Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Mecliste Atatürk’ün düşüncesine karşı yapılan ağır saldırı

Dostlar,

Dün TBMM’de bir HDP milletvekilinin kendini bilmez, densiz ve ağır bir cehalet ürünü olan Atatürk’e sataşmasını iğenç buluyor ve şiddetle kınıyoruz.

Bu vekilin azıcık olsun Atatürk hakkında okumadığı ve koyu bir cehalet ile nefret söylemi kullandığını O’nun adına da üzülerek izliyoruz.
Acaba meczup mudur? (!)
Öyle ilan edilecekse HDP meczuplar partisi midirler?
Bu kişiler birdenbire meczuplaşıp (!) ülkenin temel değerlerine neden saldırmaktadır?
Partisi HDP bu muhtereme ne yaptırım uygulayacaktır?
TBBMM bu muhtereme ne yaptırım uygulayacaktır?

Türkiye yol geçen hanı değildir.
Herkesin aklını başına alması gerek.
HDP bir yandan “AÇILIM” güvercin, bir yandan TBMM’de saldırgan..
Yakışıyor mu??

Bu zat, halkın hiç okumadığına oynuyor galiba..
Ne hazin..
Söylediklerinin tek bir sözcüğü gerçek değil..
Hepsi yalan, hepsi kara propaganda!
Bulaştığı bataklıktan ancak özür dileyerek çıkabilir..
Partisinin ve TBMM başkanının görevi öncelikli..
Elbette CHP ve MHP’nin de…

Sayın Öymen’in değerlendirmesi aşağıda..
Kendisine teşekkür ederek, aynen paylaşarak yayımlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
06 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Mecliste Atatürk’ün düşüncesine karşı yapılan ağır saldırı

Portresi_ATA_ile

Onur ÖYMEN

 

Bir HDP’li Milletvekili Meclisin dünkü oturumunda,

  • “Kemalizm dediğiniz şey bir parça Hitler bir parça Mussolini’dir.” demiş.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çatısı altında bu güne dek Atatürk’ün düşüncesine
bu kadar ağır ve cüretkar bir saldırıda bulunulduğunu duymadık.

Bu yalnız Büyük Atatürk’ün manevi kişiliğine değil, aynı zamanda O’nun kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı da ağır bir saldırıdır.

Bu saldırı Mecliste birkaç cümlelik bir yanıtla geçiştirilemeyecek ölçüde vahimdir.

Kemalizm kendine özgü bir fikir bütünlüğü olan, ilkeleri bulunan ve Cumhuriyetimizin düşünsel temelini oluşturan bir devlet anlayışıdır.

9 Mayıs 1935’te toplanan CHP 4. Kurultayında Kemalizm şu şekilde anlatılıyor:

  • “Sadece birkaç yılı değil, geleceği de kapsayan projelerimizin ana hatları burada özetlenmiştir. Partimizin temelini oluşturan bütün bu ilkeler
    Kemalizm’e giden bir yoldur”.

Hem Mussolini’yi hem de Hitleri en doğru tahlil edenlerin ve onları en ağır biçimde suçlayanların en başında Mustafa Kemal Atatürk geliyordu. Şu sözler Atatürk’e aittir:

  • “Dünya nimetlerinin emperyalist ülkeler tarafından pervasızca paylaşıldığını ve bu paylaşma esnasında gelişmemiş ülkelerin tarihten silindiğini hafızalardan da silmek kadar gaflet olamaz. Dünyanın bugünkü durumu hiç de parlak görünmüyor. Her ülke gençliğini bir başka ideolojiye sahip olarak yetiştirme gayreti içinde. İtalya faşizm ideolojisine dört elle sarılmış. Bu ülkenin diktatörü olan Mussolini, ülkesinin sekiz milyon faşist gencinin süngüsü üzerinde yaşadığını haykırıp duruyor. İtalyan gençlerine kara gömlekler giydirerek
    çoktan tarihe gömülmüş bulunan Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmayı,
    bu şartlandırılmış gençlere aşılamaya çalışıyor. Almanya’da Hitler’in yaratarak geliştirmekte olduğu Nazilik de faşizmin bir başka, bir büyük tehlikeli benzeridir. Hitler bir ırkçıdır. Dikkat buyurunuz milliyetçi demiyorum, ırkçıdır diyorum.  Alman ırkını en üstün ırk olarak gören bir mecnundur (delidir).
    Tekmil Alman gençliğini peşine takmış, onlara bu ideali aşılamıştır.”

Atatürk bu konudaki görüşlerine Çankaya’daki bir yemekte konuklarıyla konuşurken daha büyük açıklık getirmiş ve şunları söylemişti:

  • Faşizmin de Nazizmin de sonu yoktur. Ben belki bunu görebilecek kadar yaşayacak değilim. Ama aramızda onların sonunu görebilecekler olacaktır elbet. Bu ülkeler bir defa bu yola girdiler mi bir daha geri dönemezler. Halkı ve gençliği sürekli olarak heyecan içinde tutmak için durmadan silahlanmak, sağa sola tehditler savurarak ayakta kalmak zorundadırlar. Bu işin sonucu ise savaştır. Ve bu savaşın sonunda ne Faşizmin ne de Nazizmin ayakta kalabilmesine olanak göremiyorum.” (Gökçen, Sabiha. Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Türk Hava Kurumu Yayınları, İstanbul, 1982, s. 155, 159)

HDP milletvekilinin bu haksız, ölçüsüz ve Cumhuriyetimizin kurucuna karşı ağır bir suçlama niteliği taşıyan sözlerini mutlaka geri alması, Meclis’ten resmen özür dilemesi sağlanmalıdır. Bunun için, başta CHP olmak üzere bütün partilerin liderlerinin ve
o partilere mensup mensup millet vekillerinin sonuç alıcı bir çaba içine girmeleri gerekmektedir.

Bu ve başka vesilelerle Cumhuriyetimizin düşünsel temellerine saldırarak
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizi yıkmak isteyenlere geçit verilmemelidir. Atatürkçülerin bu gibi saldırılara karşı sessiz kalmaya hakları yoktur.

Saygılar, sevgiler.

Onur Öymen

19 Mayıs Ruhu


19 Mayıs Ruhu 

portresijpg

 

Prof. Dr. Kemal ARI

 

 

 

19 Mayıs 1919 günü Samsun’da yeni bir “Ruh” doğdu.
O gün Türk Ulusu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, tarih sahnesine güçlü biçimde adım attı.

Mustafa Kemal Paşa, o görkemli yolculuğun önderi olarak Samsun’da
Anadolu topraklarına ayak bastığında tek şey düşünüyordu:

Artık bu noktada ne Saray’dan ne de hükümetten bir çare beklemenin anlamı yoktur.
Tek dayanacak güç vardır, o da ulusun kendisidir…
Ulus… Yani Türk Ulusu
O şimdi perişan bir durumdadır. Ardı ardına savaşlar nedeniyle millet, bütün varını yoğunu seferber etmiştir. Onca savaşlarda kırılmış, ulusun bireyleri canların adını bile bilmediği topraklarda yitirmiştir. Milletin gerçek çıkarlarına dayanmayan politika izleyenlerin
şan ve şeref ihtirasları uğruna koca bir ulus, oradan oraya koşturulmuş durmuştur…

Yok olmanın eşiğine gelmiş bu ulus, kesin olarak bu zorlu süreçten utkuyla çıkmalıdır. Ancak o sonuca ulaşmak için daha pek çok şeyini yitirecek, kendi öz çocuklarını bu yolda feda edecektir. Anadolu’da içinden o zamana dek şehit çıkmamış tek bir ev yok gibidir. Kimi yerlerde 2-3 kardeş birden şehit olmuş ve kutsal yurt toprakları için canını vermiştir. Ocaklar sönmüştür. İşin kötü yanı da bu zor günlerde kulak verecek,
gerçekten bir umut sözü verecek tek bir  ses işitilmemektedir.

