmış insanlardan oluşmuş bir ulusu bölmenin ve böl-yönet politikasının
kimlere yarayacağını görmemiz zor olmamalıdır.

Atatürk, ülke bütünlüğünü, bölgelerarası gelir dengesini düzenleyici müdahalelere
yer veren bir ekonomi politikasına öncülük ederek sağlamlaştırmak istemiştir.  Atatürkçülüğe saldırmak suretiyle, denendiği her yerde her anlamda ekonomik dengesizliğe yol açmış bulunan sözde  ekonomik reçetelere ortam hazırlamak,
insanın bindiği dalı kesmesinden farksızdır.

Nihayet, bir diğer saldırı da kendilerini “ikinci cumhuriyetçi” olarak tanımlayan zevattan gelmektedir. Bunlar da sözde daha çok demokrasi istedikleri için Atatürk’e karşıdırlar. Oysa, ortaçağ kalıntılarıyla eleledirler ve demokrasiyle bağdaştırılması mümkün olmayan 19. yüzyıla dönük bir ekonomik modelin hizmetindedirler. Gerçekte Atatürk dönemi, pek çok ülkede büyük mücadelelerle sağlanmış olan bazı demokratik hakların sessiz sedasız ve zahmetsiz bir biçimde tanındığı bir dönemdir.  Osmanlı Anayasalarının işçilere tanımadığı seçilme hakkı ve yalnızca belli bir ekonomik varlığa sahip olanlara tanınan seçme hakkı, bu dönemde tüm yurttaşlara tanınmıştır. Ayrıca, kadınların seçme-seçilme hakkı da bu dönemde sağlanmıştır.

Atatürk döneminde nazizmin zulmünden kaçan bilim adamları Türkiye üniversitelerinde özgürce bilimsel faaliyette bulunma olanağını elde etmişlerdir. Son zamanlarda Atatürkçülüğe yönelik yakıştırmalardan birisi de küreselleşme gibi ileri olduğu
kabul edilen bir olgunun karşısında muhafazakarlığı temsil etmesidir.

  • Aslında, gerçek küreselleşmeci Atatürk’tür.
  • Ancak, Atatürk’ün küreselleşme özlemi, ulusların ve insanların eşitliği temelinde bir dünyanın kurulması  amacına yöneliktir.
  • Sömürü ve tahakküm temelinde bir dünya düzeni Atatürkçülükle bağdaşmaz.
  • Buna karşılık, bu asrın başında mazlum milletlerin kurtuluşu hareketine öncülük etmiş olan ulusumuzu, günümüzün küreselleşme gerçeğinin niteliğinin belirlenmesi konusunda da bekleyen görev ve sorumluklar vardır.

Atatürk, bu konuda da insanlığa ve ulusuna büyük bir güven beslemektedir.
1922’de diyor ki;

“İnsanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma kavuşacaktır. Bizim milletimiz o zaman, bu gayeye vasıl olan milletler arasında takaddümüyle cidden
iftihar edecektir.”[15]

Dip Notlar

[1] Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Galilée, Paris,1997, s.61-62.
[2] Susan George and Fabrizio Sabelli, Faith and Credit, The World Bank’s Secular Empire, Penguin Books, Londra,1994.
[3] Michel Chossudovsky, “Comment éviter la mondialisation de la pauvreté”, Le Monde diplomatique, Ocak 1997, s.4.
[4] Bkz. Anthony Giddens, The Third Way, Cambridge, 1998, s. 138.
[5] Susan George, The Debt Boomerang,,Pluto Press, Londra,1990, s.XVII.
[6] Aynı eser, s. XV-XVI.
[7] I. Ramonet, Le monde diplomatique, Kasım 1998.
[8] Rapport du PNUD, 1996.
[9] L’Autre Davos, l’Harmattan, Paris, 1999, s. 97.
[10] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s. 61.
[11]L’Autre Davos,age, s.96
[12] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s.63.
[13] Rapport du PNUD, 1997.
[14] Jean Marijnissen, Enough! A socialist bites back, Elsevier, 1996, s.100.
[15] Hakimiyet-i Milliye, 4 Kânunsani 1922.

