Etiket arşivi: “stagflasyon”

Alternatif ekonomi modeli

Geniş halk kitlelerini derinden etkileyen olağan dışı bir ekonomik krizin içindeyiz. Salgını dahi unuttuk, geçim derdindeyiz. Ekmekten suya, yaşamın her alanında fiyat artışları karşısında çaresiziz. Tepkimizi bir süredir kamuoyu araştırmalarıyla göstermeye çalışıyoruz.

Araştırmalarda ekonomi “ülkenin en büyük sorunu” olarak açık arayla ilk sıradaki yerini koruyor. İPSOS’un son araştırmasında %90 çıtasını da aşmış. 2. sıradaki salgın %10’u bile bulamıyor…
***
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, buna rağmen (karşın) oldukça iyimser.

Türkiye’nin krizden en az etkilenen ülkelerden olduğunu” söylüyor. “İsteyen herkesin çalışacak işi var” diye de ekliyor.

Çarşı, pazar böylesi bir iyimserliği doğrulamıyor. “İsteyen herkesin çalışacak işi var” sözünün de en azından şimdilik TUİK’in istatistiklerinde bile karşılığı yok.
***
Kriz bazı iktisatçılar tarafından “stagflasyon” diye adlandırılıyor. “Durgunluk içinde yüksek enflasyon” olarak kavramsallaştırılıyor. Peki doğru mu bu?

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu krize “stagflasyon” denilmesini eksik ve yetersiz bulanlar olduğu gibi, böylece krizin doğallaştırıldığını, yapısal nedenlerinin ve toplumu yoksullaştıran sonuçlarının gizlendiğine dikkat çekenler de var.

Klasik ekonomi literatüründe “durgunluk” kavramı ekonomide üretimin düştüğü ya da en azından artmadığı bir ortamı, “yüksek enflasyon” kavramı da fiyatların hızla arttığı bir dönemi tanımlanıyor.

Bugün Türkiye’de döviz şoklarıyla birlikte yaşanan fiyat artışları, halk diliyle hayat pahalılığı “stagflasyon” tanımıyla örtüşüyor. İstihdamdaki ve üretimdeki daralmalar bağlamında da  herhangi bir tanım uyumsuzluğu görülmüyor. Ancak, büyüme konusunda “stagflasyon” tanımı yerli yerine oturmuyor.

Büyümenin “stagflasyon” olarak kabul görmesi için belirli bir süre -/+ 1 aralığında ya düşmüş ya da yerinde saymanın en fazla bir adım ilerisinde artmış olması gerekiyor.

Türkiye’nin büyümesi -/+ 1 aralığında değil. Çok ama çok farklı.

TUİK’in resmî açıklaması, 2021’de ekonominin % 11 oranında büyüdüğü yolunda. Böylece son beş yılda salgına ve döviz krizlerine rağmen (karşın), TUİK verilerine göre ekonomimiz yıllık %4’lük bir büyüme ortalamasına ulaşmış oluyor.
***
TUİK verileri aynen enflasyonda olduğu gibi, büyüme konusunda da ne kadar güvenilir, bu ayrıca tartışılabilir. Ancak bu tartışma, yüksek büyüme oranlarıyla gündeme gelen bir dizi temel soruyu gölgelememeli. Ekonomi dünyasının efsane hocası Prof. Korkut Boratav soruyor:

· 2021’de Türkiye ekonomisi %11 büyüdü. O zaman sokaklar niçin tepkilerle doldu? Neden işçiler sokaklara indi? Yakılan elektrik faturaları neden?
· Türkiye ekonomisi son beş yılda salgına ve döviz krizlerine rağmen yıllık %4’lük bir ortalama ile büyümüş oluyor. Bu tempoda bir büyümeye rağmen mutlak yoksullaşma, gelirleri aşan enflasyon, işsizlik, istihdamdan kopma, reel ücretlerde erime, diplomalı işsizler nasıl açıklanabilir?

Prof. Boratav sorularının yanıtını da kendisi veriyor:

  • “Tek bir yanıt var: Türkiye son beş yılda iktisat tarihi boyunca benzerine hiç rastlamadığımız bir bölüşüm şokuyla karşılaştı.

Son beş yılın milli gelir verilerine göre ücretlilerin net hasıladan aldığı pay 6,2 puan eridi.

Demek ki ekonomi büyürken Türkiye’nin emekçi halkı mutlak yoksulluğa sürüklendi. Tüm emekçi katmanlar, işçi sınıfını, küçük esnaf ve köylüyü içine alan büyük bir kitle, gelir kayıpları yaşadı.”
***
Kamuoyu araştırmaları da doğruluyor Prof. Boratav’ı…
Son bir yılda hane gelirlerinin azaldığını söyleyenler çoğunluğa ulaşmışlar.
Ancak, yaşanan bunca soruna, yoksulluk ve işsizliğe rağmen bu çoğunluk sandıkta aynı oranda karşılık bulmuyor.

Bunun bir nedeni toplumun yorgunluk ve bıkkınlığı. Kendini yorgun ve bıkkın hissettiğini dile getirenlerin oranı %60’ın üzerinde. Bu yorgun kitle aynı zamanda yılgın da… Gelecekten umutsuzlar. Çoğunlukla yakın gelecekte ekonomik durumlarının daha kötüye gideceği kaygısını taşıyorlar. Siyasetten de umutlarını kesmiş gibiler. “Bu sorunları kim çözer” diye sorulduğunda kararlı bir duruş gösteremiyorlar.

Çözümü AKP’de aramıyorlar. Ancak, “çözü muhalefet” de demiyorlar.

Kendisini geleceğin iktidarı ilan eden Millet İttifakı, Türkiye’yi daha iyi yönetecekleri konusunda henüz toplumu ikna edebilmiş değil. Millet İttifakı’nın ülkeyi yönetmeye hazır olduğuna inananların oranı “oy vereceğim” diyenlerin 5 puan kadar altında. Kamuoyu araştırmacıları, muhalefetin halkta heyecan yaratacak politikalar üretemediğine, somut projeler ortaya koyamadığına dikkat çekiyor. Gerçekten de muhalefetin, “yolsuzlukları önleyince her şey çok güzel olacak” demek dışında alternatif bir ekonomi politikası yok.

Şimdilik sadece belediyelerin bazı, o da ister istemez sosyal politikalarla sınırlı çalışmalarıyla avunuluyor.
***
Muhalefet daha fazla gecikmemelidir. Alternatif (seçenek) ekonomi politikasını ortaya koymalıdır. Hiç kuşkusuz, nas temelli faiz politikasından vazgeçilmesi, ekonomi yönetiminin yolsuzluklardan arındırılması önemlidir. Yollar ve köprülerdeki araç, havaalanlarındaki yolcu, şehir hastanelerindeki hasta sayılarıyla ilgili uçuk taahhütlerin kamu yararı doğrultusunda düzenlenmesi büyük finansal rahatlama sağlayacaktır.

Ancak, muhalefetin alternatif (seçenek) politikası bununla sınırlı kalmamalıdır. Mevcut neoliberal küresel ekonomi politikalarından vazgeçilmediği sürece, yoksullaştırılmış halk kitleleri sahiplenilemez. Onların gayrisafi milli net hasıladan aldıkları pay yükseltilemez.

Bunu gerçekleştirmek için kamu yararını önceleyen, büyümeyi kalkınmaya dönüştüren alternatif bir ekonomi modeli uygulanmalıdır. Türkiye böyle bir modeli 1931-38 yılları arasında uygulamıştır.

  • 1929 Dünya Ekonomi Buhranı sonrasında ana omurgası planlama olan üretim odaklı karma ekonomi düzenine geçmiştir.

Bu düzen, özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için emredici olan devlet güdümlü bir kalkınma stratejisidir. Anılan dönemde bu stratejiyle bir yandan Osmanlı’nın borçları ödenirken öbür yandan yabancıların elinde olan sanayi, ulaşım gibi sektörlerde, su, demiryolu, tramvay, rıhtım, kömür madeni, telefon, elektrik, havagazı, bakır madeni, kömür madeni işletmeleri millileştirilmiştir. Yeni yatırımlarla da olağanüstü bir sanayileşme atılımı başlatılmış, bugün ucuz bedellerle satılan çok sayıda fabrika kurulmuştur.

Kısacası, 1929 Dünya Ekonomi Buhranı Türkiye için fırsata çevrilmiştir.