O gün ne oldu?
Yani 19 Mayıs 1919 günü Samsun’da olan şeyin tarihsel anlamı neydi?
Mustafa Kemal Paşa, Bandırma Vapuru ile, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastı. O, Samsun’a çıktığı ilk günden sonra, ülkenin her bir yanına dağılmış ulusal güçlerin güçlenmesi için adımlar attı. Paşa, yörede bir ön inceleme yaparak, Ulus adına harekete geçmiş ulusal kurulların; yani Müdafa-i Hukuk örgütlerinin ve varsa bunlara bağlı çalışan ulusal güçlerin nerelerde, ne durumda olduklarını anlamak istedi. Bununla da yetinmedi; Mondros Bırakışması’nın (AS: Mütareke, Silah bırakışması) acı sonuçlarına dayanarak, işgalci güçlerin ne denli haksızca işgaller yaptıklarını dile getirerek, onların bu girişimlerini sultan-halife ve onun hükümetlerine gönderdiği protestolar ile kınadı.

Bunda da o denli haklıydı ki!

16 Mayıs günü (AS: 1915), İzmir’de büyük bir kıyım yaşandı. İzmir, haksız olarak kanlı biçimde işgal edildi. Türkler’e gerek işgal orduları ve gerekse onların yerli işbirlikçileri Rumlar tarafından akıl almaz kötülükler gerçekleştirildi. Tek bir günde 2.000 Türk’ün canına kıyıldı. Bir hafta içinde İzmir ve yöresinde öldürülen Türkler’in sayısı 5.000’in üzerine çıktı. Bu kanlı bir zulümdü. Ve Anadolu bu kanlı zulüm nedeniyle için için kaynıyor; İzmir’in işgalinden sonra hızla yayılan işgallerin kendilerine doğru geleceği görülüyordu. Sultan ve Halife ise bu olaylar karşısında, İngilizler’in daha fazla tepkisini çekmemek için itidal ve sükunette bulunma önerisinden başka hiçbir şey yapamıyordu.

Oysa o tarihlerde, Anadolu dört bir yandan sarılmıştı. Doğuda Fransızlar’a karşı Urfa, Antep, Maraş, Adana yörelerinde mücadele sürüyordu. Ermeni ve Rum komitecileri
doğu ve Karadeniz bölgelerinde akıl almaz facialar gerçekleştiriyorlardı.
Türkler kendi öz yurtlarında sanki sarılıp imha edilmeyi bekliyor bir durumdaydılar.

Görülüyordu ki, ulus bütün olarak yok edilmek isteniyordu. Türk Ulusu tarihin önünde yargılanıyor; emperyalizmin ahtapot gibi güçlü kolları onu sarmalamış, nefes alamaz bir duruma getiriyordu. Bu ulus, evet mutlaka bu zorlu süreçten galip Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da Tütüncü İskelesi diye bilinen noktada Anadolu topraklarına ayak basmıştı. O Samsun’a çıktığında, bütün denetim noktalarına egemen olmak isteyen İngilizler, oraya da bir Hint taburu çıkarmışlardı. Kalacağı yer Mıntıka Palas’tı. Pontusçular kentte cirit atıyor; bir Pontus Devleti kurmak emeliyle, bölgede Müslümanları açık bir hedef haline getirmiş bulunuyorlardı. Trabzon Metropoliti Hrisantos, bu devlet düşüncesinin temelinde yer almış kişiydi. Onlara bağlı çeteler, Türkler’e olmadık kötülük yapıyor, bölgeyi Türk çoğunluktan koparmak için akıl almaz oyunlar kurguluyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa Mıntıka Palas’a yerleştiğinde, Anadolu’daki bu karmaşık tabloyu olumlu bir görüntüye çevirmek için uğraştı durdu. Dağınıklığı gidermekti tek emeli…
Bu nedenle, bütün bölgede halkın kendi içinden çıkmış öz direniş güçleriyle
(müdafaa-i hukuk) iletişime geçti ve onların  silahlanması için elinden gelen katkıda bulundu. O, Anadolu’nun 19 Mayıs 1919 günü içinde bulunduğu direniş ruhunu, akıl almaz haksızlıkların kaynağı olan emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı bir ayaklanma olarak görüyordu.

19 Mayıs 1919 tarihi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a Bandırma Vapuru ile gelip,
18 arkadaşı ile birlikte karaya çıktığı gündür. O gün, 16 Mayıs 1919 gününün üçüncü günüdür. Bu tarihte O, İstanbul’daydı. Henüz Samsun’a doğru yola çıkmamıştı.
Bir gün sonra Sirkeci açıklarında bekleyen gemiye bir motorla giderek, denizde gemiye binmiş oldu. Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919 günü Samsun topraklarına
ayak bastığında, Ulusal Savaş’ın bütününde önemli bir dönemeç olan 19 Mayıs gününün ruhu artık oluşmuştu. Bu ruh, yok olmamak için direniş; onurlu bir yaşam için gerekirse ölümü göze almaktı. Bir ulus imha edilmek isteniyordu. O ise yok edilmemek için direnişten başka çözüm yolu görmüyor; kendi içinden kendi önderini yaratıyor;
önder ulusla, ulus da önderle kaynaşık biçimde bir amaca doğru kenetleniyorlardı.

O’nun bu koşullarda önerdiği çözüm yolu neydi:
Bunu Büyük Nutuk adlı görkemli yapıtında çok net olarak açıklar. Sultan ve halifeden
ve onun hükümetlerinden umut kalmadığına göre; tek bir çözüm vardı:

  • “Ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız koşulsuz tam bağımsız,
    yeni bir Türk Devleti kurmak…”

O bunu ulusal bir sır olarak saklamak ve yeri geldikçe, olaylar olgunlaştıkça
bir bir uygulamak olarak düşünmekteydi. Bu nedenle de ulus ölümü göze almıştı.Bunu şu parola ile özetlemişti:

“Ya İstiklal, Ya Ölüm!”

Gel de şimdi coşma ve şu mısralar dilinden dökülmesin!

19 Mayıs 1919
Sabaha karşı;
Nemle örülmüş sanki;
İskelenin kesme taşları…
Başımızdan geçiyor, geçiyor aman;
Güzel yurdumun;
Bembeyaz bulutları…
Tuz kokuyor havadaki nem;
Ve deniz kokuyor her yer!
Karadeniz’in;
Ufak tefek deniz kokulu evleri;
Geliyor ya Mustafa Kemal Paşa;
Açılıyor tek tek,
O güzelim evlerin kapıları, pencereleri…
Bakışlar ufukta,
Gözler mahmur;
Sanki bir gecenin sonunda;
Bir uykudan uyanıyor;
Karadeniz’e yaslanmış Samsun;
Ve deniz!
O güzelim deniz…
Çın çın her yanda sessizlik…
Samsun’un çarşıları ıssız;
Yüreklerde eriyor buzlar;
Ve gözlerde eriyor, karanlık;
Mecidiye’de bahar havası,
Mıntıka Palas gülümsüyor;
Hazırlanmış, O kahramanı bekliyor…
Bakışlar O’na..
Bir de;
O kahramanı taşıyan;
Kıyıya yanaşan Bandırma’ya…
“İşte geliyor, İşte geliyor”
Mustafa Kemal Paşa,
Karanlıktan sıyrılan Samsun’da;
Bir güneş gibi doğuyor!
Ezenler ezmiş;
Eziyor; ezecek…
Direniş başlamazsa
Bu eziliş hep sürecek;
Kulak vermiş koca yurt,
Senden yükselen sese;
Biliyor ki o sesten,
Bir umut yükselecek…
Atası ölmeyi emredince;
Bu eziliş, bitecek…
19 Mayıs’tasın;
Sabahın ilk ışığında,
Yeniden, yeniden;
Çok şükür ki,
Anadolu toprağındasın…
Ulusa umut oldun;
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa;
Türk gençliği yükselişte;
Seninle kabarışta…

Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919


Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919

Naci_Bestepe_portresi
E. Tümg. İSTANBUL’A GELİŞ

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenik sayıldı.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması bir idam fermanı idi.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına atanalı 10 gün olmuştu. İskenderun’u teslim etmesi emredildi. Bu stratejik şehrin teslimini kabul etmeyince İstanbul’a çağrıldı.

