Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Batı’dan kaçanlar

Batı’dan kaçanlar

Örsan K. ÖymenÖrsan  K. ÖYMEN
Cumhuriyet, 14 Aralık 2020

 

Doğu” ve “Batı” arasında oluşturulan yapay karşıtlıklar ve kutuplaşmalar üzerinden Türkiye’yi Batı’dan kopartmak, batıfobik “Doğu” taklitçiliğine ve özentiliğine yönelmek, emperyalizme yaradığı gibi, aydınlanma devrimlerinin de önündeki en büyük tehlikelerden birisidir.

  • Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olmadığı safsatası Türkiye’nin geleceğini karartmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk Selanik’te, bir Avrupa kentinde doğup büyümüştür. Türkiye topraklarının bir kısmı Avrupa kıtasındadır. Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul, Avrupa coğrafyasındadır. İstanbul, Riyad’a 4 saat, Karaçi’ye 5 saat, Kuala Lumpur’a 10 saat uçuş mesafesindeyken, Atina’ya, Bükreş’e ve Sofya’ya 50 dakika, Roma’ya ve Viyana’ya 2 saat uçuş mesafesindedir.

Türkiye’nin sekiz komşusundan dördünde, Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan ve Ermenistan’da, nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyandır. Türkiye’deki nüfusun neredeyse üçte biri Balkan ve Kafkas göçmenlerinden oluşmaktadır. Balkanlar Avrupa kıtasındadır, Kafkaslar Avrupa’nın sınırındadır.
***
Merkezi Anadolu’da olan en eski geniş topraklı uygarlık Hitit uygarlığıdır. Hitit dili, Yunanca, Latince, Fransızca, İtalyanca, Almanca, İngilizce gibi Hint-Avrupa dil ailesine aittir. Hitit’ten sonra Anadolu’da antik Yunan uygarlığı yeşermiştir. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos, Anaksagoras, Kleanthes, Krisippos, Leukippos, Epikuros, Herodotos gibi filozoflar ve bilim insanları Anadolu’da yaşamışlardır. Anadolu’ya Orta Asya’dan göç eden Türklerin dili, Macarca ve Fince gibi, Ural-Altay dil ailesine aittir, Arapça gibi Sami-Semitik dil ailesine ait değildir.

İslam dininin yaygın olduğu coğrafyada yaşamış olan Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar ve bilim insanları, antik Yunan filozofları Platon ve Aristoteles’ten etkilenmişlerdir. İbn Rüşd, Avrupa kıtasında, bugünkü İspanya topraklarında doğup büyümüştür.

İslam dini, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi Ortadoğu çıkışlıdır, Musevilikten ve Hıristiyanlıktan etkilenerek gelişmiştir. Kuran’daki ayetlerde ifade edilen birçok şey, Tevrat’ta ve İncil’de de yer almaktadır. Üç din de aynı Tanrı’ya inanmaktadır.
***
Bunlara karşın Türkiye’nin Batı’ya ait olmadığını savunanlar kimlerdir?

Necip Fazıl Kısakürek ve onun peşinden sürüklenenler! “Milli Görüş” maskesi altında “Arap Görüş”ü savunanlar! AKP’liler! Fethullah Gülen çetesi üyeleri! Dini cemaatler ve tarikatlar! Diyanet İşleri Başkanlığı! Neo-Osmanlıcılar! Şovenist milliyetçiler! ABD’deki ve Avrupa Birliği’ndeki emperyalist, muhafazakâr, şovenist, ırkçı kesimler! Bir de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar!

Yaşayan en önemli filozoflardan birisi olan Noam Chomsky, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezini eleştirirken, Batı ile İslam arasında bir çatışma olmadığını, radikal İslamcı hareketlerin ABD tarafından desteklendiğini, ulusalcı laik yönetimlerin ABD’nin çıkarlarına aykırı olduğunu söyler.

ABD, Afganistan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden sonra, buradaki İslamcı teröristlere yıllarca destek vermiştir. Taliban ve El Kaide buradan doğmuştur. Pakistan’da İslamcı hareketlerin güçlenmesi, ABD destekli diktatör Ziya ül Hak döneminde başlamıştır. Suudi Arabistan, petrol ve savunma sanayisi alanında, ABD’nin en büyük ticari ortaklarından birisi olduğu gibi, ABD’nin bu ülkede askeri üsleri de bulunmaktadır.

  • Suriye, Libya ve Mısır’daki İslamcı hareketler, “Arap Baharı” maskesi altında ABD tarafından desteklenmiştir.

IŞİD ve El Nusra gibi terör örgütleri, ABD’nin Irak’ı işgal edip bölmesiyle ortaya çıkmıştır.
***

  • Necip Fazıl Kısakürek’in “büyük doğuculuk” saçmalığı ve oradan türetilen İslamcı akımlar, Türkiye’deki SSCB etkisini kırmak ve sosyalist hareketlerin gelişmesini engellemek amacıyla ABD tarafından desteklenmiştir.
  • 12 Eylül askeri darbesi de ABD’nin desteğinde yapılmıştır.
  • Bu darbeden sonra Türkiye’deki İslamcı hareketler güçlenmiştir ve sonunda iktidara gelmiştir.
  • AKP iktidarı da Fethullah Gülen örgütlenmesi de bir ABD yapımıdır.

ABD’nin ve AB’nin amacı, Mustafa Kemal Atatürk’ü Türkiye’den silmektir!

Laiklik karşıtlığı, İslamcılık, ileri uygarlıktan yoksunluk ve cehalet, emperyalizmin en büyük silahına dönüşmüştür.

ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

İnsan Hakları Gününün Zor Sorusu:
ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elk. Müh. (İTÜ)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tam 72 yıl geçti. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık 1948’den bu yana bu tarih İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.

İkinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşının acılı günlerinden sonra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi büyük bir umut ve heyecanla karşılandı. Bildirgenin kabulüyle dünyada tekil olaylar dışında bir daha insan haklarının yok sayılmak bir yana, çiğnenmeyeceği düşünülüyordu. Ne yazık ki işler hiç de öyle gitmedi. Her şeyden önce 10 Aralık tarihli Bildirge, bu tarihten 159 yıl önce, 1789 yılında Büyük Fransız Devriminde kan ve can pahasına ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinden daha gerideydi. Örn. yeni Bildiride Direnme Hakkı yok sayılmaktaydı.

Bildirgenin Birleşmiş Milletlerde kabulünden 3 yıl önce, İkinci Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği günlerde ABD, teslim olmak üzere olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası ile bir anda yüz binlerce insanı ölüme gönderirken, yeni dünya jandarması olduğunu da ilan ediyordu. O tarihte henüz ortada İnsan Hakları Evrensel Bildiegesi yoktu. Ancak ABD’nin 1776 yılında ilan ettiği ve Büyük Fransız Devrimini de etkileyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi vardı ve bu metin, çağının çok ilerisinde bir insan hakları bildirgesiydi.

