Etiket arşivi: Mustafa Kemal Atatürk

Amasya’daki İsyancı ile İstanbul’daki “Padişahın Kölesi”…

Amasya’daki İsyancı ile
İstanbul’daki “Padişahın Kölesi”…

Lütfü Kırayoğlu – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

Lütfü Kırayoğlu
Haziran 2020

Samsun’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde isyan ateşinin yakılmasının 101. yıl kutlamalarının üzerinden neredeyse bir ay geçti. Vahdetttin, Damat Ferit isimleriyle birlikte, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya kim gönderdi tartışmaları sürüyor.
Bundan tam 101 yıl önce de bu günlerde, bu topraklarda “iki Kemal” tartışması vardı. Tartışılan Kemal’lerden biri, Ulusal Kurtuluş Savaşımıza önderlik edecek olan Mustafa Kemal Paşa, öbürü ise ihaneti tartışmasız olan Dahiliye Nazırı, gazeteci Ali Kemal idi.
Yeni Osmanlıcıların Padişah Vahdettin tarafından Anadolu’ya “kurtarıcı” olarak gönderildiği iddia edilen Mustafa kemal Paşa, Samsun’a çıkmasının üzerinden 20 gün geçmeden gerçek hedefinin ne olduğunu asla gizlemediği için 8 Haziran 1919’da İstanbul’a geri çağrılır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’dan Havza, Amasya yönüne hareketinden başlayarak yaptığı yazışmalar İstanbul hükümetini ve en çok da Dahiliye Nazırı Ali Kemal’i tedirgin etmektedir. Ali Kemal’in en büyük endişesi ise İngilizlere mahçup olmaktır.
Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler 21 Haziran’ı 22 Haziran’a bağlayan gece geç saatlere dek toplantı yaparak ünlü Amasya Genelgesi’ni yayınlarlar. Amasya Genelgesi Büyük Kurtarıcının isyanının ilk yazılı belgesi olmasının ötesinde, Türk Ulusuna kurtuluşun nasıl olacağının net bir açıklamasıdır. Genelgenin en önemli bölümü olan ilk üç maddede şu anlatımlar yer almaktadır:

  1. Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
  2. İstanbul’daki hükümet, üstlendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir.
    Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
  3. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.

Bu maddeler açık bir isyan çağrısı niteliğindedir. İstanbul’daki Dahiliye nazırı çok telaşlanır ve 23 Haziran günü yayınladığı genelgede şu ifadeleri kullanır: “Mustafa Kemal Paşa, büyük bir asker olmakla birlikte, güncel siyasayı o derece bilmediği için, olağanüstü yurtseverlik ve çaba gösterdiği halde, yeni görevinde hiç başarılı olamadı. İngiliz Olağanüstü Temsilciliğinin isteği ve üstelemesi üzerine görevinden alındı ve alındıktan sonra, yaptıkları ve yazdıkları ile de bu kusurlarını daha çok açığa vurdu”

Mustafa Kemal Paşa’yı “başarısız” bulduğunu belirten Dahiliye Nazırı Ali Kemal, bu genelgesinden salt üç gün sonra bu kez kendini başarısız bularak Dahiliye Nazırlığı görevinden istifa edecektir. Ali Kemal, İngilizlere karşı verilen Ulusal Mücadeleyi, daha başlamadan “ezme” görevini başaramamıştır. Daha sonra “Artin Kemal” olarak da anılacak olan Ali Kemal, Sadrazamlık makamına ve Padişah Vahdettin’e ayrı ayrı yazdığı istifa yazılarında başarısız olduğunu açıkça dile getirir. Ancak Padişah Vahdettin’e yazdığı istifa yazısında kullandığı dil ibret vericidir. Ali Kemal istifa yazısında Padişah Vahdettin’e şöyle seslenmektedir:

“Yüce kapınıza bütün varlığıyla bağlanmış olan bu en sadık kölenizin, sizin kutsal rızanızdan ve yüce kabullerinizden kıl kadar sapmayı ne büyük bir var oluş faciası sayacağı padişah hazretlerine açıklanmasına gerek olmayan gerçeklerdendir. Sadık kölenizin bu bağlılıkla ulaşabildiği güveninizi çekemeyen rakip arkadaşlarımdan bazı kimselerin başarısızlıklar yaratarak beni padişah hazretlerinin ilgisinden yoksun bırakmakla sonuçlanacak bazı olayları hazırlamakta olduklarından; bundan nasıl yararlanacaklarını bekler ve Anadolu’nun bazı yerlerinde ortaya çıkan devrim ateşinin hemen söndürülüp yok edilmesi için alınacak tedbirler ve bu uygulamanın yapılması sırf makamımın görevi iken, bu konuda birçok boş ve öznel kanıtlar öne sürerek Devrimin etki alanının genişlemesine ve bu konuda sonuç olarak başarısızlığa uğratılarak velinimetlerinin uğurlu rızalarını almamdan uzak ve yoksun kalmama vesile olduklarından ve söylediklerimi desteklemeyerek müdahalelere başlamaları sebebiyle tedbir düşünme ve almadaki bağımsızlığımdan yoksun kalmam dolayısıyla doğan manevi yıkım ve zararı anlayarak bugün sadrazamlık makamı kaymakamlığına kesin istifamı verdim.”

İki Kemal’den biri, her türlü makam ve ikbal kapısını tekmeleyerek isyan edip ülkenin geleceği için idamı göze alıp genelgeler yayınlarken, diğeri kendisi için “sadık köleniz” sıfatlarını kullanarak başarısızlığını ilan etmektedir. Başarısızlık, işgalcilerin verdiği Anadolu ayaklanmasını bastıramamaktır.

  • Mustafa Kemal Paşa da Anadolu’ya ülkeyi kurtarsın diye değil, ülkeyi kurtarmak için ayağa kalkan Kuvay-ı Milliyecileri bastırsın diye gönderilmiş ancak Büyük Kurtarıcı Anadolu’ya ayak bastığı andan başlayarak Kuvay-ı Milliye örgütlenmesi yapmıştır.

Dahiliye Nazırlığı görevinden sonra Peyam-ı Sabah gazetesinde yazılarını sürüdüren Ali Kemal, yazılarında Kuvay-ı Milliye hareketine ve Mustafa Kemal Paşa’ya en ağır sözlerle saldırmış ancak yazdıklarının unutulduğunu sanarak 10 Eylül 1922’de yazdığı yazısında “Gayeler birdir ve birdi…” diyebilmiş ne yazık ki bu sözleri O’nu halkın nefretinden koruyamamış, yaşamı İzmit’te hazin biçimde sonlanmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısı ile gurur duymaktan utananlar, şimdi İngiltere Başbakanı görevini yürüten Ali Kemal’in torunu ile gurur duymaktadırlar.
İsyancı Kemal, 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesinde söylediği hedeflere adım adım ulaşarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk olarak Türk ulusunun kalbindeki değişmez yerini almıştır.
Mustafa Kemal Paşa Amasya’da isyanını duyururken “yakın silah arkadaşları” olarak bilinen kimileri de genelgeyi imzalamamak için her türlü yola başvurmuştur. “Artık İstanbul, Anadolu’ya egemen değil, bağlı olmalıdır.” Sözü ile genelgeyi imzalamayanlara verdiği yanıtla Gazi, isyanını bir kez daha vurgulamıştır. Bu kaypak tutumu alanları Atatürk’ün yazdığı Nutuk adlı belgesel yapıtın Amasya Genelgesi bölümünde okumak, bizlerin önündeki mücadelede kaypaklıklara başvuracakları tanımak açısından ibret verici olacaktır.

Ali Kemaller her devirde ortaya çıkmaktadır.

Mustafa Kemaller ise bin yılda bir bile gelmemektedir.

Bu nedenle salt Türk ulusunun değil, bütün ezilen ulusların gönlünde taht kurmuştur.

19 Mayıs’tan 23 Nisan’a

19 Mayıs’tan 23 Nisan’a

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 18.5.20
19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Sevr Antlaşması”na, işgal güçlerine ve emperyalizme karşı verdiği bağımsızlık savaşının başlangıcını temsil eden bir tarihtir. Atatürk, 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuru ile işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya doğru yola çıkmış, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varmış ve buradan Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas’a geçerek Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemiştir.
Emperyalizme karşı bir bağımsızlık savaşı olan Kurtuluş Savaşı iki cephede verilmiştir: Birincisi İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan işgal kuvvetlerine karşı, ikincisi de Osmanlı yönetimine karşı verilmiştir. Osmanlı Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen Atatürk hakkındaki ölüm fermanını ve idam kararını onaylamış, Atatürk’e, devlete karşı gelen isyancı ve eşkıya muamelesi yapmıştır.

Tarih, Osmanlı hükümetinin ve onu temsil eden Padişah Vahdettin’in vatan haini olduğunu, Atatürk’ün ise vatansever olduğunu kanıtlamıştır. Zaman, devlete sahip çıkıyormuş gibi görünüp devlete ihanet edenleri, devlete karşı geliyormuş gibi görünüp devlete sahip çıkanları ortaya çıkarmıştır!