13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı’na geldiğinde Müttefik Donanması da
hemen önünden geçerek İstanbul Boğazı’na girmekteydi.

Acı ve hüzünle manzarayı seyrederken, “Çanakkale’de gösterilen çabanın, verilen
on binlerce şehidin boşuna mı olduğunu” düşünerek, İstanbul’a geldiğine pişman oldu.
İlk fırsatta Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kararını ve kararlılığını üç kelimeyle
ifade etti,

“GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!”

İSTANBUL’DAKİ ALTI AYİstanbul’da kaldığı altı ay süresince bu kararını gerçekleştirmek için çalıştı.
Çeşitli çevrelerle görüşmeler ve toplantılar yaptı. Bilgi aldı. Nabız yokladı.
Gelecekle ilgili tasarıları için ortam hazırladı.Saray çevresinden; Harbiye, Dahiliye, Bahriye Bakanları, yardımcıları ve
Padişah Vahdettin..
İşgal Kuvvetlerinden; İngiliz, İtalyan ve Fransızların ileri gelenleri,

Komutanlardan; Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Cafer Tayyar, Fethi Okyar..
görüştüklerinden bazılarıdır.

Bu hareketliliği İngiliz istihbaratının dikkatini çekmiş ve tutuklanmasını talep etmişlerdir.
Bu çalışmalar sonunda ulaştığı tespitlere göre, ülkenin kurtuluşu için üç yol düşünülüyordu;

1. İngiliz korumacılığına (himayesine) sığınmak,
2. ABD güdümüne (mandasına) girmek,
3. Bölgesel olarak kendi başının çaresine bakmak.
Padişah ve Sadrazam Damat Ferit İngiliz korumacılığından yanaydı ve
İngilizlere resmi talepte bile bulundu.Mustafa Kemâl Paşa için ise tek geçerli çözüm vardı;
  • Ya tam bağımsızlık, ya ölüm!
Bu amaçla Ali Fuat Cebesoy ile birlikte, MİLLİ DİRENİŞ’in temelini oluşturacak
şu kararları aldı:
1. Ordu’nun terhisini durdurmak,
2. Vatan savunmasında gerekli silah, cephane ve donanımı düşmana vermemek,
3. İstanbul’dakileri Anadolu’ya yollamak.
4. Milli direnişe taraftar idare amirlerinin yerlerinde kalmasını sağlamak,
5. Vilayetlerde particilik adına yapılan kardeş mücadelesine engel olmak,
6. Halkın moralini yükseltmek.
SAMSUN’A ÇIKIŞI HAZIRLAYAN OLAY
Müttefikler, Sinop-Trabzon bölgesinde Rum-Pontus devleti kurdurmak istiyordu.
Bu amaçla Rusya da dahil olmak üzere dışarıdan Rumlar getirildi.
Rumlarınolay çıkarmaları üzerine bölgedeki milislerimiz de karşılık verdiler.
Bundan rahatsız olan İngiliz komiseri saraya verdiği ültimatom ile milislerin hareketlerine son verilmesini istedi.Anadolu’ya geçiş için fırsat kollayan Mustafa Kemâl Paşa, iyi ilişkilerini kullanarak
bu görevin ve istediği yetkilerin kendine verilmesini sağladı.

9. Ordu Müfettişi olarak atandı.
Bütün askeri birlikler ve mülki amirler üzerinde yetkili kılındı.
Asıl görev bölgesi; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeri ile Canik (Samsun) ve Erzincan livaları (İl – ilçe arası) idi.

Buna ek olarak komşu iller olan; Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu da isteklerine öncelikle cevap verecekti.

Görev tanımı şöyle idi:

1. Bölgede iç düzenin kurulması ve düzen dışı olayların nedenlerinin saptanması,
2. Bölgede dağınık haldeki silah ve cephanenin toplanarak emniyete alınması,
3. Ordu’nun da desteğini alarak oluşturulan toplulukların kaldırılması.

MUSTAFA KEMAL’i KİM, NE İÇİN GÖNDERDİ?

Bu konu çok saptırılmakta ve kötüye kullanılmaktadır..
Bazıları, Mustafa Kemâl’i padişahın seçtiğini, vatanı kurtarma görevi verdiğini ve
maddi destek sağladığını iddia ederler.
Seçim konusu kısmen doğrudur. Son kararı veren padişahtır. Ancak, O’na gelene dek ilgili makamlarla kurulan iletişim ve iyi ilişkiler Mustafa Kemâl Paşa’nın aday olmasını sağlamıştır.

Vahdettin de, kendisini, prensliği sırasında birlikte seyahat ettiklerinden ve Çanakkale’deki kahramanlığından tanımakta ve güvenmektedir.

“Vatanı kurtarma görevi” vermesi tam anlamıyla safsatadır.

İngiliz korumacılığı için resmi başvuruda bulunmuş biri (Padişah ve Sadrazam)
böyle bir görev verir mi?

Vatanı kurtarmasını değil de Sinop-Trabzon bölgesinin Rumlara verilmesinin
engellenmesini talep etmesi kabul edilebilir.

Bu görevi verdiğini varsayalım :

Daha iki ay geçmeden geriye çağırmak ve ardından asi ilan ederek
idam fermanı çıkartmak nasıl açıklanabilir?

Mali destek sağladığı konusu :
Yolculuklar sırasında çekilen sıkıntılar bu yalanı da çöpe atmaktadır.

BANDIRMA VAPURU

Mustafa Kemâl Paşa, 16 Mayıs akşamı Bandırma Vapuru ile yola çıktı.
Vapurda, Mustafa Kemâl’le birlikte bulunanların sayısı değişik kaynaklarda farklı olarak verilmektedir. Yol arkadaşı Hüsrev Gerede’ye dayanarak verilen rakam 55 kişidir.
Kimi kaynaklara göre 18 kişidir. Samsun’da Ata’nın kaldığı ev olan
Gazi Müzesi
’nde bu 18 kişinin mumyası bulunmaktadır.

Yolda uzun süre bir İngiliz savaş gemisi takipte bulunmuştur.

Bandırma, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a varmış, Mustafa Kemâl Paşa
saat 07:30’da İLK ADIM İSKELESİ’nden Samsun’a çıkmıştır.

ANADOLU’NUN HALİ, MUSTAFA KEMÂL’İN GÜVENCESİ, DOĞUM GÜNÜ

NUTUK‘ta ifade ettiği gibi, Samsun’a çıktığı gün elinde hiçbir maddi güç yoktu.
Ülke işgal altında, halk aç-sefil, cahil; ordu dağılmış, padişah kendini kurtarma derdine düşmüştü.

Ancak, büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve vicdanını dolduran
yüksek manevi kuvvete güvenerek KURTULUŞ MÜCADELESİ’ni başlatmıştır.

Samsun’da Atamızın karaya çıktığı iskelenin bulunduğu semtin adı İLK ADIM,
19 Mayıs günü de O’NUN DOĞUM GÜNÜDÜR

BU GÜN ÖRNEK GENE O’DUR

13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiği günkü üzüntüsü burada yeni bir umut ışığına dönüşmüştür.