Hiroşima ve Nagazaki sonrası günümüze dek ABD bütün dünyaya “İnsan Hakları” götürdü (!) Tankları, topları, uçak gemileri, bombardıman uçakları, füzeleri eşliğinde…

Bir başka söylemle İnsan Hakları kavramı emperyalist ülkeler elinde kirletilmiş bir kavram, maske durumuna geldi. Tıpkı barış, özgürlük kavramları gibi. Emperyalist devletler 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi eşliğinde Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya 72 yıldır filolarıyla, uçaklarıyla tanklarıyla… “barış ve özgürlük” götürüyorlar (!!)…

Ne acıdır ki ezilen ülkelerde ve hatta dünyanın ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştıran ülkemizde ABD’den ve AB ülkelerinden “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” dilenen mandacı “aydınlar” da var. Bunun son örneğini yakın tarihte “dost” saflarda da gördük.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin mürekkebi kurumadan ABD önderliğindeki Batılı ülkeler Kore halkına “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” götürüyordu! Kore’ye bu kirletilmiş kavramlar götürülürken NATO üyesi yapılma aşkıyla o günün siyasal iktidarı, Türk Silahlı Kuvvetlerini de bu taşıma “işine” alet ediyordu. Bu “fedakarlık” (!) Kore’de 896 Mehmetçiğimizin yattığı bir Türk şehitliği ile ödüllendiriliyordu. Yine Bildirgenin imzalanmasından hemen sonra 1950 yılında Cezayir’de başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin savaşçıları göğüslerinde Mustafa Kemal Atatürk fotoğraflarıyla ölüme gidiyordu. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini imzalamakla övünen Fransız lejyonu da bu kutsal bağımsızlık savaşını kanlı bir biçimde eziyordu. Bütün karanlık ve kanlı oyunlara inat, 1962 yılında Cezayir halkı zafere, özgürlüğüne ulaştı. Cezayir Bağımsızlık Savaşını bastırma hareketi içinde, daha sonra Fransa’nın ilk “sosyalist” Cumhurbaşkanı olacak olan Mitterand da yer alacaktı. (Önceleri Denizaşırı İller Bakanı, daha sonra ise İçişleri Bakanı olarak bu kirli savaşta rol üstlenecekti)

10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi alkışlarla kabul edilirken, yine Fransızların 1946’da başlattıkları Vietnam savaşı sürüyordu. Fransa, yitirdiği bu savaşı daha sonra ABD’ye devredecek 1975 yılında zafere ulaşacak olan Vietnam savaşı sırasında “İnsan Hakları” yüz binlerce ton bomba, napalm bombası ve ölüm olarak bu kanlı topraklara ulaşacaktı. Daha sonra Kamboçya ve Laos’ta olduğu gibi…

Kirletilmiş “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” Küba’nın Domuzlar körfezine de gitti. Daha sonra Şili’ye, Arjantin’e, Nikaragua’ya, Venezuella’ya, Falkland adalarına, Haiti’ye de gitti. Ve Ülkemize de geldi 1980 yılının 12 Eylül günü “bizim oğlanlar” eliyle. Beraberinde idamlar, işkenceler, 30 yıl sürecek davalar, kitap yakmalarla. Yakın zamanda Afganistan’a da gitti. Daha sonra Irak’a… Ebu Gureyb işkence evinde çırılçıplak soyulmuş insanların nasıl “İnsan Haklarından” yararlandığının fotoğraflarını gördük. Sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve son olarak Suriye’de “Arap Baharı” adıyla piyasaya sürüldü. Ve elbette Güney sınırlarımıza yerleşmeye çalışan bölücü terör örgütüne destek için on binlerce TIR dolusu silah ve cephane olarak boy gösterdi “İnsan Hakları”…

Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülkemizde, Gazi Meclisimizin tepesine bomba olarak yağdı. Bombaları yağdıran uçakların havada ikmal yapmasını sağlayan tanker uçaklar, ABD’nin kullandığı İncirlik üssünden kalkmıştı. Darbenin lideri olduğu söylenen FETÖ, ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki malikânesinde yaşıyordu. Darbeye karışanların önemli bir kesimi de Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere kaçtı, kaçırıldı.

Emperyalist ülkelerin ezilen ülkelere “İnsan hakları” götürmek istemesini anlayabiliyoruz. Ancak dünya jandarması ABD’de daha dün denecek tarihe dek kara derili insanların seçimlerde oy kullanma hakları kısıtlıydı. Beyazlarla aynı otobüslere binemiyor, aynı lokantada yemek yiyemiyor, aynı okullara gidemiyorlardı. Ve günümüzde Siyahlar, halen sokak ortasında sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla can veriyor, ensesine çökülerek boğuluyor!!.

En acısı da, tarihin ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırmış olan ülkemizden kimi politikacılar, henüz göreve başlamamış ABD başkanından, seçildiği bile kesinleşmeden “İnsan Hakları ve Demokrasi” dileniyor. Hem de kendilerine 10 Aralık Hareketi adını koyarak(!)

Evet, bizim gibi ülkelere bedelini ödemek kaydıyla demokrasi ve insan hakları gelebilir. Bu bedel ya uzun yıllar boyunca bütün bir ulus olarak tutsaklık ve sömürü olarak ödenir ya da ulusal kahramanlar önderliğinde kanla – canla ödenir ve bu ulusların tarihine altın harflerle ZAFER ve ONUR olarak yazılır.

Çorlu DEVRİM Gazetesi ile söyleşimiz…

Çorlu DEVRİM Gazetesi ile söyleşimiz…

Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Sonsuzluğa Göç Edişinin 82. Yılında Özel Söyleşi..

Sn. Mustafa AYDINLI‘ya teşekkürlerimizle…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile. 12 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir

Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir

Cumhuriyetin, halkçı-kamucu-dayanışmacı politikalar ile güçlendirilmesinde sorunlar yaşadığımızı kendimize itiraf etmeliyiz. Neoliberal politikalara karşı durmanın bir yolu da Cumhuriyetin kamusal yarar ve ortak iyi gibi değerlerinin yeniden diriltilmesi ve öğretilmesinden geçiyor.

Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir

BİRGÜN PAZAR 01.11.2020
https://www.birgun.net/haber/cumhuriyetin-ruhu-ilkesi-erdemdir-321276

Bazı sosyal bilimciler bir yandan kapitalizmin “ruh”undan söz ederler, bir yandan da kapitalizmin, ruha ilişkin değerlerin ve dünyanın büyüsünün yittiği bir sosyal-ekonomik yapıyı içerdiğini dile getirirler. Zaten “ruh” derken, metafizik bir anlam yüklemekten çok, bir şeyin temel yapısını, mahiyetini anlatmak isterler.

Aslında, Antik dünyada da “ruh”un bu türden bir kullanımına rastlıyoruz. Tamamen akıl yürütmeye ve gözleme dayalı siyasal rejimlere ilişkin tanımlama ve sınıflandırmalarda dahi bunu görebiliyoruz. Her siyasal rejimin kendine özgü bir karakteri, yapısı, ruhu (ethos) vardır. Ruh ya da ethos, inançlardan, ahlaki değer ve davranışlardan, alışkanlıklardan oluşan bir yapıya karşılık gelir. Bir bakıma kültür olarak düşünebiliriz onu.

Siyasal rejimlerden biri olan Cumhuriyetin dayandığı temel ilke erdemdir. Montesquieu, cumhuriyetin en iyi yönetim biçimi olduğunu düşünür. Düşünürün yaptığı siyasal rejim sınıflandırmasında dikkat çeken nokta, cumhuriyet ile despotizmin karşı karşıya getirilmesidir. Despotizmin (istibdat) ilkesi korkudur; bu nedenle de özgürlüğü ve eşitliği içeren cumhuriyetin tersine bir kölelik rejimidir. “Bir kişinin hiçbir kanun ve kurala bağlı olmaksızın kendi istek ve heveslerine göre idaresidir” diye yazar Kanunların Ruhu Üzerine adlı kitapta.

Fransız siyasal düşüncesine aşina olan ve iyi bir Rousseau ve Montesquieu okuru olan Mustafa Kemal Atatürk, 14 Ekim 1925 yılında İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyaretinde cumhuriyet hakkında bir konuşma yapar. Bu konuşmanın sebebi öğrencilere sorulan şu sorudur: Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir? Şunu söyler Mustafa Kemal:

  • Cumhuriyet fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenid olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir.”

Konuşmanın devamında Atatürk, Milli Mücadele’nin başarısını, herkesin bir “mefkure” ve “izzetinefis” saiki ile mücadeleye katılmış olmasında bulur. Şunun bunun hırsı ya da şahsi bir hırs değildir mücadeleyi yönlendiren.

Milli mücadelenin başarısının sırrı “ortak ruh” tur. Bir topluluğun kendi kaderini elinde tutmak istemesi ve bağımsızlığı için birlikte mücadele etmesidir.

