Etiket arşivi: Mehmet Akif Ersoy

Rifat Ilgaz : 28 Yıl Sonra Unutulur mu?!

7 Temmuz 1993..
Bir Yıldız daha kaydı ülkemizden, Anadolu’nun bağrından..
Rıfat Ilgaz.. 

Eeee, Aydın sorumluluğu… Halide Edip Adıvar’ın deyimiyle “ateşten gömlek..”

Rıfat Ilgaz o güzelim şiirinde sormaz mı, “AYDIN MISIN?” diye??
*****

Rıfat Ilgaz'sız 26 yıl Galerisi - enBursa Haber

AYDIN MISIN ?

Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol 

Özellikle son 3 dize… Ne çok öğretici ve düşündürücü değil mi?
Şiirin gücüyle uyumlu, keskin bir tokat gibi değil mi??

Hakka yürüyüşünün 11. yılında Cide ADD‘de O’nu anma amaçlı çağrı ile

Büyük Ortadoğu Projesi” konusunu işlemiştik yansılarla..
ADD Genel Başkan Yardımcısı idik..
R.T. Erdoğan’ın onlarca kez TV’lerde bu emperyalist tasarımın (projenin) EŞBAŞKANI olduğunu ne hazindir ki, ne kahredicidir ki; övünerek açıkladığı günlerdi!!??
Oysa bu girişim sefil post-modern Sevr tasarımı idi, apaçık yayınlanan haritalarla yurdumuzun bölünmesi dayatılmakta idi. Hem de ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde, resmen!

AKP genel başkanı ve dönemin Başbakanı Türkiye’nin bölünmesini öngören projede eşbaşkan olmakla övünç duyuyor ve duyuruyordu bu misyonunu..
Mehmet Akif Ersoy’un sarsıcı deyimi ile “Ya Rab, bu ne hazin tecelli!?!” idi..
Bu ne gaflet, bu ne dalalet ve de bu ne hıyanet idi!!??

Rıfat Ilgaz ustamızın demesi ile “Aydın sorumluluğu” yakamızı bırakmıyordu.
O gün Cide’de bu lanetli dayatmayı anlattık yurdum insanına..

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

ÇANAKKALE VE ATATÜRK…

ÇANAKKALE ve ATATÜRK…

Lütfü KIRAYOĞLU
ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi

(AS: Çanakkale Şehitleri Destanı / M Akif Ersoy, yazının sonundadır.)

Çanakkale Savaşları, tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan biri, ayrıca emperyalizmin yüz yıl içinde aldığı en ağır yenilgilerden biridir.

Emperyalizm, kendi zaferlerini destansı biçimde anlatmayı becerirken yenilgilerini halı altına süpürmeyi beceri saymıştır. Bu nedenle koskoca sinema endüstrisi Çanakkale Savaşlarını anlatan pek az yapıt ortaya koyabilmiştir. Türk sinemasının son yıllarda ortaya koyduğu eserler de tartışmalıdır.

Kitap okumayı bilmeyen, kitap okumanın suç sayıldığı ülkemizde de Çanakkale Savaşları “birilerinin” işine geldiği biçimde halka ezberletilmiştir.

Bugün 18 Mart Çanakkale Zaferinin en şanlı sayfalarından yalnızca birinin 105. yıldönümü. Her günü, her sayfası şanlı bir zaferle süslü, kanla yazılmış bu zaferi bir tek güne indirgemek, son yıllarda moda oldu. Bu modayı sürdürenler Mustafa Kemal Atatürk’ü tarih sahnesinden silmeye çalışanlarla aynı siyasal akımın temsilcileri.

18 Mart, azametli emperyalist donanmanın Çanakkale Boğazını kolaylıkla geçerek İstanbul’a varma hayallerinin sulara gömüldüğü tarihtir. İngiliz, Fransız, İtalyan zırhlılarının kayık boyutundaki Nusrat Mayın Gemisinin döktüğü mayınlar ve kıyı topçusunun açtığı ateşle kağıttan kayıklar gibi yırtılarak Boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Emperyalizmin savaş makinelerinin ve teknolojinin o çağda ulaştığı aşamanın vatan savunması karşısında yenildiği gündür.

Ne var ki, Çanakkale savaşları yalnızca 18 Mart’tan ibaret değildir. 18 Mart Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı tarihtir. Oysa Çanakkale savaşları tam 10 ay sürmüş, on binlerce askerin kanı ve canı pahasına kazanılmış bir zaferdir. 18 Mart, simge olarak Çanakkale Şehitleri Anma Günü ilan edilmiştir.