Bu gün benzer bir üzüntüyü, Türk subayları ve Türk ulusu yaşamaktadır.

  • Yıllarca ülkenin bölünmez bütünlüğü için her şeyini ortaya koyarak mücadele eden insanlar; yasa dışı yöntemlerle terör örgütüne (PKK) sağlanan olanaklar, örgüt liderinin getirildiği konum ve kendilerinin
    sahte davalarla hapishanelere doldurulması karşısında kahrolmaktadır.
Ülke bölünme-parçalanma,
– Cumhuriyet’in temel değerleri ve laik-demokratik rejim
değiştirilme tehlikesi altındadır.
Bu gün de örnek Mustafa Kemâl ATATÜRK’tür.Yüce ulusumuz bu karanlığı da boğacak azim ve kararlılığa sahiptir.Koşullar 19 Mayıs 1919 sabahından kötü değildir.Kaynaklar :
6 AY; Alev COŞKUN, 2009
Atatürk ve Samsun; Özen TOPÇU, 2005
Atatürk’ün Yolculuğu; Prof.Dr. Osman Zümrüt
Nutuk, CHP, 2008

Naci BEŞTEPE
ADD Bilim Danışma Kurulu ve
Yazı Kurulu Üyesi

19 Mayıs’ın Anlamı Ne?


19 Mayıs’ın Anlamı Ne?

portresijpg

Prof. Dr. Kemal ARI

(-Ya Bağımsızlıkçısın, Ya İşbirlikçi…)
Neymiş?
Sultan Halife Vahdettin şunu demiş:
“Paşa, paşa! Ülkeyi kurtarabilirsin!”

Ardından da, bir kese içinde o gün, 40.000 altın vermiş Mustafa Kemal Atatürk’e…

“Git, vatanı kurtar! Ben de aman ha, sana burada göğsümü siper ederim!” diye eklemiş…

Atatürk de aldığı bu görevle Samsun’a hareket etmiş.
Ancaakkk!
O kadar kadir kıymet bilmez ve hırslı biriymiş ki; Anadolu’ya geçince, Vahdettin’in
onca yardımına rağmen; O’na “ihanet”(!) etmiş ve milli mücadeleyi kendi üzerine kotarmış…
Bunlar söyleniyor, yazılıyor çiziliyor değil mi?

Evet! Atatürk’e temelden karşı olan çevreler, bu saçmalıkları yazıp çiziyorlar.
Temel amaçları, Atatürk’ün dünyanın ulusal nitelikli ilk anti-emperyalist nitelikli bağımsızlık hareketini anlamsızlaştırmak; onun “devrimci” yönünü baltalamak…

Şimdi ben ne yapayım?

Aman ha, bunlar doğru değil; “Paşa, Paşa” diye başlayan cümle doğrudur; ancak
bu Atatürk’ün kendisinin anlattığı şeylerdir; ancak devamı vardır ve hiç de Padişah-Vahdettin, git bir bağımsızlık hareketi başlat diye değil… Karadeniz bölgesinde,
Pontus Rumlarının neden olduğu karışıklıkları önlesin ve İngilizlerin o bölgeyi
işgal etmesine yol açacak gelişmeleri engellemek için zemin oluştursun istediğini mi anlatayım? Ya da 40.000 altının bir keseye sığamayacağını, neredeyse o zamanki 40.000 Osmanlı Lirasının toplam ağırlığının 2.800 kg tuttuğunu; bu ağırlığı ancak
60 kiloluk cüssesiyle Vahdettin’in kaldıracak pazı gücü olmadığından mı söz edeyim?

Ya Mustafa Kemal Atatürk’ün Vahdettin’e “ihanet” ettiğine ve O’nu kandırdığına dair saçma iddiaların doğru olmadığını, tam tersine milli mücadeleyi baltalamak için,
“Heyet-i Nasiha” adıyla kurullar oluşturup,

“Aman ha! Gelenler bizim konuklarımız, onlara karşı silah kullanmayın!” dediğini…

Daha da öte, ulusal direnişe yönelenlerin dinen katledilmelerinin vacip olduğuna ilişkin Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin fetva ve Sultan Vahdettin’in fermanlarından mı?

Yok yok!
Bunlar deli saçması…
Ne iler yanı var, ne tutar!

19 Mayıs 1919 günü; ne Sultan ve Halife’nin gizli gündemi ne de O’nun açık-seçik öngörüsü ile ortaya çıkmış değildir. O tarihte, ulusta zaten, onca zulme, haksızlıklara, işgallerin yüz kızartıcı rezilliklerine karşı, ulusun kendi öz benliğinden kaynaklanan bir direniş istenci ortaya çıkmıştı. Adana’ya, Urfa’ya, Antep’e; Maraş’a ve oradaki Türkler’in onurlu direnişine bakın; Ali Çetinkaya’nın Ayvalık direnişine;

– 15 Mayıs 1919 günü, İzmir’de 2.000 masum insanın bir günde koyun boğazlanır gibi boğazlanmasından sonra,
– ırzına geçilen Türk kadınlarının, o utançla yaşamamak için, örneğin Menderes’te
boş haneler içinde kendilerini ateşe verip yakışının tarihini okuyun! 

O zilletle, utançla Türk hiç yaşar mı?

Onun kutsalına “namahrem eli” dokunduğunda, Türk yaşasa ne yaşamasa ne?

İşte Mustafa Kemal Atatürk, ulusunun bu en keskin yazgı anında; onun kendi içinden gelen bağımsızlık hareketine öncülük etmek, onu örgütlemek; Anadolu’nun ve
Doğu Trakya’nın dört bir yanında göz göz yanmakta olan ateş böceklerinden,
büyük bir volkan yaratmak
için Samsun’a keskin öngörüsü ile hareket etti.

O Samsun’a hareket ettiğinde; artık Sultan ve Halife’nin, O’nun hükümetlerinin bir anlamı kalmadığını, Osmanlı Devleti’nin tarihsel ömrünü tamamladığını; ancak ulusun gücüne dayanarak ve onunla birlikte yeni bir devlet kurularak, ulus yaşatmanın olanaklı olduğunu düşünmekteydi.

Evet; emperyalizm buna göz yummayacak; bütün gücüyle onun üzerine gelecekti.
Ancak ulus, namusu kirletilmiş; onuru ayaklar altında çiğnenmiş biçimde yaşayacaksa, yok olsun, ölsün! Daha iyi değil mi? Ama o ulus, ölümü göze alıp, bağımsızlığı için savaşırsa, bunu göze alabilmişse, o şahlanan volkanın karşısında hangi güç
durabilirdi ki?

Boşuna mı demişti Büyük Gazi:

“Ya İstiklal, Ya Ölüm!” diye…

Anladınız mı beyler!

Büyüklük budur…

Bağımsızlık ve özgürlük için, ulusça ölümün üzerine yürüyebilmektir…

“19 Mayıs 1919” günü, bu bağımsızlık ateşinin harlandığı, ulusun üzerindeki küllerin savrulup, kor halinde o ateşin ortaya çıktığı gündür…

Yoksa gidip ondan bundan yardım dilenmek; karşısında boyun eğmek, onun bunun sözü üzerinden gidip; bunu da “politika” sanmak; “sıfır sorun” deyip, bütün politik yöntemleri ters yüz etmek değil!

Atatürk’e laf söyleyenlere son sözüm:

İnsan ya bağımsızlıkçıdır, ya işbirlikçi…

Atatürk, tam bağımsızlıkçıdır…

Vicdan varsa az; insanın yüzü kızarır, yüzü…
Tabi ki; kızaracak yüz yoksa bakın suratınıza; yüz yerine ya “kösele” göreceksiniz,
ya Amerikan yapımı “muşamba”…

*****
(AS : Bu yazı geçen yıl bu gün de yayımlanmıştı..)

19 MAYIS DİRENİŞİ…


19 MAYIS DİRENİŞİ…
    

Portresi

 

 

 

 

 

Mustafa Gazalcı
mgazalci@gmail.com 
www.gazalci.net

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 95. yılını kutluyoruz
bu yıl.