Düşünsel olarak bakıldığında Cumhuriyet, bu türden bir ortak ruha dayanır. Ancak, cemaat, tarikat türü toplulukların yani emir-itaat ilişkisi içindeki insanların “ruh”u değildir bu. Belli bir otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmek değildir. Kendi kendini yönetme kabiliyeti ve hakkı olan yurttaşlar arasındaki bir ortaklıktır, bu nedenle kamusal bir ruh ya da kamusal bir ahlaktır. Bu ruh, her şeyden önce yurttaşlardan kamusal sorunlara (yani ortak olan sorunlara, siyasete) yönelik bir duyarlık ve kamusal kararlara katılım ister. Bir kişinin iyi olmasının bir başkasının iyiliğine bağlı olduğu düşüncesini gerektirir. “Bireysel” iyi yerine “ortak iyi” düşüncesi, bir siyasal erdem olarak yükseltilir.

Bu nedenle, cumhuriyetçilik en eski kaynaklarından itibaren, “yurtseverlik” üzerinde yükselen bir düşünsel gelenek olmuştur. Bireysel iyinin ortak iyi için feda edilebilmesi bize çoğu zaman otoriter siyasal rejimleri, hatta faşizmi anımsatır. Milliyetçilik deyince de akıllara ilk bunlar gelir.

  • Siyasal özgürlüğün ve eşitliğin çok önemsendiği cumhuriyetçi düşünce içinde milliyetçilik değil yurtseverlik vardır.

Yurtseverlik bir başka ulusu, kavmi, topluluğu aşağı görmek ve kendine tabi kılmayı değil, öncelikle bağımsızlığı içerir. Her bir kişinin siyasal açıdan özgür olması, her şeyden önce ülkenin bağımsız olmasını gerektirir. Bir ülke ya da ulus bağımsız değilse, içindekilerin özgürce yaşayabilmesi hiçbir biçimde söz konusu olamaz.

Antik düşüncede böyle olduğu gibi, modern cumhuriyetçiliğe geçişte bir halka olan Rönesans cumhuriyetçi düşüncesinde de bağımsızlık en temel ilke olarak korunur. Bunun için Machiavelli’nin Söylevleri’ne bakmak yeterlidir.

Cumhuriyetçi erdem, aynı zamanda “ölçülü” olmayı ve azla yetinmeyi içerir. Bu da tarih boyunca korunan bir ilke olacaktır. Cumhuriyetlerin çöküşü, bir yanıyla, yayılmacı bir hırsla başka toprakları fethetmek yoluyla genişlemenin yarattığı sorunların bir ürünüdür. Sparta’nın cumhuriyeti (karma anayasası), kendi gücünü gözünde fazla büyütüp başka toprakları ele geçirmeye kalktığında yıkıldı. Roma’da cumhuriyetin çöküşünün nedenlerinden biri de emperyal yayılmaydı. ABD resmi olarak bir cumhuriyet; ama, emperyalist bir devlet olarak cumhuriyet değerleriyle ilgisi var mı, tartışılır. Emperyal yayılma ile cumhuriyet bir arada olamamıştır. “Yurtta sulh cihanda sulh” o nedenle korunması gereken bir ilkedir. En az bağımsızlık ilkesi kadar…

Zenginlik tutkusunu, lüksü ve ihtişamı dizginleme öyle önemlidir ki, yöneticiler ve yurttaşlar için de geçerlidir. Cumhuriyetçi erdemin eşitlik kadar sadelik ve ılımlılık ile açıklandığını görmek mümkün. Kuşkusuz bu bir siyasal erdemdir.

Bu nedenle cumhuriyetin yurttaşı, kapitalizmin çıkarcı sahiplenici bireyi ile benzeşmez. Cumhuriyetin topluluğu, alıcı-satıcı ilişkisi içinde çıkarcı-rasyonel hesap yürütmek üzere bir araya gelen insanlardan ibaret olamaz. Bireyin yararı ya da belli bir grubun yararı değil, siyasal birliğin, kamunun yararı öne çıkarılır. Cumhuriyet düşüncesi sıkı bir biçimde ortak iyilik ya da “kamu yararı” kavramlarına bağlıdır. Bu anlamda cumhuriyetçilik:

♦ Bağımlı olmama (özgürlük)

♦ Yurttaş olma (eşitlik)

♦ Ortak iyiyi ya da kamu yararını gözetme (kardeşlik) değerleri üzerinde yükselir.

Hiç kuşku yok ki, buraya kadar cumhuriyetçilik fikri ve idealinden söz ediyoruz. Tarih boyunca değişik biçimlerde kendini gösteren cumhuriyet rejimleri, cumhuriyetçilik düşüncesinden ne kadar pay almışlardır?

Cumhuriyetin liberali de var, İslamcı olanı da. Otoriter cumhuriyetler olduğu gibi demokratik olanlara da rastlıyoruz. Eğer sadece siyasal iktidarın nasıl belirlendiği, yöneticilerin nasıl iktidara geldiği ölçütünden hareket edersek bunların hepsi de cumhuriyet. Çünkü siyasal iktidarın soya dayalı olarak geçmemesi, yöneticilerin halk tarafından seçilmiş olması ve halkın egemenliğinin tanınması yeterlidir. Peki ya cumhuriyetin ruhu?

Türkiye cumhuriyeti de tarih içinde kurulan ve ortaya çıktığı toprakların rengini alan bir kurumsal yapıya sahip oldu. Başlangıç yıllarında, yeni kurulmuş bir devlet olmanın verdiği heyecanla, ortaklık ruhu çok daha canlı ve sağlamdı. Bugün böyle bir ortak ruhtan ne derece söz edebiliriz? Son on sekiz yılda, sürekli cepheleşmeyi körükleyen bir iktidar politikasıyla karşı karşıyayız. Siyasi ayrılıkların olması bir ülkeye düşünsel zenginlik ve canlılık sağlar; fakat ölmüş bir kişiye, “karşı taraf”tan biri diye saygı göstermemek nasıl bir şeydir?

  • Kendinden olmayanın her türlü hukuksuzluğa ve adaletsizliğe maruz kalmasını doğal ve meşru görmek nasıl bir anlayıştır?
  • Cumhuriyetin, halkçı-kamucu-dayanışmacı politikalar ile güçlendirilmesinde sorunlar yaşadığımızı kendimize itiraf etmeliyiz.
  • Neoliberal politikalara karşı durmanın bir yolu da Cumhuriyetin kamusal yarar ve ortak iyi gibi değerlerinin yeniden diriltilmesi ve öğretilmesinden geçiyor.
Fakirinden zenginine kamu mallarını yağmalama güdüsünün ağır bastığı bir ülkede, cumhuriyetçi değerlere sıkı sıkı sarıldığımız konusunda kendimizi kandırmamız da bir başka sorun.

DOKSAN YEDİNCİ YILINDA CUMHURİYET

DOKSAN YEDİNCİ YILINDA CUMHURİYET

Dr. Ceyhun BALCI

Varlığını Cumhuriyet’e borçlu olan ama Cumhuriyet’e borçlu olduğunu düşünmeyen, tersine Cumhuriyet’le hesaplaşma saplantısını aşamayan bir siyasi yapı yönetiminde 100. yıla geri sayıyoruz. Cumhuriyet’in getirileri, sağladığı kazanımlar ve yalnız coğrafyamızdaki değil yerküredeki biricikliği üzerine ciltlerce kitap yazıldı. Süresi belirsiz söz söylendi. Bu etkinlikler hiç kuşkusuz bıkmadan, usanmadan sürdürülecektir.

 

Biz güncel birkaç olay üzerinden irdeleme ve çözümleme yapalım!

Cumhuriyet eşi benzeri az bulunur bir kurtuluş savaşıyla, başka deyişle kanla, canla kuruldu.

