Etiket arşivi: neoliberal politikalar

Cumhuriyet’in Akbelen için tavrı nettir

Cumhuriyet

31 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Muğla Akbelen’de halk orman katliamına karşı direniyor. Konuyu kısaca irdeleyelim.

Yeniköy-Kemerköy Termik Santralı, bilindiği üzere Türkiye’yi yeniden yedi düvelin sömürge ağına düşüren neoliberal politikalar ile yurt değerlerinin satışı anlamına gelen özelleştirmenin şampiyonu Turgut Özal’ın döneminde ülkemizin gündemine gelmişti.

O yıllarda önemli tartışmalara neden olan ve Türkiye’nin doğal güzellikleri açısından en değerli köşelerinden birinde yapılan bu santral yine bir çevre kıyımı ile gündemdedir.

Söz konusu termik santrala yakıt sağlamak üzere Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ’ye satılan güzelim Akbelen Ormanı’nın adeta yok edilmesine karşı yöre insanı ve çevreciler yıllardır savaşım veriyorlardı. Geçen yıl yapılan ağaç kesimlerine karşı yürütülen direniş üzerine bu girişim durdurulmuştu. Bilirkişi raporlarına uyarak bekleyen şirket, geçtiğimiz günlerde dokunulmaması gereken ormanı adeta yok etmeye başladı.

  • Kömür santralı için günlerdir ağaçlar kesiliyor, doğa katlediliyor.

Siyasal iktidara yakın olduğu bilinen şirketler, halkın çeşitli eylemlerle karşı çıkmalarına, ağaçlara sarılarak koruma çabalarına karşın kolluk güçlerini de arkalarına alarak ormanı maden sahasına dönüştürmek için hızarlarla günlerdir bir kıyım gerçekleştirmektedirler.

  • Ağaç kesme işinde halka karşı kamu gücü kullanılamaz.

Akbelen’de kadını, erkeği, genci, yaşlısı ile tüm halk mücadele vermektedir.

Bu mücadele, “Akbelen direnişi” olarak tarihe geçecektir.

Sendikalar, sivil toplum örgütleri ve vatandaşların Akbelen halkının yanında yer almaları bir yurtseverlik görevidir.

Yöredeki köylülerin ve çevrecilerin karşı çıktığı bu çevre yıkımı, özellikle dünyamızda ve ülkemizde yaşanan iklim bunalımı sürecinde kabul edilemez.

Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin ve duyarlı demokratik kitle örgütlerinin tepkisine yol açan orman kıyımını; ulusal bağımsızlığı ve yurt değerlerini savunmayı ilke edinmiş olan gazetemiz Cumhuriyet, haberleri ve köşe yazıları ile kamuoyunun gündemine taşımayı kendisine görev bilmiştir.

Doğa katliamını yürüten şirketler adına Akbelen kıyımı nedeniyle oluşan kamuoyu baskısı üzerine çeşitli gazete, yayın organı ve haber sitelerine ilanlar verilmiştir.

İlgili yayın organları dün bu ilanı kullanmışlardır.

  • Benzer ilanlar gazetemize de önerilmiş, Cumhuriyet bu önerileri reddetmiş ve ilanları yayımlamamıştır.
  • Bağımsız ve ilkeli yayıncılığı benimsemiş olan Cumhuriyet’in bu tavrı belirgindir, açıktır.

Hem “Akbelen halkının yanındayız” denecek hem de acımasız doğa katliamına seyirci olunacak… Bu çelişki kabul edilemez.

Cumhuriyet’in, yurt ve halk çıkarlarına aykırı olduğuna inandığı gelişmeler konusunda çizgisi bellidir ve gazetemiz bu çizgiden sapmayacaktır.

Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir

Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir

Cumhuriyetin, halkçı-kamucu-dayanışmacı politikalar ile güçlendirilmesinde sorunlar yaşadığımızı kendimize itiraf etmeliyiz. Neoliberal politikalara karşı durmanın bir yolu da Cumhuriyetin kamusal yarar ve ortak iyi gibi değerlerinin yeniden diriltilmesi ve öğretilmesinden geçiyor.

Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir

BİRGÜN PAZAR 01.11.2020
https://www.birgun.net/haber/cumhuriyetin-ruhu-ilkesi-erdemdir-321276

Bazı sosyal bilimciler bir yandan kapitalizmin “ruh”undan söz ederler, bir yandan da kapitalizmin, ruha ilişkin değerlerin ve dünyanın büyüsünün yittiği bir sosyal-ekonomik yapıyı içerdiğini dile getirirler. Zaten “ruh” derken, metafizik bir anlam yüklemekten çok, bir şeyin temel yapısını, mahiyetini anlatmak isterler.