Unuttuğumuz, bize unutturulan bu başarı, dün olduğu gibi bugün de toplumda daha iyi gelecek umudunu yeşertecek, istenmeyen durumları değiştirme azmini pekiştirecek derslerle doludur. Bu dersler, muhalefetin yorgun ve bıkkın, gelecekten umudunu kesmiş geniş halk kitlelerini ikna etmesinin anahtarı olabilir

OECD ÜLKELERİNDE ENFLASYON

Prof. Dr. D. Ali Ercan
Çekirdek Fiziği Uzmanı
ADD Bilim Kurulu Başkanı

Değerli arkadaşlar,

Türkiye’deki hiper-enflasyona bir teselli kuyruğu bağlamak için iktidar yanlılarının ağzında sakız yaptığı “efendim, enflasyon yalnızca bizde yok ki, tüm Dünya enflasyonun pençesinde…” şeklindeki söylentileri bir yana bırakarak, gerçekleri gösteren sayılara bakalım…

Evet “enflasyon” Kapitalizmin, serbest piyasa sisteminin kaçınılmaz bir ögesidir (başka türlü küresel Finans merkezleri nasıl kazanırlardı ki..) ancak parasının değerini düşürmeyen, üretken ekonomilerde bu enflasyon rakamları %0’ın altında gezinirken, akıl, mantık, hesap, kavramlarının terkedildiği “no man’s land” veya “Yolgeçen Hanı” olan ülkelerde tümüyle raslantılara bırakılmış bir curcuna pazar ekonomisi (?) görülüyor, ki bunun da en güzel örneği Türkiye’dir… (ardından Arjantin, Şili, Güney Afrika gibi ülkeler geliyor)

Aslına bakarsanız, Türkiye’de olan enflasyon değil, “stagflasyon” denen çok daha vahim (ürkünç) bir durumdur; yani salt paranın değerinin düşüşü, yerlerde sürünüşü, pahalılık ve enflasyon değil; aynı zamanda işsizlik, kredi/güvenirlik yitimi ve iflasın eşiğindeki bir ülke görünümüdür.

Dünyanın, küresel ısınım sonucu adım adım iklim felaketine doğru sürüklenişi (AS: “iklim faciası” aşamasındayız!) bilindiği, görüldüğü halde, hâlâ tüm Dünyada kullanılan toplam enerjinin %80 ini oluşturan fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğal gaz..) azalmadan maalesef aynı hızla kullanılması sürdürülüyor. Bu enerji kaynaklarının ürünü olan sera gazları (CO2, Metan.. ) salımını sıfırlamak yaşamsal öncelik taşıyor. Bu durum (Ukrayna savaşının getirdiği ek enerji sıkıntısı olmasa bile) fosil yakıt fiyatının her geçen gün yükselişini adeta kaçınılmaz kılacaktır.

Enerji sıkıntısı demek, alışılmış yaşam biçiminden büyük ödün vermek anlamına gelir. Enerji yoksunluğu, her şeyden önce üretim sıkıntısı, pahalılık, sağlık sorunlarını birlikte getirecektir elbette…

  • Kısaca, kapitalizm kaçınılmaz sona doğru, insanlığı ve gezegeni de birlikte sürüklüyor; bakalım bu anafordan insanlığın ne kadarı kurtula bilecek.
    ***

Değerli arkadaşlar,

Daha önce de yayınlamıştım; Mart 2021 / Mart 2022 arası 1 yılda Doların TL karşılığı 7 TL’den 14 Liraya, yani 2 katına çıktı; ayrıca Doların da son bir yılda %7 değer yitimini hesaba katarsak, “ithalat kalemlerine giren tüm malların fiyatında yaklaşık %110 dolayında bir enflasyon olabilir” demektir. Öte yandan Ülke ekonomisinin (Tarım, Sanayi, Hizmet sektörleri) tümüyle, %100 Dolara endeksli olduğunu söyleyemeyiz, ama en az 2/3 oranında bağımlı olsa, toplam %70 dolayında bir “yıllık enflasyon” dan söz edebiliriz; öyleyse, son bir yılda %70 üzerindeki tüm fiyat artışları, ek zamlar vs. vurguncu, talancı fırsatçı takımının işidir..

Neyse ki TÜİK, namuslu bürokrat ve teknisyenlerin baskısıyla yıllık enflasyonu resmen %62 verebildi. Peki bizde TÜFE üzerinden %62 olan enflasyon öbür OECD ülkelerinde ne durumda, onu da ekli grafikte görüyorsunuz, Arjantin ve bir-iki ülke dışında tümü %10’un altındadır….

Fotoğraf açıklaması yok.

Yalana dolana, talana sığınanların hükmü daha ne denli sürecek ? Önümüzdeki seçimde göreceğiz.

Sevgilerimle.æ

Hükümetin bir enflasyon politikası yok!

Prof. Dr. Bülbül: Hükümetin bir enflasyon politikası yokProf. Dr. Bülbül

09 Nisan 2022, cumhuriyet.com.tr
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Hükümetin para basarak günü kurtardığını söyleyen Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, “Türkiye’de yoksul, zenginin varlığını korumaktadır.

Bu politikalarla, Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir. Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi.

İktidarın gıda ürünlerinde KDV’yi %1’e indirmesinin ve aynı oranda indirimi marketlerden de “dilemesinin” üzerinden bir ay geçmesine karşın raflar yine ateş pahası. Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, yurttaşın belini büken enflasyona ve yapılması gerekenlere ilişkin dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Ege Saati’nden Yusuf Körükmez’e konuşan Bülbül, “Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Zaten hükümetin de, enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi. Körükmez’in soruları ve Prof. Dr. Bülbül’ün yanıtları şöyle:

– Hükümet enflasyon artışını neden durduramıyor? Bu artış hızı bu şekilde devam ederse Türkiye’nin önünde ne gibi sorunlar çıkar?

Türkiye’de enflasyonun temel sebebi, maliyetlerden kaynaklıdır. Yani Türkiye’nin enflasyonu maliyet enflasyonudur. Maliyet enflasyonunun bir nedeni ithal edilen ara mallardan kaynaklı olabilir. Ancak bu durum enflasyonun yalnızca bir bölüm nedenidir. Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Ara malı üretemeyen, salt ranta dayanan bir ekonominin makro sorunlarına çözüm getirmesi mümkün olamayacaktır. Özellikle petrol, enerji ve doğal gaz gibi üretim girdilerini üretemeyen bir ekonominin kalıcı biçimde bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Ayrıca yürütme organının, iktisat teorisinde (kuramında) yer almayan, “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” gibi bir politikası enflasyonun çözümüne hiçbir katkı sağlamayacağı gibi, enflasyonu daha çok artıracaktır.

“TÜRKİYE’DE YOKSUL, ZENGİNİN VARLIĞINI KORUMAKTADIR”

Faiz oranlarını düşürerek enflasyonu düşürme politikası, ekonomide çok farklı ve olumsuz bir tablo ortaya çıkarmıştır.

  • Şu anda ekonomi bilimiyle açıklanamayan bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.

Enflasyon oranı % 61, Merkez Bankasının politika faizi % 14,
Hazine borçlanma faizi % 27 ve piyasa faizi ise % 26 dolayındadır.

Devlet böyle bir politikayla, insanların Türk parası varlıklarının reel olarak gerilemesine neden olmaktadır. Ancak bazı kişilerin ise, kur korumalı mevduat faizi ile paraları korunmakta ve bu fark hazineden vergilerle karşılanmaktadır. Örneğin, üç ayda kur korumalı faiz için ödenen para 13 milyar civarındadır (dolayındadır). Bu para insanların verdikleri vergilerle karşılanmaktadır.

  • Yoksulların zenginleri finanse etmesidir.
  • Kısaca yoksul, Türkiye’de zenginin varlığını korumaktadır.
  • Bu politikalara Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir.
  • Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur.

“HÜKÜMETİN BİLİMSEL OLMAYAN EKONOMİ POLİTİKALARI DOLAYISIYLA ENFLASYONUN DÜŞMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR”

Dünyanın her yerinde Merkez Bankalarının görevi fiyat istikrarını sağlamaktır. Yani enflasyonu önlemektir. Ancak Merkez Bankasının para politikası ciddi anlamda pasifize edilmiş (etkisizleştirilmiş) ve tamamen (tümüyle) hükümetin bilimsel olmayan politikalarına angaje olmuştur (bağlanmıştır). Dolayısıyla enflasyonun düşmesi mümkün değildir.