Bu nedenle de saygınlığı hiçbir şekilde tartışıl(a)madı. Bu nedenle de Cumhuriyet’le derdi olanlar kaçınılmaz şekilde yalana dolana sarılmak durumunda kaldılar. Bu, hiç kuşkusuz bu tiplerin düzeysizliğine yaraşan bir davranış biçimiydi.

İlginç ayrıntıdır!

Kanla, canla Cumhuriyet’i kuranlar savaşı da bıçakla keser gibi sonlandırmışlardır.

Barut kokusunun yerini diplomasiye bıraktığına tanık olunmuştur. Hem de ışık hızıyla!

İstanbul’un ve Trakya’nın tek kurşun atmadan işgalden kurtarılması, Lozan’da yeni ülkenin tapu senedinin dünya kamuoyu önünde kabul ettirilmesi, Montrö’de Boğazların tam denetimimize girmesinin sağlanması, Hatay’ın en küçük çatışma olmaksızın Ulusal Ant topraklarına eklenmesi Cumhuriyet’in savaşmak kadar konuşmayı ve anlaşmayı da iyi bildiğini, önemsediğini gösteren örneklerdir.

Yurtiçinde Lozan’ı aşağılamak ve önemsizleştirmek için elden gelen her şeyi yapmakta sakınca görmeyenlerin uluslararası ilişkilerde Lozan’a can simidi bulmuşcasına sarıldıklarını da ibretlikle izler olduk.

Cumhuriyet’in 97. yılında ülkemizin en üst ve tek yöneticisinin Cumhuriyet’in diplomasi geleneğini göz ardı ettiğini görüyoruz. Diplomasiyi “monşerler” söylemiyle aşağılayan başyücenin her geçen gün kaba, kavgacı ve yakışıksız bir dili benimsemekte oluşu çözümlere değil sorunlara daha yakın olduğumuzu gösteriyor.

Fransa’ya boykot çağrısı içi boş olduğu kadar ekonominin kırılganlaştığı dönemde bırakınız seslendirilmeyi, akla bile getirilmemesi gereken seçenekti. Sonuç almayı ve sorun çözmeyi değil ama arka bahçedeki heyecanlı kalabalıkları coşturmayı amaçlayan anlayış her zaman olduğu gibi duygularına teslim olarak hiç olmayacak yola sapmakta sakınca görmedi.

Yüzüncü yıla doğru Cumhuriyetimizin güncel sorunu Cumhuriyet’i benimsemek bir yana Cumhuriyet’le görülmemiş hesabı olduğu duygusuyla sarmalanmış bir anlayışın egemenliği altında kalmasıdır.

Başı dik, alnı ak ve yüzü pak bir toplum yaratmayı amaçlayan ve bunu büyük ölçüde başaran Cumhuriyet’e, havaalanı gibi sıradan bir projenin çıta olarak belirlenmesi acıklı bir başka deneyim olmuştur.

Yine, bundan 60 yıl önce yapılması başarılmış olan yerli otomobilin bu kez TOGG adı altında “ilk” nitelemesiyle görüşe sunulması da Cumhuriyet’in güncel yöneticilerinin ufuksuzluğunu sergilemesi bakımından anlamlı ve önemli bir başka örnek olarak tarihteki yerini almıştır.

  • Her 29 Ekim’de olduğu gibi bu kez de inadına coşkuluyuz, umutluyuz!

29 Ekim, Cumhuriyet sırtında taşımakta olduğu kendisine hiç yakışmayan yükten kurtulduğunda daha bir kutlu olacak!

Cumhuriyet’i yoktan var eden Mustafa Kemal Atatürk ve silah (AS: ve dava) arkadaşları ile Cumhuriyet için kanlarını ve canlarını esirgememiş olan yüce gazi ve şehitlerimizi saygıyla anarak…

İki Bayramı Bir Arada Kutlamak

İki Bayramı Bir Arada Kutlamak

Prof. Dr. Semih Baskan
İstanbul Okan Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı

Yeni korona virüsün neden olduğu Covid-19 Pandemisi esnasında hastalarımıza verdikleri özverili çalışmalarla tüm dünyanın takdirlerini kazanan sağlık çalışanlarımız iki anlamlı bayramı birlikte kutlamanın heyecanını yaşıyorlar. Bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı Türkiye Büyük Millet Meclisinin 100. kuruluş yıldönümünü kutlarken, öbür yanda ise Sağlık Bakanlığımızın kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlamanın gururunu taşımaktayız. Dünyanın pek çok ülkesinde henüz kurulmayan bu Bakanlık, TBMM’nin 3 numaralı yasası ile Sıhhat ve İçtimai Muavenet Bakanlığı adı ile kuruluyor ve Dr. Adnan Bey (Adıvar) 3 Mayıs 1920‘de Ankara’da Hamamönü Semtinde bir küçük binada yanında bir memur ile göreve başlıyordu.

Sağlık Bakanlığı tarafından 1925 yılında hazırlanan ilk çalışma planında gözetilen hedefler
olarak:
1.Devlet Sağlık Örgütünü genişletmek,
2.Hekim, sağlık memuru ve ebe yetiştirmek,
3.Numune Hastaneleri açmak,
4.Sıtma, verem, trahom, frengi ve kuduz gibi hastalıklarla savaşmak,
5.Sağlık ile ilgili yasaları yapmak,
6.Sağlık ve Sosyal Yardım Örgütünü köye kadar götürmek,
7.Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Okulunu kurmak.. saptanmıştı.

TBMM 3. Yasama Yılı açılış konuşmasında 3 Mart 1922’de Mustafa Kemal Atatürk,
Mecliste şunları söylüyordu :

Salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı savaşın gereği düşünülür iken en önce akla, sıhhi önlemlerin uygulanmasını yapan doktor ve sağlık memurları gelir. Geçen sene ülke içinde memur olarak çalışan doktor sayısı 337 ve sağlık memurları sayısı ise 434 idi.” diyerek öncelikle doktor ve sağlık memurlarının sayılarının artırılmasının gerekli olduğuna vurgu yapıyordu.

Aynı konuşmasında devamla “Sıtma hastalığının kökünden kazınması için tek çare olan bataklıkların kurutulması ve arazi ıslahı konusunda şehir ve köylerin sağlık koruma şartlarının ıslahına, şartlar uygun olur olmaz başlatılmalıdır.” diyordu.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konudaki çabaları her türlü övgüye layıktır. 1934 yılında
Anadolu’da kurutulan bataklıkların alanı 131.769.238 m2’ye ulaşmış, halka ücretsiz
olarak dağıtılan Kinin miktarı 1937 yılında 8.482 kilo 780 grama ulaşmıştı. (1)
.
1928 yılında belirlenen hedefler doğrultusunda 1267 sayılı Kanun ile Merkez Hıfzıssıhha
Enstitüsü kuruluyor ve burada 1930 yılından itibaren üretilmeye başlanan aşılar bulaşıcı
hastalıklarla mücadelede en etkin korunma yöntemi olarak uygulamaya koyuluyordu.
Tüm dünya heyecanla Corona (Covid-19) Pandemisi ile ilgili olarak Çin’in bulacağı yeni bir
aşıyı beklerken, Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’si 1938 yılında çıkan Kolera salgını nedeni
ile Çin’e Kolera aşısı yolluyordu. 27.7.1938 tarihli Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Dr. Hulusi Alataş’ın Başbakanlığa yolladığı yazıda “Çin Sağlık Dairesinin Cenevre’de Milletler Cemiyeti Hıfzıssıhha Direktörlüğüne yazdığı yazıdan Çin’deki Kolera salgını nedeni ile Kolera aşısı tedarik etme hususunda başvurusu ile adı geçen direktörlüğün Türkiye’ye, Çin’e Kolera aşısı göndermenin mümkün olup olmadığının sorulması üzerine Hıfzıssıhha Müessesesinde hazırlanan 1 milyon cm3 (ml) (toplam 1 m3) aşının gönderileceği” ifade edilmekteydi. (2)

