Etiket arşivi: neoliberal küreselleşme

Neoliberal milliyetçilik

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Konunun iktisadi göstergeler boyutuna bakacak olursak;

  • Türkiye ekonomisinin uluslararası yazında geliştirilmiş öncü kriz göstergeleri açısından kritik eşiklerin ciddi olarak aşıldığı,
  • kırılgan bir ekonomi olarak değerlendirildiği görülecektir.
  • Dış borçların milli gelire oranı;
  • cari işlemler açığının büyüklüğü ve
  • finansman kalitesinin kısa vadeye sıkışmış olan sağlıksız görünümü;
  • tasarruf – yatırım dengesizliği;
  • Merkez Bankası döviz rezervlerinin kısa vadeli dış borçlara oranı;
  • ve şirketler kesiminin dış açık pozisyonu

    gibi göstergeler bakımından Türkiye’nin dış kırılganlığı geçmiş kriz deneyimlerindeki kritik eşikleri aşmış konumdadır

    Ancak konu salt “iktisadi” göstergeler ile sınırlı kalmamış, Türkiye küresel arenada uluslararası hukuk normlarının zedelendiği; yargı–yasama–yürütme üçgeninin ciddi biçimde yara aldığı ve başta Merkez Bankası olmak üzere, birçok düzenleyici ve denetleyici kurumlarının işlevsizleştiği bir ülke olarak değerlendirilir konuma sürüklenmiştir.

  • İktisadi kriz sadece “iktisadi” göstergelerin bozulmasıyla sınırlı kalmamış,
    hukuk ve yönetim krizleriyle perçinleşmiş durumdadır. 


    Bu koşullar altında uygulanması gerekecek olan “istikrar paketi” geleneksel kemer sıkma tedbirlerinin çok üstünde, hukuk normlarının uluslararası standartlara uygun hale getirilmesini başat edinecek düzenlemeleri içermek zorundadır.
    ===========================
    Dostlar,

    Olağanüstü yetkinlikte bir irdeleme değil mi Sn. Prof. Yeldan’ın yukarıda yazdıkları!?

    “KARA CUMA – 10 Ağustos 2018” den 3 gün önce yazılmış, 2 günce yayınlanmış..
    Biz sitemizde paylaşmak istemedik olumsuz çağrışımları dikkate alarak.
    Ancak artık mızrağın çuvala sığar durumu kalmadı..

    Dileyelim AKP = Erdoğan tek adam iktidarı 16 yıldır ısrarla yinelediği ciddi ve zincirleme hataların ülkeyi uçurumun eşiğine sürüklediğini, artık sürdürülmesinin hem ülke içi hem de uluslararası konjonktür bakımından hiçbir olanağının kalmadığını… artık görür ve aklını başına alır..

    Bir an önce TBMM toplanmalı ve tüm partilerin katılımıyla gerçekçi – bilimsel politikalar üretilmeli ve tüm Türkiye arkasında durmalıdır bu kararların.

Bunalım olağanüstü ağırdır ve tek başına ne AKP ne de Erdoğan’ın üstesinden gelmesi hayal bile edilemez!

En önemli nokta demokrasiye – hukuk devletine dönüş ve

  • Ar-tık, lüt-fen, HALKA KARŞI DÜRÜST DAVRANILMASI ve

  • EKONOMİK ÇÖKÜŞÜN YAKICI FATURASININ orta – alt katmanlara yüklenmemesi,

  • yoksulluğun daha da yaygınlaştırılmamasıdır ve

  • bu olgu, siyasal tercihe bağlı olarak olanaklıdır. 

Sevgi ve saygı ile. 13 Ağustos  2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Trump ve küreselleşmede revizyon

Trump ve küreselleşmede revizyon

Trump’ın NATO zirvesinde müttefiklerine ve özellikle Almanya’ya karşı artık alışıldık bir şekilde sert çıkması, AB’yi düşman olarak tanımlaması, ardından Çin’e ve AB’ye karşı çok sayıda üründe gümrük vergisini artırmaya başlaması kafa karıştırıcı bir durum yaratmaya başladı. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu gelişmeleri Trump’ın kişiliğine indirgemenin, bir tür siyasi magazine kaymanın yararı yok. Çünkü böyle bir bakış bu ciddi dönüşümün dinamiklerine karartma uygulamamızla sonuçlanıyor. Küresel siyasette bir dönüşümün içine doğru giriyoruz ve Amerikan sistemi bu dönüşümü Trump üzerinden ve onun aracılığıyla gerçekleştiriyor. Tabii bu arada Trump’ın kendisine özgü kaba saba siyaset yapma tarzında aşırılıklara kaçtığı oluyor ama odağımızı bu yaşanan sürecin içinde tutmakta fayda var.