Aslında, Antik dünyada da “ruh”un bu türden bir kullanımına rastlıyoruz. Tamamen akıl yürütmeye ve gözleme dayalı siyasal rejimlere ilişkin tanımlama ve sınıflandırmalarda dahi bunu görebiliyoruz. Her siyasal rejimin kendine özgü bir karakteri, yapısı, ruhu (ethos) vardır. Ruh ya da ethos, inançlardan, ahlaki değer ve davranışlardan, alışkanlıklardan oluşan bir yapıya karşılık gelir. Bir bakıma kültür olarak düşünebiliriz onu.

Siyasal rejimlerden biri olan Cumhuriyetin dayandığı temel ilke erdemdir. Montesquieu, cumhuriyetin en iyi yönetim biçimi olduğunu düşünür. Düşünürün yaptığı siyasal rejim sınıflandırmasında dikkat çeken nokta, cumhuriyet ile despotizmin karşı karşıya getirilmesidir. Despotizmin (istibdat) ilkesi korkudur; bu nedenle de özgürlüğü ve eşitliği içeren cumhuriyetin tersine bir kölelik rejimidir. “Bir kişinin hiçbir kanun ve kurala bağlı olmaksızın kendi istek ve heveslerine göre idaresidir” diye yazar Kanunların Ruhu Üzerine adlı kitapta.

Fransız siyasal düşüncesine aşina olan ve iyi bir Rousseau ve Montesquieu okuru olan Mustafa Kemal Atatürk, 14 Ekim 1925 yılında İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyaretinde cumhuriyet hakkında bir konuşma yapar. Bu konuşmanın sebebi öğrencilere sorulan şu sorudur: Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir? Şunu söyler Mustafa Kemal:

  • Cumhuriyet fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenid olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir.”

Konuşmanın devamında Atatürk, Milli Mücadele’nin başarısını, herkesin bir “mefkure” ve “izzetinefis” saiki ile mücadeleye katılmış olmasında bulur. Şunun bunun hırsı ya da şahsi bir hırs değildir mücadeleyi yönlendiren.

Milli mücadelenin başarısının sırrı “ortak ruh” tur. Bir topluluğun kendi kaderini elinde tutmak istemesi ve bağımsızlığı için birlikte mücadele etmesidir.

Düşünsel olarak bakıldığında Cumhuriyet, bu türden bir ortak ruha dayanır. Ancak, cemaat, tarikat türü toplulukların yani emir-itaat ilişkisi içindeki insanların “ruh”u değildir bu. Belli bir otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmek değildir. Kendi kendini yönetme kabiliyeti ve hakkı olan yurttaşlar arasındaki bir ortaklıktır, bu nedenle kamusal bir ruh ya da kamusal bir ahlaktır. Bu ruh, her şeyden önce yurttaşlardan kamusal sorunlara (yani ortak olan sorunlara, siyasete) yönelik bir duyarlık ve kamusal kararlara katılım ister. Bir kişinin iyi olmasının bir başkasının iyiliğine bağlı olduğu düşüncesini gerektirir. “Bireysel” iyi yerine “ortak iyi” düşüncesi, bir siyasal erdem olarak yükseltilir.

Bu nedenle, cumhuriyetçilik en eski kaynaklarından itibaren, “yurtseverlik” üzerinde yükselen bir düşünsel gelenek olmuştur. Bireysel iyinin ortak iyi için feda edilebilmesi bize çoğu zaman otoriter siyasal rejimleri, hatta faşizmi anımsatır. Milliyetçilik deyince de akıllara ilk bunlar gelir.

  • Siyasal özgürlüğün ve eşitliğin çok önemsendiği cumhuriyetçi düşünce içinde milliyetçilik değil yurtseverlik vardır.

Yurtseverlik bir başka ulusu, kavmi, topluluğu aşağı görmek ve kendine tabi kılmayı değil, öncelikle bağımsızlığı içerir. Her bir kişinin siyasal açıdan özgür olması, her şeyden önce ülkenin bağımsız olmasını gerektirir. Bir ülke ya da ulus bağımsız değilse, içindekilerin özgürce yaşayabilmesi hiçbir biçimde söz konusu olamaz.