KURTLAR SOFRASI.. / Dinner Table of Wolves


Dostlar
;

26 Haziran 2012’de sitemize koyduğumuz “KURTLAR SOFRASI” adlı
85 sayfalık kapsamlı çalışmayı bir kez daha gündeminize getirmek istiyoruz.

Bu emekli çalışma, Küresel Elit‘in içyüzünü, anatomisini (yapısını),
fizyolojisini (işleyişini) sergilemekte.

Bu dosyadaki temel bilgileri edinmeden Dünya’yı ve Türkiye’yi anlamanın
çok zor olacağını düşünüyoruz.

Hoşgörünüzle, daha çok ve / veya 1 kez daha gözden geçirilmesi dileğiyle

KURTLAR_SOFRASI_03.10.02

İ ç i n d e k i l e r ……

           İlkel’den İNSAN’a Varış                                                                                          

Taş Devri Yaşamı                                                                                                   

            Mezolitik Dönemi yaşamı

Yeleşik Düzen Neolitik Çağ

            Elle Yapılan Tarım Dönemi

            Neolitiğin Üç Kurumu: Din-Aile-Devlet

            Makineleşme Dönemi

            Sanayi Devrimi

            Makineli Tarım

            Tarımın Ticarileşmesi

            Genetik, Yeni Bir Sömürü Alanıdır                                                                        7

            Sömürge Peşine Düşüş

            Küreselleşme (Köleleştirme, Uluslararası Sömürü)

            Küreselleşme Adı Altında Kurulmak İstenen: “Tek Dünya Devleti”

            Sömürücü ABD Değil, ABD’ye de Hakim Olan ELİT

ABD’nin Merkez Bankası Yoktur

ABD’nin, Merkez Bankası Görevini Gören Federal Rezerv

Paraya ve Petrole Sahip Elit Kimdir?

Siyon Liderleri Protokolleri (Planlarını anlattıkları kitap)

Elit’in Uluslararası Örgütleri: CFR, IMF, DB, DTÖ, BM, Bilderberg,
Trilateral, AB Elit’in Uluslararası Şirketleri

Elit’in Korkusu Ulus-Devletlerdir

Kazanan Hep Elit’tir                                                                                                8

Yazı, Dil, Tarih ve Uygarlıklarıyla; Evrensel Uygarlıkların Kökenini
Oluşturan Ön Türkler /ON OKLAR

Tüm Ülkelerin İlgi Odağı Türkiye

Atatürk Bu Ülkeyi Bağımsızlıktan Ödün verilsin, Köleleştirilsin Diye Kurmadı

Elit’in Parayla Para Kazanması

Zenginler Daha Zengin, Fakirler Daha Fakir Oldular

Tarihte Bir Gezi                                                                                                       9

AYRI Adlar Altında Tanınan Örgütler, Aynı Yere, Elit’e Bağlıdır.

Getirileri Aynı Havuza Akar

Elit, Dünya Eliti’dir

ABD Yazılı Yerleri Elit Olarak Anlamak Gerek

İşte Kurtlar Sofrası

Siyon Tarikatı (1090)

Tapınak Tarikatı (Tampliye Şövalyeleri, 1118)                                                     10

Vatikan                                                                                                                     11

OPUS-DEI

Malta Şövalyeleri                                                                                                    12

Dömenikenler Tarikatı

Fransiskan Tarikatı

Cizvitler Tarikatı

Masonluk (1723)                                                                                                      13

Operatif Masonluk

Spekülatif Masonluk

Masonluğa Giriş Töreni                                                                                         14

Türkiye’de Masonluk

İlluminati (1776)                                                                                                      15

Bohemian Klübü (1830)                                                                                          16

Kurukafa ve Kemikler Tarikatı (1833)

B’nai Brith (1843)

Yuvarlak Masa Örgütü (1877)                                                                                17