Bu yazıda 1980’den beri uygulanan neoliberal dönemin 1990’larda küreselleşmeyle birlikte aldığı biçimin ABD tarafından bir revizyona tabi tutulma aşamasına geldiğini, bunun bir kırılma sürecine işaret ettiğini göstermeye çalışacağım.

İKİ ÖNEMLİ DÖNÜŞÜM

Bunu yapmak için çok kısa bir şekilde bugünkü küresel düzenin gelişimine değinmek gerekecek. 2. Dünya Savaşı biterken Bretton-Woods’ta kurulan düzen gerek ABD dışındaki dünyanın yıkım içinde olması, gerekse Sovyet modelinin başarılı görünmesi nedeniyle devletçi temeller üzerine kuruldu. Batı’da sosyal refah devleti, gelişme olan ülkelerde ise devletçilik şeklinde belirlenen bu modelde, finansal hareketler kısıtlanmış (yani sıcak para dolaşımı engellenmiş), ulusal ekonomiler gümrük duvarlarıyla korunmuş ve sosyal devlet anlayışıyla işçilerin konumunda iyileştirmeler sağlanmıştı. Kapitalizmin 1970’lerdeki kriziyle baş edebilmek için bu kez ABD ve İngiltere’de geliştirilen ve uygulamaya konan neoliberal modelle bu ilkeler tümden tersine çevrilmiş, IMF gibi kurumlar aracılığıyla çevre ülkelere yaygınlaştırılmış, Doğu Blokunda reel sosyalizm çökünce tepeden inme bir şekilde bu coğrafyaya da empoze edilmişti. Günümüzde ise kapitalizmin 2008’de içine girdiği krize ve ABD hegemonik pozisyonundaki sıkıntılara, ABD’nin tek başına yanıt aramaya çalıştığı görülüyor.

KRİZ, TRUMP VE YENİ SİYASETİN YÜKSELİŞİ

Neoliberal küreselleşmenin işleyişinde kapitalizmin kendisine özgü çelişkilerinin giderek ağırlaşması nedeniyle sorunlar yaşanıyor. Bu yüzden öyle görünüyor ki, ABD bir süredir bir arayış içinde. Bir defa 2008 krizini atlatmak için devletin bazı şirketlere kaynak aktarması, alt yapı yatırımları aracılığıyla para akıtması ve faizleri indirmesi dışında etkili ve kalıcı bir çözüm üretilemedi. ABD sistemi şimdi neoliberalizmi ve küreselleşmeyi revize ederek bu sıkışıklığa çözüm aramaya çalışıyor. İkincisi, ABD hegemonyası, kapitalizmin kriziyle birlikte zor bir dönemece girmiş durumda. ABD artık Çin’in yükselişini istediği gibi kontrol edemiyor ve bunun için zaman geçmeden önlem almak zorunda. Üçüncüsü ise, alt ve orta sınıfların sisteme yönelik şikayet ve memnuniyetsizlikleri birikiyor.

İşte Trump tam bu kritik bağlamda, seçimleri, küreselleşmenin temsilcisi olarak görülen Hillary Clinton’a karşı, küreselleşme karşıtı bir söylemle kazandı.

TRUMP’TAN BEKLENEN

Trump ne yaparsa yapsın kapitalizmin yapısal ve küresel sorunlarına çözüm getirme imkanı bulunmuyor. Ama şimdiye kadar olduğu gibi kapitalizme içkin çelişkileri giderecek, maliyetleri diğer bölge ve ülkelere aktaracak ötelemeye dayalı ara çözümler denemeye başladı. Trump yönetimi bunu yapmak için seçildi ve bu yönde kendisinden beklenenleri büyük ölçüde yerine getiriyor. Trump’ın seçim kampanyası sırasında başlayan küreselleşme karşıtı söylem ve bunun topyekün olmasa da seçmeci bir şekilde uygulanmaya başlaması birçok açıdan çok işlevsel. Trump’ın siyasal söylemi serbest ticaretin ve ticaret anlaşmalarının işsizliğe neden olduğu, bunun liberal elitlerin projesi olduğu ve Amerika’yı zayıflattığı iddiasına dayanıyordu ve neredeyse son yirmi yıldır ücretlerinde bir artış olmayan, esnek ve güvencesiz işgücüne mahkum olan kesimlere çok cazip gelmişti. Bu söylem sorunu neoliberalizmin kendisinden uzaklaştırıp göçmenlere, Çinli, Meksikalı işçilere yönelterek dışsallaştırmaya yarıyor, sonuçta kapitalist sisteme yönelecek tepkiyi bu sağ popülist söylem aracılığıyla dışarıya kanalize ederek çalışan ve işsiz kesimleri sistem içinde tutmaya yarıyor. Bütün bu söylem alt ve orta sınıfların içini soğuturken, Trump yönetimi bir taraftan da şirket vergilerini indiriyor ve imkanı olmayanların sağlık hizmetlerinden yararlanmasını zorlaştırabiliyor. Washington’daki elitlerden yakınırken finans kapitale hiç dokunmuyor hatta 1980’lerden beri oluşmuş geleneği sürdürerek Goldman Sachs finans şirketinin iki yöneticisini yönetime alabiliyor. O yüzden bu seçmeci revizyon şimdilik alt sınıfların kızgınlığını yatıştırma konusunda işe yaramış görünüyor.