Ancak bunun da ötesinde, Atatürk’ün İstanbul’daki Osmanlı hükümetine karşı verdiği mücadele, sadece vatan topraklarının işgaliyle bağlantılı bir konu değildi. Atatürk, cephede verdiği savaşı kazanması durumunda, nasıl bir devletin ve vatanın kurulacağına dair altyapıyı da bu savaş sırasında ortaya koymuştur. Kurtuluş Savaşı, sadece bir coğrafya parçası için verilmiş bir mücadele değildir.

  • Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet için, yani demokrasi için, yani halk egemenliği için verilmiş bir mücadeledir.

***
Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” ifadesi günümüzde sık sık kullanılır. Oysa cumhuriyet ve demokrasi etimolojik özünde eşanlamlı sözcüklerdir. Bu bağlamda, “cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” ifadesi, “cumhuriyeti cumhuriyet ile taçlandırmak” anlamına gelmektedir ki bu da totolojik bir ifadedir. Cumhuriyet de demokrasi de halk egemenliğine dayalı yönetim biçimi anlamına gelmektedir. Birisi Arapçadır, diğeri Yunancadır. Arapçadaki “cumhur” ve Yunancadaki “demos”, halk anlamına gelmektedir.

Ancak günümüzde, adı cumhuriyet olduğu halde, fiilen cumhuriyet olmayan, yani halk egemenliğine dayanmayan o kadar çok devlet vardır ki, o nedenle “cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmak” ifadesi sık sık kullanılır hale gelmiştir. Oysa, “kâğıt üzerinde cumhuriyet olan devletleri, fiilen de cumhuriyet haline getirmek” veya “demokrasiyi fiilen uygulamak” ifadeleri daha yerinde olacaktır.

Atatürk, 9 Eylül 1923’te kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin ana ilkelerinden birisi olan Halkçılık kavramına, Kurtuluş Savaşı sırasındaki konuşmalarında ve yazışmalarında çok sık vurgu yaptığı gibi, halkın egemenliğini sağlamak amacıyla, 23 Nisan 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurmuştur. Atatürk böylece, bir yandan aldığı kararları halkın egemenliğine dayandırmıştır, bir yandan da cephedeki savaşı kazanması durumunda kuracağı devletin ve vatanın, Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısından nasıl ayrılacağının ilk önemli işaretini vermiştir. Bu aynı zamanda, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasının, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin kurulmasının ve 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasının yolunu açmıştır.

  • Padişahın egemenliğine dayalı monarşinin ve halifenin egemenliğine dayalı teokrasinin yerine, halkın egemenliğine dayalı cumhuriyet yönetimine doğru çok büyük bir adım atılmıştır.

***

Geçen ay 23 Nisan’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100. yılını kutladık.

– Atatürk’ün adını ülkenin her yerinden silen,
– Atatürk’ün resmi vasiyetini çiğneyen,
– TBMM’de ettiği yemine sadık kalmayan,
– Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ifade edilen demokratik, laik, sosyal hukuk devletini ortadan kaldıran,
– TBMM’nin yetkilerini kısıtlayan,
– ülkeyi padişah gibi yöneten
Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan,

kuruluşunun 100. yılında TBMM’ye de gelmedi!

19 Mayıs 1919’dan günümüze kadar yaşanan 101 yıllık deneyime rağmen Erdoğan’ın, 29 Ekim 2023’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını kutlayacağına inanmak, çok geniş bir hayal gücü gerektirir.

İki Bayramı Bir Arada Kutlamak

İki Bayramı Bir Arada Kutlamak

Prof. Dr. Semih Baskan
İstanbul Okan Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı

Corona Virüs (Covid-19) Pandemisi esnasında hastalarımıza verdikleri özverili çalışmalarla tüm dünyanın takdirlerini kazanan sağlık çalışanlarımız iki anlamlı bayramı birlikte kutlamanın heyecanını yaşıyorlar. Bir taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı Türkiye Büyük Millet Meclisinin 100. kuruluş yıldönümünü kutlarken diğer yanda ise Sağlık Bakanlığımızın kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlamanın gururunu taşımaktayız.
Dünyanın pek çok ülkesinde henüz kurulmayan bu bakanlık TBMM’nin 3 numaralı yasası ile Sıhhat ve İçtimai Muavenet Bakanlığı adı ile kuruluyor ve Dr. Adnan Bey (Adıvar) 3 Mayıs 1920‘de Ankara’da Hamamönü Semtinde bir küçük binada yanında bir memur ile göreve başlıyordu.
Sağlık Bakanlığı tarafından 1925 yılında hazırlanan ilk çalışma planında gözetilen hedefler olarak:
1.Devlet Sağlık Örgütünü genişletmek,
2.Hekim, sağlık memuru ve ebe yetiştirmek,
3.Numune Hastaneleri açmak,
4.Sıtma, verem,trahom, frengi ve kuduz gibi hastalıklarla savaşmak,
5.Sağlık ile ilgili yasaları yapmak,
6.Sağlık ve Sosyal Yardım Örgütünü köye kadar götürmek,
7.Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Hıfzıssıhha Okulunu kurmak.

TBMM 3. Yasama Yılı açılış konuşmasında 3 Mart 1922’de Mustafa Kemal Atatürk Mecliste şunları söylüyordu :

  • “Salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı savaşın gereği düşünülür iken en önce akla gelen sıhhi önlemlerin uygulanmasını yapan doktor ve sağlık memurları gelir.
    Geçen sene ülke içinde memur olarak çalışan doktor sayısı 337 ve sağlık memurları sayısı ise 434 idi.”

diyerek öncelikle doktor ve sağlık memurlarının sayılarının artırılmasının gerekli
olduğuna vurgu yapıyordu. Aynı konuşmasında devamla

  • “Sıtma hastalığının kökünden kazınması için tek çare olan hastalıkların kurutulması ve arazi ıslahı konusunda şehir ve köylerin sağlık koruma şartlarının ıslahına, şartlar uygun olur olmaz başlatılmalıdır.” diyordu.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konudaki çabaları her türlü övgüye layıktır. 1934 yılında Anadolu’da kurutulan bataklıkların alanı 131.769.238 metre kareye ulaşmış, halka ücretsiz olarak dağıtılan Kinin miktarı 1937 yılında 8.482 kilo 780 grama ulaşmıştı.1

1928 yılında belirlenen hedefler doğrultusunda 1267 sayılı Kanun ile Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü kuruluyor ve burada 1930 yılından itibaren üretilmeye başlanan aşılar bulaşıcı hastalıklarla mücadelede en etkin tedavi yöntemi olarak uygulamaya koyuluyordu.

Tüm dünya heyecanla Corona (Covid-19) Pandemisi ile ilgili olarak Çin’in bulacağı yeni bir aşıyı beklerken, Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’si 1938 yılında çıkan Kolera salgını nedeni ile Çin’e Kolera aşısı yolluyordu. (Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Cumhuriyetin İlk 15 Yılında Sağlık Hizmetleri, sayfa 339-341, Cumhuriyet’in 87.
Yılına Armağan, İstanbul, 2010)

Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Dr. Hulusi Alataş’ın Başbakanlığa yolladığı 27.7.1938 tarihli yazıda “Çin Sağlık Dairesinin Cenevre’de Milletler Cemiyeti Hıfzıssıhha Direktörlüğüne yazdığı yazıdan Çin’deki Kolera salgını nedeni ile
Kolera aşısı tedarik etme hususunda başvurusu ile adı geçen direktörlüğün Türkiye’ye Çin’e Kolera aşısı göndermesinin mümkün olup olmadığının sorulması üzerine, Hıfzıssıhha Müessesesinde hazırlanan 1 milyon santimetreküp aşının gönderileceği” ifade edilmekteydi.

Gene aynı şekilde dünyanın en güçlü ordusuna sahip Amerika Birleşik Devletleri kendi askerlerine yapabilmek için Türkiye’den Tifüs aşısı talep ediyordu. Daha sonraları Ankara Tıp Fakültesi Dekanı olacak olan Albay Behiç Onul anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Gülhane Hastanesi laboratuvarlarından hazırlanan aşıdan 10.000 kişilik doz istek üzerine ABD ordusuna gönderilmiş. İtalyan cephesine Salerno’dan yapılan çıkartmadaki askerler üzerindeki sonuçların olumlu olduğunu bize bildirdiler.”

Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Anadolu’da halkın üzerinde en fazla tahribat yapan hastalıklardan biri de Tüberkülozdu. Bu konuda gerekli düzenlemeler yapılmamış ve bir teşkilata gerek duyulmamıştı. Bu konuda ilk olarak Ankara, Bursa ve Trabzon’da dispanserler açılıyor, bunu 1924 yılında da Heybeliada Sanatoryumunun açılması takip ediyordu.