Çanakkale Savaşları aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı zaman dilimidir. Deniz savaşları olarak gelişen 18 Mart tarihine dek Mustafa Kemal’in doğal olarak görünmemesi, O’nu Çanakkale destanından dışlamaz.

Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 günü başlayan kara harekatıyla birlikte askeri dehasını konuşturmaya başlamıştır. Çıkarmanın yapılacağı yeri en doğru olarak saptayan komutan O’dur. 25 Nisan günü başlayan kara savaşları bir ulusun ölüm kalım kavgası verdiği çok kanlı kader savaşlarıdır ki; saldırının başladığı gün, Avustralya ve Yeni Zelanda’da Anzak Kutlaması adıyla ulusal tatil günüdür.

Emperyalist saldırganlığın cepheye sürdüğü 2 ulus, tarihsel yenilgilerini saygı ile anarken, bir zaferin başlangıcını görmeyen, görmek istemeyenler salt Atatürk adını tarihten silmek adına kara savaşlarının şanlı sayfalarını kapatmakta, onun yerine “yeşil sarıklılar”, “savaş alanını kaplayan ilahi dumanlar” masalları (AS: zırvaları!) anlatmaktadır.

Çanakkale Savaşının sahneye çıkardığı büyük kahraman, savaştan tam 19 yıl sonra 1934’te Anzak kutlamaları nedeniyle gönderdiği iletide Çanakkale topraklarında düşen Anzak askerlerine:

“Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

diyerek sahip çıkarken (AS: bu bir evrensel hümaniter manifestodur!), kimi kendini bilmezler Mustafa Kemal’e aynı cesaretle sahip çıkamamışlardır. Dahası yok saymışlar ve sonunda saldırıya geçmişlerdir.

On ay süren savaşın en önemli sonuçlarından biri de Çarlık Rusya’sının yıkılarak Sovyetler Birliğinin ortaya çıkması olmuş, Sovyetler Birliği de Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasındaki desteği ile bu doğal sonuca yanıt vermiştir.

Bu çok kanlı savaşlarda yaşamını yitiren, yaralanan, ölçüsüz cesaret gösteren herkesi minnet ve saygı ile anıyoruz; hiçbir ayrım gözetmeden.

Çanakkale’ye saldıranların çıkardığı dersleri göremeyen hainlerin aymazlıkları nedeniyle çok şeyler yitirdik. Çanakkale’nin silah gücüyle geçilerek elde edilebilecek çıkarlar, günümüzde ne yazık ki hiç silah kullanılmadan elde edilmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un destanını yazdığı Çanakkale şehitlerinin kemikleri sızlamaktadır. Bir türlü koruyamadığımız Çanakkale Şehitliklerinin yönetimini bile İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan oluşacak bir ortaklığa vermenin konuşulduğu günleri gördük.

Biz Çanakkale kahramanlarını özlemle anıyoruz. Tıpkı yazar Osman Şahin’in “Çanakkale Kurşunları” adlı öyküsünde anlattığı gibi:

  • “Soylar yıkıcısı, mezarlar doldurucusu savaş sona erdi. Tüfeklerin, makinelilerin ağır topların namluları soğudu. Demir alan gemiler deniz ufkunda yitip gittiler. Onların dumanıyla kirlenen denizler eski mavisine kavuştu. Yer, toprak, gökyüzü sessizliğe kavuştu. Nice baharlar, yazlar geldi geçti sonra. Kanla, kemikle gübrelenen, yüz binlerce cesedi çürütmek için yorulan toprağın yüzü yoncalanarak yükünden kudurdu. Yamaçlar çiçek çiçek oldu. Gelincik tarlaları kızıl alevler misali dalgalandı. Ağaçların gövdelerindeki kurşun yaraları kapandı. Gölgeler ışıklar oynaştı. Buğdaylar, içlerindeki tazelikleriyle boylandı. Siper üstlerinden bıldırcınlar, keklikler uçuştu. Martı çığlıklarıyla doldu taştı sahiller…”
    =========================

    Değerli dostumuz Sn. Lütfü Kırayoğlu’nun bu vefa yazısına biz de, eşsiz şairlerimizden merhum Mehmet Akif Ersoy‘un benzersiz Çanakkale Şehitleri Destanı‘nı eklemek istiyoruz..

    Dr. Ahmet Saltık
    18 Mart 2020, 105. yıl anısına sonsuz saygı ve minnetle..
    *****

    Mehmet Akif Ersoy

    ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy : Çanakkale Şehitlerine / Poem by Mehmet Akif Ersoy : To Martyres of Dardanel Defense

Mehmet Akif Ersoy : Çanakkale Şehitlerine

Poem by Mehmet Akif Ersoy :
To Martyres of Dardanel Defense

Canakkale_sehitleri_DUR_YOLCU

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE..