Antik düşüncede böyle olduğu gibi, modern cumhuriyetçiliğe geçişte bir halka olan Rönesans cumhuriyetçi düşüncesinde de bağımsızlık en temel ilke olarak korunur. Bunun için Machiavelli’nin Söylevleri’ne bakmak yeterlidir.

Cumhuriyetçi erdem, aynı zamanda “ölçülü” olmayı ve azla yetinmeyi içerir. Bu da tarih boyunca korunan bir ilke olacaktır. Cumhuriyetlerin çöküşü, bir yanıyla, yayılmacı bir hırsla başka toprakları fethetmek yoluyla genişlemenin yarattığı sorunların bir ürünüdür. Sparta’nın cumhuriyeti (karma anayasası), kendi gücünü gözünde fazla büyütüp başka toprakları ele geçirmeye kalktığında yıkıldı. Roma’da cumhuriyetin çöküşünün nedenlerinden biri de emperyal yayılmaydı. ABD resmi olarak bir cumhuriyet; ama, emperyalist bir devlet olarak cumhuriyet değerleriyle ilgisi var mı, tartışılır. Emperyal yayılma ile cumhuriyet bir arada olamamıştır. “Yurtta sulh cihanda sulh” o nedenle korunması gereken bir ilkedir. En az bağımsızlık ilkesi kadar…

Zenginlik tutkusunu, lüksü ve ihtişamı dizginleme öyle önemlidir ki, yöneticiler ve yurttaşlar için de geçerlidir. Cumhuriyetçi erdemin eşitlik kadar sadelik ve ılımlılık ile açıklandığını görmek mümkün. Kuşkusuz bu bir siyasal erdemdir.

Bu nedenle cumhuriyetin yurttaşı, kapitalizmin çıkarcı sahiplenici bireyi ile benzeşmez. Cumhuriyetin topluluğu, alıcı-satıcı ilişkisi içinde çıkarcı-rasyonel hesap yürütmek üzere bir araya gelen insanlardan ibaret olamaz. Bireyin yararı ya da belli bir grubun yararı değil, siyasal birliğin, kamunun yararı öne çıkarılır. Cumhuriyet düşüncesi sıkı bir biçimde ortak iyilik ya da “kamu yararı” kavramlarına bağlıdır. Bu anlamda cumhuriyetçilik:

♦ Bağımlı olmama (özgürlük)

♦ Yurttaş olma (eşitlik)

♦ Ortak iyiyi ya da kamu yararını gözetme (kardeşlik) değerleri üzerinde yükselir.

Hiç kuşku yok ki, buraya kadar cumhuriyetçilik fikri ve idealinden söz ediyoruz. Tarih boyunca değişik biçimlerde kendini gösteren cumhuriyet rejimleri, cumhuriyetçilik düşüncesinden ne kadar pay almışlardır?

Cumhuriyetin liberali de var, İslamcı olanı da. Otoriter cumhuriyetler olduğu gibi demokratik olanlara da rastlıyoruz. Eğer sadece siyasal iktidarın nasıl belirlendiği, yöneticilerin nasıl iktidara geldiği ölçütünden hareket edersek bunların hepsi de cumhuriyet. Çünkü siyasal iktidarın soya dayalı olarak geçmemesi, yöneticilerin halk tarafından seçilmiş olması ve halkın egemenliğinin tanınması yeterlidir. Peki ya cumhuriyetin ruhu?

Türkiye cumhuriyeti de tarih içinde kurulan ve ortaya çıktığı toprakların rengini alan bir kurumsal yapıya sahip oldu. Başlangıç yıllarında, yeni kurulmuş bir devlet olmanın verdiği heyecanla, ortaklık ruhu çok daha canlı ve sağlamdı. Bugün böyle bir ortak ruhtan ne derece söz edebiliriz? Son on sekiz yılda, sürekli cepheleşmeyi körükleyen bir iktidar politikasıyla karşı karşıyayız. Siyasi ayrılıkların olması bir ülkeye düşünsel zenginlik ve canlılık sağlar; fakat ölmüş bir kişiye, “karşı taraf”tan biri diye saygı göstermemek nasıl bir şeydir?