Gene aynı şekilde, dünyanın en güçlü ordusuna sahip Amerika Birleşik Devletleri kendi
askerlerine yapabilmek için Türkiye’den Tifüs aşısı talep ediyordu. Daha sonraları Ankara
Tıp Fakültesi Dekanı olacak olan Albay Behiç Onul anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Gülhane Hastanesi laboratuvarlarından hazırlanan aşıdan 10.000 kişilik doz istek üzerine
ABD ordusuna gönderilmiş. İtalyan cephesine Salerno’dan yapılan çıkartmadaki askerler
üzerindeki sonuçların olumlu olduğunu bize bildirdiler.” (3)

Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Anadolu’da halkın üzerinde en çok tahribat yapan
hastalıklardan biri de Tüberkülozdu. Bu konuda gerekli düzenlemeler yapılmamış ve bir
teşkilata gerek duyulmamıştı. Bu konuda ilk olarak Ankara, Bursa ve Trabzon’da dispanserler
açılıyor, bunu 1924 yılında Heybeliada Sanatoryumunun açılması takip ediyordu. 1930
yılında yürürlüğe giren Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda verem hastalığına geniş yer verilmiş
ve hastalığa bağlı ölümler, bildirimi zorunlu hastalıklar kapsamına alınmıştır. 1951 yılında Dr.
Siyami Ersek’in de tam gün görev yaptığı bu köklü kuruluş, 30 Mayıs 2005’te boşaltılmış ve kaderine terk edilmiştir.

Son zamanlarda Diyanet Vakfına devredildiği konusu da özellikle Pandemi Hastanesi
gereksiniminin olduğu bu günlerde bu konu ayrı bir tartışma konusudur. Kuruluş hedefleri arasında yer alan Numune Hastaneleri ilk kez 1924 yılında Ankara, Erzurum, Diyarbakır ve Sivas’ta,1936 yılında ise İstanbul’da hizmete açılmıştır. Bu hastaneler geniş olanaklarla donatılıp halkımızın hizmetine sunulmuştur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu ihmal ettiği savına karşı en güzel argüman olarak 5 Numune Hastanesinin 3’ünün bu yörelerde açılmasını sayabilmemiz mümkündür.

Yukarıda saydığımız ve tüm dünyanın hayranlıkla izlediği düzenlemelerin ortaya konması,
uygulamaya sokulması ve titizlikle sürdürülmesi bugün saygı ve minnetle andığımız bir
büyük insanın olağanüstü çabaları ile gerçekleşmiştir. Bu değerli insan, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa ile Bandırma Vapurunda bulunan ve Kurtuluş Meşalesi’ni ateşleyenlerden biri olarak görev alan Tabip Binbaşı Refik Bey’dir. TBMM’nin açılışından sonra sivil yaşama geçen ve politikaya atılan Dr. Refik Saydam toplam 14 yıl 4 ay 23 gün değişik dönemlerde Sağlık Bakanlığı ve 3 yıl 6 ay 8 gün de Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinde Başbakan olarak
görev yapmıştır. Kendi Bakanlığı döneminde davet ettiği Avusturyalı mimar Theodore Jost’a yaptırdığı ve bulunduğu semte ismini veren Sağlık Bakanlığı binası 1927 yılında hizmete
girmiştir. Sıhhiye’deki bu anıtsal yapıda günümüze kadar 53 Sağlık Bakanı görev yapmış ve sağlık alanında önemli işlere imza atılmıştır. Ama maalesef bu tarihsel yapı bir tıp tarihi müzesi
olmak yerine Ankara Valiliğine tahsis edilmiş, Sağlık Bakanlığı bu binadan çıkarak Bilkent’te kiralık bir binaya taşınmıştır.
***

Milli Tıp Kongreleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına ülkenin tek tıp cemiyeti olan
Türkiye Tıp Encümeni tarafından içinde bulunduğumuz sağlık sorunlarını tartışmak,
toplumumuzu kasıp kavuran salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı çareler aramak, araştırmak ve
o günün koşullarında çağdaş ülkelerdeki tıbbi gelişmeleri tartışmak amacı ile düzenlenmiştir.
Bu kongreler Cumhuriyet hükümetlerinin sağlık politikalarını belirlemede ve yönlendirmede,
Sağlık Bakanlığının sağlık sorunlarımızın çözümlenmesinde büyük yararlar sağlamıştır.

Sonuç olarak yazımı Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün özlü sözleri ile
noktalamak istiyorum.
Saygılarımla.

  • “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmaz ise,
    değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Mustafa Kemal Atatürk.(1) Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Cumhuriyetin İlk 15 Yılında Sağlık Hizmetleri, say. 339-41, Cumhuriyet’in 87. Yılına Armağan, İstanbul, 2010
    (2) Milli Devlet Arşivi web sitesi, 2020
    (3) Prof. Dr. Behiç Onul, İnfeksiyon Hastalıkları, 6. Basım, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayını, 1960, syf. 483

Fikir ve zikir

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Fikir ve zikir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Pek “Derviş” tanımına uymasalar da herkes gibi iktidarı elinde tutanların “fikri neyse, zikri de aynı”.

Yani, zikir (söylem) kontrolden çıkmış biçimde nasıl bir uçtan bir uca gidip gidip geliyorsa, fikirler de öyle. Özetle, hem fikir hem de zikir “savrum savrum savrulmakta” (haydi bu deyim de Türkçeye armağanım olsun).

Bu fikri savrulmayı zaten, o siyasi hareketin en başındaki kişi, bizzat itiraf etmedi mi geçen gün?

“Fikri iktidarımızı tesis edemedik” deyiverdi, bir üniversitede yaptığı konuşmada. Bu, aslında belli bir fikir etrafında değil, çıkar etrafında, rant etrafında, günlük fırsatlar ve imkânlar etrafında politika belirleyen ve kendilerini “sanki, oturulup enine boyuna ölçüp biçilmiş bir fikrin savaşçıları gibi pazarlayan” bir siyasetin duvara toslamasının itirafıdır.

Malum cenahın sağlam bir ideolojik tabanı olaydı, tam olarak onun plan, program ve stratejileri istikametinde mücadele eder ve sözünü ettikleri “maddi ve fikri zemini” tesis edebilirlerdi. Oysaki öyle bir zemin olmadığını, sadece hileli-hurdalı seçim ve referandumlarla iktidarda kalabilmenin, her biçimde yarattıkları kendi “zenginleri” aracılığı ile biriktirilen-bölüşülen rantı da iktidarda kalmanın bir aleti olarak kullandıklarını herkes biliyor artık.

Bu temelde bir iktidarın, klasik manada bir “fikri zemini” olabilir mi?

‘Sen kimsin?’ klibi

Hafta başında iktidar partisinin gençlik kolları tarafından yayımlanan bir “gaz verme” videosu da yukarıda tarif ettiğim bu savrukluğun somut ve dört dörtlük bir ifadesi değil mi?

“Sen Kimsin?” teması ile iktidar tabanında olduğunu varsaydıkları genç insan kitlesine, sözüm ona bir “aidiyet aşısı” yapmaya kalkıştılar. Ama aşının formülüne bakınca, o “savrum savrum savrulmuşluğun” izleri adeta “kör parmağım gözüne” açığa vuruyordu.

Bu ülkenin en yüce ve “düzeyine en erişilemez değeri” niteliğindeki devrimlerin altında imzası bulunan Mustafa Kemal ATATÜRK’ü yok saymalarını bir kenara koyuyorum. Zaten bırakınız sahiplenmeyi, kıyısından köşesinden dahi en ufak bir saygı göstermediklerini de bir an için önemsememeye çalışıyorum.

Ama Sahabe’den girip Necip Fazıl’dan çıkan, Menderes’ten girip 15 Temmuz şehitlerinden çıkan, Selahattin Eyyubi’den girip Kanuni’den çıkan, Erbakan’dan girip İstiklal Savaşı kahramanı Kara Fatma’dan çıkan bir “değerler dizini” ile ne anlatmaya çalıştıkları bile tam olarak anlaşılmıyor.