BİR TİCARET SAVAŞI MI?

Bir yönüyle evet. Amerikalı yetkililere göre ticaret savaşı zaten her gün yaşanıyor. ABD 1970’lerden beri dış ticaretinde açık veriyor ve özellikle geçen yıl 375 milyar dolara ulaşan Çin’e karşı verilen bu açık istikrarlı bir şekilde devam ediyor. ABD gümrük vergilerini yükselterek olası bir ticaret savaşından, kendisi bir miktar zarar görse de, Çin’in büyümesini yavaşlatacak bir sonuç çıkarma peşinde. Bu şekilde hem ticaret açığını bir ölçüde kapatacak hem de hegemonik pozisyonunu güçlendirmiş olacak.

Bunun bir diğer ayağını ise müttefikleri oluşturuyor. Burada da ABD bir yandan küresel kapitalizmin koruyuculuğundan kaynaklanan maliyeti müttefiklerinin de üstlenmesini isterken, yine Çin ile olduğu gibi Almanya ile yaptığı ticarette verdiği açığı azaltmaya çalışıyor.

Eğer ABD bu dönemde bu hamleleri yapmazsa ileri bunlar için çok geç olacağını hesaplıyor ve önlemini şimdiden almaya çalışıyor. Geçmişte 1980’lerde mali olarak müttefiklerini paralarını değerlendirmeye ve böylece ihracatlarını azaltmaya zorlamış, 1990’larda Japonya’yla çok sayıda anlaşma imzalayarak dış ticaret açığını azaltmaya ve bu ülkeye ihracatını artırmaya çalışmıştı.

Çin’in ABD ile ilişkiler konusunda Japonya’ya hiç benzemediği ortada. Çin bir yandan ABD ile bu konudaki görüşmelerini sürdürürken, öte yandan böyle bir ticaret savaşına hazır olduğunu ilan ediyor ve benzeri önlemleri almaya hazırlanıyor. Yine AB de, tıpkı Çin gibi ABD ürünlerine ek gümrük vergileri koymaya başladı.

ABD’nin bu konudaki bir başka sıkıntısı ise, kendi bıraktığı boşluğu diğerlerinin doldurması ihtimali. Örneğin, Trump söz verdiği gibi Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı anlaşmasından (TTP) çekilince, geride kalan 11 ülke görüşmeleri ABD olmadan sürdürmeye başladılar. Yine AB, geçen hafta içinde Japonya ile dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşmasını imzaladı.

ABD HAMLESİNİN BAŞARI ŞANSI VAR MI?

ABD küresel sistem içindeki konumunu kullanarak bu riskli hamleden hegemonyasını güçlendirerek çıkacağını düşünüyor olmalı. Ama 1980’de neoliberalizm ve 1990’larda bu modeli yaygınlaştıran küreselleşme süreci hayata geçirilirken müttefik ülkelerin hakim sınıflarıyla uzlaşı içinde hareket etmiş, onlar da bu dönüşümden faydalanmışlardı. Günümüzde ise ABD tekil bir şekilde, bir yandan Çin’i ekonomik olarak sıkıştırmaya çalışırken, aynı anda Avrupa’daki müttefikleriyle sorunlu bir ilişki dönemine giriyor. Küreselleşmeye yönelik bu revizyonu belli ki müttefikleriyle birlikte değil, onlara rağmen hayata geçirmeye çalışıyor. Başarılı olursa, ABD hegemonyasının ömrünü uzatabilir ve Çin’i uzun süre baskı altında tutabilir. Başarısız olması durumunda ise ABD hegemonyasında ciddi bir gerilemeye yol açabilir. (gazeteduvar.com.tr’den alınmıştır.)

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI : ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ

Dostlar,

Alpaslan Işıklı hocamızın çok önemli br makalesi aşağıda..

pdf olarak da okunabilir…

ATATURKCULUGUN_GUNCELLIGI_2005_Alpaslan_ISIKLI

Rahmetli, hem sosyalist hem de Kemalist olunabileceğini düşünüyor ve yaşıyordu. “Sosyalizm, Kemalizm ve Din başlıklı kitabı bu tezi sıkı biçimde savunmakta..