  • Kendinden olmayanın her türlü hukuksuzluğa ve adaletsizliğe maruz kalmasını doğal ve meşru görmek nasıl bir anlayıştır?
  • Cumhuriyetin, halkçı-kamucu-dayanışmacı politikalar ile güçlendirilmesinde sorunlar yaşadığımızı kendimize itiraf etmeliyiz.
  • Neoliberal politikalara karşı durmanın bir yolu da Cumhuriyetin kamusal yarar ve ortak iyi gibi değerlerinin yeniden diriltilmesi ve öğretilmesinden geçiyor.
Fakirinden zenginine kamu mallarını yağmalama güdüsünün ağır bastığı bir ülkede, cumhuriyetçi değerlere sıkı sıkı sarıldığımız konusunda kendimizi kandırmamız da bir başka sorun.

AB sevdasının faturası: 221 milyar dolar

Dostlar,

“AB emperyalist bir tasarımdır”.. diye yıllardır yazıyor ve konuşuyoruz.
Başta Prof. Erol Manisalı olmak üzere ne çok emek verildi bu tema için..
ATO Başkanı Sinan Aygün de çok çaba gösterdi.

Biz “Türkiye Gümrük Birliği ile anatılıyor..” söyşemini kullandık.

“Kanayan bir organizma er ya da geç mutlaka ölür!” diyerek çırpındık.

Günümüzde gelinen yer artık teknik deyişle “sürdürülemez” bir noktadır.
Halk deyişiyle artık mızrak çuvala sığmamaktadır.
Fatura hem ekonomik hem de siyasal olarak çok ağırlıklıdır.
DP – Menderes döneminde Kuyuya atılan bu taşı (1959) hangi akıllılar çıkarabilecektir. Ülke tam bir çıkmaza sokulmuş, ekonomik olarak bititilmiş ve geleceği ipotek edilirken siyasal bağısızlığını da büyük ölçüde yitirmiş, yarı sömürge olmanın ötesine geçmiştir. Hem de AB üyeliği
sözde Atatürkçülüğün bir muradı olarak çarpıtılarak takdim edilmiştir.

Sorun ivedidir ama AKP’nin de işi değildir..

Van Atatürk lisesinden devre arkadaşımız sevgili Mustafa Sönmez’in de baelirttiği gibi;

“…Çok yüksek dış kaynak gereksinimi ve dış borcu var, sanayisi gerilemiş, ihracat gücü yok, daha çok inşaata odaklı, burnunun ucunu göremeyen bir ekonomisi var. Bunun da ötesine geçebilecek bir iktidarı yok AKP’nin çünkü rejim tesis etme, diktatörlük tesis etme niyeti ön plandadır. Bir ekonomik güç olma vizyonu da yok. Hem ekonomik hem de siyasi olarak tükeniş halindedir (AKP).”

Haydi bakalım Türkiye kapitalizmi.. Umurunuzda mı acaba?

AB'ye_kosan_zavalli_Turkiye

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 22.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

AB sevdasının faturası: 221 milyar dolar

Türkiye’nin 1996’da üye olduğu Gümrük Birliği’nin bugüne dek ülkemize verdiği zarar, 221 milyarı doları aşmış durumda.

AKP döneminde fatura daha da kabardı. Salt son 5 yılda ülkemizin Avrupa Birliği’yle ticarette karşılaştığı açık, 100 milyar dolardan fazla. Bunun değişeceğine ilişkin hiçbir belirti yok.

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO), Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) tam üyelik sürecinde Eylül ayında yarım yüzyılı geride bırakmaya yaklaştığını (A. Saltık : 1963 Ankara Antlaşması), üye ülkelerle Türkiye arasındaki Gümrük Birliği sonrası gerçekleşen dış ticaret açığının toplamda 221 milyar doları geçtiğini bildirdi.

İSMMMO’nun

    “Türkiye-AB: Bitmeyen Senfonide 50 Yıl”

adlı raporuna göre, AB yolunda en heyecan verici gelişme olarak görülen Gümrük Birliği ile dış ticarette verilen açık son beş yılda 100 milyar dolara yaklaştı, toplamda ise 221 milyar doları 
aştı.

Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye kapitalizminin yarım asırlık hedefi.

12 Eylül darbesi sonrasında tüm iktidarların paylaştığı neoliberal politikalar, 1996’da Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesiyle sonuçlandı. Türkiye’de sol, uzun yıllar boyunca “Onlar ortak biz pazar” diyerek
bu politikaya karşı çıkmıştı.

Bugünden geriye bakıldığında, solun itirazının ne denli haklı olduğunu gösteren
bir tablo karşımıza çıkıyor.