1930 yılında yürürlüğe giren Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda verem hastalığına geniş yer verilmiş ve hastalığa bağlı ölümler bildirimi zorunlu hastalıklar kapsamına alınmıştır. 1951 yılında Dr. Siyami Ersek’in de tam gün görev yaptığı bu köklü kuruluş 30 Mayıs 2005 tarihinde boşaltılmış ve kaderine terk edilmiştir.
Son zamanlarda Diyanet Vakfına devredildiği konusu da özellikle Pandemi Hastanesi gereksiniminin olduğu bu günlerde bu konu ayrı bir tartışma konusudur.
Kuruluş hedefleri arasında yer alan Numune Hastaneleri ilk kez 1924 yılında Ankara, Erzurum, Diyarbakır ve Sivas’ta,1936 yılında ise İstanbul’da hizmete açılmıştır. Bu hastaneler geniş olanaklarla donatılıp halkımızın hizmetine sunulmuştur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu ihmal ettiği savına karşı en güzel argüman olarak 5 Numune Hastanesinin 3’ünün bu yörelerde açılmasını sayabilmemiz mümkündür.

Yukarıda saydığımız ve tüm dünyanın hayranlıkla izlediği düzenlemelerin ortaya konması, uygulamaya sokulması ve titizlikle sürdürülmesi bugün saygı ve minnetle andığımız bir büyük insanın olağanüstü çabaları ile gerçekleşmiştir. Bu değerli insan 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa ile Bandırma Vapuru’nda bulunan
ve Kurtuluş Meşalesi’ni ateşleyenlerden biri olarak görev alan Tabip Binbaşı Refik Bey’dir. TBMM’nin açılışından sonra sivil hayata geçen ve politikaya atılan Dr. Refik Saydam toplam 14 yıl 4 ay 23 gün değişik dönemlerde Sağlık Bakanlığı ve 3 yıl 6 ay 8 gün de Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinde Başbakan olarak görev yapmıştır. Kendi Bakanlığı döneminde davet ettiği Avusturyalı mimar Theodore Jost’a yaptırdığı ve bulunduğu semte adını veren Sağlık Bakanlığı binası 1927 yılında hizmete girmiştir. Sıhhiye’deki bu anıtsal yapıda günümüze kadar 53
Sağlık Bakanı görev yapmış ve sağlık alanında önemli işlere imza atılmıştır. Ama maalesef bu tarihi yapı bir tıp tarihi müzesi olmak yerine Ankara Valiliğine tahsis edilmiş, Sağlık Bakanlığı bu binadan çıkarak Bilkent’te kiralık bir binaya taşınmıştır.

Milli Tıp Kongreleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına ülkenin tek tıp cemiyeti olan Türkiye Tıp Encümeni tarafından içinde bulunduğumuz sağlık sorunlarını tartışmak, toplumumuzu kasıp kavuran salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı çareler aramak, araştırmak ve o günün koşullarında çağdaş ülkelerdeki tıbbi gelişmeleri tartışmak amacı ile düzenlenmiştir.
Bu kongreler Cumhuriyet hükümetlerinin sağlık politikalarını belirlemede ve yönlendirmede Sağlık Bakanlığının sağlık sorunlarımızın çözümlenmesinde büyük yararlar sağlamıştır.

Sonuç olarak yazımı Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün özlü sözleri ile noktalamak istiyorum. Saygılarımla.

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmaz ise,
değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Mustafa Kemal Atatürk.

ADD KOCAELİ ŞUBELERİNDEN 19 MAYIS 1919 KUTLAMASI..

 

 

 

 

ADD KOCAELİ ŞUBELERİNDEN
19 MAYIS 1919 KUTLAMASI..

Milli mücadelenin ilk adımı olan, 19 Mayıs 1919 Ulus devletimiz ve Cumhuriyetimiz için de başlangıç noktasıdır.

Açık işgalin, ihanetin pençesinde boğulmaya, tarihin sahnesinden silinmeye çalışılan bir ulusun, Mustafa Kemal gibi bir dâhinin etrafında kenetlenerek, yeniden doğuşunun, var oluşunun ve ilelebet var olacağının ilk adımıdır.

1915’de, Çanakkale’de destanlar yazan Mustafa Kemal ATATÜRK, bu kez, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasına kadar sürecek zorlu ve çetin bir savaşın başkomutanlığını üstlenecektir. 1915 ve 1919 tarihleri, yenilmez karşı konulamaz denen Emperyalizmin ezberlerini bozmuş, batmayan güneşlerini, ittifaklarıyla beraber tarihin derinliklerine gömmüştür. Dört yıl ara ile Kazanılan bu zaferler, Emperyalizmin içerideki uzantılarında da derin travmalar yaratmıştır.

Ne var ki, O gün Mustafa Kemal için ölüm emri veren, işbirlikçi, tarikat cemaat liderlerinin adları bugün pek çok kamu kurumuna verilmiştir. Veya aynı zihniyetin elemanları Cumhuriyetin göz bebeği kurumlarının başına getirilmiştir. Bir kısmı da Atatürk düşmanlığının bayraktarlığını yapmaktadırlar. Özetle Emperyalizm ve içerideki işbirlikçileri o gün de vardı bu gün de varlar. Yarın da var olacaklardır.

Bu tarihi perspektifte, bizlere düşen en büyük görev, başta ATATÜRK olmak üzere, Milli Mücadelemizi, Cumhuriyetimizi yok sayanları, karalamaya çalışanları, uyduruk destanlar yaratıp 1915 ve 1919 ruhunu gölgelemeye kalkışanları her düzlemde teşhir etmek, antiemperyalist ruhu diri tutmaktır.

Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımızın 101. yılı olan 19 Mayıs 2020’de sokağa çıkma yasağı nedeniyle alanlarda olamayacağız. Ancak, aynı günün akşamı,  saat 19.19’da tüm halkımızı evlerinin pencerelerinden, balkonlarından önce Gençlik Marşımızı, ardından da İstiklal Marşımızı okuyarak coşkulu bir şekilde bayramımızı kutlamaya davet ediyoruz.

Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor bayramımız kutlu olsun!

Saygılarımızla.

Atatürkçü Düşünce Derneği İZMİT Şubesi

Atatürkçü Düşünce Derneği YAHYA KAPTAN Şubesi

Atatürkçü Düşünce Derneği DERİNCE Şubesi

Atatürkçü Düşünce Derneği GEBZE Şubesi

Atatürkçü Düşünce Derneği GÖLCÜK Şubesi

Atatürkçü Düşünce Derneği KARAMÜRSEL Şubesi

Atatürkçü Düşünce Derneği KÖRFEZ Şubesi

Covid-19’dan Eğitim İçin 14 Ders

Covid-19’dan Eğitim İçin 14 Ders

NAZIM MUTLU 
E. Öğretmen, Ulusal Eğitim Derneği Önceki, Gn. Bşk. 
Cumhuriyet, 04 Mayıs 2020

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

  • Gezegenimizin yedi buçuk milyar dolayındaki insanları olarak son 100 yıl içinde yaşanan irili ufaklı birçok salgına karşın, bugünkü büyüklükte olanına ilk kez tanıklık ediyoruz. Salgın hastalıklarda dünya tarihinin en büyük yıkımı, 1918’de başlayıp iki yıl içinde 500 milyon insana bulaşan ve 50-100 milyon dolayında insanın yaşamına mal olan “İspanyol gribi” ile yaşandığını anımsayarak son dört ay içinde yeryüzünü neredeyse bütünüyle kuşatan COVID-19’a karşı çetin bir kurtuluş savaşı veriyoruz.

PARA-KÂR ODAKLI SİSTEM

Savaş, salgın, deprem gibi birçok yıkım, acılarla birlikte insanlığa sayısız dersler bırakıyor. Şimdiki salgınla birlikte oluşan iklimde “bir musibetin bin nasihatten evla olduğu” gerçeğiyle bir kez daha yüz yüzeyiz. Başta sağlık alanı olmak üzere ekonomiden eğitime, kentleşmeden iletişime dek toplumsal ve bireysel yaşamı oluşturan her bir parçada oluşan bozuklukları, sayrılıkları daha yakından görmeye başladık. Özellikle yönetsel düzeneğin isterleri doğrultusunda biçimlenen karmaşık yaşamsal yapılardaki çürümenin ayrımına varıp, yalın bir bakışla sağlıklı seçenekler geliştirme zorunluğuyla karşı karşıyayız. Yaşadığımız süreç, para ve kâr hırsının insanlık için hangi tuzakları hazırladığını anlatıyor. Ülkemizin de içinde bulunduğu blokta son yarım yüzyıldır ama özellikle çeyrek yüzyıldır egemenlerce dayatılan para-kâr odaklı sosyo-ekonomik sistemle insanı, doğayı hiçe sayan tutumla varılacak yerin ne olduğu belirginleşmiştir. 

Aynı yolu sürdürmenin gelecekte yol açacağı yıkımları görmek için bilici (kâhin) olmak gerekmiyor.