Kemalizm_Sosyalizm_ve_Din_kitabi

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ 

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI / 18.07.05

Atatürkçülüğün güncelliği üzerinde konuşurken, öncelikle günümüzün koşullarının temel belirleyicilerine açıklık getirmekte ve nasıl bir tarihsel aşamada ve nasıl bir dünyada yaşamakta olduğumuzu, anahatlarıyla da olsa görmekte yarar bulunduğunu düşünmekteyim.

Ülkemizin bugününün ve yakın geçmişinin konu edildiği her durumda anımsamadan edemediğim bir tespit vardır; izninizle burada da onu nakletmek istiyorum.

Ünlü tarihçi Albert Sorel, Sorbonne Üniversitesindeki derslerinde İngiltere ile ilgili konulara sıra geldiğinde “İngiltere bir adadır” dermiş ve ardından eklermiş: “İngiltere ile ilgili söyleyeceklerimin yarısını söyledim”. Gerçekten de İngiltere, coğrafi konumuna koşut olarak dünyadan kopukmuş gibi bir durumda olmuştur. Hala herkes sağdan giderken onlar soldan gider; dünyada en sonunda yalnızca iki kralın kalacağı söylenir: İngiltere kralı ve iskambil kağıdındaki kral.

Günümüzde, Manş’a tünel yapılmasına koşut olarak, İngiltere bile bu özelliğini birçok bakımdan yitirmiş gibidir. Yeryüzünde ülkeler arası etkileşimin yoğunlaşması ve tek kutuplulaşan dünyada insanların ve ulusların kaderinin giderek güçlenen uluslar üstü karar ve iktidar odaklarının eline geçmesi yönündeki sürecin bir parçası olarak; tüm ülkeler, kurulmakta olan küresel köyün muhtarlığına tâbi olmak konumuna itilmiştir. Ülkemizin durumu başından itibaren bundan farklı olmuştur. Türkiye bir ada değil, köprüdür. Üstelik, yeryüzünün metropollerinin hemen yanı başında konuşlanmış olan bir köprü. Bu nedenledir ki Türkiye’deki her türlü oluşumun ve gelişmenin arka planında bu köprü olma konumundan kaynaklanan etkilerin bulunduğunu görmeden gerçekçi tahlillere varmak olanaksızdır.

Son dönemlerin çelişkili bir gelişmesi olarak, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte halkımızın bu değerlere olan bağlılığının derinleşmesi ve Atatürkçülüğün yaygın ve yoğun bir güncellik kazanması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Atatürk’ün tarih sahnesindeki müstesna ve parlak yerini almaya başlaması, bu asrın başlarında yeryüzünün yaklaşık bir asır boyunca içinde yuvarlandığı derin ekonomik ve sosyal bunalımların, 1929-30 yıllarında genel bir ekonomik bunalım halini almasından hemen önce gerçekleşmiştir. Ekonomik bunalımın tüm toplumsal sınıflar açısından doğurduğu acılar, bunalımla bağlantılı olarak ve bu bunalımın hemen öncesinde ve sonrasında patlak veren dünya savaşları felaketleriyle büsbütün dayanılmaz boyutlara varmıştır.

Yaşanılan bunca deneyimden çıkarılan dersler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Kuzey Avrupa’da yeni bazı arayışlara ortam hazırlamıştır. Bu koşullarda İngiliz iktisatçısı Keynes’in 1936’da ortaya attığı ekonomik kuram, geniş yankılar uyandırmış; bu kuramın bunalımdan çıkış için kaçınılmaz gördüğü, ekonomide devletin rolüne ve düzenleyiciliğine ilişkin görüşler, sosyal refah devleti uygulamalarının hayata geçirilmesi yönündeki eğilimlere güç katmıştır.

Ancak, daha önce de kendi ülkelerinin sorunlarına, devletin sorumluluk üstlenmesi yoluyla çözüm bulmuş olan başka devlet adamları da vardır. Bunlardan birisi Amerikan cumhurbaşkanlarından Roosevelt’tir. 1930’ların başında uyguladığı, kısmî de olsa, planlı ve devletçi bir çözüm yolunu ifade eden New Deal politikasıyla, o dönemde ülkesinin karşı karşıya bulunduğu işsizlik ve kısmi yoksulluk sorununun aşılmasını sağlamıştır. Ne var ki Roosevelt’in de Keynes’in danışmanlığından yararlandığı bilinmektedir.

Bir başkası daha var ki değil Keynes’in danışmanlığından yararlanmaya; cepheden cepheye koşmaktan, rahatça kitap okumaya bile fırsat bulamamıştır. Fakat askeri alanla sınırlı olmayan emsalsiz dehası sayesinde, Batının asırlardır içinde yuvarlandığı ekonomik ve sosyal felaketlerin gerçek sebeplerini başından itibaren görmüş ve ülkemizde uyguladığı ekonomik ve sosyal politika sayesinde, tüm dünyanın 1929-30 bunalımını yaşadığı bir dönemde Cumhuriyet döneminin en parlak ekonomik  başarılarının sağlanmasına öncülük etmiştir.