          Doksan beş yıl önce 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk,
bir avuç yurtseverle birlikte Samsun’a çıktığında memleketin genel durum ve
görünüşü (manzarai umumiye) şöyleydi:

           Genel savaşta yenilerek koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış,
halk yorgun ve yoksul düşmüş, ordunun elinden silahları alınmış, bizi savaşa sürükleyen Osmanlı yöneticileri kendi başlarının kaygısına düşmüş, İtilaf Devletleri
uydurma nedenlerle yurdun dört bir yanını işgal etmeye başlamışlar… 

          Kısaca ülkeyi kara bulutlar kaplamış.

          19 Mayıs 1919’da başlayan bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşı
1922’de başarıyla sonuçlanmış.

          Cumhuriyetin Parlak Yılları

          1920’de TBMM açılmış,1923 yılında Cumhuriyet duyurulmuş, aynı yıl
Lozan Barış Antlaşmasıyla bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devleti bütün dünyaya
kabul ettirilmiş.

          Artarda yapılan devrimler, atılımlarla çağdaş, bağımsız, laik, saygın bir ülke yaratılmış.

          Atatürk ve İsmet İnönü dönemleri yeni Türkiye Cumhuriyetinin parlak ve onurlu yılları olmuş.

          Öğretim Birliği (1924), ardından yeni abece (1928) ile eğitim seferberliği yapılmış. Halkevleri ile kültür ve sanat her yaştan insana ulaştırılmaya çalışılmış.
Türk Tarih Kurumu (1931), Türk Dil Kurumu (1932) ile tarihimiz,
dilimizin incelenmesi, geliştirilmesi bilimsel bir temele oturtulmuş.

          Köy Enstitüleri (1940) gibi çağdaş eğitim kurumları uygulanmış.

          Ekonomik, toplumsal, kültürel birçok reform yapılmış.

          Ödünler ve Sapmalar Dönemi

          Sonra Cumhuriyet devrimlerinden ödünler başlamış.

          1946’da başlayan ödünler 1950 iktidar değişimiyle artmış.

          Köy enstitüleri kapatılmış. Yerine köy ve yoksul aile çocuklarına
İmam Hatip Okulları, Kuran kursları açılmış.

          Osmanlı devletinden kalan borçlar kuruşuna kadar ödenirken,
yeniden borçlanmaya gidilmiş.

          Yaklaşık 60 yıldır ülke sağ iktidarlar tarafından yönetiliyor.
Bunun son 12 yılı AKP’nin tek başına iktidarı.

          Bu sürede yollar, köprüler yapıldı, teknolojik yenilikler geldi.
Gelir dağılımı çarpık da olsa kişi başına düşen ulusal gelirimiz arttı.

          Ancak sağlıklı, adaletli bir gelişme olmadı. Dış ve iç borç yükü arttı.
“2013 yılında toplam borç yükü 995.9 milyar TL düzeyine tırmanarak
Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) %70’ine ulaşmıştır.” (1)

           Neredeyse tüm komşularımızla ilişkilerimiz bozuldu. 2012’de getirilen 4+4+4 sistemiyle Öğretim Birliği ortadan kaldırıldı. Yargı siyasallaştırıldı. Güçler ayrımı bozudu. 17 Aralık 2013’te kimi bakan ve çocuklarının yolsuzluğa, rüşvete adı karıştı. Gazeteciler, aydınlar içeriye atıldı.

          Özetle 2014’te yine memleketin genel görünüşü kötü mü kötü.

          Yeniden Ulusal Bir Direniş

          İşte bu kötü koşullarda Haziran 2013’te İstanbul’da Gezi Parkı’nda gençlerin başlattığı direniş yeni bir umut yarattı toplumda. Bu demokratik direniş ruhu
kısa sürede bütün ülkeye yayıldı.

          Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler, bağımsızlıktan, çağdaşlıktan yana olanlar,
gençler, kadınlar mitingler, yürüyüşler düzenledi.

          İktidar ulusal bayramları geçiştirirken halk bu günlere sahip çıktı.
Hukuk dışı baskılar karşısında Atatürkçü düşünceye daha çok sarıldı.

          Gençler, 1919’tan 95 yıl sonra Ata’sının kendisine emanet ettiği
laik Cumhuriyeti, koşullar ne olursa koruyup geliştirecektir.

1) Ali Nejat Ölçen. Türkiye Sorunları, Eylül 2013, sayı 97, AKP’den Kurtuluş Sorunu, Sayfa:14.

İnternette dolaşanlar : KANTO ve….

İnternette dolaşanlar : KANTO ve….

  • NEDEN  – SONUÇ İLİŞKİSİNDEN HABERSİZ BİR TOPLUM,
    SATILANLARI ve ÇALINANLARI GÖREMEZ; 
    YALNIZCA YAPILANLARI GÖRÜR ve YIKILIR…
Kantonun sözlerini kim yazmış ise güzel derlemiş ama bence kantodan sonraki sözler daha önemli ve değerli..
KANTO

Kantoyu aşağıdaki sözlerle ve müziğiyle söyleyin, inanamayacaksınız…

Ben kalender meşrebim hukuk, mukuk aramam
Sömürgeci bir parti, isterim olsun..
Vekilleri çok yobaz, danışmanı hokkabaz
Biraz da hırsız olsun… Olsun.
* * *
İcraatı yıksın, müritleri çarpsın
Olacaksa bir cipi, villası olsun
Atatürk’e düşman, küfürde fettan
Tükürsen, pişkin olsun.. olsun.
* * *
Vatandaşı soysun, hilafeti koysun
Ordumuza bir fitne, mutlaka soksun
Gölgesinden korkan, tele kulağı olan
Biraz da hain olsun. olsun.
* * *
Memleketi satsın, laikliği yıksın
Olur ise böylesi, katmerli olsun
Cahilliği fetbaz, parti adı ak beyaz
Gözaltı torba olsun.. olsun.

**************************

“Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.” Mustafa Kemal ATATURK

“Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan ve halkını tutsak eden,
içerideki cephenin suskunluğudur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

“İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.”
Atasözü

“Zor kullanarak elde ettiklerimizi ancak zor kullanarak elde tutabiliriz.”
Mahatma Gandhi

“TANRI, iradesini egemen kılmak için iyi insanları;
kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için TANRI’yı kullanırlar.”
Giordano Bruno

“Küçük hırsız El feneri, Büyük hırsız Deniz feneri kullanır.
Ancak her ikisinin de çalışmasi için Ampul gerekir!”


Sevgi ve saygı ile.
17 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜLÜ HÜSEYİN KOCAKÜLAH’tan Dersler ve Zeytinin Teri


Dostlar
,

Bir 17 Nisan daha geldi.. KÖY ENSTİTÜLERİ‘nin sevgin (aziz) anıları ve acısı yüreğimizde tazelenir hep.. Aşağıdaki yazı bir meslektaşımızdan bize yıllar önce ulaşmıştı ve yazan bu anısını yazarak paylaşan sevgili meslektaşımız
Dr. Mehmet Uhri ile telefonla görüşerek kendisine teşekkür etmiştik.