Böyle giderse, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde hiperenflasyonla
karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır.

Enflasyonun bu şekilde sürmesi ve hiperenflasyonla karşı karşıya kalınması, ülke insanlarının daha çok yoksullaşmasına, vergi gelirlerinin ve kamu harcamalarının reel olarak gerilemesine ve gelir dağılımının daha çok çarpıklaşmasına neden olacaktır. Hatta tüm makro dengelerin bozulmasına neden olacaktır.

– Vatandaş geçinemiyor, ekmek, yağ, şeker, et kuyrukları var. Daha kötü ne olabilir sorusunu sordukça yeni zorluklarla karşılaşıyor. Şu anki durumdan daha da kötüsü var mı? Türkiye’yi neler bekliyor?

Türkiye ekonomisi, yukarıda da belirtildiği gibi enflasyon sorununu çözemezse ve üretimi artırıcı bir ekonomi politikası ortaya koymazsa, yoksullaşma daha çok olacak ve giderek halkın temel gıda maddelerine ulaşma imkânı (olanağı) ortadan kalkacaktır.

“DEVLET PARA BASARAK SADECE GÜNÜ KURTARIYOR”

Devletin tek ürettiği politika günü kurtarmak ve zamların yarattığı alım gücü azalmasının önlenmesi için para basmaktır. Para basımı kısa bir süre çalışanları rahatlatsa bile, bir süre sonra daha yüksek enflasyonla reel olarak daha çok yoksullaşmalarına neden olmaktadır.

Türkiye ekonomisi faiz oranında dünyada üst sıralarda, yüksek enflasyon konusunda ilk on ülke arasındadır.

Doların bu politikalarla dönem sonun 20 TL’yi geçmesi kaçınılmazdır.

Uluslararası raporlarda da 2022 yılının ekonomi açısından daha kötü olacağı belirtilmektedir.

“Kur korumalı TL vadeli mevduatı”nın da beklenenin aksine dolarizasyonu düşürmediği çeşitli raporlarda belirtilmektedir.

Türkiye’nin 2022 enflasyonu böyle giderse %150’lerin üzerine çıkacaktır.

Dolar kuru artacağı için dış borç stoku giderek artacaktır. Türkiye’nin salt 2022 yılında ödemesi gereken dış borcu 170 milyar Dolara yakındır. Bu durum makroekonomik dengelerin önümüzdeki günlerde çok daha kötü olacağının göstergesidir. Özetle, makro gösterge ve değerlere bakıldığında ekonomik anlamda

  • 2022’nin çok sorunlu ve zor bir yıl olacağı gerçeği açıktır.

Gıda maddelerinde %7 oranında bir indirim olması, son dönemlerde üç kat artan gıda fiyatlarına olumlu yansımayacaktır. Çok kısa bir süre olumlu etki yaratsa bile, enerji ve diğer girdi maliyetlerindeki artışın yanında hiçbir anlamı olmayacaktır. ÜFE artışı, bir süre sonra TÜFE’ye yansıyacaktır. TÜFE’ye yansıyan % 50’lik fiyat artışının yaratacağı yüksek fiyatların %7’lik bir indirimle telafisi olanaklı olmayacaktır.

“TÜRKİYE’DE VERGİ YAPISI ADALETSİZDİR”

Esas olarak enerji fiyatlarındaki ve üretim girdilerindeki KDV oranlarının düşürülmesi gerekmektedir. Sonuç olarak ÜFE ile TÜFE arasından ciddi bir fark olduğu dikkate alınırsa, bu tür KDV indirimleri enflasyon için kalıcı çözüm olmayacaktır.

Türkiye’de vergi yapısı adaletsizdir. Bunun temel örneği, dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payının %65 dolayında olmasıdır. Dolaylı vergiler, ödeme gücünü kavrayamaz ve tersine artan oranlıdır. Bu durum gelir dağılımı çarpık olan ülkenin gelir dağılımını daha da kötüleştirecektir. Dolayısıyla, sosyal devlet vurgusu yapan ülkenin öncelikle bu durumu düzeltmesi gerekir. Ayrıca orta ve düşük gelir kesimlerinin kullandığı temel ürünlerdeki KDV oranlarının tamamen (tümüyle)  kaldırılması, sosyal devlet anlayışının gereğidir. Sonuç olarak,

  • Ekonomi ve maliye politikaları açısından bakıldığında, Türkiye sosyal devlet değildir. (AS: Bu politikalar Anayasa md.2’ye, 5’e, 65’e, 73’e…. açıkça aykırı!)

“KDV YÜKÜ GENİŞ HALK KİTLESİNİN ÜZERİNDEN ALINIP YÜKSEK GELİR GRUBUNA AKTARILMALIDIR”

– Vergi sistemimizde köklü değişikliklere ihtiyaç olduğu konuşuluyor. Mevcut düzende KDV yükü nihai (son) tüketicinin üzerinde kalıyor. Firmalar ödediği KDV’yi yansıtırken son tüketici yani vatandaş bunu yükleniyor. Bu noktada bir değişikliğe ihtiyaç var mıdır?

Katma değer vergisi, teknik olarak, yayılı bir muamele vergisidir. Yani imalattan tüketime dek her aşamada alınan bir vergidir. Ancak her aşamada alınan vergi, nihai (sonal) olarak tüketiciye aktarılmaktadır. Bu durum hem tüketicinin yükünü artırmakta, hem de mevcut fiyatları daha fazla artırmaktadır.

Türkiye’de öncelikli olarak vergi sisteminde ciddi bir yenilenmeye ihtiyaç var. Vergi sisteminin adil olması gerekmektedir. KDV yükünün geniş halk kitlesi üzerinden alınıp, yüksek gelir grubu üzerine aktarılması sağlanmalıdır. Ancak esas itibariyle (öz olarak), gelire göre vergi sistemi kurulmalıdır. Vergilerde esas olan ödeme gücüdür. Türkiye’de vergilerin önemli bir yükü orta ve düşük gelir grubunun (diliminin) üzerindedir. Vergi yükünün gelir grupları arasında adil dağılımının sağlanacağı bir sistem kurulmalıdır. Bunun yolu da, toplam vergi gelirleri içinde dolaysız vergilerin payının artırılmasıdır.

“TÜRKİYE EKONOMİSİ STAGFLASYON İÇİNDE”

– Telaffuz edilen terim ‘enflasyon’ fakat halk stagflasyon yaşıyor yani enflasyon ve deflasyonun negatif yönlerinin birlikte hissedilmesi. Bu noktada stagflasyon terimini kullanmamız daha doğru olmaz mı?

Durgunlukla beraber yüksek enflasyonun yaşanması anlamına gelen stagflasyon, özellikle 1970’li yıllardaki petrol krizi sırasında tüm dünyada ortaya çıkmış bir iktisadi sorundur.

O dönemde ortaya çıkan stagflasyon krizi elbette ki, bugünkü durumdan farklı olacaktır. Ancak, günümüzde Türkiye ekonomisinde ciddi bir maliyet enflasyonu söz konusudur. Özellikle üretimde önemli girdi olan enerji fiyatlarındaki artış, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde enflasyon oranını daha fazla artıracaktır. Ayrıca Türkiye ekonominin uygulamış olduğu yanlış kur ve faiz politikası, çok daha olumsuz sonuçları meydana getirmektedir. Maliyetlerde artış bir yandan fiyat artışlarına neden olurken, bir yandan da yüksek maliyetlerle üretim yapma olanağını azaltarak durgunluğa ve işsizliğe neden olmaktadır. Bu iki sorunun Türkiye’de yaşanması stagflasyonu ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu duruma önlem alınmazsa, çok daha kötü olan slumpflasyon sorunuyla karşılaşılması kaçınılmazdır.

  • Slumpflasyon ise, ekonomik çöküntü içinde enflasyonun yaşanmasıdır.

Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin stagflasyon içinde olduğunu belirtmek mümkündür. Hatta önlem alınmazsa ve küresel likidite de iyice kısılırsa, slumpflasyonun yaşanması da şaşırtıcı olmamalıdır.
================================================

Sevgili Duran hocam,

Lütfen, derneklerinizle, örgütlerinizle toplu olarak sesinizi yükseltin…
Çözüm önerileri koyun masaya…
Bağımsız Sosyal Bilimciler ortamı örneğin…

  • TR, siyasal tarihte örneği görülmemiş bir anomali tablosunda..
  • Çözümler de olağandışı duruma uygun nitelikte olmalı..
  • En güçlü dayanağımız MEŞRU YAŞAM HAKKIMIZ
  • Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı EVRENSEL DİRENME HAKKIMIZ

Bir “Ulusal İktisat Kurultayı” yapın Duran hocam..
Öncü olun, halkta ve muhalefette karşılığını bulur.
6 partinin ekonomi politikasını Babacan ve partisi hazırlayacakmış… (!!)
Yandı gülüm keten helva..
Hocam, gün bu gündür Ülke ve Ulus için..
Haydi, soyunun ağır göreve..

ADD gelecek yıl bir Ulusal İktisat Kurultayı düşünebilir..
17 Şubat 1923…. 17 Şubat 2023..
İzmir’de.. Türkiye İktisat Kongresi‘nin 100. yılında..
*
Ama şimdi ACİL DURUM var!…

Sevgi, saygı ve dostlukla..
10.04.22, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK 
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye)

Not : Sn. Prof. Bülbül’e yolladığımız üstteki iletiyi ülkemizin önde gelen yurtsever birkaç ekonomisti ile de paylaştık.. Prof. Bilsay Kuruç, Prof. Halil Çivi, Prof. Yalçın Karatepe, Prof. Erinç Yeldan, Prof. Aziz Konukman, Dr. Serdar Şahinkaya .. gibi.

Çok değerli dostumuz Erinç hocamız yanıtladı bizi :
Evet, değerli hocam.. İktidarın bütün propagandası muhalefetin ekonomi bilmediği üzerine. Ekonomideki tahribatı ört bas edecekler.
Çalışıyoruz hocam. Emin olun. Sevgilerle

CANAL ISTANBUL için ben de birkaç kelime yazdım

CANAL ISTANBUL için ben de birkaç kelime yazdım

Oraj POYRAZ
0raj.p0yraz@neomailbox.net  oraj.poyraz@openmail.cc 

1) Boğazlardaki trafiği ücretli bir kanala yönlendirmek mümkün değildir. Sivil ulaşım açısından Boğazlar uluslar arası su yoludur ve serbestisinin korunması için başta ABD olmak üzere bütün dünya ülkeleri karşımızda dikilir. Sivil gemi trafiği Montrö‘nün kısıtlamaları dahilinde değildir. Askeri gemi trafiği söz konusu olunca Montrö anlaşması (AS: Sözleşmesi) buna engeldir. Bu anlaşma bütün taraf savaş gemilerini sınırlar ama yalnızca Türkiye’yi kısıtlamaz bu yönüyle bizim için bir köstek değil destektir.

ABD ve batılı donanmaların ülkemizi öbür bütün denizlere ek olarak Karadeniz’den de kuşatmasını sınırlar ve engeller. Benzer biçimde Rusların Karadeniz donanmalarını boğazlardan geçecek ölçüler kapsamında küçük tonajlı tutmaya zorlar ve bizi ek olarak Akdeniz’den kuşatmalarının önüne hayli zorluk getirir.

Montrö Sözleşmesi’nin bize yarattığı bir engel yoktur tam tersine bütün taraflara engel yaratır. Aklı başında milli menfaatleri önceleyen bir vatanseverin bu yönüyle Montrö Sözleşmesi’ne karşı olmasını anlamak mümkün değildir. Kaldı ki bize bir köstek olarak öne sürülen Montrö Sözleşmesi büyük oranda askeri gemi trafiği ile ilgilidir ve boğazlardan geçen askeri gemi trafiği toplamın çok azıdır. Yani askeri gemi trafiği öyle anlamlı bir hacimde değildir. Doğrusu askeri gemileri yapılacak kanala yönlendirmek de hayli zorlu bir iştir. Amaç boğazları ULUSAL bir su yolu durumuna sokmak ve deniz trafiğini dilediğimiz şekilde yönetmek durdurmak kimilerine engel koymak ise, oldukça zorlu bir iştir.

Tarihte Osmanlı döneminde bile Boğazlar pek çok düşman ülkeye açık olmuştur. Osmanlı’nın denizlerde can düşmanı olan Cenevizlilerin bile Kırım’da ticaret kolonileri olmuştur. Açıkçası Ceneviz ticaret gemileri İstanbul Boğazından sultanlara bakarak İstanbul silüetini izleyerek yüzyıllarca geçmiştir. Boğazları tam olarak kapatmak ya da belirli ülkelere yasaklamak ancak dünya savaşlarında olmuştur. Bu gün Boğazların ulusal su yolu statüsüne sokulması ancak büyük savaşların sonunda ve yine de geçici olarak olabilecek bir iştir. Çünkü sahildar (AS: kıyıdaş) ülkelerin hiçbiri kalıcı bir deniz blokajına razı olmaz.

2) Boğazlardan geçen gemi trafiği ise yıldan yıla azalmaktadır. Evet bu azalmaya karşılık olarak gemi tonajları artmaktadır. Boğazlardan geçen malın büyük bölümü petro-kimya ürünleridir. Bu ürünlerin boğazlardan emniyetle geçmesi için alınabilecek ek önlemler vardır. Ve bu ürünlerin boğazlardan gemiyle değil ama doğalgaz petrol boru hatlarıyla taşınması için yapılan devasa yatırımlar sürmektedir. Umuyor ve kestiriyorum ki önümüzdeki yıllarda bu boru hatları tam kapasitelerine ulaştığında boğazlardaki petro-kimya yükü taşımacılığı azalacaktır.  Boru hatları yatırımları akılcıdır ve gerçek çözüm de budur, sürüdülmelidir. Ayrıca boru hatlarından ücret alma olanağı yasal ve ahlaksal olarak vardır.

3) İstanbul sürekli olarak büyümektedir. Ve tarihinin en başından bu yana sürekli olarak su sıkıntısı yaşamış bir metropoldür. Halen hem dünya küresel olarak hem Türkiye hem özelde İstanbul bir susuzluk sorunu ile karşı karşıyadır. Her şey ideal biçimde yapılsa bile İstanbul’un ek MEGA su sağlanması projelerine gereksinimi zaten vardır. Kanal İstanbul için önerilen güzergah İstanbul’un tatlı su kaynaklarının bulunduğu alandır. Bu alanda İstanbul’a içme suyu temin etmek üzere tarih boyunca yapılmış pek çok baraj ve tesis vardır. Bunlara zaman içinde yine astronomik miktarda paralar harcanmıştır. Kanal İstanbul yapıldığında bu havzaların tuzlu su ile kirlenmesi beklenen ve uyarılan bir konudur. Ve bu su havzalarının seçeneği de yoktur. Korkarım bu su havzaları yok olduğunda bu kez de İstanbul’a içme suyu sağlanması için Karadeniz suyunu ters ozmoz yöntemiyle arıtacak daha başka mega projeler için kaynak arayışları ve kamuoyu kampanyaları başlatılacaktır.

4) Karadeniz’in ilk 70-80 m altında bulunan ve biyolojik yaşamı olanaksız kılan hidrojen sülfür dolu zehirli tabaka bu güne kadar hiçbir şekilde ortaya çıkmamış Karadeniz’de ani gaz çıkışları görülmemiş kitlesel zehirlenmeler yaşanmamıştır. Çünkü kimse bugüne dek Karadeniz’i bu denli kurcalamamıştır. Ancak dünyada kitlesel ölümlere neden olan böylesi göller vardır. Bunların kimileri CO2 bazıları Metan biriktiren volkanik göllerdir. Organik atıkların dipte anaerob (AS: oksijensiz) koşullarda dekompozisyonu (AS: parçalanma, yıkım) yoluyla oluşan hidrojen sülfür vb. zehirli gazları biriktiren ender göller de vardır. Hidrojen sülfür gazı, küresel iklim değişiklikleri nedeniyle ile jeolojik çağlarda kitlesel yok oluşları tetiklediği öne sürülen son derece zehirli bir gazdır.