“KILAVUZUMUZ BİLİM”

Ağır bedellerle süren bugünkü durumdan çıkarılacak sayısız derslerden yola çıkarak zaman yitirilmeden uygulamaya konması gereken eğitime ilişkin çözüm önerileri şöyle özetlenebilir:

1)    Okul çağında olduğu halde iş yaşamında yer almak zorunda bırakılan 700 bini aşkın çocukla 4+4+4 yasasıyla bugüne dek açık öğretime itilen 2 milyon öğrenci, örgün eğitim kapsamına alınmalıdır.

2)    Eğitimin içeriği bütünüyle bilimsel olmalıdır. Çünkü gerek toplumsal gerekse bireysel yaşamın “kılavuzunun bilim olduğunu” bugün yaşananlar bir kez daha somut olarak göstermiştir. Siyasal erki ele geçirmek ve elde tutmak için başvurulan bilimdışı yol ve yöntemlerin bireye de topluma da hiçbir yarar sağlamadığı ortadadır. Bu kapsamda;

–    Var olan ders izlencelerinin üçte birine yakınını oluşturan din-inanç eksenli dersler yerine yaşamsal önemdeki bilim-sanat-zanaat-spor eksenli dersler konulmalıdır.

–    Devlet okullarında 250 öğrenciye bir adet düşen, zaten oldukça yetersiz olması bir yana, son yıllarda bunların da kimisi makam odasına, kimisi mescide dönüştürülen laboratuvarlar çoğaltılmalı, kullanımı etkinleştirilmelidir.

KAMUCU EĞİTİM

3)    “Nitelikli-niteliksiz okul” ayrımına yol açan eşitliksiz, piyasacı, özelleştirmeci eğitim siyasası terk edilmeli; kamucu ve tüm kesimleri kapsayacak nitelikli eğitim siyasası yaşama geçirilmelidir.

4)    Ağırlıkları her bireyin ilgi ve yeteneğine göre değişen, ama şiirden müziğe, resimden öyküye, çizimden dramaya dek kişiliği besleyip güçlendiren birçok sanat dalı, eğitimin çekim gücüne dönüştürülmelidir. Yine ilgi alanına göre marangozluktan fidan dikmeye, yemek pişirmeden örgü örmeye dek birçok el becerisi edinerek yetişen birey, yaşamını üretimle varsıllaştırmanın yollarını bulacaktır. Dahası, bugünkü gibi olağanüstü koşullarda yaşamını sınırlı bir alanda sürdürmek zorunda kalacağı birkaç gün ya da ayı, ruhsal çöküntüye uğramadan geçirebilecektir.

5)    Sistemin odağına yerleşen sınavların her şeyi belirleyen gücü, yerini kişiyi bütünüyle yaşama hazırlama amacına bırakmalıdır. Medreselerden kalma ezberciliğin yerini düşünce geliştirme, aktarmacılığın yerini sorgulama, tartışma ve yaratıcılık almalıdır.

OKUMA SEVGİSİ

6)    Anaokulundan başlatılarak bütün eğitim aşamalarında uygulanacak etkili yöntemlerle her öğrenciye mutlaka okuma sevgisi, okuma alışkanlığı kazandırılmalıdır. Bu, yaşamsal gereksinmelerle ilgili bilinçlenmenin yanında, bugünlerdeki gibi olağanüstü koşullarda, ev içinde zorlanmadan zamanı değerlendirmenin en etkili aracıdır. Yanına eklenebilecek yazma sevgisi, yazma alışkanlığı ise kimseye “boş zaman” bırakmayacaktır.

7)    Okul türleri, toplumsal yaşamın gereksinimleri doğrultusunda yeniden düzenlenmelidir. Siyasal beklentiler doğrultusunda gerçek gereksinimin kat kat üstünde açılan okullar, teknik ve akademik okullara dönüştürülmelidir.

8)    Kademeler arası geçişte (ilk-orta-yüksek) biçimsel sınavlar değil, temelden başlayan ilgi-eğilim saptaması ve yönlendirmeler belirleyici olmalıdır.

9)    Öğretmen yetiştiren kurumlar, Köy Enstitüleri örneğinde olduğu gibi günümüzün gereksinimlerine uygun içerikle yapılandırılmalı; gerekli sayıda, çok yönlü ve işlevsel niteliği güçlü öğretmen yetiştirilmelidir.

10) Yıllardır atanmayı bekleyen, umudunu kesip başka iş arayışına düşen yarım milyonu bulan öğretmen adayının ataması yapılmalıdır.

11) Kadrolu, sözleşmeli, ücretli öğretmen gibi ayrımcı, meslek onurunu zedeleyen uygulamalara son verilmeli; öğretmenler özlük, sosyal ve ekonomik haklarıyla gelecek kaygısından kurtarılmalıdır.

12) Yönetsel görevlere gelmede başat ölçüt, işe uygunluk olmalı; bütün eğitim bileşenlerinin görevlendirme ve yönetim süreçlerinde söz ve karar sahibi olması sağlanmalıdır.

DEVRİMSEL DÖNÜŞÜM

13) Bütün eğitim kurumları yapı, derslik, altyapı ve donanım yönünden eksiksiz olmalıdır.

14) Her açıdan güçlü, karşılaşılacak sorunların üstesinden bilimle, toplumsal yardımlaşma ve dayanışmayla gelineceği bilinciyle, yurt ve insan sevgisiyle donanmış kuşaklar yetiştirmek amaçlanmalıdır.

COVID-19 salgınının hem dünyada hem ülkemizde, geçmiş yüzyıllarda yaşanan büyük çaplı salgınların yarattığı zihinsel sarsıntılara, devrimsel dönüşümlere benzer etkiler bırakacağı açıktır. Geleceğe daha güvenli bakmak için eğitimdeki önceliklerimizi bu çerçevede oluşturmak ve bir an önce yaşama geçirmek zorundayız.
================================
Dostlar,

Ulusal Eğitim Derneği’nin önceki genel başkanı, yurtsever ve birikimli eğitmci dostumuz Sn. Nazım Mutlu‘nun yetkin ve yerinde önerilerine bütünüyle katılıyoruz..

Gençliğimizi, 21. yy’ın acımasız yarışmacı koşullarına uygun yetiştirmek zorundayız.
Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacağız.
Onlara bilimin ve irfanın pozitif fikirlerini verme dışında seçeneğimiz yoktur..
(son 2 tümce Mustafa Kemal ATATÜRK‘ündür..)

Bu çarpıcı geçeklikle Türkiye ve tüm insanlık COVID-19 salgınıyla bir kez daha yüz yüzedir.. Umudumuz TIP BİLİMİNİN çözümlerine kilitlidir.

Bu gerçekleri gör(e)meyerek ülkemiz ulusal eğitim sistemini çökertip gericileştirenler aymazdır (gafil), sapkınlık (dalalet) içindedir.

Bilerek yapanlar ise tartışmasız ve apaçık HAİNDİRLER!

Her 2 durumda da savaşım sürdürülecek ve bu kesimler dışlanarak insanlık – uygarlık Aydınlanmasını sürdürecektir..

Sevgi ve saygı ile. 04 Mayıs 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Koronavirüs ve batmakta olan güneş

Koronavirüs ve batmakta olan güneş

Savaşlar, iç savaşlar, taht savaşları, ayaklanmalar, ekonomik krizler, doğal afetler, salgın hastalıklar gibi nedenlerle devletler de karaya oturabilir. Bazıları bu olağanüstü koşullardan enkaza dönüşmeden kurtulabilirler. Bazılarının bu olanağı olmaz. Tarihten silinirler. Bazıları da enkaz üzerine yeni bir ruhla yeni bir kimlikle ve taze bir güçle yeni bir devlet kurarlar.

DÜNYA DEMİR TARIYOR

Dünya Savaşları, iklim değişikliği, çevre felaketleri, doğal afetler, küresel ısınma, ekonomik krizler ve salgın hastalıklarda da dünya demir tarar. Ancak Homo Sapiens‘ten bu yana dünyada yaşamış olan 100 milyarın üzerindeki insanın kurduğu topluluk, kabile, millet, devlet sistemleri her ne kadar milyonlarca yıl önce insanın denetimidışında beş ayrı yok olma (extinction) süreci ile karşı karşıya kalsa da topyekûn ortadan kalkma tehdidi ile hiçbir zaman karşılaşmadı. Bu nedenle çeşitli nedenlerle demir tarayan dünya, asla karaya oturup enkaza dönmedi.