Yazı 31 Temmuz 2006’da “benimturkiyem@yahoogroups.com” üzerinden paylaşılmıştı ve “Zeytinin Teri” başlıklı idi. Bu güzelim anı, bugünlerde gene dolaşımda..
İyi ki öyle.. Dr. Uhri’ye çok teşekkür edeiz bu anısını yazdığı ve paylaştığı için.. Savaştepe Köy Enstitüsü bitirenlerinden, bu yazının kahramanı “Hüseyin Kocakülah” amca, dileriz yaşamda ve esenlik içinde olsun.. Aşağıdaki fotoğrafta 90 yaşında iken kendisi ile söyleşi yapan Dr.Yasemin BRADLEY ile birlikte.. (25.7.2013)

Sevgi ve saygı ile.
15 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜLÜ HÜSEYİN KOCAKÜLAH’tan Dersler ve
Zeytinin Teri

Dr. Mehmet UHRİ

Aklın yolu birdir. Aşağıda yazılanlar bire bir yaşanmış bir olay. Yine aynı yönü işaret ediyor. Cehalet her kötülüğün anasıdır, deriz. Ülkemizde cehaletin aşılıp, üstüne kültür de eklenmedikçe bir değişimin olmasını beklemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

” Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe karşın arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye dek gidebilmiştik. Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı.
Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi.

“Motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden” söz etti.
Bir süre daha bakındı.. Sonra “buldum galiba” diye haykırdı.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur.
O takdirde döşemelerin ıslak olmalı” dedi.. Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;

– Doktor musun?
– Evet.
– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum.
Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının yakınmalarını dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi. Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege’nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe’ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla
baş başa yaşadığından dem vurdu. – Neden buraya yerleştin?

– Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü‘nün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.

– Peki bu tamircilik işi nereden çıktı? – Dedim ya, bilmezsiniz sizler, Köy Enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.
– Yani elinizden çok iş geliyor.
Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi, soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı.
Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti. – Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
– Nasıl yani?
– İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup; – Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
– “Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi?” diye soracak oldum.. Hanımına baktı gülüştüler.
– Hurma zeytini bilir misin?
– Bilmem. Hiç duymadım.
– Ege’nin kimi yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
– Eeee.
– Köy Enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de öbür insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Yaşama hazırlıyorlardı.

Sustuğumu görünce, Hanımından boşalan bardakları doldurmasını
rica etti.
– “İşte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum.” dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

Dr. Mehmet Uhri

Not  : Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve Köy Enstitülerine emek verenlerin anısına adanmıştır. 

” Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır.”  /  Mustafa Kemal ATATÜRK

” İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.” Atasözü

“TANRI, istencini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi istençlerini egemen kılmak için TANRI’yı kullanırlar.”  Giordano Bruno

“Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama; Adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman asla olmamalıdır!..” Elie Wiesel (Nobel Barış Ödülü Sahibi)

Hasan Ali Yücel : Tiyatro, Orkestra, Opera ve Bale Medeniyet Meselemizdir

Hasan Ali Yücel : Tiyatro, Orkestra, Opera ve Bale Medeniyet Meselemizdir

İŞİN ÖZÜ

portresi

Hüseyin Akbulut
Kültür Bakanlığı Eski Müsteşar Yrd.

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen 6 ay sonra, saray orkestraSInın Ankara’ya getirilerek Cumhurbaşkanlığı titriyle donatılması ve halka konserler vermek üzere yeniden örgütlenmesi, bir yıl geçmeden Musiki Muallim Mektebi’nin Cumhuriyetin kurduğu ilk yüksek öğretim kurumu olması konusunda, Atatürk’ün; kendisini ziyaret eden genç bilim insanlarına yaptığı bir değerlendirme çok aydınlatıcıdır.
Değerlendirme şöyledir:

En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi
iç dünyasını unutturmayı, sonra da onu yeni bir aleme yöneltmeyi gerektirir,
onun için çok zordur. Çok zordur ama behemehal yapılacaktır.”

Mustafa Kemal Atatürk; sanatın ve sanat alanı içinde özellikle müzik sanatının insanı “değiştirme, geliştirme” gücüne vurgu yapmaktadır.

Olguyu, önemli bir müzikçinin değerlendirmesiyle de verelim. Ünlü orkestra şefi
Ernest Ansermet, müziğin bu gücünü, derinlikli bir çözümlemeyle ve şöyle anlatıyor:

Duygu etkinliği, insanın kendi oluşunu sağlayan ilk şeydir. İnsan, kendi ve
dünya için başka her şeyden önce, evrende düşünen ve davranan bir ‘ben’ olmadan önce duygusal (psişik) bir varlık olarak vardır. Bunun özü, var oluşumuzun çıkış noktası, duygusal bilinçtir…”

 “Müzik faaliyeti boyunca müzikçi de, dinleyici de müziksel imgelerin açık, kendilerinin bilinçsiz bilinci olurlar. Başka deyişle kendilerini unuturlar ve müziğe dönerler…”

“Müzik, böylece bizi gerçek dünyadan çıkartarak çevremizdeki uzay içinde,
fizik dünyamızın bir izdüşümü olan imgesel bir uzay-zaman dünyasına götürür.
Bu müziksel zaman, bizim iç zamanımızın bu ses dünyası üzerindeki izdüşümünden başka bir şey değildir. Duygu faaliyeti ile iç dünyamız bu olayla değişmiş ve zenginleşmiş olarak gene kendimize döneriz. İşte müziğin mucizesi budur…”

Ernest Ansermet de çok daha sonra 1963’te, Mustafa Kemal Atatürk gibi müziğin değiştirici, geliştirici bu mucizevi gücünden söz etmektedir. Cumhuriyeti kuranlar,
çağcıl yeni bir insan ve yeni bir toplum inşa etmek istediler. İnsanı değiştirme gücü nedeniyle de sanat, özellikle müzik sanatı, kuruluşta ussal (rasyonel) bir anlayışla,
bu nedenle önemle ele alındı.

Özetlersek; Musiki Muallim Mektebi’nin, müzik eğitimcisi yetiştirme görevi yanında yaratıcı icracı sanatçı yetiştirme işlevi yetersiz kalınca, Milli Musiki ve
Temsil Akademis’ine yöneliş, deneme niteliğindeki ilk Türk Operası Öz Soy’un icrasında yaşanan sorunlar ve görülen yetersizlik üzerine, acilen Konservatuvarın kurulması kararı ve konservatvuar bünyesinde kurulan Tatbikat Sahnesi çabalarıyla Operanın, Tiyatronun, Balenin kuruması.

Tarihsel değerlendirmeyi, 1941 yılında, ilk opera temsilinden sonraki konuşmasıyla Hasan Ali Yücel yapıyor:

  • “Gözden uzak tutulmamasını özellikle istirham ederim ki;
    insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı böyle bir devirde ve
    harp yangınının dumanları ve kızıllıklarının göklerimize vurduğu
    böyle bir zamanda tiyatro ile, opera ile meşgul olmamız;
    güzel sanatlar davasına nasıl ciddi bir mana verdiğimizin
    kuvvetli bir işareti sayılmalıdır.
    Biz, tiyatro ve opera şeklindeki temsil sanatını,
    uygarlık sorunu (medeniyet meselesi) olarak alıyoruz…”

Cumhuriyeti kuranlar tiyatroyu, orkestrayı, opera ve baleyi bir “uygarlık sorunu” olarak gördüler. 90 yıl sonra bugünün sorusu ise, “medeniyet meselesi”ni sürdürüp sürdüremeyeceğimiz sorusudur?

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…


Dostlar
,

Türkiyemiz ne yazık ki, AKP’nin apaçık diktatörleşen başkanınca
son derece tehlikeli serüvenlere sürüklenmek isteniyor..

Anketlerde oyların düştüğünü görmek AKP ve RTE’yi çılgına çeviriyor:

Çıtayı 1. Parti olmaya dek çektiler.. Ülke genelinde CHP’den kıl payı önde oy almaya razılar. Sonrası için mutlaka B, C, …….Z planları var. Çünkü iktidarda kalmaya mahkumlar. Öylesine yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa, zorbalığa, masum insanların ölümlerine, yurt dışı kaçakçılık ve terör olaylarına… bin bir suça bulaştılar ki,
tek çare iktidara kalarak dokunulmazlık zırhı ile korunmak.. Gittiği yere dek..
Çete – mafya öyle geniş tabanlı ki, 318’e inen AKP grubu hala monoblok görünüyor!? Seçim sonrası için pozisyon alanlar ayrı elbette..