Hazar denizi de benzer yapıya sahiptir. Böylesi göl ve denizlerin ortak özelliği termohalin dolaşımı(AS: sıcak – soğuk su akıntıları) olmayan kapalı havzalar olmasıdır. Bugüne dek böylesi bir durumun görülmemiş olması bundan sonra olmayacağının güvencesi değildir. Özellikle yüzey ve dip akıntılarının ayrışmasına neden olacak ikinci ve sığ bir su yolunun Karadeniz dibinde bulunan bu zehirli katmanın Marmara’ya akmasına neden olması beklenmektedir. Bu yalnızca çürük yumurta kokusu ile rahatsız edici bir durum yaratmanın ötesinde kitlesel zehirlenmelere de yol açması beklenen bir afet durumudur.

5) Bir amatör denizci olarak bugüne dek sayısız profesyonel denizcinin açıklamalarını okudum. Hepsi de ortada var olan geniş ve beleş Boğazı kullanmak varken dar bir kanalı kullanmanın akıl dışılığından söz ediyor. Hepsi de Boğazlarda sanıldığı ölçüde çok bekleme süresi olmadığını beklemelerin makul ve kabul edilir olduğunu belirtiyor. Hepsi de Samatya, Kumkapı açıklarında bekleyen gemileri Boğazlardan geçiş için değil yük, bakım, mürettabat değişimi, ikmal gibi öbür nedenlerden olduğunu söylüyor.

Hepsi de Bernoili ilkesi nedeniyle daralan bir kanalda su akıntılarının şiddetleneceğinden söz ederek büyük gemilerin bu kanalda yürütülmesinin zorluklarından bahsediyor. Hepsi de kanal derinliğinin az oluşundan söz ederek özellikle büyük gemilerin kendi motorlarının tahriki (AS: itkisi) ile gidemeyeceğini bunun Kanal duvarlarına zarar vereceğini, yine gemilerin bu Kanalda duraklamak için bile demir atamayacağını bu Kanalda gemi geçişlerinin büyük oranda römork (AS: çekici) hizmetlerine bağlı kalacağını söylüyor.

Profesyonel denizcilerin hepsi de Boğazlarda yaşanması olası kazaya kıyasla bu dar su yolunda oluşabilecek kazalarda çok daha ölümcül sonuçların beklenmesi gerektiğini belirtiyor. Hepsi de bu kanalda arızalanan sorun yaşayan gemilere römorklar (çekiciler) yardımıyla yön vermenin çekmenin darlık yüzünden çok zorlu ve sorunlu olacağını söylüyor.

Kimileri, Panama Kanalı gibi su terfi (AS: yükseltme) sistemi ve kapıların kullanımını öneriyor. O halde Panama Kanalı gibi bu kanal boyunca tipik Panama Kanalında olduğu gibi kanala paralel döşenmiş demiryolları üzerinde yer alan çekici lokomotifler de düşünülüyor mu? Kimse bundan söz etmedi. Doğrusu Kanal çevresinden güzel su manzarası için arsa toplayanların böylesi bir endüstriyel manzarayı kabul etmesi oldukça zor olacaktır.

6) Projeyi anlatanların en çok ortaya çıkardıkları öge ise kanal boyunca 2,5 milyonluk yeni bir kentin ortaya çıkarılacağıdır. Peki böylesi kalabalık ve sıkışık bir kenti baştan bile bile içinden tehlikeli maddeler de taşıması beklenen dar bir kanalın dibine kurmanın akılcı gerekçesi nedir?

Halen ülkemizde yaşanmakta olan stagflasyon(AS: durgunluk içinde enflasyon) döneminde elinde kalmış olan 2,5 milyon çoğu lüks konutlar nedeniyle batmakta olan ya da kurtarılmakta olan dost(!) müteahhitlerin (AS: yüklenicilerin) haberlerini okuyoruz. Peki elde patlamış ve ancak uluslar arası zenginlerin satın alabileceği bu konutlar dururken ek 2,5 milyon konutu kimler alacak? Unutmayın ki sosyal medya başta Katar için olamak üzere 250 bin TL (AS: Dolar?) üzerinde konut alanlara promosyon vatandaşlık reklamlarının görüntüleri ile kaynıyor. Elde kalan konutların satışı için Çince reklam spotları bile çekilmiş. Elde kalan konutlar sorunu bu derece trajiktir. Bu durumda dünyanın çeşitli milletlerinden 3-5 milyon zengine vatandaşlık vermek gerekecektir. Kabul etmek gerekir ki, ülkenin demografik yapısı daha şimdiden değişmiştir. (AS: alt üst edilmiştir!)

Ülke post modern bilim kurgu filmlerdeki Metropolis kenti gibidir. 

Özellikle İstanbul’da ve başka pek çok yerde içinde yapay göl kanal olan pek çok site vardır. Bizim bu projeden anladığımız, gerçekte yapılmak istenenin bu kez de içinde mega göl, kanal manzarası olan yüksek korumalı, lüks konutlardan oluşan bir siteler kenti yapılmasıdır. İşin gerçeğinin, belli ki deniz taşımacılığı ve denizcilikten çok bu Kanal çevresine yapılacak su manzaralı konutlar olduğu anlaşılıyor. Daha şimdiden varsayılan kanal çevresinde arsa toplayan Katarlılara ilişkin haberler görüyoruz. Yine meşhur(!) pek çok iş adamının bu bölgede arsa topladıklarının haberleri var. Üstelik eskiden halka açık olan tapu sorgulamalarının artık engellendiğinin de haberleri var. Peki bütün bunlardan ne anlamalıyız?

CANAL ISTANBUL içinde yapay kanal manzarası olan mega bir toplu konut projesidir.

Dikkat edin C/Kanal I/İstanbul Projesinin Türkçeye uygun olmayan Amerikan  tarzı tamlama (AS: Fransızca tamlama) yapısı bile projenin aslında bir Amerikan projesi olduğunu bize düşündürmektedir.

7) Türlü türlü mega projeler ile bütün Türkiye nüfusunun İstanbul’a tıkıştırılması da bence kuşku ile karşılanması gereken bir iştir. Doğu ve Güney Doğu’nun boşaltılmasına yarayan bu işin başka beklenmeyen sonuçları olabilir.

8) Devletin harcadığı her para aynı zamanda bir ekonomik büyüme anlamı taşır.  Ama her yatırımın geri dönüşü aynı değildir. Bu evinize yeni TV, cep telefonu almaktan çok farklı değildir. Devlet yalnızca ihaleler ile devasa çukurlar kazdırsa ve sonra da başka ihaleler ile bu çukurları doldursa yalnızca ihale alan firmalara aktardığı kaynakların bütün tedarikçiler çalışanlar eliyle ekonomiye dönmesi bile bir büyüme değeri taşır. Altyapı yatırımları da bu şekilde, proje devam edene ve bitene dek ekonomik büyüme değeri taşır. Ancak tek amacı ekonomiye taze para enjekte (AS: şırınga) etmek olan atıl projeler ya da altyapı projelerinin ihaleler sonlandıktan sonra bir üretim değeri yoktur. 

Böylesi projeler tek atımlık barut gibidir bitince üretim değeri taşımaz. Ve devletin bu yollar ekonomiye para enjekte etmesi (AS: akıtması) sürekli bir gereksinim olur. Kaldı ki devletin bu yolla atıl projelere mega ölçeklerde kaynak aktarması özel sektöre kredi alanı da bırakmamaktadır. Ekonomi karar vericilerinin Türk halkının tasarruf kapasitesini üretken yatırımlar için kullanmaya karar vermesi gerekir. Ülkenin gerçek, kalıcı ve sürdürülebilir istihdam sağlayan üretim tesislerine (AS: kuruluşlarına) gereksinimi vardır.

9) Dövize dayalı, hatta uçuş, geçiş, müşteri güvenceli, uluslararası tahkim güvencesi ile yapılan ihalelerin zararları çok büyüktür. Bugüne dek bu yolla yapılmış projelerden çok azı verilen güvencelerin üzerinde ciro yapmıştır. Ve pek çoğunun uzun yıllar Dolara bağlı olarak verilen güvenceler nedeniyle kamu maliyesinde kara delikler oluşturması beklenmektedir. Ve bu ihale biçimi, söylendiği gibi halkın cebinden para çıkmadan hizmet kazanmasına yaramamıştır.