Ancak 1945 sonrasında yerküre ilk kez insan marifeti ile kendi kendini yok edecek ve altıncı yok olma sürecine girecek kendini yok etme (self extinction) potansiyeline sahip bir dönemi başlattı. Bu sürecin işaret fişeği Japonya’da nükleer silahın patlatılmasıydı. Nükleer silahlar insanlık tarihinin yarattığı en büyük yıkıcı güç oldu. İnsanlık, tarihinde ilk kez kendi kendini yok edecek süreci kendi iradesi ile başlatıyordu. Bu irade Amerikan iradesiydi. Bu nedenledir ki Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan Amerikan atom bombalarının mimarı Oppenheimer, Manhattan projesinin ilk testi başarılı olunca kutsal bir Hint kitabında okuduğu şu cümleleri sarf etmişti: “Şimdi ben ölüm ve dünyaların yok edicisi oldum.” 2012 kayıtlarına göre, dünyada 8 devlet (ABD, RF, İngiltere, Çin, Fransa, Hindistan, Pakistan, İsrail, K.Kore) her an kullanıma hazır 4400 nükleer silaha sahip. Eğer depolarda tutulanlar dahil edilirse kabaca 19000 nükleer silahtan bahsediliyor. Yıkım gücü dünyada neredeyse canlı bırakmayacak kadar büyük. Canlı kalanlar da radyasyon tehdidi ile yaşamak zorundalar.

ÇEVRESEL TEHDİT

Diğer yıkım çevreden geldi. 18. yüzyıl sonunda sanayi devriminin; 20. yüzyıl başlarında petrol çağının başlamasıyla yerküredeki en gelişmiş canlı türü olan insan, doğayı kontrol etme gücünü katladı. Bu süreci başlatan asıl sebep, insanoğlunun kazanma hırsının kontrol altına alınamamasıydı. Liberal kapitalist Batı hem kazanmak hem sömürmek hem de iyi yaşamak istiyordu. 21. yüzyıla girdiğimizde kabaca 4,5 milyar yaşında olan yerkürede insan, 200 bin yıldır varlığını sürdürüyordu. Medeniyetlerin en erkeni 10 bin yıl öncesine; Tek tanrılı dinlerin ilk kitabı bile kabaca 5 bin yıl öncesine dayanıyordu. Son 260 yılı saymazsak insanlık ve ekonomi kas ve rüzgâr gücü üzerinde yükseldi. 1773 yılında İngiliz James Watt’ın sitim makinesini bulmasından sonra her şey değişti. Yerkürenin sunduğu olanaklar ile önce kömür, yüz yıl sonra petrol, endüstriyel medeniyeti insan aklının tahmin edemeyeceği boyutlarda geliştirdi. Ancak doğayı da mahvetti. Petrol, enerjiden, plastiğe, gübreden kimya sanayine insan hayatının her alanına nüfuz etti. 21. yüzyıl biterken doğalgaz talebi artmaya başladı. Neticede hidrokarbonlar yani petrol, doğalgaz ve kömür insanlığa tarihte emsali olmayan büyük bir enerji arzı ile gelişme sağlarken, başta karbondioksit salınımları ve plastik, gübre vb. desteklediği yan ürünler ile doğayı mahvetti. Bugün insan dışındaki biyolojik tüm varlıklar yerkürede insan olmasa 100 kat daha az yok olacaklar. 1970’den sonra dünya nüfusu 2 kat artarken, vahşi hayvan nüfusu tam 2 kat azaldı. Bazı bilim insanları bu dönemi altıncı yok olma dönemi olarak isimlendiriyor. Atmosferdeki CO2 düzeyi milyonlarca yıllık tarihte yaşanmadık ölçüde yüksek. Okyanusların binlerce metre derinliklerindeki dünyaya oksijen temin eden organizmalar ölüyor. Denizler, nehirler ve göller ölüyor. Küresel ısınma sunucu buzullar eriyor. Deniz seviyesi yükseliyor. Kuraklıklar, su baskınları, kasırgalar artıyor. Katı atıklar yüzünden okyanuslarda Türkiye büyüklüğünde plastik adalar oluşuyor.

KOVID-19

Yerküre eriyen buzulları, yok olan canlı türleri, perişan edilen yağmur ormanları, neoliberal kapitalist sömürüye teslim edilen tüm varlıkları ile imdat sinyalini veriyordu. Yani yerküre demir tarıyordu. Kapitalist sistem, 18. yüzyıldan sonra dünya gemisinin kaptan köşküne geçmişti. Protestan ahlakı ile şekillenen kapitalizm emperyalizme evrilmiş, iki dünya savaşını ve soğuk savaşı kazanmış olmanın rahatlık ve şımarıklığı ile neoliberal kapitalizme dönüşmüştü. Sözde demokrasi maskesi altında emperyalist etki alanını genişleten bu sistem, sahip olduğu sermaye gücü, kültürel güç, psikolojik üstünlük ve yok edici nükleer askeri gücü kullanarak ulus devletlerin doğal kaynaklarını kontrol edecek tüm mekanizmaları ortadan kaldırdı. Artık doğanın kontrolü neoliberal elitlerin eline geçmişti. Sınır tanımıyorlardı. Gemi, 21. yüzyılın ilk yarısında doğanın tüm uyarılarına rağmen ısrarla karaya oturmaya kararlıydı. Zira sistem yanlıştı; teori yanlıştı. Pratik yanlıştı. İnsanlık intihar ediyordu.

  • Tüm dünyan nüfusunun %1’lik bölümü, küresel gelirin yüzde 80’ine sahipti.

Gelir dengesizliği, nüfus artışı, doğanın yok edilişi artık iç içe geçmişti. Bu dengesizlik sadece insanın insanı sömürmesinden kaynaklanmıyordu. Bu aynı zamanda neoliberal kapitalist ekonominin doğayı sömürmesinden de kaynaklanıyordu. Nükleer silahları geliştiren küresel sistem bu sefer doğayı yok ediyordu. Kovid-19 bu süreci durdurdu. Öte yandan küresel ekonomik sistemin demir taramasını hızlandırdı.

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE GEMİYİ KURTARMAK

Bir aydır neredeyse 3 milyar insanı evine hapseden virüs, dünyanın ve doğanın kurtulabileceğini ispat etti. Yaratacağı yeni düzen milyonlarca ölü ve yaralı ile mahvolmuş şehirler ve devletleri yaratan bir dünya savaşı üzerinden değil, salgın bir hastalık üzerinden kendine yol açıyor. Batı, yarattığı iki devasa kötülüğün (nükleer ve çevre tahribatı) daha büyük felaketlere yol açmadan kontrol altına alınması gerçekliği ile yüzleşiyor. Ulus devletlerin güçlenme döneminin önü açılıyor.

Bu yeni dönemde Kemalizm öğretisinin yani “6 Ok“un her birinin sükûnet, refah, barış ve istikrar için her devlete rehber olacağını söyleyebiliriz.
Zira Kemalizm doğaya, insan hayatına, devlete, millete saygılıdır.
Devletçi, halkçı, laik, milliyetçi, cumhuriyetçi ve devrimcidir.
Asya çağında Kemalizm’i rehber edinecek yenilenen dünya, karaya oturan insanlığı
selametle açık denize çıkaracak tek reçetedir.
Türkiye’de yeni arayış içinde, hâlâ çöken Atlantik sistemden medet umanlar
ve ulusalcılığı hastalık olarak görenlere hatırlatalım.

Titanik 108 yıl önce, 14 Nisan 1912 günü gece 23.35’te buzdağına çarptığında, kaptan dahil yolcu ve mürettebattan yani 2200 kişiden hiç kimse geminin 2 saat 45 dakika sonra batacağını tahmin etmiyordu. Ne yazık!

Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan bu topraklar, bugün bile Titanik artıklarını yaratmaya devam edebiliyor. Sorun onların ortaya çıkması değil. Onların dedelerini Mütareke döneminde gördük. 1919 yılında Sadrazam Damat Ferit, İngiltere Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe’a şöyle diyordu:

  • “Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”

Sorun bu gibilerin batmakta olan güneşi doğuyor diye pazarlamaları ve bu yüzsüz yalana inananların varlığıdır. Bu güzel ülkede kısa dönem çıkarları nedeniyle bu yalana hâlâ inanan ve inanmak isteyenleri kripto FETÖ’cüler, açık Atatürk düşmanları ve sahte Atatürkçülerin yoğunlaştığı günümüz konjonktüründe ikaz etmek görevimizdir.

ÇANAKKALE VE ATATÜRK…

ÇANAKKALE ve ATATÜRK…

Lütfü KIRAYOĞLU
ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi

(AS: Çanakkale Şehitleri Destanı / M Akif Ersoy, yazının sonundadır.)

Çanakkale Savaşları, tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan biri, ayrıca emperyalizmin yüz yıl içinde aldığı en ağır yenilgilerden biridir.

Emperyalizm, kendi zaferlerini destansı biçimde anlatmayı becerirken yenilgilerini halı altına süpürmeyi beceri saymıştır. Bu nedenle koskoca sinema endüstrisi Çanakkale Savaşlarını anlatan pek az yapıt ortaya koyabilmiştir. Türk sinemasının son yıllarda ortaya koyduğu eserler de tartışmalıdır.

Kitap okumayı bilmeyen, kitap okumanın suç sayıldığı ülkemizde de Çanakkale Savaşları “birilerinin” işine geldiği biçimde halka ezberletilmiştir.