Wilson İlkeleri (1912)                                                                                              18

Federal Rezerv (ABD’nin Elit’e ait Merkez Bankası, 1913)         

1 Doların Şifresi: Her Yol Elit’e Çıkyor                                                                  19

Dış İlişkiler Konseyi (CFR, 1921)                                                                          21

Birleşmiş Milletler (1945)                                                                                       22

Uluslararası Para Fonu (IMF, 1945)                                                                     23

Filipinle Hükümetinin İsyanı

Niyet Mektupları (Diyet Mektupları)                                                                       24

Ülkeler Nasıl Köleleştiriliyor?

Nasıl Kurtulacağız?

Özel Çekme Hakları (SDR)                                                                                    

Dünya Bankası (DB, 1945)                                                                                     25

GATT (Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması, 1947)

Truman Doktrini (1947)                                                                                          26

Marshall Planı (1948)

Batı Avrupa Birliği (BAB, 1948)

NATO (Kuzey Atlantik Anlaşması, 1949)                                                              27

NATO ve Götürüleri

Bilderberg (1954)                                                                                                    28

Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, 1957) sonra AT, sonra Avrupa Birliği          29

Eisenhower Doktrini (1957)                                                                                   30

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD, 1960)

Trilateral Komisyon (Üçlü Komisyon, 1973)

Çok Taraflı Garanti Yatırım Kuruluşu (MİGA, 1985)                                            31

Yıldız savaşları (SDI: Stratejik Savunma Girişimi)

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK, 1990)                                        32

Avrupa Birliği (AB, 1992)

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA, 1992)                               33

GATT, sonra Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ/WTO, 1994)

Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS, 1994) 

Avrupa Enerji Şart (1985)                                                                                       34

Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI)

Uluslararası Şirketler                                                                                              35

1919-2002 Arası Türkiye ve Türkiye’ye Dayatılan Anlaşmaların İçyüzü            36

Bir İncelemede “Özünü” Kavramak Önemlidir

İç ve Dış Politikayı Etkileyen Ögeler

Tarih ON OKLAR’da / Türkler’de Başlar

Evrensel Uygarlıkların Kökeni On Oklar / Türkler

Atatürk, Türk Ulusunun Kimliğini, Kökenini Bulması İçin Çok Çalışmıştır

Eksik ve Yanlış Resmi Tarih Değişmelidir

Türkler Dünya Tarihindeki Yerini Almalıdır

Türkiye’nin 1919-1923 Dönemi                                                                              37

Satılmış, Paylaşılmış, Yıkık Bir Ülke

“Ya Bağımsızlık, Ya Ölüm”

Yeni Bir Toplum, Yeni Devlet ve Sürekli Devrimler

1919-1923 Arası Önemli Olaylar

İngiltere’nin Kürt Politikası

Chester Projesi (1923)                                                                                            38

Türkiye’nin 1923-1939 Dönemi ve Önemli Olaylar                                              39

Montrö Sözleşmesi (1936)                                                                                    

Sadabat Paktı (1937)

Hatay’ın Alınışı (1938)

Türkiye’nin 1939-1945 Dönemi                                                                              40

Atatürk’ün Yolundan Sapış Dönemi                                                                     40

Atatürk’ün Öngörüsü                                                                                            

2. Dünya Savaşı (1939-1945)

Yalta ve Postdam Konferansı (1945)

Ticari İmtiyaz Anlaşması (1939)                                                                            41

Üçlü İttifak (1939)

Türkiye’nin 1945-1960 Dönemi

Atatürk’ün Yolundan Sapış ve Hovardalık Sürüyor

İrticanın Kuramcısı ABD (1945)                                                                             42

Milletler Cemiyeti Görevini Birleşmiş Milletler’e Devrediyor (1945)                 

Bretton Woods Örgütleri: IMF, DB, GATT, DTÖ vb)

Yardım ve Yardım Anlaşmalarının Aslı, Ağır Şartlı Dayatmalardır

Türkiye-ABD Karşılıklı Yardım Anlaşması (23 Şubat 1945)                                43

10 Milyar Dolarlık Kredi Anlaşması (27 Şubat 1946)

Türkiye ABD Arasındaki Ek Anlaşma (6 Aralık 1947)                                          44

Truman Doktrini (12 Mart 1947)

Amerika, Askeri Yardımları Niçin Yapıyormuş?