Kuvvetle olası, ülkemizde dövizin kurların ve faizlerin hükumetçe denetim altında tutulmasının en büyük amacı da işte bu dövize bağlı olarak güvence verilen projelerin kurda beklenen büyük artışlar ile bütçeye dayanılamaz boyutlarda ek külfet getirmesi endişesidir. Türkiye kur – döviz – faiz üzerinde narh uygulamaları yapması nedeniyle artık eylemli olarak denetimli kur rejimine geçmiştir. Bu nedenle ortaya çıkan bütçe açıkları ve cari açık için gereken kaynakları serbest piyasa eliyle bulması olanaksız olmuştur. (AS: Libor + %7-8 gibi tefeci faizi ile borçlanıyor AKP!) Bundan sonra ancak devlet eliyle sendikasyon kredisi bulmak olanağı kalmıştır. Ayrıca ülkenin ekonomik koşulları nedeniyle kredi risk puanı oldukça yükselen ülkenin, uygun koşullarda kredi bulması da çok zora girmiştir.

10) Ülkemizde halkın ve devletin borçlanma olanaklarının tümü kullanılmıştır.

  • Satılabilir bütün kamu varlıkları satılmıştır. 

Yabancıların arzu ettikleri koşullarla pek çok imtiyaz şirketi kurulmuş ve bunlar da satılmıştır. 

  • Bugünlerde kitlesel ölçekte vatandaşlık satışları başlamıştır.

Borsacıların deyimiyle şimdiki para karşılığında, gelecekte elimizde olması  beklenen her şey satılmıştır. Özetle Türk halkı ve devleti bütün varlıklarıyla “Long Pozisyon” almıştır. Ve daha şimdiden bu konumdayken hem yerel hem küresel risklerle karşılaşmıştır. Borsalarda margin trade yapanların bir gecede iflas etmesine benzer biçimde bu konum çok tehlikelidir. Piyasa koşulları beklentilerin aleyhinde gelişirse, -ki bizde olan da tam olarak budur- elde olan varlıklar da tasfiye edilerek, değişen kur, faiz oranları nedeniyle devleşmiş borcun bir bölümü tasfiye edilir.

Bu nedenle bir gecede saçlarına ak düşmüş arkadaşlarım vardır. 

Biz işte sürekli ve giderek tırmanan artık logaritmik ölçeklerle ifade edilebilen grafikler ile gösterilebilecek borçlanma eğrileri ile tam da buradayız. Pazarlarda ürünlere narh, yani azami fiyat kısıtlaması uygulamasını yaşı küçük olanlar bilmez. Ama Türkiye böylesi günlerden, serbest piyasa ekonomisine dönüştü. Narh uygulandığında o mal piyasadan çekilir, karaborsası oluşur. Çünkü üretici ve tacir pahalıya alıp ucuza satmak istemez.

Faizler ise paranın fiyatıdır. Bir parayı kullanmak için ödediğiniz kira bedelidir.  Eğer devlet faizlere NARH uygularsa ne olur? Öbür ürünlerde olduğu gibi o ürün piyasadan çekilir ya da karaborsası oluşur. Ancak devletin ekonomik yaşamda bütün bankacılık sisteminin yakasına yapıştığını düşündüğümüzde, ortaya başka iki sonuç çıkacak : Kamu bankaları görev zararı üretecek ve bu zararı merkezi bütçeye devredecek, sonuçta ortaya çıkan borç ulusal bütçeden karşılanacak. Özel bankalar ise bankacılık etkinliklerini sınırlayacak, pazar payını küçültecek, belki de ülkeden çekilecek. Kısacası ülkemiz en azından bir yıldır PARANIN FİYATINA / FAİZE NARH uygulanan bir ülkedir. Bunun ülkemiz için hayırlı olmasını kimse beklemesin.

Ben kişisel olarak beni dinleyen bütün dostlarıma, akraba ve ahbaplarıma 1984 ve 2002 krizlerinden çok daha ağır bir kriz için hazırlanmalarını öneriyorum.

Sevgiler saygılar. 10 Ocak 2020

‘Yeni Türkiye’den notlar

‘Yeni Türkiye’den notlar

Ergin Yıldızoğlu

Cumhuriyet, 09 Ekim 2018

 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yeni Türkiye”nin, ekonomisinden ve siyasetinden gelen sinyaller, adeta, bir Çin bedduasının gerçekleşmesindeki gibi, “ilginç zamanlarda” yaşadığımızı doğruluyor. 

Enflasyon verileri krizin (artık diyebiliriz, çünkü Cumhurbaşkanı krizi fırsata çevirmekten söz etti) derinleşmekte olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, krizin nasıl hangi modele dayanılarak yönetileceği hâlâ belirsiz. Cumhurbaşkanı “Biz bize yeteriz” dedikten sonra McKinsey ile yapılan anlaşmanın kaderi de artık belli değil. Siyasetin ufku da karanlık. Cumhurbaşkanı AKP’ye muhalefetin “vatan hainliği” olacağını; medyanın, demokrasinin işleyişi açısından gereksiz olduğunu savunuyor.

Kriz yönetimi 

Merkez Bankası, YTL’nin değer kaybetme eğilimine karşı döviz işlemlerinin yanı sıra faizleri de artırmıştı. YTL kısa bir toparlanmadan sonra yeniden gerilemeye başladı. Faiz artışının etkisini yitirdiği düşünülürken gelen enflasyon verileri, krizin sanılandan daha ağır olduğunu gösterdi. Üretici fiyatlarındaki enflasyonun, tüketici fiyatlarındaki enflasyonun iki katına yakınlaşması, enflasyonun artmaya devam edeceğini gösteriyor. Bunu ekonomik yavaşlamayla birleştirince, bir stagflasyon alanına girildiğini söylemek gerekiyor. Bu “alanda” para ve maliye politikalarının etkilerinin zayıfladığını düşünürsek, ilginç zamanların daha da ilginçleşmesini bekleyebiliriz.

Uluslararası koşullar da kriz yönetimine yardımı olacak gibi görünmüyor. Jeopolitik riskler bir yana, YTL dolar karşısında değer yitirirken, dünya ekonomisinde, dolar üzerinden oluşan petrol, doğalgaz fiyatları artıyor. Türkiye’nin enerji tedarikinde iki önemli kaynağı Rusya ve İran’dan yerel paralarla ithalat yapması söz konusu olsa bile, fiyatların dünya piyasalarında dolar üzerinden oluşan düzeyde şekillenmesi kaçınılmaz. YTL ile yapılacak dış ticareti karşılamak için YTL üretilirse bunun enflasyonist baskısının döviz işlemleri alanında elde edilecek avantajları yok edebileceğini de düşünmek gerekiyor. 

ABD Merkez Bankası faizleri artırdı; bu yıl bir kez daha artırması bekleniyor. Bu gelişmenin, dolarla borçlanmış yükselen piyasaların dış dengelerinde, Türkiye’nin de borçlanma kapasitesi üzerinde olumsuz etki yapması kaçınılmaz. 

AKP yönetimi, 15 yılı borçlanmaya dayanan bir ekonomik büyümeyle (Özel sektör ve hane halkı borçları, sırasıyla 10 kat ve 83 kat artmış) yalnızca erteleyerek değil, aynı zamanda inşaat sektöründeki aşırı büyümeyle, mega projelerle, bir rantiye ekonomisi üzerinde derinleştirerek geçirdi.

Buradan nereye?

Saray rejiminin izlediği toplumsal politikalara bakınca, “hayırlı bir yere doğru değil”… Geçen hafta, iki haberin gösterdiği gibi, kaynakların, siyasal İslamın rejim inşa etme sürecinde, AKP iktidarına “siyasi-kültürel sermaye” (Bourdieu) üretecek, ancak ekonomik olarak en iyi ifade ile anlamsız, ideolojik aygıtlara, kurumlara dağıtılmış olması krize yol açan dinamikleri daha da ağırlaştırdı. Örneğin 2017’de Diyanet İşleri’ne ayrılan 7.8 milyar YTL ile siyasal İslamın, dernek, vakıf, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi taban örgütlerine aktarılan 3.7 milyarın toplamı, 2018 bütçesinde öngörülen savunma harcamalarının %19.3’üne, eğitime ayrılan kaynağın %11.4’üne, Sağlık Bakanlığı bütçesinin %28’ine karşılık geliyor. 

  • Stagflasyon içinde, “pastanın” küçülmesine paralel, siyasal İslamın tabanında, genel olarak halk arasında hoşnutsuzluğun artması kaçınılmaz.
  • Bu koşullarda Saray yönetiminin muhalefeti baskı altında tutmaya özellikle özen göstereceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bunun işaretlerini daha şimdiden, sosyal medyayı susturma çabalarında, Cumhurbaşkanı’nın en yakın danışmanlarının ifadelerinde görebiliyoruz.