Oysaki “sen kimsin?” diye seslendikleri ve aslında bu “çorba”nın (torba) içinde eritmeye-öğütmeye çalıştıkları o cenahın alameti farikasını biz çok iyi biliyoruz.

Sen, kirli yatak odalarında ele geçen dolar, Avro dolu ayakkabı kutularısın.

Sen, çikolata kutuları içine dizilmiş yeşil banknotlarsın.

Sen, mahut “sıfırlama tapeleri”sin.

Sen, Sarraf’ın önüne yatansın, Zindaşti ile muhabbete girensin.

Sen, Pennsylvania’yı komşu kapısı haline getiren, Ağlak Sümüklü Vaiz’in terli atletine yüz süren, sonra da onca yılın “ahlaksız ve haince” muhabbetini bir kelamda inkâr edip, ona buna FETÖ çamuru atan, ikiyüzlü bir zihniyetin temsilcisisin.

Sen, temelinde ATATÜRK devrimleri, şehit kanları bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin her bir odasının anahtarlarını Pennsylvania’lı alçağın satılık askerlerine teslim etmiş bir iradenin elemanısın.

Sen, dün terörist dediğin adamla Oslo masalarında, İmralı masalarında pazarlığa tutuşup, 5 çaylarında “kakara kikiri muhabbetler” edip, Kalaşnikovlu “heval”leri Habur’larda bando mızıka karşılayıp, “Megri megri ağlaşmaları” sergileyip, sonra o bölgenin insanları üzerine F-16’larla bombalar yağdıran, o “flört” yıllarını unutup, şimdi ise kendi dışındaki herkese “Apocu-terörist” yaftası yakıştırmaya kalkışansın.

Sen, tüyü bitmemiş yetimin rızkı ile milyon, milyar dolarlık otomobil ve uçak filoları kurarken, o yetimlere ve ailelerine 3 tane kıçı kırık cerrahi maskeyi (maliyeti belki de 5 kuruş) dağıtamayan bir hesap bilmezsin.

Sen, milletin küresel bir pandemiden kırım kırım kırılırken (geçtim koronayı) bir basit influenza (grip) aşısını bile alıp bütün vatandaşlarına parasız yaptırmaktan aciz bir iradesin.

Sen, ihalelerin, seçimlerin, sınavların, maçların ve hatta piyangoların bile güvenilir olmaktan çıktığı, her işin “İzmir işi torba”ya dönüştüğü bir sistemin müteahhidi, mühendisi, ustası, kalfasısın.

Sen, memleketi, Yedi Düvel’le kavgalı hale getirip, o da yetmemiş gibi şimdi de on yıllardır üzerine toz konduramadığın “Arap din kardeşlerinden” (Ümmet mi dedin?) küfür ve aşağılama işittirecek duruma getiren bir “sefil yalnızlık mabedi”nin mimarısın.

İşin gücün düşman yaratmak, yetmedi yeni yeni düşmanlar yaratmak ve kavgaya tutuşmak ve bunun hem millete hem de gelecek nesillere maliyetini düşünmeden o kavgayı büyütmek.

Fikir ile zikir aynı aslında.

Yurtta kavga cihanda kavga.

Yurtta başarısızlık, cihanda başarısızlık.

Sonra da video kliplerle “aman safları sıklaştıralım da eriyen oylarımızı seçimde biraz olsun toparlayalım” çabası. Buna bağlı olarak da rakibi nasıl böleriz, nasıl sakatlarız, nasıl birbirine düşürür ve içeriden zayıflatırız hamleleri.

E ama sen de haklısın.

“rakipler” de durup durup kaşındıkça, sana o “asistleri” o canım “muz ortaları” verdikçe, gol fırsatlarını değerlendireceksin.

Siyaset, biraz da bunu becerebilme sanatıdır.
=========================================
Dostlar,

Sn. Zafer Arapkirli’nin bu yazısını çoooookkkk başarılı buluyoruz.
Cuma günü KRT’de akşam haberlerini sunarken de yakın bir içeriği coşku ve pek haklı bir kızgınlıkla dile getirmişti ve sarsılarak izlemiştik..

Kendisini içtenlikle kutluyoruz..
Bu yazının içeriğine aynen biz de katılıyoruz!

Malum siyasal partinin bu tür saçmalıklarının 21. yy’da gerçek karşılığının olmadığını ve olamayacağını, dayatma ve diretmelerinin yaşamın olağan akışına karşıt olduğunu, Lale devrinin bittiğini…  ar-tık anlamalarını bekliyoruz..

Tarih, bir insan topluluğunun idrakinin sonsuza dek teslim alınabileceğine örnek içermiyor.

Kendilerini de ülkemizi de daha çok yormadan ya Cumhuriyetin temel değerlerine en azından asgari düzeyde -bağlı değilse de- saygılı bir çizgiye çekmelerini bekliyoruz.

Bel – ki bu sayede kısa bir süre daha uğursuz iktidarlarını sürdürebilirler!?..

Dr. Ahmet SALTIK

Atatürk ve sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Atatürk ve sosyal demokrasi

28 Eylül 2020, Cumhuriyet
Karl Marx’ın temellerini attığı ve sosyalizmin bir türü olan komünizm, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını ve sınıfsız toplumu hedefler. Sermaye sınıfının, üretimi yapan emekçi sınıfı sömürdüğü düzenin adı kapitalizmdir. Bu sömürünün temel nedeni de üretim araçlarının özel mülkiyette, yani sermaye sınıfının elinde olmasıdır. Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasının sonucunda sınıflar da ortadan kalkacak ve emekçilerin emeklerine, ürettiklerine ve kendilerine yönelik yaşadıkları yabancılaşma son bulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi de sınıfsız toplumu hedefliyordu, ancak sınıfsız topluma geçme yöntemiyle ilgili farklı görüşlere sahipti. Örneğin, sosyal demokrasinin en önemli teorisyenlerinden birisi olan Eduard Bernstein, devrim yerine evrimi, sosyalizme adım adım geçilmesini savunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ve sınıfsız toplum hedefinden vazgeçti, sınıflar arasındaki uçurumu dengelemek yolunu seçti. Sosyal demokrasi, üretim ve hizmet araçlarındaki özel mülkiyeti, yani özel sektörü ortadan kaldırmak yerine, güçlü bir kamu sektörüyle, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık sistemiyle, emekçiden yana vergi politikalarıyla, sendikal hareketlerin desteklenmesiyle, özel sektörün yol açacağı sömürüleri asgari düzeye çekmeyi öncelikli hedef haline getirdi. Sosyal demokrat, demokratik sol ve demokratik sosyalist siyasi partilerin üye olduğu Sosyalist Enternasyonel, “karma ekonomi” adını verdiği modeli benimsedi. Olof Palme ve Willy Brandt gibi dönemin sosyal demokrat liderleri, bu modelin geliştirilmesine öncülük ettiler. Sosyal demokrasi bu anlamda, komünizm ile kapitalizmin bir sentezidir.

***

Mustafa Kemal Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmek çelişkili bir saçmalıktır.

Çünkü karma ekonomik model Atatürk’ün savunduğu bir modeldi.

Atatürk komünist olmadığı gibi, serbest piyasacı ve özel sektörcü de değildi;

Atatürk günümüzde neo-liberal olarak tanımlanan politikaları hiçbir zaman savunmadı.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 temel ilkesinden ikisinin devletçilik ve halkçılık olması da bir tesadüf değildir. Atatürk bir taraftan özel sektörün gelişmesinin yolunu açmış, bir yandan da devletçi ve halkçı ilkelerle, üretimin ve hizmetin, serbest piyasa ekonomisine ve özel sektöre terk edilmesini engellemişti.