Askeri Yardım Anlaşması (12 Temmuz 1947)

Marshall Planı (2 Nisan 1948)                                                                                45

Max Thornburg Raporu ve İstekleri (1947)

Marshall Planının Olumsuz Etkileri

Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO, 4 Nisan 1949)                                     46

Türkiye’nin NATO’ya Alınma Nedeni

Yardımların Veriliş Nedenleri

Türkiye-ABD Eğitim Komisyonu Anlaşması (27 Aralık 1949)                             47

Albay Haydar Tunçkanat’ın Söyledikleri

Türkiye-İsrail Ticaret ve Ödemeler Anlaşması (4 Temmuz 1950)                      48

Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu (18 Ocak 1954)

Petrol Yasası (7 Mart 1954)                                                                                   49

Ortaklık Güvenlik Anlaşması (10 Mart 1954)                                                        50

NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi (SOFA, 20 Mart 1954)

Askeri Kolaylıklar Anlaşması (23 Haziran 1954)

Vergi Muafiyetleri Anlaşması (24 Haziran 1954)

Bağdat Paktı (24 Şubat 1955)                                                                                51

Elit Rockefeller’in ABD Başkanı Eisenhower’a Mektubu (1956)

Türkiye-ABD Tarım Ürünleri Anlaşması (12 Kasım 1956)                                   52

Londra Deklarasyonu (28 Temmuz 1958)                                                            

Türkiye-ABD İstimlak ve Müsadere Garantisi Yasası (Ocak 1959)

Türkiye-ABD Güvenlik İşbirliği Anlaşması (5 Mart 1959)                                       53

Jüpiterlerin Türkiye’ye Yerleştirilmesi (25 Ekim 1959)

Türkiye’nin 1960- 1980 Dönemi                                                                            

U2 Olayı (1 Mayıs 1960)                                                                                          54

ABD’nin, Zırai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkında, 161 milyon dolarlık
İkili Anlaşma ile İlgili Olarak Notası (21 Şubat 1963)

Türkiye-AET Ankara Anlaşması (12 Eylül 1963)                                                 

Türkiye ABD Kredi Anlaşması (31 Mayıs 1968)                                                   55

Ege Sorunu

Kıbrıs Sorunu                                                                                                         

Türkiye’nin 1980 ve Sonrası Dönemi                                                                    56

Türkiye Ekonomisini Etkileyen 4 Kriz                                                                  

Özelleştirme                                                                                                            57

ABD Türkiye’ye Neden Yakınlık Gösterdi?                                                          58

Kürt Sorunu ve ABD

“ABD, Türkiye’de Toprak Bütünlüğünü Desteklemiyor, Aksine Köstekliyor  

Çevik Kuvvet (Birleşik Devletler Merkezi Komutanlık)                                        59

Mutabakat Muhtırası (29 Kasım 1982)                                                                59

Limni Sorunu

Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA, 18 Aralık 1985)

Ortadoğu’da Su Sorunu                                                                                        60

Boğazlar Sorunu

Körfez Savaşı                                                                                                         

Körfez Savaşı Sonrası

Körfez Savaşında Türkiye’nin Kayıpları                                                               61

Avrupa Birliği ve Türkiye (AB, 7 Şubat 1992)

Oyalamanın Serüveni                                                                                             62

Türkiye AET’ye 1959’da üye olmak üzere başvurdu

Ankara Anlaşması (12 Eylül 1963)                                                                        63

Lüksemburg Zirvesi (Mart 1976)                                                                           64

Avrupa Tek Senedi (1 Temmuz 1987)                                                                 65

Dublin Zirvesi (28 Nisan 1990) 