Twitter erişimi hala kapalı.. Başbakan gemileri yakmış..

  • “Twitter mwitter dinlemem.. dünya da umurumda değil”

buyuruyor ve birkaç saat içinde her nasılsa çok net olarak da anlaşılamayan, kamuoyuna örneği verilemeyen birtakım mahkeme kararları alınıyor ve
en azından sınırlı müdahale olanaklıyken milyonlarca insanın erişimi kesiliyor.

Gündem alt üst, çok hızlı ve de en önemlisi gü-düm-lü!

Biz bu hengamede, Çanakkale Şehitler Haftası kapanmadan konuya ilişkin olarak
çok önemsediğimiz bir yazıyı paylaşmak istiyoruz.

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…

Dikkatle okunması dileğiyle..
250 bine yakın şehit ve gazi avuç içi kadar Gelibolu yarımaadasında günümüzden
99 yıl önce gözlerini kırpmadan ölüme koşarken, herhalde bugün kimi soysuzların vatana ihanet kertesine varan alçaklıklarını hiç hesaba katmamışlardı..

Hiç kimse ve güç değilse bile bu şehit ve gazilerin azaba düşen aziz ruhları,
ülkemizi bu sefil duruma düşüren soysuzların yakasını bırakmayacaktır.

Sevgi ve saygı ile.
22 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

ATATÜRK’ÜN GÖZLERİNDEN ÇANAKKALE’YE BAKMAK…
-Ne Türk Atatürk’süz ne de Atatürk Türk’süz anlam taşır!

 portresijpg

Prof. Dr. Kemal ARI

Buyruk şu:

  • “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!”

Hemen soralım:

Hangi komutan kendi ordusuna bu buyruğu verebilir?
Ve hangi ulusun ordusu, böyle bir buyruğu kabul eder ve yerine getirir?

Yanıt net:

Böyle bir buyruğu, Mustafa Kemal Atatürk gibi tarihsel bir önder verebilir.
Ulus da Mustafa Kemal bir buyruk verdiğinde O’nun kesinlikle yerine getirilmesi gerektiğine inanır. Çünkü Ulus, O’nun yurtseverliğinden, yaptığı işin doğruluğundan;
bir buyruk verdiğinde buyruğun ucunda “ölüm” de olsa yerine getirilmesi gerektiğinden
o denli emindir ki; Türk Ulusu’nun yurtsever bireyleri bu buyruğu bir inanç gibi algılar ve
ölümüne yerine getirir.

Bu bağ, tarihsel bir önderle, o önderin önderlik ettiği toplumsal kesimler arasında, tarihin belli bir döneminde oluşmuş özel bir bağdır. Zaten, önderi “Karizmatik Önder” konumuna yükselten bu özel bağdır. Kavramın kuramcısı Max Weber, bu bağın önemine
ünlü yapıtında özellikle değinir…

İşte Mustafa Kemal Atatürk, o büyük diriliş destanında, yani Çanakkale Muharabelerinde kendi buyruğundaki askerlerine bu buyruğu verebilmişti. O, 19. Tümen Komutanı olarak yanında yetiştirdiği askerleri üzerinde o denli büyük bir etki kurabilmişti ki; düşmanın ilerlediği ve askerin cephane yokluğu nedeniyle çekildiği anda; cephaneleri olmadığından çekildiğini söyleyen askerlerine şu tarihi buyruğunu verebilmişti:

  • “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.
    Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler alabilir!…

Evet, işte Mustafa Kemal Atatürk buydu Çanakkale’de…

Bu gün 99. yıldönümünü kutladığımız; gelecek yıl da 100. yıl dönümünü kutlayacağımız
18 Mart Deniz Zaferi ile taçlanmış o büyük destanda onun yazgısında
hep etkisi olacak bu olağanüstü komutanlık ve önderlik özelliğini yaratabilmişti…

Mustafa Kemal Atatürk’ün gözlerinden Çanakkale’ye bakabilmek olanaklı mıdır?

O Çanakkale Savaşının içinde, o gün, bu büyük olay yaşanırken, olayın içinden olup bitenlere nasıl bakıyor ve değerlendiriyordu? Örneğin, Çanakkale Cephesinde ordu komutanı olan Liman Von Sanders Paşa, Türkiye’de Beş Yıl (Fünf Jahre in der Türkei) adlı ünlü anılarında ondan söz ederken; O’nun kendi üstlerini aşarak,
cesaretle ortaya koyduğu raporlarındaki görüşlerin, son derece doğru çıktığını anlatır.

Bugün kimileri, Mustafa Kemal Atatürk’ün adını hiç anmadan, artık vicdanlarına
nasıl yedirebiliyorlarsa, Çanakkale Belgeseli yapmayı ileri demokrasinin bir gereği olarak görebiliyor. Bu hafifsenecek davranışlar, gün gelir bir rüzgarın önündeki kuru yapraklar gibi dağılır ve gider. Buna hiç kuşku yok!

Ancak hemen belirtelim:

Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale gibi bir diriliş destanının içinden olaylara
nasıl baktığını üç ayrı kitaptan görüp anlamak olanaklıdır. Bu kitapların ikisi doğrudan
O’nun kendi kaleminden çıkmıştır. 3. kitap ise onunla yapılan uzun bir söyleşidir ve daha
o dönemde İstanbul’da tanınmış bir gazetede yayınlanmıştır. O’nun kaleminden çıkan kitapların adları;

Arıburnu Muharebeleri Raporu ve

Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe adını taşır.

Büyük dahi, daha o günlerde doğrudan gözlemlerini, tanıklıklarını, resmi raporları
dikkate alarak, bu iki kitabı kaleme almış ve bize Çanakkale’yi ve orada yaşananları
dipdiri görebileceğimiz eşsiz bir hazine bırakmıştır. 3. kitap ise; daha O cephede iken, dönemin ünlü gazetecilerinden Ruşen Eşref Ünaydın’ın cepheye giderek
O’nunla söyleşi yapmış; bu söyleşi O’nun çalıştığı gazetede yayınlanmış; sonra da yine Ruşen Eşref Bey tarafından,

Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat

adıyla kitap olarak yayınlanmıştır…

Kendisi, kendi isteği üzerine Liman Paşa tarafından Anafartalar Grubu Kumandanlığı’na atanmış ve

– hasta haliyle,
dere diplerinden gelen insan ölülerinden çıkan yaz sıcağındaki ağır kokudan
  içi dışına çıkarak,
– kusarak;
– kör karanlıkta yolunu şaşırarak,
– düşman hatlarına yanaşarak;
– üzerine ateş edilmesi üzerine geri çekilmek zorunda kalarak;
– en sonunda Kemalyeri’ne gelmiş ve görevi üzerine almıştır.

Gece yarısı Mustafa Kemal Bey, Conkbayırı sırtlarında son anda tutunabilmiş birlikleri siperler içinde geziyor. Elinde bir kırbaç var. En öndeki hattın önünde ayağa kalkıyor ve üzerine doğru yağan düşman mermilerine hiç aldırmadan, sanki ölümle dans eder gibi Mehmetçiğe bir konuşma yapıyor.

  • “Askerler!” diyor.
  • “Elimdeki kırbacı görüyorsunuz. Bunu kaldırıp yere indirdiğimde siperlerimizden fırlayacağız ve süngülerimizi düşmanın göğsüne saplayacağız!”

Ruşen Eşref Bey’e bu olayı nasıl anlattığına bakar mısınız?