Bugün 18 Mart Çanakkale Zaferinin en şanlı sayfalarından yalnızca birinin 105. yıldönümü. Her günü, her sayfası şanlı bir zaferle süslü, kanla yazılmış bu zaferi bir tek güne indirgemek, son yıllarda moda oldu. Bu modayı sürdürenler Mustafa Kemal Atatürk’ü tarih sahnesinden silmeye çalışanlarla aynı siyasal akımın temsilcileri.

18 Mart, azametli emperyalist donanmanın Çanakkale Boğazını kolaylıkla geçerek İstanbul’a varma hayallerinin sulara gömüldüğü tarihtir. İngiliz, Fransız, İtalyan zırhlılarının kayık boyutundaki Nusrat Mayın Gemisinin döktüğü mayınlar ve kıyı topçusunun açtığı ateşle kağıttan kayıklar gibi yırtılarak Boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Emperyalizmin savaş makinelerinin ve teknolojinin o çağda ulaştığı aşamanın vatan savunması karşısında yenildiği gündür.

Ne var ki, Çanakkale savaşları yalnızca 18 Mart’tan ibaret değildir. 18 Mart Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı tarihtir. Oysa Çanakkale savaşları tam 10 ay sürmüş, on binlerce askerin kanı ve canı pahasına kazanılmış bir zaferdir. 18 Mart, simge olarak Çanakkale Şehitleri Anma Günü ilan edilmiştir.

Çanakkale Savaşları aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı zaman dilimidir. Deniz savaşları olarak gelişen 18 Mart tarihine dek Mustafa Kemal’in doğal olarak görünmemesi, O’nu Çanakkale destanından dışlamaz.

Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 günü başlayan kara harekatıyla birlikte askeri dehasını konuşturmaya başlamıştır. Çıkarmanın yapılacağı yeri en doğru olarak saptayan komutan O’dur. 25 Nisan günü başlayan kara savaşları bir ulusun ölüm kalım kavgası verdiği çok kanlı kader savaşlarıdır ki; saldırının başladığı gün, Avustralya ve Yeni Zelanda’da Anzak Kutlaması adıyla ulusal tatil günüdür.

Emperyalist saldırganlığın cepheye sürdüğü 2 ulus, tarihsel yenilgilerini saygı ile anarken, bir zaferin başlangıcını görmeyen, görmek istemeyenler salt Atatürk adını tarihten silmek adına kara savaşlarının şanlı sayfalarını kapatmakta, onun yerine “yeşil sarıklılar”, “savaş alanını kaplayan ilahi dumanlar” masalları (AS: zırvaları!) anlatmaktadır.

Çanakkale Savaşının sahneye çıkardığı büyük kahraman, savaştan tam 19 yıl sonra 1934’te Anzak kutlamaları nedeniyle gönderdiği iletide Çanakkale topraklarında düşen Anzak askerlerine:

“Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

diyerek sahip çıkarken (AS: bu bir evrensel hümaniter manifestodur!), kimi kendini bilmezler Mustafa Kemal’e aynı cesaretle sahip çıkamamışlardır. Dahası yok saymışlar ve sonunda saldırıya geçmişlerdir.

On ay süren savaşın en önemli sonuçlarından biri de Çarlık Rusya’sının yıkılarak Sovyetler Birliğinin ortaya çıkması olmuş, Sovyetler Birliği de Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasındaki desteği ile bu doğal sonuca yanıt vermiştir.

Bu çok kanlı savaşlarda yaşamını yitiren, yaralanan, ölçüsüz cesaret gösteren herkesi minnet ve saygı ile anıyoruz; hiçbir ayrım gözetmeden.

Çanakkale’ye saldıranların çıkardığı dersleri göremeyen hainlerin aymazlıkları nedeniyle çok şeyler yitirdik. Çanakkale’nin silah gücüyle geçilerek elde edilebilecek çıkarlar, günümüzde ne yazık ki hiç silah kullanılmadan elde edilmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un destanını yazdığı Çanakkale şehitlerinin kemikleri sızlamaktadır. Bir türlü koruyamadığımız Çanakkale Şehitliklerinin yönetimini bile İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan oluşacak bir ortaklığa vermenin konuşulduğu günleri gördük.

Biz Çanakkale kahramanlarını özlemle anıyoruz. Tıpkı yazar Osman Şahin’in “Çanakkale Kurşunları” adlı öyküsünde anlattığı gibi:

  • “Soylar yıkıcısı, mezarlar doldurucusu savaş sona erdi. Tüfeklerin, makinelilerin ağır topların namluları soğudu. Demir alan gemiler deniz ufkunda yitip gittiler. Onların dumanıyla kirlenen denizler eski mavisine kavuştu. Yer, toprak, gökyüzü sessizliğe kavuştu. Nice baharlar, yazlar geldi geçti sonra. Kanla, kemikle gübrelenen, yüz binlerce cesedi çürütmek için yorulan toprağın yüzü yoncalanarak yükünden kudurdu. Yamaçlar çiçek çiçek oldu. Gelincik tarlaları kızıl alevler misali dalgalandı. Ağaçların gövdelerindeki kurşun yaraları kapandı. Gölgeler ışıklar oynaştı. Buğdaylar, içlerindeki tazelikleriyle boylandı. Siper üstlerinden bıldırcınlar, keklikler uçuştu. Martı çığlıklarıyla doldu taştı sahiller…”
    =========================

    Değerli dostumuz Sn. Lütfü Kırayoğlu’nun bu vefa yazısına biz de, eşsiz şairlerimizden merhum Mehmet Akif Ersoy‘un benzersiz Çanakkale Şehitleri Destanı‘nı eklemek istiyoruz..

    Dr. Ahmet Saltık
    18 Mart 2020, 105. yıl anısına sonsuz saygı ve minnetle..
    *****

    Mehmet Akif Ersoy

    ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

Teyit.Org, Fatih Altaylı’nın konuğu Soner Yalçın’ın aşı yalanını ortaya çıkardı

Teyit.Org, Fatih Altaylı’nın konuğu Soner Yalçın’ın aşı yalanını ortaya çıkardı

(AS: Bizim kapsamlı katkımız ve 104 yansılık pdf sunumumuz yazının altındadır..)

  • Gazeteci Soner Yalçın, Fatih Altaylı’nın Habertürk’teki Teke Tek programında, Almanya’da çocuk doktorlarının yalnızca %8’inin kendi çocuklarını aşılattığı savında bulunmuştu. Ancak bu bilginin gerçek ile hiçbir ilgisi yok.teyit.Org’a göre, Almanya’da araştırmaya katılan 2010 çocuk doktorunun neredeyse hepsi çocuklarını aşılatıyor. Öbür hekimler de katıldığında Almanya’da çocuklarını aşılatan doktorların oranı ise %99,33.

Soner Yalçın’ın 14 Kasım 2019’da konuk olduğu Teke Tek programında “Almanya’da yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre çocuk doktorlarının yalnızca % 8’inin kendi çocuklarını aşılattığı” savı, teyit.org tarafından çürütüldü.

Soner Yalçın’ın söz konusu savına hiçbir kaynak göstermediğini anımsatan teyit.org, çocuk doktoru ve öbür doktorların kendi çocuklarını aşılatmayla ilgili tutumlarını inceleyen farklı araştırmaları derledi.

Bu alanda yapılan ayrıntılı ve önemli araştırmalardan biri, 2014’te European Journal of Public Health adlı dergide yayımlanmış. Araştırmada doğu ve batı Almanya kökenli 2010 çocuk doktoruna kendi çocuklarına aşı yaptırıp yaptırmadığı sorulmuş. Aynı soru 1712 pratisyen hekime de yöneltilmiş.

Araştırmaya göre 2010 çocuk doktorundan yalnızca altısı çocuğuna hiç aşı yaptırmadığını ifade etmiş. Aynı sorunun yöneltildiği 1712 pratisyen hekimden ise salt 19’u… Yani çocuk hekimi ve pratisyen hekimleri bir araya katarsak 3722 hekimden yalnızca 25’i çocuklarına hiç aşı yaptırmamış. Çocuklarına aşı yaptırmayan doktorların oranı %0,67; aşılatanlarınki ise %99,33.

GERÇEKLER, SONER YALÇIN’IN AKSİNİ SÖYLÜYOR

Teyit.org’un yayınladığı makalede şu bilgilere yer verildi:

Ülkedeki doktorların aşılar hakkındaki görüşlerine ışık tutan başka çalışmalar da var. Yine 2014’te yapılan ve doktorların meningokok menenjit aşısı hakkındaki tutumunu ölçen bir araştırma var. 3107 katılımcının görüşlerinin değerlendirildiği araştırmanın sonuçlarına göre, doktorların % 79,1’i ailelere meningokoksik menenjit aşısını önereceğini belirtiyor.

Kızamık salgınıyla mücadele kapsamında kızamık aşısını zorunlu kılan Almanya’da, çocuk doktorları da Yalçın’ın savının aksi açıklamalar yapıyor. Çocuk Doktorları Meslek Birliği Başkanı Thomas Fischbach (BVKJ) 1 Temmuz 2019’da kızamık tartışmaları hakkında yaptığı açıklamada, çocuk doktorlarının zamanlarının büyük bölümünün anababalara bekleyen aşıları anımsatmakla geçtiğini söylüyor. Fischbach başka bir açıklamasında da Aşı Konseyi tarafından önerilen aşıların yapılması gerektiğini ifade ediyor.