Matutes Paketi (6 Haziran 1990)

Maastricht Anlaşması (7 Şubat 1992), (AET –AT) Avrupa Birliği oldu

Lizbon Zirvesi (25-27 Haziran 1992), Edinburg Zirvesi (11-12 Aralık 1992)

Kopenhag Kriterleri (22 Haziran 1993)

Gümrük Birliği (6 Mart 1994’te imza. 13 Aralık 1995’te yürürlüğe girdi             66

Madrit Zirvesi (16 Aralık 1995)

Amsterdam Zirvesi (16-17 Haziran), Lüksemburg Z. (12-13 Aralık 1997)        67

Cardiff Z. (15-16 Haziran), Viyana Z. (11-12 Aralık 1998)

Köln Zirvesi (3-4 Haziran 1999)

İlerleme Raporu (13 Ekim 1999)

Helsinki Zirvesi (10-11 Aralık 1999) Türkiye “aday” ülke oldu

Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB, 17 Temmuz 2000)

Genişletilmiş Siyasi Diyalog (4 Aralık 2000)                                                       68

Nice Zirvesi (8-10 Aralık 2000)

Ulusal Program

Leaken Zirvesi (14-15 Aralık 2001) …                                                                 69

AB; Kıbrıs, Ermeni Soy. İddiaları, Azınlıklar- Bölücülük, Ege Sorunu, Patrikhane, Heybeliada Ruhban O, IMF programları konularında, Türkiye’den Ne İstiyor?

Kıbrıs, Ermeni Soykırımı İddiaları, Azınlık Sorunu-Bölücülük                           70

Ege Sorunu, Patrikhane, Heybeliada Ruhban Okulunun Yeniden Faaliyete Geçirilmesi, IMF Programlarının Uygulanması, Sonuç                                                           71         

AB Yolunda Neler Yapılacak? Adım Adım 2004                                                72

2000’de, 2001’de, 2002’de Yapılacaklar                                                            73

2003’te, 2004’te Yapılacaklar                                                                              74

Bu İşte Bir Terslik var Avrupa Birliği’ne Hayır

Türkler Aynı Zamanda Avrupalıdırlar                                                                  75

Araştırmacı Kazım Mirşan ve Haluk Tarcan

Büyük Araştırmacı Yüceler Yücesi ATATÜRK Atatürk’ün Bir Şiiri

Gümrük Birliği (13 Aralık 1995)                                                                            

Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK, AB Ordusu)                              

AB İlişkilerinde Anayasa İhlali ve Yetki Aşımı                                                   76

Türkiye-İsrail Serbest Bölge Anlaşması (14 Mart 1996)                                  77

Türkiye-AB Tarım Anlaşması (9 Ocak 1998)                                                       

Güneydoğu Avrupa (Balkan) İstikrar Anlaşması (30 Temmuz 1999)

Uluslararası Tahkim                                                                                              

Türkiye-ABD Tic. ve Yat. İlişki. Geliştirilmesi Anlaşması (7 Aralık 1999)          78

Nitelikli Sanayi Bölgesi                                                                                          79

Çare ve Çözüm                                                                                                     79-80
Dipnotlar ve Kaynakça (158 adet)                                                                        81-85         

**********************

Dosya şöyle başlamakta                              :

  • İlkel’den İNSAN’a varış; insanın Kendin’den Kendine’dir,
    bir hayli emek, sabır, akıl, bilim, vicdan ve gönül ister.