Cumhurbaşkanı’nın “Allah korusun AK Parti’nin yıkılması, Türkiye için felaket olacaktır” sözleri, herkesin AKP’yi desteklemesi gerektiğini, desteklemeyenlerin Türkiye’nin yıkılmasından yana olduğunu söylüyor. 

“Halk varsa demokrasi var, yoksa yoktur. Medya ile falan demokrasi olmaz” ifadeleriyse, “ben bir kez seçildikten sonra, icraatımın demokrasi adına sorgulanmasını kabul edemem” anlamına geliyor. 

Siyasal baskı, fiyat denetimleri muhalefeti bir ölçüde bastırabilir, ama yeni kaynak yaratmaz.
Cumhurbaşkanı’nın, bunun ayırdında olan danışmanlarının birinin 

  • “Türkiye ekonomisindeki en önemli sorunlardan birinin tekelci-oligopol,rekabetten uzak yapılanmalar ve bunların çarpık fiyatlaması…” olarak saptaması,

siyasal İslamı destekleyen burjuvazisinin dışında kalan holding yapılarının elindeki kaynakların hedef alınacağını düşündürüyor.

Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz…
===========================================
Dostlar,

Sayın Ergin Yıldızoğlu gerçekten “sıra dışı” makaleler yazarak ufkumuz açıyor ve Türkiye’ye yol gösteriyor. O’nu dikkatle izlemek gerek. Özellikle Saray danışmanlarının, ekonomiden sorumlu olanların..

Sn. Yıldızoğlu bu seçkin makalesini “Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz…” tümcesiyle bağlamış. Tümcedeki “ilginç” sözcüğünün gerçekte “çooook zor” olması belki daha uygun. Çünkü AKP = Erdoğan, akıl almaz biçimde, demokrasinin temel kuramını bir yana iterek  medyayı dışlamakla kalmadı; bir de “moderniteye- modernliğe” karşı çıktı geçen hafta!

Cami cemaatının sayıca azaldığını ve yaşlandığını belirtti ve bunu “moderniteye- modernliğe” bağladı; reddetti ve buyruğunu da net olarak verdi :

  • Daha çok cami merkezli – odaklı bir yaşam…

16 yıldır baştan ayağa yeşile boyanan, İslamileştirilen, laik – seküler yapı ve dokunun çok ağır biçimde zedelendiği ve içinin boşaltıldığı yetmiyormuş gibi…

4 bin imam – hatip okulu ve birkaç milyona varan mezunu yetmiyormuş gibi..

Tüm akıl – hukuk ve insanlık zorlamalara karşın bu yıl bu okullar doldurulamadı..

Çünkü dayatma zamanın ruhuna aykırı..

Bir saptama daha yapmak gerek hatta zorunlu :

Köşeye sıkışma ve çaresizliği algılama çoook daha tehlikeli – irrasyonel davranışlara sürüklemesin dileriz iktidarı..

  • AKP = Erdoğan zamanın yeldeğirmenlerine saldırmıyor mu sizce??
  • Aman sağduyu, aman akl-ı selim, aman teenni, aman bizzat Erdoğan’ın Türkiye’den istediği gibi “sabır”… En küçük yanlışı kaldıracak yedek gücümüz yok; bu sakın ama sakın unutulmasın..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Dünya Bankası’ndan çarpıcı Türkiye saptamaları

Dünya Bankası’ndan
çarpıcı Türkiye saptamaları

(AS: Bizim oldukça kapsamlı katkımız haberin altındadır..)
Dünya Bankası (WB), ‘Türkiye Düzenli Ekonomi Notu’nda önümüzdeki günlerde yeni zamların başlayacağı, alım gücünün düşeceği ve şirketlerin kurlar yüzünden sıkıntıya düşeceğini belirtti. WB bunlarla birlikte Türkiye için 5 kritik uyarıda daha bulundu.

Dünya Bankası, ‘Türkiye Düzenli Ekonomi Notu’ Şubat 2017 sayısını yayımladı. Banka, turizm gelirlerinin azalması ve başarısız darbe girişiminin tüketici ve reel sektör güvenini düşürmesi nedeniyle Türkiye’nin büyüme hızının yavaşladığını belirtirken, Türkiye’nin 2016 yılı büyüme kestirimini %2.5’ten % 2.1’e, 2017 yılı büyüme kestirimini de %3’ten % 2.7’ye düşürdü.

Raporda, artan üretim maliyetlerinin yeni zamlara yol açacağını göstermesi açısından endişe verici olduğu, dövizdeki şok artışın da fiyatlara bu yılın ilk çeyreğinden başlayarak zam olarak yansıyacağı uyarıları yapılırken, hem TL’nin değer yitirmesi hem de zamlar nedeniyle halkın satın alma gücünün azalacağı ifade edildi. Raporda, dövizdeki artışın özellikle net döviz borcu olan şirketlerin hem mali yapılarının zayıflamasına hem de yatırımlarını kısmalarına
neden olduğu belirtilirken, bu durumdan bankaların da dolaylı olarak olumsuz etkileneceğine işaret edildi. (SÖZCÜ, 03.02.2017)

MERKEZ BANKASI TATMİN ETMEDİ

Rapordaki, “Bazı sanayi şirketleri bir yandan satışlarının düşmesi öbür yandan net döviz borçları nedeniyle dövizdeki artışa dayanma konusunda güçlükler yaşıyor” ifadesi ise, şirket iflaslarına ilişkin uyarı olarak algılandı. Dünya Bankası, döviz kurundaki tırmanışı durdurmak için faizleri artırmak yerine iç piyasaya verdiği TL’yi kısma yoluna giden Merkez Bankası’nın beklentileri tatmin etmediğini belirtti. Bu yöntemin piyasada dövizin yanı sıra finansman sorununu da tetikleyerek şirketleri daha da zor durumda bırakabileceği uyarısını yapan banka, Merkez’in bu yıl faizleri önemli ölçüde artıracağı kestiriminde bulundu.

Raporda ayrıca, yurt dışından kredi girişinin azalması nedeniyle banka kredilerinde azalma yaşanabileceği uyarısı da yapıldı.

İŞTE KORKUTAN UYARILAR

– Dövizdeki artış önümüzdeki günlerde fiyatlara yansıyacak
– Fiyat artışları halkın satın alma gücünü erozyona uğratabilir.
– Olumsuz havalar hasada zarar verip gıda fiyatlarını artırabilir.
– Artan kur, şirketler için doğrudan bankalar için dolaylı riskler yaratabilir.
– Bazı şirketler satışların düşmesi ve döviz borçları nedeniyle güçlükler yaşıyor.
– Dış kredilerin azalması içeride kredi artışını sınırlayabilir.
– Merkez’in faizleri önemli ölçüde artırma ihtimali var.
– Güvenlik endişeleri turist ziyaretlerini sınırlamaya devam edebilir.
=======================================
Dostlar,

Merkez Bankası bu gün Ocak 2017 enflasyonunu ve 2016 yılı ÜFE ve TÜFE verilerini açıkladı.
İlki % 2,46! Enflasyon yeni yılın ilk ayında yüksek çıktı.
Dikkat buyurulsun, 1 aylık enflasyon %2,46!.. Böyle giderse 12 ay sonunda %30 enflasyon demektir ki hiperenflasyon anlamındadır, tam bir felakettir.
Ayrıca halkın alımgücünün belirgin düşmesi ile birlikte “durgunluk” da beklenebilir ki;
böyle olması “stagflasyon” demektir; durgunluk içinde enflasyon..