İSMMMO’nun raporuna göre Türkiye, Gümrük Birliği’nin imzalandığı (A. Saltık : İmza 1995, yürürlük 1.1.1996) 1996 yılını izleyen dönemde AB’ye dışsatımda (ihracatta) patlama bekledi, ancak açıklanan verilerde tam tersi bir görüntü ortaya çıktı.

Türkiye, AB ülkeleri arasındaki ticari ilişkide sürekli eksi denge verdi.

Dış ticaretteki negatif denge, son beş yılda hızla arttı. 1996-2009 arasında yıllık ortalama 10 milyar $ düzeyinde açık verilirken, 2010’da bu açık 19,5 milyar $, 2011’de 28,8 milyar $, 2012’de 28,2 milyar $ oldu. Son beş yılın toplam açığı 100 milyar dolara yaklaşırken 2013’ün ilk 5 aylık döneminde açık 12 milyar doları buldu.

1996’dan 2013’ün Mayıs sonuna dek verilen açık ise

    221 milyar doları aştı

.

Ticarette 
paylar düşüyor

Rapora göre; Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişkilerin çarpıcı bir göstergesi de
hem dışalımda (ithalatta) hem de dışsatımda (ihracatta), AB ülkelerinin payının göreceli olarak azalması. Türkiye, Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalarken AB ile ticaretin artacağı ve taraflar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin en üst düzeye çıkacağı varsayılıyordu. Oysa veriler karşılıklı bağımlılığın giderek azaldığını da ortaya koydu.

Rapora göre, Gümrük Birliği Anlaşması’nın imzalandığı 1996’da Türkiye’nin toplam ithalatı içinde AB ülkelerinin payı yaklaşık % 56 düzeyindeydi. 2012’ye gelindiğinde, bu oran % 37’ye düştü. Aynı şekilde, Türkiye’nin dışsatımı (ihracatı) içinde de AB’nin payı düşüş gösterdi. Rapora göre, Türkiye her 100 dolarlık dışsatımının (ihracatının) 54 dolarını AB ülkelerine gerçekleştirirken, bu oran 2012’ye gelindiğinde % 38,8’e dek düştü.

    Gümrük Birliği ihanetinin öyküsü

Avrupa Birliği, bugüne dek kendi üyeleri dışında 4 ülkeyle Gümrük Birliği anlaşması imzaladı:

1. Andorra,
2. Monako,
3. San Marino ve
4. Türkiye.

Türkiye dışındaki üç ülkenin çok küçük ekonomiye ve nüfusa sahip olmaları, anlamlı bir üyelik dışı Gümrük Birliği anlaşmasının yalnızca Türkiye ile yapılmış olduğunu gösteriyor. Türkiye dışındaki hiçbir AB adayı ülkenin böyle bir anlaşmaya yanaşmamasının nedeni, tek taraflı olarak AB’nin gümrük politikalarına tabi olunması ve bu nedenle ticaret hacminde büyük açık oluşması.

Türkiye’nin 1959’da başlayan AB üyelik sürecinin

başından beri gündemde olan Gümrük Birliği’nin üyelikten önce başlatılması, Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP hükümetinin kararıyla gerçekleşti. Dönemin hükümeti, Gümrük Birliği’nin ardından tam üyelik sürecinin yakınlaşacağı mesajı vererek kamuoyunda beklenti oluşturmuştu. Sonuçta kamuoyunda “Gümrük Birliği Kararı” olarak bilinen ve 6 Mart 1995 tarihinde kabul edilen Ortaklık Konseyi Kararı’nın altına, DYP-SHP koalisyon hükümeti imza attı.

Asıl maliyet bundan sonra

Türkiye’nin AB ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmasının maliyetinin önümüzdeki dönemde giderek artması bekleniyor. Özellikle AB ile ABD arasında görüşmeleri sürdürülen Serbest Ticaret Anlaşması’nın yaşama geçmesi durumunda, Türkiye’nin ticaret açığında büyük bir artış olacak.

ABD ve AB arasında görüşmeleri sürdürülen Serbest Ticaret Anlaşması’nın imzalanması durumunda, bunun tarafların ticaret hacimlerine yaklaşık 100 milyar avro düzeyinde artış sağlaması bekleniyor.