Atatürk’ün kendisini sosyal demokrat olarak tanımlamaması son derece doğaldı. Çünkü, Atatürk’ün yaşadığı yıllarda sosyal demokrasi, komünizme oldukça yakın bir yerde duruyordu. Ancak sosyal demokrasi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği dönüşüm üzerinden tanımlanacak olursa, Atatürk bir sosyal demokrattı.

***

1990’lı yıllardan itibaren, Sosyalist Enternasyonel’in içinde, sosyal demokrasiyi özelleştirmeci neo-liberal politikalarla ve emperyalist dış politikalarla sulandırmaya çalışanlar, gerçekten sosyal demokrat değildi. Tony Blair ve Gerhard Schröder bu liderlere dair örnek olarak verilebilir. Oskar Lafontaine, Lionel Jospin ve Jeremy Corbyn gibi siyasetçiler buna direndiler. Bu mücadelenin Sosyalist Enternasyonel içinde hâlâ sürdüğü, ancak Blair-Schröder çizgisinin büyük ölçüde zayıfladığı söylenebilir. “Liberal” ifadesiyle serbest piyasacı, özelleştirmeci neo-liberal çizgi kastediliyorsa, “sol liberal” ifadesi çelişki içerir.

  • Solcu olan neo-liberal olamaz.

Devletçilik ve halkçılık, sosyal demokrasinin özünde olan ilkeler olduğu gibi, CHP’nin cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik ve devrimcilik ilkeleri de sosyal demokrasi ile çelişen ilkeler değildir. Cumhuriyetin yerine monarşinin, ulusun yerine ümmetin, laikliğin yerine teokrasinin, devrimciliğin yerine muhafazakârlığın olduğu bir yerde sosyal demokrasinin yaşayamayacağı açıktır.

Sosyal demokrasi, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasını da kabul etmez. Sosyal demokrasinin temelinde sınıf mücadelesi vardır.

Özetle, Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmeye çalışan kesimlerin bir kısmı neo-liberallerdir, bir kısmı da okumuş cahillerdir. Bu kesimler de sadece, CHP’yi bölmeye hizmet etmektedir!

Toplu şiraze kayması

Zafer Arapkirli
Zafer ArapkirliCumhuriyet, 18.09.2020

Toplu şiraze kayması

Dilimizdeki en güzel sözcüklerden biridir “Şiraze”. Söylerken bile ağza çok yakışır. “Top Ten” listebaşı şarkı sözü gibi, “best seller” edebi bir kitap adı gibidir. Türkçe Sözlük’te tam karşılığı şu:

“Ciltçilikte, kitap yapraklarını diplerinin ucundan birbirine bağlayan ve onları düzgün tutmaya yarayan ince bez şerit.”

Ama tek başına kullanmayız hiç. “Şirazesi kaymak” deyimi ile hatırlarız hep bu sözcüğü: “Dengesini yitirmek. Kontrolünü kaybetmek. Psikolojik tutarsızlık.”

Bu anlam ve içeriği ile toplumsal manzarayı umumiye’mizi çok iyi anlatmıyor mu?

Aslında, Refikimiz Sözcü’nün yazarı sevgili meslektaşım Yılmaz Özdil kadar yerim olsa, bir gazete tam sayfası kadar alanda örneklerle açabilirim de… Sadece birkaç örnekle değineceğim.

Sayın H.D.Ö.D.İ (Her Devrin Önemli Devlet İnsanı) Cemil Çiçek’in, hafta başında İsmail Saymaz’a verdiği röportajda sarf ettiği cümlelere bakınca insanın beyni yanıyor. Diyor ki:

(…) tekke ve zaviyeler kapatıldı diyoruz ama bu oluşumlar varlığını sürdürüyor. Aykırı bir şey diyeyim: Bu yapılara yardım yapıyorsak şeffaf olacak. İcap ediyorsa vergiden düşsün. Ama kaynak nereden geliyor, nereye harcanıyor, bunun temin edilmesi lazım (…) “Hem siyasetin kayıt dışı unsurları haline geliyorlar hem kayıt dışı dini oluşum meydana geliyor. Ekonomide, siyasette ve dinde kayıt dışılık var. Denetime ihtiyaç var (…)

Bu mülakatın çıkış noktası, bir tarikat şeyhinin küçük bir kızı taciz etmesi üzerinden başlayan, “Bu tarikat ve cemaatleri ne yapacağız?” tartışması.

Bu tartışma yapılırken, sağcıların sürekli tekrarladıkları bir türkünün sözleri şöyle (mealen) özetlenebilir:

“Bunlar toplumsal yaşamın. Bu toprakların. Bu toplumun bir parçası. Tümden ortadan kaldırılamaz. Ama denetlenmeli. İyisi-kötüsünü birbirinden ayrıştırmalı. Devlet denetimi ve gözetiminde faaliyetleri devam etmeli.” Adeta “Bunlara ihtiyaç var” demeye getiriyorlar.

Geçen hafta da yazmıştım, birtakım reyting peşinde meslek erbabı da bunları “kakara-kikiri” tarzı TV röportajlarında ağırladıkları “Tontiş-tatlı-esprili-zararsız-insancıl-gerçek(!)” cüppeliler, sarıklılar, poturlular, takkeliler tercih edilecek. Ama taciz-tecavüz-badeleme vs. iğrençlikleri ile deşifre olmuşlar “tukaka” edilip temizlenerek sözüm ona “adalet ve asayiş” temin edilecek o cephede.. Öyle mi?

Çare son derece açık ve net biçimde ortada duruyor hanımlar, beyler.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün rehberliği ve önderliği ile çıkarılmış yasalar var ortada. Bunların içerik ve biçim olarak toplumsal yaşama verdikleri zarar da…

Yasaları uygulayacaksınız olacak bitecek. Din-inanç alanındaki düzenlemelerin yasal çerçevesi ne ise (Diyanet, camiler, imam hatip eğitimi vs.) o çerçevede hayata geçirilecek. Gerisi de sadece ve sadece insanların birey ve aile olarak kendi iç vicdani uhrevi hayatlarının mevzusu olacak. Bunun dışında tekke-zaviye, tarikat, cemaat, medrese vs. örgütlenmeler “zararlı faaliyet” kabul edilecek. Bu kadar basit ve net.

Aksi? On yıllardır söylemekten dilimizde tüy biten ve asla bıkmadan tekrarlayacağımız şekilde, FETÖ’ler, METÖ’ler ÇETÖ’ler, TETÖ’ler türeyecek ve devleti ele geçirerek, bugüne kadar başımıza açtıkları belaları açmayı sürdürecekler. Tercih bizim.

Utanılacak yalnızlık

Dış politikadaki felaket ve rezalet tablosunu hatırlatmaya gerek yok. Bir zamanlar “duvara toslayanların” uydurdukları tabir vardı ya: “Değerli yalnızlık…” Adeta o filmin tekrarını oynatıyorlar. Suriye’den Libya’ya, Ege’den Doğu Akdeniz’e, Ortadoğu’dan Avrupa’ya, her alanda buz gibi bir iklimde tir tir titrer bir biçimde yalnızlığa mahkûm edilmiş bir politikanın esiri olmuş sürükleniyoruz. Ve işin en dayanılmaz tarafı da, bu politikanın daha “üç vakit önceki” mimarları, bugün ortaya çıkmış herkesten çok eleştirme cüretini ve utanmazlığını sergilemekteler. İnsan diyecek söz bulamıyor. Bari sus, Muhterem. Bari sus!

En azından kapsamlı bir özeleştiri yaptıktan sonra konuşmaya başla ki senin yerine biz utanmayalım. Hiç mi yüzü kızarmaz sizin gibilerin?

ATATÜRK tartışması

Milyonlarca satırlık, yüzlerce sayfalık yazıldı, çizildi konuşuldu bu konuda.

CHP İstanbul İl Başkanı Sayın Canan Kaftancıoğlu’nun sözleri üzerine başlayan tartışmadan söz ediyorum. Hayatları boyunca Yüce Önder ATATÜRK’e söven, devrimlerini hedef alan, mirasını yerle bir etmeye yeminli çevrelerin bu konunun “üzerine atlamasını” iğrenerek izlememi bir yana koyuyorum.