Almanya’daki en önemli sağlık kuruluşlarından biri olan Robert Koch Enstitüsü’nün internet sitesinde de atıfta (AS: göndermede, yollamada) bulunulan bir araştırmaya göre, homeopati doktorları tetanoz, difteri ve çocuk felci gibi aşıları, neredeyse öbür doktorlar kadar kullanıyor.

Robert Koch Enstitüsü tarafından 2019’da yayımlanan bir belgede Almanya’daki aşılama oranlarının son yıllarda azalmış olsa da %90’ların üzerinde olduğu ifade ediliyor. Çocuk doktorlarının bile yalnızca %8’inin kendi çocuklarına aşı yaptırdığı doğru olsaydı, %90’ları bulan aşılama oranlarına ulaşmak pek olanaklı olmazdı.

Konu hakkında Türkiye’de yapılan çalışmalar da var. 2018’de 10 doktor tarafından hazırlanan “Pediatristlerin Meningokok Enfeksiyonları ve Aşıları ile İlgili Bilgi Düzeyleri ve Tutumları” adlı çalışma da benzer sonuçlara ulaşmış. Katılımcılara “Çocuğunuza (varsa ya da olsaydı) meningokok aşısı yaptırır mısınız?” diye sorulduğunda, %80,1’i “evet” seçeneğini işaretlemiş. (sf. 61)

Doktorların ulusal aşı programlarında olmayan aşılara karşı tutumları da kimi araştırmalara konu olmuş. Örneğin, 2018’de The Turkish Journal of Pediatrics’de yayımlanan bir araştırmada, Türkiye’de ulusal aşı programında olmayan dört aşının doktorlar tarafından kendi çocuklarına yapılma oranları incelenmiş. RV, MCV4, HPV ve Tdap aşılarını kendi çocuklarına uygulamayan doktorlar, uygulayanlardan daha çok çıkmış. Fakat doktorlar bu aşıların ulusal aşı programına alınmasını desteklemiş.

 

 

 

 

 

 

 

 

=========================================

Dostlar,

Buraya bir pdf dosyası eklemek istiyoruz.. Yaklaşık 1,5 yıl önce bilimsel jüri önünde savunduğumuz, Sağlık Hukuku alanındaki Master / Yüksek Lisans Tezimizi..

Anayasa Mahkemesi’nin 2 bireyel başvuru nedeniyle “aşı yaptırmayabilirsiniz” diye verdiği 2 kritik ve Halk Sağlığı açısından son derece tehlikeli kararlarına ilişkin..

Bu 2 tarihsel kararı hukuksal ve tıbbi – halk sağlığı açısından irdeleyen ve kanımızca da net olarak çürüten bir tezdi sunduğumuz (250+ sayfa).

Soner Yalçın ve benzer düşünen aşı karşıtı – aşıdan çekinen – aşılamayı erteleyen insanlarımızın, siyasal iktidarın… sunumda sergilediğimiz bilimsel ve hukuksal gerçekleri dikkate almaları hepimizin yararına olacaktır.

S. Yalçın’ın KARA KUTU adlı kitabında 0,5 cc (ml) aşı içinde 2,5 gm Civa olduğu ileri sürülecek ölçüde bilimsellikten kopulması acı vericidir. Yarım (0,5) cc / ml sıvı aşı içine 2,5 gm etil civa bileşiği sığdırmak olanak dışıdır. Avogadro katsayısı, Dalton formülü ile atom ağırlığı hesabı bilgilerinden tümü ile yoksun olmak anlamına gelir. Bu olanaklı olsaydı, olasılıkla bir fil bile kısa sürede akut civa zehirlenmesinden ölebilirdi! Oysa tüm dünyada böylesi bir olay yok!

Yaşamda en gerçek yol gösterici, hiç kuşku yok, Mustafa Kemal ATATÜRK ve pek çok bilim – felsefe insanının tartışmasız kabul ettiği BİLİMSEL AKILCILIKTIR.

104 yansıdan oluşan (9,4 MB) kapsamlı tez savunmasını pdf olarak izlemek, indirmek yaygın olarak paylaşmak için lütfen tıklayınız  : AHMET_SALTIK_Tez_sunumu_10.08.2018

Sevgi ve saygı ile. 18 Mart 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İDLİP FACİASI

İDLİP FACİASI

Örsan ÖYMEN
Cumhuriyet, 02 Mart 2020
Türkiye, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Gezi” protesto eylemleriyle ilgili yargı sürecine müdahale etmesini, bu davada beraat kararı veren hâkimler hakkında soruşturma açılmasını, beraat eden Osman Kavala’nın yeniden tutuklanmasını, yargı bağımsızlığının bir darbe daha yemesini tartışırken, kendisini bir anda İdlib krizinin içinde buldu.
Suriye sınırları içinde yer alan İdlib bölgesindeki Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı askerler, Rusya’nın desteğindeki Suriye ordusunun saldırısına uğradı, 36 asker yaşamını yitirdi. Bunun üzerine TSK, Suriye ordusuna yönelik saldırıya geçti, onlarca tankı, helikopteri, topçu bataryasını, silah deposunu imha etti, bini aşkın Suriye askeri yaşamını yitirdi.
* Böylece AKP hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve muhalefeti devre dışı bırakarak Suriye ile savaşa girmiş oldu!
TSK “Zeytin Dalı”, “Fırat Kalkanı” ve “Barış Pınarı” harekâtlarında, terör örgütü PKK’ye ve onun uzantısı PYD/YPG’ye karşı, Suriye topraklarında sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirmişti. Bu nedenle de söz konusu operasyonlar, Türkiye’de halk tabanında yaygın bir destek görmüştü.

Ancak TSK’nin İdlib’deki varlık nedeni farklı. TSK burada, terör örgütü PKK’ye karşı bir operasyon için bulunmuyor.

  • TSK burada, Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınan Suriye yönetimini devirmek için mücadele eden silahlı grupları korumak amacıyla görev almaktadır!

Bu gruplar, Suriye devleti tarafından terörist olarak tanımlanmaktadır. Bir yönetimin, kendisini devirmek için mücadele eden silahlı grupları terörist olarak nitelendirmesi doğaldır. Türkiye PKK’yi nasıl terörist olarak nitelendiriyorsa, Suriye de aynı biçimde bu grupları terörist olarak nitelendirmektedir.

El Kaide ve El Nusra gibi laiklik karşıtı İslamcı köktendinci terör örgütlerinin ve laiklik karşıtı İslamcı köktendinci “İhvan/Müslüman Kardeşler” örgütünün uzantısı olan bu gruplar, Suriye’de laiklik karşıtı İslamcı köktendinci bir rejim kurmayı amaçlamaktadırlar.

  • AKP hükümeti, Suriye’de bu grupları desteklemektedir ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bu gerici projeye alet etmektedir!

AKP hükümetinin, laiklik karşıtı İslamcı köktendinci takıntıları ve dinci, mezhepçi
dış politikası nedeniyle, TSK’yi başka bir ülkenin topraklarında konuşlandırması ve
Türk askerlerinin can güvenliğini tehlikeye atması kabul edilebilir bir şey değildir.

TSK, Türkiye’ye yönelik işgal girişimlerine yanıt vermekle, Türkiye’ye karşı gerçekleşen terör eylemlerini bertaraf etmekle, Türkiye’nin savunmasını sağlamakla yükümlüdür.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevi ve sorumluluğu, başka bir ülkenin yönetimini devirmek ve başka bir ülkede İslamcı köktendinci bir rejim kurmak değildir!

Erdoğan’ın, dünyanın iki askeri süper gücünden birisi olan Rusya’yı karşısına alması, Rusya Devlet Başkanı
Vladimir Putin’e, Rusya’nın bölgeden çekilmesi çağrısı yapması, Türkiye’yi başka bir ülkeyle savaşa sokması,
ulusal çıkarlarla açıklanabilecek bir şey değildir.

  • AKP’nin ve onun destekçisi MHP’nin, ABD emperyalizmine ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarına hizmet ettikleri açıktır!

AKP hükümetinin, Avrupa Birliği’ni susturmak ve İdlib için AB’nin desteğini almak amacıyla göçmen ve mülteci kozunu kullanması, sınır kapılarını açarak AB’yi tehdit etmesi, olayları göçmen ve mülteci sorunuyla ilişkilendirerek çarpıtması da, Türkiye’ye itibar kazandıracak bir davranış değildir.

İdlib’de yaşananlar, “Arap Baharı” olarak adlandırılıp Arap kâbusuna dönüşen sürecin bir devamıdır.

  • Amaç, İsrail’in tehdit olarak gördüğü İran, Libya, Irak ve Suriye’deki yönetimleri din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden oluşturulan örgütlenmeler kullanılarak devirmekti.

Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimi, Libya’da Muammer Kaddafi yönetimi bu şekilde devrilmiştir, iki ülke de bölünmüş ve iç savaşa sürüklenmiştir. Suriye’deki Beşşar Esad yönetiminin devrilmesi, Rusya’nın devreye girmesiyle engellenmiştir.
***

TSK’nin İdlib’deki varlığını ve burada yürüttüğü operasyonları
ulusal çıkarlarla açıklayanlar, Türk halkına yalan söyleyerek,
askerlerin kanı üzerinden siyaset yapmaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Yurtta Barış, Dünyada Barış ilkesinin yerini, “Yurtta Savaş, Dünyada Savaş” almıştır!

Putin açıkladı: “Her yeri vurabiliriz”

Putin açıkladı: “Her yeri vurabiliriz

Rusya Savunma Bakanlığı, sesten hızlı (hipersonik), nükleer başlık taşıyabilme kapasitesine sahip yeni füzelerini ilk kez konuşlandırıldığını duyurdu. Devlet Başkanı Putin, bu füzelerle dünyada her noktayı vurabileceklerini öne sürdü.

Sozcu.com.tr
(AS: Bizim kapsamlı irdelememiz yazının altındadır..)

Son dakika… Putin açıkladı: Her yeri vurabilirizAvangard adlı sistemde yer alan süzülüş aracı, üzerine oturtulduğu kıtalararası balistik füzenin hızını ses hızının 27 katına kadar çıkartabiliyor. Devlet Başkanı Vladimir Putin, geliştirilen yeni tip silahın çağın ötesinde olduğunu belirterek, bu gelişmenin Sovyetler Birliği’nin 1957 yılında uzaya ilk uyduyu göndermesine eş olduğunu kaydetti.

  • Rusya’nın yeni kuşak nükleer silahlarının dünya üzerinde neredeyse her noktayı vurabileceğini söyleyen Putin,
  • ABD menşeli herhangi bir füze kalkanının da buna engel olamayacağını ifade etti.
Avangard sisteminin var olan ve geliştirilecek tüm füze savunma sistemlerini delip geçebilecek düzeyde olduğunu söyleyen Putin sözlerini şöyle sürdürdü:
  • “Bugün yeni ve yakın tarihimizde eşi benzeri olmayan bir duruma sahibiz.
  • Diğer ülkeler bizi yakalamaya çalışıyor.
  • Tek bir ülke bile, kıtasal menzile sahip sesten hızlı silahlar bir yana dursun,
    sesten hızlı silahlara dahi sahip değil.”
    ==============================
    Dostlar,

    SİLAHLANMA YARIŞI UYGAR İNSANLIĞA YAKIŞMIYOR..

    Yeniden “dehşet dengesi” mi kuruluyor Dünyada?
    2. Büyük Paylaşım Savaşının ardından ABD ve SSCB öncülüğünde kurulan NATO ve Warşova Paktları, dünyada neredeyse 45 yıl süren bir “nükleer caydırıcılık”  (Nuclear Deterrence) temelli derin bir kutuplaşmaya sürüklemişti.
    Devlet Başkanı Mihail Gorbaçev’in istifasıyla SSCB’nin dağılmasından sonra (25 Aralık 1991) ABD hegemonisinde tek kutuplu dünya kurulmuş oldu.
    V. Putin, Başbakan ve Devlet Başkanı olarak 17+ yıldır Rusya’yı eski gücüne eriştirmeye çabalıyor. 2018’de 2. kez seçildiği Başkanlık görevi 2024’e dek sürecek.
    Pek çok bakından çok da başarılı oldu. Rusya yükselme dönemi yaşıyor adeta. 2019’da 1,5 Tr $’ı aşan ulusal geliri ile dünyada 12. sıradadır.

  • Ancak bu son silah teknolojisi açıklaması ürkütücüdür!

    Nükleer silahsızlanma çabaları özlenen başarıya ne yazık ki ulaşmıştır ve Küremiz, kazananı olmayacak bir nükleer son tehlikesiyle yüz yüzedir. Nükler Kulüp üyesi ülkelerin sayısı 10’u bulmuştur. İsrail nükleer güç sahibidir. Pakistan öyledir, İran ve Hindistan adaydır. K. Kore başlıbaşına bir risk odağıdır. Nükleer arsenalin (cephaneliğin) %90’ı ABD elindedir ve 29 NATO üyesi ülke üzerinden Türkiye ve Almanya, Hollanda dahil nükleer silahlar konuşlandırılmıştır.

    2019’da 1,7 trilyon $ silahlanma gideri söz konusudur 88 trilyon toplam küresel gelir içinde (%2). ABD’nin 2020 savunma bütçesi 800 milyar Dolara çok yakın olup, tüm dünyadaki silahlanma giderlerinin yarısını tek başına yapmaktadır. 20 Trilyon dolar düzeyinde 2020 ulusal gelirinin (Dünya toplamı 86,5 Tr. $) %4’ünü savunma gideri olarak ayıran bir ülkedir ABD..

    Tek kutuplu ABD düzeni son 10 yılda Çin ve Rusya’nın yükselişi başta olmak üzere, Almanya ve AB tarafından deyim yerinde ise silkelenmektedir.

    Öte yandan, 16 Ekim 2019’da FAO tarafından açıklanan verilerle, dünyada 820+ milyon aç insan vardır. Bu insanların açlıktan kurtulmaları için günlük 2 $ gibi “minik” bir kaynak yeterlidir. Dolayısıyla 2 milyar dolar bile tutmayan bu kaynak, dünyanın toplam silahlanma gideri olan 1,7 trilyon doların 850’de 1’idir! 2030’a ertelenen “SIFIR AÇLIK” hedefi kabul edilemez, öne çekilmelidir, gelecek yıl dünyada tek bir AÇ İNSAN KALMAMALIDIR!

    Bu durum çok ağır, çelişkili, kabul edilemez ve sürdürülemez bir trajedidir..
    Bütün insanlık bu insanlık dışı dayatma ve kuşatmaya isyan etmelidir.
    İnsanlığın emeği, tartışılmaz bir öncelikle onun gönenci (refahı) ve erinci (huzuru) için harcanmalıdır.


    Çocuk başına 10 $ harcama ile her yıl 3,7 milyon çocuk ölümü önlenebilir.
    Aynı harcama ile 65 milyon çocuk ağır beslenme yetersiliği ürünü bodurluktan korunabilir.
    265 milyon kadında anemi (kansızlık) görülmeyebilir..

    0-5 yaş çocuklar tüm dünyada 600 m dolayında olup, yukarıdaki 3 hedefe erişmek için gerekli kaynak 6 milyar $ dolayındadır ve 2019 toplam küresel silahlanma giderinin %3,5’idir.

    Dolayısıyla, akçalı (mali) olarak erişimi olanaklı (affordable) gerçekçi hedefler söz konusudur.

  • Savaş değil; SAĞLIK – BARIŞ – PAYLAŞMA – DAYANIŞMA – BİLİM – SANAT – EĞİTİM – ÖZGÜRLÜK – ADALET… son çözümlemede insan mutluluğu, insanın bilgeleşerek kendini bulması ve aşması ereği ile kullanılmalıdır insan emeğinin ürünleri.

Bu yönde değerlerin insanlara aile içinden başlanarak okulda, toplumda… aşılanması, özlenen geleceğin kurulmasında başlıca yatırım olacaktır.

Politik önderlere, uluslararası kurumlara, akademiye, basına.. büyük ve tarihsel önemde kritik görevler düşmektedir bu bağlamda..
***

  • “İktisadi temelde PİYASACILIK ve siyasal düzlemde KÜRESELCİLİK, azgelişmiş ülkelerin iktisadi-siyasi istilası ve işgalidir.
  • Buna karşılık memleketlerin yapabilecekleri şey açıktır: İktisadi temelde PLANLAMACILIK ve siyasal düzlemde BAĞIMSIZLIK.

    Bu, tekellerin ileri sürdükleri üzere ‘dünyadan kopma‘ ve ‘içe kapanma‘ değildir. Bu, emperyalizme karşı çıkma, sömürgeleşme sürecinden kopma ve dünyanın ¾’ünden daha büyük bir bölümünde yaşayan Güneyin İnsanları’na açılma demektir.”

    Yukarıdaki değerlendirme, Venezuela’nın Ankara Büyükelçiliği yapmış Prof. KALDONE G. NWEIHED‘indir. (KÜRESELLEŞME : İKİ YÜZE BİR MASKE, Çev. B.T. Gürel, Memleket Yayınları, ISBN: 978-9944-5435-1-4, 2006)

    Emperyalizm ve kapitalizm insanlığın 2 başdüşmanıdır ve bunlar yok edilmedikçe yeryüzünde insana rahat yoktur. Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün çok uyarıcı sözleridir :

    • Bizi yutmak isteyen kapitalizm ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı savaşımı MESLEK edinmiş insanlarız..

      Sevgi ve saygı ile. 28 Aralık 2019, Ankara

      Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
      Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
      Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
      www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com