  • Bu büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’tür!

Böylesine bir ekonomik yapılanma, ülkemizin 2. Dünya Savaşı felaketinin dışında tutulmasına olanak sağlayan politikalara da temel oluşturmuştur. Bu sayededir ki 30’lu yıllarda ve sonrasında dünyanın önemli bir bölümü demokrasi dışı rejimlerin tahakkümü altında kıvranırken, Türkiye dönemin tüm ülkelerine kıyasla demokratiklik açısından asla geri sayılmayacak bir yapılanmayı gerçekleştirebilmiştir.

Öte yandan, belirtilmesi gerekir ki,

  • 2. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan sömürgeciliğin çözülmesi sürecinin temelinde de Atatürkçülük vardır.
  • Anadolu’da tutuşturulan bağımsızlık meşalesi, tüm mazlum milletlerin kurtuluşu hareketinin yolunu aydınlatmıştır.

Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri, sosyal devlet uygulamaları sayesinde, uzunca bir süre için, ekonomik sorunlarını aşmayı başarabilmiş; 19. yüzyılda ancak ütopyacı düşünürlerin hayal edebildikleri bazı sosyal adaletçi uygulamaları, kendi ülkelerinin sınırları çerçevesinde hayata geçirebilmişlerdir.

Ne var ki bu dönemde de bir büyük sorun, tüm insanlığın kaderini içten içe kemiren bir hastalık gibi varlığını sürdürmüştür. Bu sorun, dünya ölçeğinde varlıklı ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek derinleşmesiyle varlığını duyurmuştur. Bu uçurumdur ki 70’li yılların başından itibaren sanayileşmiş ülkeleri de içine alan bir yeni büyük ekonomik bunalımın doğmasına neden olmuştur.

Bir bakıma, adaletsizlikler içinde kıvranan bir dünyada refah adacıklarını sonsuza kadar yaşatmanın olanaksızlığı görülmüştür. Amerikan asıllı iktisatçı Susan George bu durumu “bumerang etkisi” olarak isimlendirerek açıklamaktadır. Yani, uluslararası ekonomik ilişkilerde güçlüler tarafından dayatılan kurallar, bir bumerang gibi, dönmüş dolaşmış bu kuralları dayatanları da vuran sonuçlara varmıştır. Bu durumda, Willy Brandt veya Olof Palme gibi bazı isimler, gerçek çözümün, sosyal adalete
ve demokrasiye belli bazı ülkelerle sınırlı olmayan evrensel ölçekte bir uygulama alanı ve geçerlilik kazandırmak olduğunu görmüşler ve bu görüşlerini “Uluslararası
Yeni Ekonomik Düzen”
adı altında özellikle Birleşmiş Milletler bünyesinde dile getirmişlerdir. Ne var ki hiçbir şey yalnızca dile getirilerek hayata geçmiyor.
Galile’den önce Bruno, dünyanın en basit doğrusunu dile getirmiş; dünyanın yuvarlak olduğunu söylemişti. Giardano Bruno’nun diline çivi çaktılar ve yaktılar. Uluslararası düzeyde daha adil ilişkilerin kurulması yönündeki özlemler de,
gerekli demokratik oluşumların ve güçlerin vücut bulmamış olmasından dolayı gerçekleşememiştir.

Her zaman her konuda olduğu gibi, bu konuda da çözümsüzlük, denenmiş ve iflası kanıtlanmış çözümlere yeniden sarılmak sonucunu doğurmuştur. 19. yüzyıla doğru estirilen “değişim rüzgarları” 19. yüzyıla özgü çözümlerin, tek kutuplulaşan dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçiminde yeniden diriltilmesi sonucuna varmış bulunuyor.

Uluslararası ekonomik ilişkilerde gerçekleştirilen yeniden yapılanma süreci, güçlüyü daha güçlü yapan eğilime hız katmıştır. Bu yolla, görülmemiş ölçüde yoğunlaşarak uluslararasılaşan sermaye, bunalımın yükünü kendi dışına yansıtma olanağını artırmıştır. Uluslararası sermaye, hiçbir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu Danimarka’nın; Ford’unki Güney Afrika’nın; Toyota’nınki Norveç’in gayri safi yurtiçi hasılasını aşmıştır.[1]

Ulus devleti tarihe gömmek kararlılığıyla kurulmak istenen yeni dünya düzenine özgü
bu tür bir iktidar yapılanmasında demokratik denetime ve halk egemenliğine yer yoktur. Bu durumu tanımlamak için iktisatçı Susan George, bir “Dünya Bankası İmparatorluğu”ndan söz eder olmuştur.[2] Öte yandan, Kanada’lı profesör Chossudovsky, bir “küresel totalitarizm” çağının başlamakta olduğuna
işaret etmektedir.[3] Fransız düşünür Alain Minc ise, yeni bir Orta Çağ’a dönüşten
söz etmektedir.[4]

Günümüz koşullarını belirleyin egemen eğilimin Atatürkçülük ile çelişkisi de tam
bu noktada düğümlenmektedir. Çünkü Atatürkçülük ülkemizde ulus devletin özünü oluşturan temel ideolojidir.