Canan Hanım’ın bugüne kadar genel olarak alkışladığım, desteklediğim ve bundan sonra da aynı şeyi yapmaya devam edeceğim duruşuna ve gururla taşıdığı cesur siyasi kimliğine saygımdan dolayı ben de üzüntülerimi belirten bir tweet attım bu konuda. Özetle “Madem ATATÜRK ismini kullanmakta bir beis görmediğinizi söyleyecektiniz, malum toplantıda bunu neden oracıkta söyleyerek işin içinden çıkıvermediniz de kendinizi bu duruma soktunuz?..” dedim.

Tekrarlıyorum. Yüce Önderimizin “Hangi isimle anıldığı” meselesi, herkesin, her duruma göre kişisel tercihidir. Kimse asla karışamaz, dikte edemez ve bunun tezviratını yapmamalıdır.

Ama bir tercihin arkasında durarak savunuyorsanız, üzerinize gelindiğinde “farklı zamanlarda farklı tercihler kullanabileceğinizi” söyleyerek sizi seven ve destekleyenlerin sizin adınıza üzülmesine neden olmak niye?

CHP 101 YAŞINDA

Alev Coşkun

CHP 101 YAŞINDA

09 Eylül 2020, Cumhuriyet

Bugün CHP’nin kuruluşunun 101. yıldönümü. Geçen yıl, 9 Eylül 2019 tarihinde gazetemizde yayımlanan yazımda CHP’nin 100 yaşında olduğunu belirtmiş ve bu konu ile ilgili olarak belgeler yayımlamıştım. Bu tarihi olayı kısaca anımsatalım. CHP’nin tüzüğü, 9 Eylül 1923 tarihinde CHP Meclis Grubu tarafından oybirliği ile kabul edildi. Kuruluş dilekçesi İçişleri Bakanlığı’na aynı tarihte sunuldu. İki gün sonra, 11 Eylül 1923’te Mustafa Kemal Atatürk, partinin genel başkanlığına seçildi. Bu tarihlere göre, bugün CHP’nin kuruluşunun 97. yıldönümüdür. Ancak CHP’nin Kurucu Genel Başkanı Atatürk, 1927 yılında bu tarihi özellikle düzeltti.

Düzeltilen tarih

Bu olayın gelişimi de şöyledir: CHP’nin kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na vermesinden 4 yıl sonra, 15 Ekim 1927’de CHP’nin ilk kurultayı toplandı. Atatürk, kurultayı açış konuşmasında, “bu kurultayın birinci değil, ikinci kurultay” olduğunu açıkladı.

  • Atatürk, CHP’nin ilk kurultayının 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi olduğunu vurguladı. Bu tarihlerin de böyle kabul edilmesini istedi.

Bu, son derece önemli ve anlamlı bir karardı.

1931 Kurultayı

1927 yılından sonra toplanan CHP kurultayının tarihi, 11 Mayıs 1931’dir. Atatürk, bu kurultayın açış konuşmasında da bu konuya bir kez daha değindi. Konuya bir kez daha açıklık getirdi. CHP’nin ilk kongresinin Sivas Kongresi olduğunu ve kuruluşun esasında “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği” olduğunu bir kez daha belirtti.

11 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesi “CHP Üçüncü Büyük Kongresi Dün Açıldı” manşetiyle çıktı. 

Atatürk, kurultay konuşmasında şöyle diyor: “Bizim kongremiz, bundan 12 yıl önce Sivas’ta bir mektep dershanesinde yapılmıştır.

Böylece, 1931 Kurultayı CHP’nin 3. kurultayı oluyordu. Nitekim, 11 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesi bu haberi “CHP Üçüncü Büyük Kongresi Dün Açıldı” diyerek 8 sütun manşetten vermiştir.

Bir yıl önce 9 Eylül 2019 tarihli yazımızda konuyla ilgili belgeleri yayımlamıştık… 

Kuvayı Milliye’nin ve Milli Mücadele’nin önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası, CHP’nin kurucu başkanı açıkça, “CHP’nin kuruluş tarihi 9 Eylül 1919’dur” diyor. Atatürk, CHP’nin kuruluşunun 9 Eylül 1919 olduğunu 1931’deki kurultayda açıkça ilan ediyor. Cumhuriyet gazetesi başka tarihlere itibar etmez. CHP’nin kurucusu büyük Atatürk’ün açıklamalarına saygı duyar ve buna bağlıdır. Bu nedenle, kim ne derse desin, CHP’nin kuruluşu 9 Eylül 1919’dur ve CHP bugün 101 yaşındadır.

Atatürk neden böyle değerlendirdi?

CHP’nin kuruluş dilekçesinin 9 Eylül 1923’te verilmesi çok anlamlıydı. 9 Eylül 1922, Türkiye’nin emperyalist işgalden kurtuluş günüdür. Kuvayı Milliye ordusunun zafer kazanarak İzmir’e girişidir. Atatürk’ün CHP’nin kuruluşunu Sivas Kongresi’nin yapıldığı 1919’a taşıması da bilinçli bir seçimdir. CHP’nin kuruluşunun 1919’a çekilmesi kararı, Gazi Mustafa Kemal’in CHP ile Milli Mücadele arasındaki bağı ve sürekliliği vurgulamak amacından kaynaklanmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, bu kararı Mustafa Kemal, 15 Ekim 1927’de toplanan ilk CHP kongresinde açıklamıştır. Unutulmasın ki, millete hesap verdiği “Nutuk”u da bu kongrede okudu.

Dönüm noktası Sivas Kongresi

Hem Nutuk’un okunduğu hem de CHP’nin kuruluş tarihinin açıkça belirtildiği bu kongrede Atatürk, CHP’yi Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası Sivas Kongresi’ne bağlamıştır. Atatürk, konuşmasında şöyle demişti:

“Partimiz, geçen ıstırap (acı, elem) seneleri içinde milletimizin hayatı ve şerefi için gösterdiği yüksek azim ve iradenin temsilcisi olarak bundan 9 sene evvel ortaya çıkmıştır. Anadolu ve Rumeli’yi kapsayan ilk kongremiz Sivas’ta yapılmıştır.”

CHP ile Milli Mücadele arasındaki bağ

Atatürk, 9 Eylül 1919 tarihini, bilinçli olarak Milli Mücadele ile CHP arasındaki bağı vurgulamak için seçmiştir. Bu nedenle Sivas Kongresi’ni CHP’nin 1. kurultayı olarak tespit etmiştir. Milli Mücadele’nin belgelere dayalı en önemli kaynağı olan Nutuk da işte CHP’nin bu 1931 kurultayında bizzat Atatürk tarafından okunmuştu.

CHP’nin kökleri

CHP’nin kökleri Milli Mücadele’dir, Kurtuluş Savaşı’dır. Bu önemli noktayı da Milli Mücadele’nin önderi, açık bir biçimde böylece tespit etmiştir. İlk kuruluş Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’dir.

  • CHP’nin anası Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’dir.

Herkes ve en başta CHP Genel Merkezi bu karara uymak zorundadır. CHP Genel Merkezi bu tarihi gerçeği bir kenara itemez. Bu konuda kararsız kalırsa, illa ki 97. yıldönümü derse, CHP’nin kurucu önderi Atatürk’ün karar ve tespitine karşı çıkmış olur. Cumhuriyet gazetesi için 9 Eylül 2020 iki önemli gündür:

1. Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran, Kuvayı Milliye ordularının İzmir’e girişinin 98. yıldönümüdür.
2. CHP’nin kuruluşunun 101. yıldönümüdür.

Kim ne derse desin

Kim dönerse dönsün, Cumhuriyet gazetesi Atatürk’ün tespit ettiği karardan dönmeyecektir. Bugün CHP’nin kuruluşunun 101. yıldönümüdür.