Ancak Türkiye’nin AB ile yaptığı Gümrük Birliği Anlaşması hükümleri gereği, AB’nin serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkeler Türkiye’ye gümrüksüz ürün satma hakkı kazanırken, Türkiye aynı haktan 
yararlanamıyor.

AKP’nin 
çaresiz adımları AKP hükümeti, şimdiye kadar, zaten kırılgan olan ekonomiyi uçuruma sürükleyebilecek bu durum karşısında başarısız girişimlerde bulundu. AB-ABD görüşmelerinde Türkiye’nin de
yer almasını isteyen hükümet, bu konuda her iki taraftan da olumsuz yanıt aldı. Başbakan Erdoğan, Mayıs ayındaki ABD gezisinde Başkan Barack Obama ile yaptığı görüşmede bu konuyu gündeme getirdi ve eli boş döndü.

Erdoğan’ın 100’e yakın işadamıyla yaptığı ziyarette, görüşmelere Türkiye’nin de dahil edilmesi veya bu olmazsa, ABD ile Türkiye arasında serbest ticaret anlaşması yapılması gibi öneriler sunulmuş, ancak bu öneriler Obama tarafından reddedildi. Bunun yerine alınan tek karar,
iki ülke arasında konuyla ilgili çalışacak ortak bir komite kurulması oldu.

Çağlayan’dan 
içten itiraflar

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın konuyla ilgili önceden yaptığı açıklamalarda ise sürecin Türkiye’ye maliyetiyle ilgili önemli itiraflar bulunuyor. Türkiye’nin bu anlaşma dışında kalmaması için gerekli çabayı gösterdiğini belirten Çağlayan, şu ifadeleri kullanmıştı:

“AB de bu çabalarımız karşısında her türlü ikiyüzlülüğü göstermeye devam ediyor. Tekrar ediyorum, AB ikiyüzlüdür

.

AB, Türkiye’ye karşı içten değildir, AB’nin başkentinde özellikle bunları söylüyorum.

Türkiye, 18 yıldır Gümrük Birliği çerçevesinde,
AB’ye tam üyelik müzakeresini 50 yıldır sürdüren bir ülke.”

AB-ABD görüşmelerine koşut (paralel) olarak Türkiye ile de görüşmelerine başlatılmasını umduklarını belirten Çağlayan, açıklamasında ayrıca şu verileri sunmuş ve mevcut durumun sürdürülemez olduğunu itiraf 
etmişti:

“Türkiye serbest ticaret anlaşmasının dışında kalırsa, bizim Amerika ile zaten olumsuz olan ticaret hacmimiz daha olumsuza gidebilir. Biz Amerika’ya 1 satıyoruz, 3 alıyoruz. 5,6 milyar $ ihracatımız var karşılığında 14,1 milyar $ ithalat yapıyoruz. Tabii bu sürdürülebilir değil. 50 yıllık müttefikliğe yakışan bir olay, bir sonuç değil. Böyle bir şeyde Amerikan malları Avrupa üzerinden gümrüksüz girecek, benim ülkemin ürünü Amerika’ya giderken engelle karşılaşacak. Avrupalıların yapmış olduğu vurdumduymazlığı umut ediyorum ki ABD yapmayacaktır, samimi olacaktır. Umarız ki Amerika, Avrupa’nın yaptığı bu hatayı 
yapmaz.”

‘Türkiye şaşaalı görüntüsüne rağmen aslında kof bir ülke’

Ekonomist Mustafa Sönmez, AB’yle ekonomik ilişkileri soL’a değerlendirdi:

AKP’nin bunu sürdürmekten başka çaresi yok. Ancak blöf yaparlar.

İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın raporuna göre, Gümrük Birliği’nin 1996’dan bugüne ülkemize faturası 221 milyar doları aşmış durumda. Ne anlama geliyor Gümrük Birliği ülkemiz için?
Niye içindeyiz bu birliğin?

AB’nin kamu birliği olan ülkeleri kendi dışındaki ülkelere nasıl bir birlik ilişkisine sahiplerse, Türkiye de aynı formatı kabul ediyor.
AB ülkeleri Asya’dan özellikle giyim, dayanıklı tüketim malları ithal ediyorlar. Dolayısıyla bu ürünleri ithal etmekte gümrük uygulamıyorlar, malları oradan almak istiyorlar. Bu malların AB’de üretilmesi kârlı olmaktan çıktığı için Asya’da üretilen ve “sizden alırız” dediği ürünler. Türkiye bu ürünlerin kendi pazarına girişini de kabullenmiş oluyor.
Kendisine ciddi bir rakip yaratıyor.