Taş Devri (Paleolitik Çağ) dediğimiz dönemde, mağaralarda birarada yaşayan, ilkel-eşitlikçi-durağan bir birlikleri olan, ilkel sürü diyebileceğimiz insanlar; daha çok kadınların uğraştığı Toplayıcılık, erkeklerin uğraştığı Avcılık ve Balıkçılık yaparak; Asalak ekonomileri, ortak çalışma, ortak paylaşma ve işbirliği ile yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Ateşi bulmuşlar, taştan aletler yapmışlardır. Korku ve umuda dayalı, düzensiz, raslantısal, sınıflandırıcı, düşçü, taklitçi ve sihirsel kültüre bağlı bir yaşamları vardır. Sonraları Devşiricilik denilen, yabani tahıl toplayıcılığı ile Ambarlama ve Biriktirme yöntemlerini kullandıkları, dinsel düşünüşün yavaş yavaş başladığı, bir tarıma ve üretime geçiş dönemi yaşamışlardır (-12.000, Mezolitik). Daha sonra da insanlar, coğrafi olayların, iklim koşullarının zorlaması ve nüfus artışı nedeniyle, sığınaklarını, mağaralarını bırakmışlar, ekolojik olarak zengin topraklara, vadilere ve daha çok su kenarlarına yerleşmişlerdir. Avcı ve toplayıcı topluluklar, biriktirdikleri malları taşıyamayacakları için yerleşik düzene geçmişler, korunmak için hendekler, surlar yapmışlar, bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye başlamışlardır. Balta, kazma, kürek, çapa, saban, döven, orak, pulluk ve tırpanla yani elle yapılan “tarım”la üretime geçmiş ve toplumsal yaşamı başlatmışlardır (-10.000, Neolitik Çağ). Tekerlekli taşıma araçları, yelkenliler yapmışlar, yünleri eğirip, kumaş dokumuşlar, sazdan hasır ve sepetler örmüşler, kolyeler yapmışlar, topraktan kaplar yapıp seramiklemişler ve yemeklerini pişirmeye başlamışlardır. Toplayıcılık ve avcılıktan tarım ve hayvancılığa geçiş, zamanla yiyecek depolamayı da (artı ürün) olanaklı kılmıştır. Biriktirilen yiyecek fazlası; artık tarımla uğraşmayan, araç gereç yapımıyla uğraşan, bir kısım uzman zenaatçıların da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tarımsal ürün fazlalığı, ekonomideki ve teknolojideki gelişmelerin temel kaynaklarından biridir. Ekim, dikim, hasat, zenaatçılık, uzmanlaşma derken, köyler kurulmuş, tarım ürünlerinin pazarlanması, değiş tokuş edilmesi ile ticaret diyebileceğimiz alış-veriş başlamıştır. Köylerin zenginleşmesi ve gelişmesi ile kentler kurulmuş ve daha sonra Devletler ortaya çıkmıştır.

Neolitik Çağın geliştirdiği üç kurum;

Din (Korku, umut, yalvarma, yakarma, tapma, tapınma, başeğmeye ödül, başkaldırmaya ceza, ruh, öte dünya, tanrı, melek, şeytan, cin vb),

Aile ve

Devlet’tir.

Artı ürün, toprak ve verimli yerleri ele geçirerek hüküm sürme uğruna, çekişmeler, kavgalar çoğalmış, istilalar başlamıştır. Ekonomik, siyasi çıkar çatışmalarıyla
sınıf kavgaları ve ülkeler arasında sömürü ilişkileri hızlanmıştır.

Makineleşme: 1840-1850 yılları…

Ve dosya şöyle bağlanmakta                   :

Özetle                   :

Yeni bir kurtuluş savaşı gerek…

Çare; Yüceler Yücesi Atatürk’ün yolunu; Akıl, bilim, vicdan ve gönül eşliğinde gereğini yaparak daha ileriye taşımak, insan gibi yaşamak, İNSAN olmaktır…

Bu ulusu tanımayanlar, tanıyamayanlar!!! 

  • BİZ SÖMÜRGE OLMAYIZ, 
  • BİZ KÖLELEŞMEYİZ … 
  • TAM BAĞIMSIZLIK, ÖZGÜRLÜK BİZİM KARAKTERİMİZDİR …

 Aydınlık günler dileğiyle “Günaydın İnsanlık”..