Çünkü Atatürkçülük, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” demektir;
“egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” demek değildir.
70’li yıllarda baş gösteren ekonomik bunalımın üstesinden gelme iddiasıyla, 70’li yılların sonlarında baş gösteren ve 90’lı yılların başlarından bu yana kendisini kabul ettiren neoliberal küreselleşme, bunalıma çözüm getirememiş; üstelik bunalımın temelinde yatan uluslararası gelir adaletsizliğini büsbütün artırmıştır.

Bugün yeryüzünde daha önceki sömürge dönemlerinin hepsini geride bırakacak ölçüde Güney’den Kuzey’e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır.[5][5] “Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardan zenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın Avrupa’ya yaptığı Marshall yardımlarının sekiz katı tutarında bir gelir transfer edilmiştir. Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalama bir yurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 kez daha yoksul olduğundan [bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemekte”dir.[6]

1960’ta, dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan %20’sinin zenginliği en yoksul ülkelerde yaşayan % 20’sininkinin 30 katı iken, 1995’te 82 katı olmuştur.[7] Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996’da, 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul % 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına eşittir.[8]

Sorunun önemi, uluslararasılaşmış ve her türlü kamusal denetimin dışına çıkmış olan sermayenin, vergi sorumluluğundan kurtulmanın yolunu da bulmuş olmasıyla büsbütün artmıştır. Oysa, Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya zenginliğinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin %4 oranında vergilendirilmesi (A. Saltık : James TOBIN vergisi) mümkün olsa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunu kökünden çözülmüş olabilecektir.[9] Bütün bunların anlamı, sömürgeciliğin değişik kılıklara bürünmüş olarak ve fakat eskisini aratmayacak boyutlarda kabarmış olmasıdır. Günümüzde egemen olan eğilimin bu yönü itibariyle de Atatürkçülük ile derin bir çelişki içinde bulunması kaçınılmazdır.

  • Çünkü Atatürkçülük, yeryüzünde sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi bayrağını ilk defa yükseltmiş olan hareketin adıdır.

Uluslararası sermaye, kamusal denetimin dışına çıkmayı başardığı ölçüde, kârdan başka bir öncelik tanımaz olmuştur. Dünya’daki tüm ekonomik faaliyetin 1/20’si 200 tane işletmenin elinde bulunmaktadır. Ancak, bu 200 işletme, dünya faal nüfusunun yalnızca % 0,75’ine iş olanağı sunmaktadır.[10] Yeryüzünde her gün 2000 milyar dolar para
el değiştirmekte, bu miktarın ancak % 5’i reel mal ve hizmet alışverişi için yapılmaktadır; geri kalan tümü spekülatif harcamalara gitmektedir.[11] Böylece, üretmeyen, istihdam yaratmayan bir sermaye türü doğmaktadır.

Bunun sonucu, işsizlik ve yoksulluğun, metropol ülkelerini de içine alacak biçimde artması olmuştur. İşsizlerin sayısı, OECD ülkelerinde  40 milyonu aşmıştır. Fransa’da son yıllarda her ay işine son verilenlerin sayısı 35 000’i aşmıştır.[12] Yalnızca Londra’da sokaklarda yatıp kalkan evsizlerin sayısı 400 000 olmuştur.[13] ABD’de de işletmeler, rekabet koşullarını düzeltmek gerekçesiyle her gün binlerce insanın işine son vermektedirler. Bu durum, suçluluk oranlarında anormal bir sıçramaya yol açmıştır. ABD’de mahpusların sayısı, 1965-1990 arasında 4 kat artmıştır; cinayet suçundan hüküm giyen gençlerin sayısında, 1987-1991 yılları arasında % 85 oranında bir artış görülmüştür. [14]

Başta Batı ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada, uyuşturucu kullanımında, falcılık büyücülük gibi akıl ve mantık dışı cereyanlarda ve birtakım sapkın tarikatlarda ve örgütlenmelerde anormal bir artış baş göstermiştir. Bütün bu olumsuzluklar, dünyayı yönetilmesi güç bir kaos ortamına dönüştüren sonuçlar doğurmaktadır. Şimdilik, bulunan çözüm, bunalımın yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelerinin üzerlerine yansıtmaktan ibarettir. Bu yüzdendir ki bizimki gibi ülkelerde çok cılız da olsa bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan bazı sosyal devlet kazanımlarının tahribi gündeme gelmiştir.