  • “Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim.
    Karşı siperler arasında uzaklığımız sekiz metre, yani ölüm muhakkak,
    muhakkak… 1. siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tümü düşüyor,
    ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor,
    hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde
    Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur!”

Evet, işte o ruh bu ruhtur…
Ey Ruhsuzlar!
Atatürk’ü önemsememek, O’nu küçümsemek ve O’nu milletinden koparmaya çalışmak ha!  Hayır, binlerce kez hayır!

  • Ne Türk Atatürk’süz ne de Atatürk Türk’süz anlam taşır…

Elbette anlayana…

Not            :

18 Mart Çanakkale Zaferinizi bütün kalbi duygularımla kutluyor,
bize bu büyük utkuyu kazandıran şehitlerimize ve gazi olarak o günlerden kalmış ve
artık hiçbir kişi kalmadan sonsuzluğa ulaşmış olan yurtseverlerimize şükran duygularımı belirtiyor; Yüce Milletime nice esenlik dolu bir gelecek diliyorum… (18.3.14)

HER GÜN KADINLARIMIZIN !!!

Dostlar,

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden değerli meslektaşımız Prof. Dr. Mehmet Ali Körpınar,

“HER GÜN KADINLARIMIZIN !!!” başlıklı bir yazısını paylaşmakta..

Teşekkür ederek sizlere sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
7 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================================

HER GÜN KADINLARIMIZIN !!!

portresiProf. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

“Bir toplum aynı amaca, bütün kadınları ve erkekleri ile birlikte yürümez ise o toplumun ilerlemesine
teknik olarak olanak ve bilimsel olarak olasılık yoktur.” 


Mustafa Kemal ATATÜRK

Değerli arkadaşlar,

Yaşadığımız her gün ve her dakika, kadınlarımız sayesinde, daha çağdaş ve
daha mutlu olmaktayız. O nedenle 
HER GÜN KADINLARIMIZINDIR !!! 

Yeter ki onlara gereken önemi, saygıyı ve sevgiyi gösterelim. 

Ne yazık ki güzel ülkemizde, kadına karşı şiddet giderek artmakta ve kadınlarımız için sığınma evlerine ivedi gerek duyulmaktadır. Özellikle yerel seçimler öncesinde
tüm adaylarımızdan, zor koşullarda yaşamaya çalışan kadınlarımız için
her ilçede sığınma evleri yapımı için gereken önemi göstermelerini bekliyorum. 

Yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün sayesinde kadınlarımız;
güzel ülkemizde 1934’te seçme ve seçilme hakkına kavuşurken, İtalya ve
Fransa’da 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de ancak bu hakka kavuştular.

O’nun saygıdeğer kadınlarımız hakkındaki değerli yorumlarından bir bölümü ilişiktedir.
Bu konuda hazırlanmış güzel bir çalışmayı, 8 Mart kadınlar günü nedeniyle
sizlerle paylaşmak istedim.
 

Ayrıca KONDA’nın Ocak-2012’de yaptığı Siyasal ve toplumsal araştırma dizilerinden TÜRKİYE AİLE YAPISI konulu çalışmada, kadınlarımızın yaşadığı aile sorunlarından bazılarını aşağıda bilgilerinize sunmak istedim. Nereden nereye gelmişiz !!! 

Yüce önderimizle ne kadar övünsek yeridir. 

Sevgi ve saygılarımla (7.3.2014).

Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

*****

Ocak’12 Barometresi – KONDA 

Siyasal ve toplumsal araştırmalar dizisi: Türkiye aile yapısı

http://www.chppusula.com/dosyalar/Barometre_Rapor_Ocak_2012.PDF 

Türkiye’de 18 yaş üstü yetişkin nüfusun %71,6’sı evli, %21,2’si bekar, %0,9’u nişanlı, %1,4’ü boşanmış ve %4,9’u duldur. Evlilik biçiminde hâlâ ağırlık, görücü usulüyle evlenmededir (% 48,1) ve nüfusun %8,2’si rızası dışında aile büyüklerinin kararıyla evlendirildiğini söylerken, %43,7 oranında karşılıklı karar vererek evlenme vardır. 

  • Kadının kararlardaki rolü; Haneye mobilya, beyaz eşya alınırken
    kadınların kararlardaki rolü %54,6 iken, çocuğun hangi okula gideceği kararında
    hanelerin yalnızca % 18,5’inde kadının etkin olduğu görülüyor.
  • Her 10 ailenin 6’sında evli çiftlerden ancak bir kişi çalışırken, yalnızca bir ailede eşlerden her ikisi de çalışmaktadır. (A.S. 10 ailenin 3’ünde de her 2 eşin de işsiz olduğu anlaşılıyor!) Eşlerin her ikisinin de üniversite eğitimli olduğu aileler yalnızca %5, birisinin üniversite öbürünün lise eğitimli olduğu aileler
    %5 oranındadır.
  • Evli çiftlerin %10,3’ünde eşlerin her ikisi de çalışmakta, %58,3’ünde yalnızca
    biri çalışmakta, %31,4’ünde ise ikisi de çalışmamaktadır.
  • Yaşam biçimini modern olarak tanımlayanların %14’ünün,
    geleneksel muhafazakârların %25’inin, dindar muhafazakârların ise
    %34’ünün evliliği, akraba evliliğidir.
  • Bir erkekle bir kadının birlikte yaşaması için dinsel nikâhın koşul olduğu fikrinde olanlar %76,2 oranındadır. Bir erkekle kadının birlikte yaşamaları için dinsel nikah koşuldur diyenler doğal olarak Dindar Ailelerde en yüksek oranda iken,
    Modern Aileler’e doğru azalmaktadır.
  • “Bir kadın sevdiği adamla resmi veya dinsel nikâh olmadan birlikte yaşayabilir. fikrini onaylayanlar yalnızca %10,3, karşı çıkanlar % 82,1 oranındadır.
    Nikahsız birlikteliğe en düşük hoşgörü Dindar Ailelerde görülmektedir.
  • “Kızım, kız kardeşim aile büyükleri beğenmese bile evleneceği kişiyi seçebilir.”
    fikrini onaylayanlar %61.8, karşı çıkanlar yüzde 22.8 oranındadır.
    Bu fikri sahip olanlar en çok Modern Aileler arasında görülmektedir.
  • Eşiyle akraba olanlarla nasıl evlendiği arasında da bağlantı olduğu gözlenmektedir. Evliliğe karşılıklı karar verenlerin yalnızca %15’i eşiyle akraba iken, görücüde %33, aile büyükleri kararıyla evlenenlerde %55’i akraba ile evlidir.
  • Eşiyle 1. derece akraba olanların %51’i görücü
    yöntemiyle, 
    %19,8’inin aile büyüklerinin kararıyla evlendiğini söylemektedir.
  • Eşiyle uzaktan akraba olanların %62,7’si görücü yöntemiyle %15,4’ü
    aile büyüklerinin kararıyla evlendiğini söylemektedir.
  • 51 milyon yetişkin içinde %6,3 oranında (3,2 milyon yetişkin) dolayında
    dul veya boşanmış olan birey vardır.
  • ·         Evliliklerin neredeyse yarısı hâlâ “görücü usulüyle” yapılmaktadır.
  • ·         17,5 milyon hanenin %8,2’sinde (1,4 milyon evlilik) rıza dışı evlilik vardır.
  • ·         17,5 milyon hanenin %9,9’undaki evlilik (1,7 milyon evlilik) 1. derece akrabalar arasında, %16,1’indeki evlilik (2,8 milyon evlilik) uzaktan da olsa
    yine akrabalar arasında gerçekleşmiştir.
  • ·         Yalnızca imam nikâhıyla evli olmak eğitim düzeyi azaldıkça artmaktadır.