Gümrük Birliği’nden dolayı Türkiye’nin kaygısı var

Türkiye için o zaman da yanlıştı, bugün de. Asya ülkelerinin ürünlerine karşı bir tedbir alamıyoruz, kendi ipliğimizi kumaşımızı bile koruyamıyoruz, bundan dolayı Türkiye zarara giriyor.

Gümrük Birliği, Avrupa’nın kendisi için geliştirdiği gümrüğe
Türkiye’nin hesapsız şekilde onay vermesidir. Yıkıcı etkisinden
kendisini koruyamamasıdır.

Gümrük Birliği baştan beri eleştiriliyordu ama her gelen iktidar sahip çıktı.

Avrupa bunu tam üyeliğe geçişi gibi takdim etti. Türkiye de pazarlık konusu yapamadı. Üyeliği, adaylığa giden yolda bir istasyon gibi gördü ve sonucu Türkiye’ye ağır oldu. Türkiye Asya ülkelerinin yıkıcı rekabetine engel olamıyor. Sanayi kapısını kapatmak zorunda kaldı, insanlar işsiz 
kaldı.

AKP ise son dönemde Avrupa Birliği’ne karşı kimi eleştirel çıkışlarda bulunsa da bunlar daha ziyade günlük konuşmalarda dile getirilen değerlendirmelerden ibaret. Uygulamada ise ülkemize zararlı olan ilişki tümüyle korunuyor.

Gümrük Birliği, tam üyelik beklentisiyle kabul edildi. AKP de buna dokunmadı. AKP iktidar olduktan sonra yeni bir uluslararası ilişkiler politikası kurmadı, 2001 krizinde başlatılan programı sürdürdü. Dış kaynakları Avrupa’dan buluyorsunuz, ihracatınızı % 50-60 Avrupa’ya yapıyorsunuz… AKP bunu değiştirebilecek niyette ve kapasitede değildir. Bunu sürdürmekten başka yapacağı bir şey yok. Ancak blöf yaparlar.

Bu gelişmeleri ele aldığımızda, sizin öngörünüz ve değerlendirmeniz nedir?

Türkiye bu ilişkileri içinde Avrupa’yla ne yeni bir müzakereye oturabiliyor ne de yeni bir anlaşma sunabilecek durumdadır. Avrupa’ya muhtaç bir ülkenin bunu yapabilmesi için ayaklarının üzerinde durabilmesi, müzakere gücüne sahip olması gerekir.

Türkiye son 10 yılda Avrupa’yla hem dış kaynak kullanma
hem de dış pazarda mutlak bir bağımlılık ilişkisi geliştirdi.

350 milyar dolar dış borcu olan ülkenin kalkıp da AB’ye “bu birlikte olmak istemiyorum” deme gücü yok.

Kendini de mecbur bırakıyor çünkü dış yatırımcılar sizi belli bir kulübün içinde, belirli bir çıtada görmedikleri takdirde serseri mayına benzetirler. Dış kaynağın girmemesi halinde ekonomi çarkı da dönmüyor,
AKP dış yatırımcılara “bizim bir yol haritamız var” diyebilmek için bu kulüpten ayrılmıyor.

Bağımsız olmanız ve gücünüzün olması gerekiyor. Güya bölgesel güç, sıfır sorun, Ortadoğu’da oyuncu havasına girdiler ama boylarının ölçüsünü aldılar. Böyle bir şey yok. Avrupa’ya karşın yapabileceği bir şey yok, pazarlık gücüne sahip olmak için bağımsız güç olmak gerekiyor. Daha kendi kaynaklarını kullanan bir ülke olması gerekiyor.

Türkiye, şaşaalı görüntüsüne rağmen kof bir ülkedir.

Çok yüksek dış kaynak gereksinimi ve dış borcu var, sanayisi gerilemiş, ihracat gücü yok, daha çok inşaata odaklı, burnunun ucunu göremeyen bir ekonomisi var.

Bunun da ötesine geçebilecek bir iktidarı yok AKP’nin çünkü rejim tesis etme, diktatörlük tesis etme niyeti ön plandadır. Bir ekonomik güç olma vizyonu da yok. Hem ekonomik hem de siyasi olarak tükeniş halindedir.

(http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ab-sevdasinin-faturasi-221-milyar-dolar-haberi-78236, 21.8.2013)