Bu da gene Atatürkçülük ile çetin bir hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır.

  • Ülkemizde, Isparta dağlarındaki çobana cumhurbaşkanlığı yolunu açan; köy çocuklarından dünya çapında yazarlar, sanatçılar çıkmasını sağlayan eğitim sisteminin temelinde Atatürkçülük vardır.

Bugün tekrar hortladığına tanık olduğumuz bazı hastalıkları, çok daha sınırlı bütçe olanaklarına sahip bulunduğumuz Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen ortadan kaldırmayı mümkün kılmış olan sağlık politikaları Atatürkçülüğün eseridir. Kısacası, sanayileşmenin ilk basamaklarında bulunan ülkemize özgü bir sosyal devlet anlayışı doğrultusundaki ilk ve önemli adımlar, Atatürkçülük sayesinde atılabilmiştir.

Günümüzde ulus devleti, halk egemenliğini, yani demokrasiyi hedef alan saldırılar, sosyal devlet kazanımlarına da karşıdırlar. Bu durum, bağlı oldukları ideolojik dogmaların da doğal gereğidir. Bu nedenledir ki ülkemizin somut gerçekleri çerçevesinde, tüm bu unsurların gerisinde yatan temel nitelikte bir değer olarak Atatürkçülüğü karşılarında bulmaktadırlar.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırıların yoğunlaşmış olmasının gerçek nedenleri de buraya kadar belirlemeye çalıştığımız temel nitelikteki çelişki bağlamında açıklığa kavuşabilir. Öyle anlaşılıyor ki dünyayı tek kutuplulaştırabilmiş olmanın zafer sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış olanlar, Sevr’i de tozlu çekmecilerinden çıkarıp masanın üstüne koymakta bir sakınca görmemektedirler. Dün onlar, karşılarında
Kuvayı Milliyecileri bulmuşlardı. Bugün de kalpaksız Kuvayı Milliyeciler var. Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler zincirinin önemli halklarından birini oluşturan, Üniversitemizin değerli mensuplarından Ahmet Taner Kışlalı’yı da işaret ettiğimiz
bu çelişkinin girdabında yitirmiş bulunuyoruz. Bu noktada kendisini rahmet ve saygıyla anıyorum.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırılar, başlıca üç ayrı giysiye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunuyorlar. Bunların, iddia ettiklerinin tamamen tersi doğrultuda bir amaca hizmet etmeleri ortak özellikleridir. Bunların başında dinsel giysiye bürünmüş olanlar gelir. Gerçekte, Atatürk ile din arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir. Atatürk olmasaydı Sevr yürürlükte kalacaktı. Bunun bir adım sonrasının da Anadolu’nun ortasında birkaç karışlık toprak parçasına sıkıştırılan Türk ve Müslüman nüfusun “etnik temizliği”olacağını görmek, bunca örnekten sonra zor olmasa gerek.

Bugün yeryüzünde İslam dini, Atatürk’ün kurduğu bu devletin dışında nerede daha iyi yaşanmıştır, yaşamıştır? Afganistanda mı? İran’da mı? Bosna’da mı? Yoksa çocuk yaştaki insanların simit çaldıkları için elinin kolunun kesildiği, buna karşılık ülkenin
doğal zenginliklerini yeni sömürgecilere peş keş çeken ve karşılığında kendi hisselerine düşenleri Batının batakhanelerinde çarçur eden sözde şeyhlerin ve emirlerin memleketlerinde mi?

Dün, Atatürk’e karşı din elden gidiyor vaveylasıyla karşı çıkan Sait Molla’nın, Şeyh Sait’in… arkasında emperyalizmin parmağının bulunduğu reddedilmez bir tarihsel gerçek olarak belirlenmiştir. Bugün de Atatürkçülüğe ve Atatürk’ün eserlerine aynı gerekçelerle karşı çıkanların hangi ülkelerde üstlendiklerine, nereden geldiklerine veya nereye sığındıklarına dikkat edilirse durumun pek değişmediği kolayca görülebilir. Atatürk’ün kazanımlarına yönelik saldırıların bir diğer bölümü, ülkemizin belli yörelerindeki belli bir etnik guruba mensup yurttaşlarımızın haklarını korumak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

  • Bunun için Sevr’i diriltmeyi, ülkeyi bölmeyi bir çözüm olarak görmüşlerdir.

Oysa, son olarak Yugoslavya örneği göstermiştir ki bölünme, öncelikle yoksul yörelerde yaşayanlar için acılı sonuçlara mal olmaktadır.