******************

Bu kapsamlı dosyanın üretilmesinde ve paylaşımında paha biçilmez emekleri olan tüm DOST lara, sözcüklere sığmayan gönülden şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
30.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Onur Öymen : 1 Mayıs’ın Düşündürdükleri


Dostlar
,

Sayın Onur Öymen’in elimize geç ulaşan 1 Mayıs yazısını
(1 Mayıs’ın Düşündürdükleri) çok anlamlı ve önemli buluyoruz.
Bu yüzden, birkaç gün gecikmeyle de olsa, hoşgörünüzle paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
7.5.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

Onur ÖYMEN

portresi2

1 Mayıs’ın Düşündürdükleri

Dünya emekçilerinin günü 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen vatandaşlarımız basınçlı su ve biber gazıyla engellendi, yaralananlar oldu, kimilerinin yaşamsal tehlikesi var.

Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı hedefleyen bir ülkeye o görüntüler yakışmadı.

Peki emekçilerimiz Taksim Meydanına ulaşabilselerdi neler söyleyeceklerdi,
neler soracaklardı? Olasılıkla şunları:

* Türkiye’de 2003’te 10 milyon 706 bin işçi vardı. Bunlardan 957 bini sendikalıydı.
2010’da işçi sayısı 13 milyon 712 bine yükseldi, sendikalı işçi sayısı 805 bine düştü
(Kaynak : OECD) acaba neden?

(A. Saltık’ın notu : Ocak 2013’te 10,88 m işçinin ancak %6’sı sendikalı!
Çalışma Bakanlığı Tebliği, RG: 26.1.13)

Nüfusu Türkiye’nin onda birinden az olan Danimarka’da 1 milyon 701 bin sendikalı işçi var.

İspanyol işçilerinden 2 milyon 471 bini, İtalyan işçilerinin 5 milyon 920 bini sendikalı.

Bizdeki sendikalı işçi sayısı niçin bir milyonu bile bulmuyor? (Kaynak : OECD)

Asgari aylık ücret Belçika’da 1502, Hollanda’da 1469, İspanya’da 753 Euro iken Türkiye’de niçin yalnızca 429 Euro? (Kaynak : Eurostat)

Toplam Gayrı Safi İç Hasıla içinde sosyal harcamalar Çek Cumhuriyeti’nde % 20,1,
Avusturya’da %29,1, Macaristan’da %23,9, İngiltere’de %24,1 iken niçin Türkiye’de
yalnızca % 12.8 ? (Kaynak : OECD)

15-64 yaş diliminde istihdam oranı Belçika’da % 61,8, Slovenya’da % 63,7,
Almanya’da % 72,7, Çek Cumhuriyeti’nde % 66,4 iken niçin Türkiye’de yalnızca % 48,7?
(Kaynak : OECD)

Kadın istihdamında niçin bütün OECD ülkelerinin en gerisinde geliyoruz?
OECD ortalaması % 57, Türkiye % 28,5 (Kaynak : OECD)

  • Gelir dağılımı bozukluğunda niçin bütün OECD ülkeleri arasında Meksika ve Şili’den sonra en alt sırada Türkiye geliyor? (Kaynak : OECD)

Tüketici fiyatları artışında; 2005 yılı 100 kabul edilirse 2013 Martında Türkiye’deki fiyat indeksi 186,2. Bizden daha kötü durumda tek bir OECD ülkesi yok. Acaba neden? (Kaynak : OECD)

İşte Taksim’e çıkılabilseydi herhalde bunlar söylenecekti.
Belki de bu sorulara yanıt verilemeyeceği için Taksim’e çıkılmasına izin verilmedi.

Ne yazık ki, anayasamızın değişmez maddeleri arasında bulunan
“sosyal devlet” ilkesi, bu verilerin gösterdiği gibi kağıt üzerinde kalıyor.

Dünya emekçilerinin bayramında işte bunlar konuşulmalı, tartışılmalıydı.

Basın da arbede görüntülerinin yanında hiç değilse bir sütun da bu verilere
yer verebilmeliydi.

  • Çalışanların, emekçilerin haklarını çağdaş düzeye getirmeden
    demokrasiden söz edebilir miyiz?