TÜFE 2017 Ocak ayında %2,46 ile beklentilerin çok üzerinde. Ekonomistler TÜFE’de %1,78 artış bekliyordu. Enflasyon aylık olarak Ekim 2011’den beri en yüksek artışı gösterdi.
Yıllık TÜFE %9,22’ye yükselerek son bir yılın zirvesine çıktı.
Yurtiçi ÜFE de Ocakta %3,98, yıllık ölçekte %13,69 olarak gerçekleşti.
ÜFE (üretici fiyatları endeksi) büyümesi TÜFE’den yüksek; bunun da anlamı, üretim maliyetleri artıyor, bu mal ve hizmetlere yansıyacak : Zamlar!…
ÜFE ve TÜFE ortalamasını alırsak (13,69 + 9,22) /2 =%11,46 rakamı, 2016’nın yıl sonu
resmi enflasyon düzeyidir. Yaşamın gerçeği kaçtır acaba??
Ancak memur ve işçilerin aylıklarında 2016 içinde bu düzeyde artış yapılmamıştır.
2017 enflasyonunu MB şimdiden %6,5’ten %8’e, gıda enflasyonun ise %9’a yükseltmiştir.
Oysa memura Ocak 2017’de %3, işçiye ise 2017’nin tümü için %8 zam verilmiştir.
Üstelik iktidar TÜİK’e baskı yaparak hem ulusal gelir (GSMH) hesap yöntemini değiştirtip toplam geliri ve kişi başına düşen geliri gerçekte olduğundan çok yüksek göstermiştir..
Tam bir Devekuşu tavrı diye bu bilim dışı, siyaset etiğine uymayan ve halkı kendince aldatmaya kalkan davranışı kınamıştık sitemizde.

OCAKTA EN ÇOK GIDA FİYATLARI ARTTI

TÜFE’de aylık en yüksek artış %6,37 ile gıda ve alkolsüz içeceklerde görüldü.
Endekste yer alan gruplardan sağlıkta % 4,66, çeşitli mal ve hizmetlerde %4,25, ulaştırmada %3,24 ve eğlence ve kültürde %2,39 artış gerçekleşti. Aylık ölçekte düşüş gösteren tek grup %6,99 ile giyim ve ayakkabı oldu.
Buna karşın, yoz siyaset kurumunun oyuncağı olan / yapılan TÜİK, enflasyon hızı hesaplamasında gıda sepetinin ağırlığını azaltarak gerçek enflasyonu olduğundan düşük göstermeye çabalıyor. Ulusal ve dolayısıyla kişi başına gelir hesabında oynanmasına ek!

AKP – RTE tam bir panik içinde..
Ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.. Halkoylamasını geçirene dek tam seferberlikteler.
Son rüşvet, KDV ve ÖTV oranlarının beyaz eşya, konut gibi kimi kalemlerde azaltılması.
Çoğu 2 aylık geçici indirimin Bütçeye vergi yitiği maliyeti yaklaşık 1 milyar TL..
Salt halk oylamasının kamuya maliyeti ise 190 milyon TL..

Öte yandan yine bu gün Erdoğan Mersin’de

  • “şehir hastanesini” = sağlıkta talan-soygun kurumunu

açarken konuşmasında 2023’te Dünyada ilk 10 ekonomi içine girmeyi hedeflediklerini söyledi bir kez daha.. Yıllardır bu masalı anlatıyorlar ancak yıllardır bir serap gibi o hedeften uzaklaşıyor ülkemiz ne yazık ki.. İlkokul düzeyinde matematik bilenler bile bu hedefin
her bakımdan olanaksız olduğunu görür. Bu hesabı kezlerce yazdık bu sitede..
(TÜRKİYE 2023’te EN BÜYÜK 10 EKONOMİDEN BİRİ OLABİLİR Mİ?http://ahmetsaltik.net/2015/11/06/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/)
(Şehir hastaneleri talanı – soygunu hakkında yazılan 5 makalemiz için lütfen tıklayınız :
http://ahmetsaltik.net/2017/01/15/isparta-sehir-hastanesi-aciliyor/ 
Şehir Hastaneleri’nde Skandal İtiraf
– SAĞLIKTA KAMU-ÖZEL ORTAKLIĞI VE ŞEHİR HASTANELERİ
Şehir Hastaneleri İçin “Yargı Engelini Aşma Yasası” Çıkarılıyor
http://ahmetsaltik.net/2017/01/27/sehir-hastanelerinin-yuksek-maliyeti-gizleniyor/

*****
2023 hayalinin = kandırmacasının 4-5 yıl önce matematiksel olanaksızlığı hesaplayarak gösterdik. Aradan geçen 4-5 yılda yerini almayı hedeflediğimiz 10. sıradaki Hindistan gitti,
5. sıraya yükseldi.. Ulusal geliri 3 trilyon dolara koşarak İngiltere’yi geçti..

Bütün varsayım halkın az eğitimli oluşu, siyasetçiye inanma iyiniyeti ya da inadı!?
Bunları çirkin siyasetçiler sonuna dek kullanarak halkın umutlarını yıllardır çalıyor..

Dünya Bankası Türkiye’nin 2016 büyüme kestirimini %2.5’ten % 2.1’e, 2017 büyüme kestirimini de %3’ten % 2.7’ye düşürdü. Buna göre, yıllık %1,35 olan akıl dışı biçimde kışkırtılmış nüfus artış hızını düşersek 2016’da gerçekte %0.75 büyüdük! 2017’da net olarak %1,15 büyüyebileceğimiz umuluyor. Bu komik “büyüme” (!?) hızlarıyla hiçbir yere varılmaz..
Örneğin İŞSİZLİK SORUNU KESİNLİKLE ÇÖ-ZÜ-LE-MEZ!
Hele hele % 13,5 gibi anormal bir nüfus artış hızı ile her yıl en az 1 milyon yersiz – gereksiz nüfus artış hızı teşvik edilirse..
1 milyon kişiye iş yaratmak, en az 50 milyar Dolar yatırım gerektiriyor..
Bunun yapılamadığı hem yatırım rakamlarından belli, hem de artan resmi işsizlik oranından!

  • Bu akıl dışı kasıtlı politika kalabalık – niteliksiz bir sürü yaratır başka hiçbir şey değil!

Çare nedir?? Çare HALKI AYDINLATMAKTIR!
Durmadan, yılmadan, gerçekleri aktarmaktır.. Her olanağı kullanarak…
O zaman çirkin siyasetçi halkı aldatarak iğrenç siyaset oyunlarını kullanamayacak..
Siyaset kurumu halkın – ülkenin gönencini artırmak, barış ve güveni, adaleti sağlamak.. için kullanılacak.. Elbet o günler de gelecek. İnsanlık onuru hep ama hep yengin (galip) olacak.

Son bir not düşelim : 1923-38 arası en zor yıllarda 15 yıllık ekonomik büyüme toplamda %98, yani ülke ekonomisi Atatürk yönetiminde yokluklar içinde, Sevr – Lozan borçlarını ödeyerek,
2. dünya savaşı yaklaşırken ortalama %6,6 büyüme hızı sağlamış, enflasyonu ise 15 yıllık toplam (dikkat 15 yıllık toplam!) % 2,2’de tutmuşlardır. AKP – RTE yönetiminde salt Ocak 2017 ayı enflasyonu %2,46! Batılılar bu inanılmaz başarıya ATATÜRK’ün EKONOMİ MUCİZESİ demişlerdi..

AKP – RTE’nin 15 yılda yaptıklarına ne demeli??
Adını koyamıyoruz ki; sansür var, baskı var, hemen hakaret davası açılması var, demokratik hiçbir ülkede görülmeyen “hemencecik cumhurbaşkanına hakaret etmiş olma” hatta “örgüt üyesi olma” suçlaması var… Üstelik iddianame bile hazırlanıp mahkemece kabul edilip yargılanmadan aylarca hapse atılmak var! Cumhuriyet‘in yazar – çizerleri 3 ayı aşkı süredir hapiste ve daha savcı idddianamesi yok; yani neyle suçlandıklarını bile bilmiyorlar…
Gazetenin genel yayın yönetmeni Can Dündar aylardır yurt dışında sürgünde!

Böylesi bir rejime dünyada ne ad koyarlar?? Apaçık ve çıplak, çırılçıplak FAŞİZM!
Keyfi OHAL sürdürülüyor ve ülke halkoylamasına sürükleniyor bu koşullarda.
Başbakan, devlet dairelerinde çalışanların ve yurttaşların içinde “hayır” geçen sözcüklerle selamlaşıp bunları kullanmasını bile yasaklayan genelge yayımlayabiliyor panik içinde!

Türkiye tam anlamıyla aklını – sağduyusunu yitirmiş bir sosyal şizofreniye sürükleniyor..
İvedi ve vazgeçilmez ilk çözüm adımı, Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğini iptal etmezse,

HALKOYLAMASINDA “HAYIR” demek... başka hiçbir yakın çözüm ufukta yok!

Sevgi ve saygı ile.
03 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com