Yugoslavya’nın birliği, ülkenin zengin kesimlerini oluşturan Slovenlerin ve Hırvatların, nispeten daha yoksul durumdaki cumhuriyetleri sırtlarından attıkları vakit Batı Avrupa ile daha avantajlı bir birlik kurabilecekleri hayaline kaptırılmalarıyla ilk darbeyi yemiştir. Bugün bize de “siyasal çözümü gerçekleştirin gelin” dediklerinde benzer bir tuzağı hazırlamış olmaktalar. Bunun anlamı, ülkemizin işsiz deposu niteliğindeki yörelerini “verip kurtulduktan” ve böylece nüfusumuzu sindirilebilir bir düzeye indirdikten sonra Avrupa’nın kapısını çalmamızdır. Asırlardır kardeşçe birlikte yaşamış ve birbiriyle kaynaşmış insanlardan oluşmuş bir ulusu bölmenin ve böl-yönet politikasının
kimlere yarayacağını görmemiz zor olmamalıdır.

Atatürk, ülke bütünlüğünü, bölgelerarası gelir dengesini düzenleyici müdahalelere
yer veren bir ekonomi politikasına öncülük ederek sağlamlaştırmak istemiştir.  Atatürkçülüğe saldırmak suretiyle, denendiği her yerde her anlamda ekonomik dengesizliğe yol açmış bulunan sözde  ekonomik reçetelere ortam hazırlamak,
insanın bindiği dalı kesmesinden farksızdır.

Nihayet, bir diğer saldırı da kendilerini “ikinci cumhuriyetçi” olarak tanımlayan zevattan gelmektedir. Bunlar da sözde daha çok demokrasi istedikleri için Atatürk’e karşıdırlar. Oysa, ortaçağ kalıntılarıyla eleledirler ve demokrasiyle bağdaştırılması mümkün olmayan 19. yüzyıla dönük bir ekonomik modelin hizmetindedirler. Gerçekte Atatürk dönemi, pek çok ülkede büyük mücadelelerle sağlanmış olan bazı demokratik hakların sessiz sedasız ve zahmetsiz bir biçimde tanındığı bir dönemdir.  Osmanlı Anayasalarının işçilere tanımadığı seçilme hakkı ve yalnızca belli bir ekonomik varlığa sahip olanlara tanınan seçme hakkı, bu dönemde tüm yurttaşlara tanınmıştır. Ayrıca, kadınların seçme-seçilme hakkı da bu dönemde sağlanmıştır.

Atatürk döneminde nazizmin zulmünden kaçan bilim adamları Türkiye üniversitelerinde özgürce bilimsel faaliyette bulunma olanağını elde etmişlerdir. Son zamanlarda Atatürkçülüğe yönelik yakıştırmalardan birisi de küreselleşme gibi ileri olduğu
kabul edilen bir olgunun karşısında muhafazakarlığı temsil etmesidir.

  • Aslında, gerçek küreselleşmeci Atatürk’tür.
  • Ancak, Atatürk’ün küreselleşme özlemi, ulusların ve insanların eşitliği temelinde bir dünyanın kurulması  amacına yöneliktir.
  • Sömürü ve tahakküm temelinde bir dünya düzeni Atatürkçülükle bağdaşmaz.
  • Buna karşılık, bu asrın başında mazlum milletlerin kurtuluşu hareketine öncülük etmiş olan ulusumuzu, günümüzün küreselleşme gerçeğinin niteliğinin belirlenmesi konusunda da bekleyen görev ve sorumluklar vardır.

Atatürk, bu konuda da insanlığa ve ulusuna büyük bir güven beslemektedir.
1922’de diyor ki;

“İnsanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma kavuşacaktır. Bizim milletimiz o zaman, bu gayeye vasıl olan milletler arasında takaddümüyle cidden
iftihar edecektir.”[15]

Dip Notlar

[1] Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Galilée, Paris,1997, s.61-62.
[2] Susan George and Fabrizio Sabelli, Faith and Credit, The World Bank’s Secular Empire, Penguin Books, Londra,1994.
[3] Michel Chossudovsky, “Comment éviter la mondialisation de la pauvreté”, Le Monde diplomatique, Ocak 1997, s.4.
[4] Bkz. Anthony Giddens, The Third Way, Cambridge, 1998, s. 138.
[5] Susan George, The Debt Boomerang,,Pluto Press, Londra,1990, s.XVII.
[6] Aynı eser, s. XV-XVI.
[7] I. Ramonet, Le monde diplomatique, Kasım 1998.
[8] Rapport du PNUD, 1996.
[9] L’Autre Davos, l’Harmattan, Paris, 1999, s. 97.
[10] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s. 61.
[11]L’Autre Davos,age, s.96
[12] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s.63.
[13] Rapport du PNUD, 1997.
[14] Jean Marijnissen, Enough! A socialist bites back, Elsevier, 1996, s.100.
[15] Hakimiyet-i Milliye, 4 Kânunsani 1922.