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif ERSOY

pdf olarak okumak için (M. A. Ersoy’un fotoğrafı ile)
lütfen tıklayınız.. Canakkale_sehitlerine

Sevgi ve saygı ile. 18.3.17, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com 

BÜYÜK ADAM YAŞAR NURİ ÖZTÜRK

BÜYÜK ADAM YAŞAR NURİ ÖZTÜRK

Nihat Genç yazdı: Alayına yedi sülalesine meydan okudu..

90’lı yıllar geldiğinde Türkiye başka bir Karadenizli ama
yine aklı her şeyin önüne koyan ve devrimci konuşmalarıyla Yaşar Nuri Öztürk’ü tanıdı.

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1980’li yılların başı sıkıcı ihtilal günleri, umutsuz işsiz bir genç adam ne yapsın, 70’lerin sonuna doğru doğu-batı dünya edebiyatı, büyük klasikleri devirmeye çalışıyorum, henüz yirmialtı yaşında evime gelen arkadaşım üşenmemiş saymış ikibin kitap, ne bulsam okuyorum, ve ramazan ayı, önce bu toprağın dinini öğrenmeli insan diyorum, bir ramazan oturuyorum koca tefsiri bitiriyorum diğer ramazan hadis siyer külliyatı ne varsa, derken Ankara İlahiyat ve Marmara İlahiyat’ın dergilerini topluyorum, peş peşe yüzlerce makale, işte orada, bir adam tanıdım, böyle bir ‘zeka’ bu topraklarda yaşıyor diye nasıl sevindim. Ve sonra bir kitabevinde bu muhteşem adamı uzun uzun tanıma ve dinleme fırsatı buldum, adam, bu ülkenin ilimiyle irfanıyla en büyük din alimi olarak değerlendirdiğim: İlahiyat profesörü Hüseyin Atay.
İbraniceyi dahi öğrenmiş bir İslam alimi. Hüseyin Atay (AS: Prof.) Karadenizli, hala bir yerlerde yaşıyor olmalı, devrimci bir zeka. Hüseyin Atay her şeyin önüne ve başına önce ‘aklı’ koydu, sonra mezheplerle savaştı, Hüseyin Atay hocayı durdurmak mümkün değil. İslam ilimleriyle ilgili daha sonra öğreneceğim çok şey Hüseyin Atay’la başlar.
Ancak geniş kitleler Hüseyin Atay hocayı tanımaz. 90’lı yıllar geldiğinde Türkiye başka bir Karadenizli ama yine aklı her şeyin önüne koyan ve devrimci konuşmalarıyla Yaşar Nuri Öztürk’ü tanıdı. Yaşar Nuri Hüseyin Atay ekolünden talebesi sayılır, devrimcidir, hayatları hurafelerle boğuşmakla geçmiştir.
Türkler İslamiyet’in sadece kılıçla değil İslam’ı kolaylaştıran sevdiren yepyeni bir kültür inşa ettiler. Günümüz İslamcı ideolojisi Mehmet Akif Ersoy’un

* ‘Bedrin aslanları ancak o kadar şanlı idi’

mısrasını sevmez çünkü Çanakkale şehidlerinin sahabeyle bu edebi kıyasına tahammül edemezler, ama günümüz İslamcı ideolojisinin Mehmet Akif Ersoy’a asıl karşı çıktıkları: Asrın idrakine okutmalı Kur’an’ı, mısrasıdır.

Denebilir ki Mehmet Akif gibi mübarek bir adama dahi karşı çıkan bu büyük kavganın fırtınası  ‘modern, yeni, çağdaş’ anlamı taşıyan ‘asrın’ kelimesinde kopmuştur. Bu büyük fırtınayı günümüzde devam ettiren ekranlardan büyük izleyici kitlelerine ulaşan bu büyük ‘kasırganın’ asıl sahibi Yaşar Nuri Öztürk’tür. Cesur korkusuz bir adamdı. Lafını esirgemeyen, alaylı iğnelemelerinden küfürlerinden taviz vermeyen. Hesap kitap ticaret yapmayan.
Ve bugün ensar vakfının sapıklarına dahi teslim olan İslamcı ideolojiyi otuz kırk yıl öncesinden beri ifşa ve teşhir edip bu yobazları milletin gözüne sokan adam: Yaşar Nuri Öztürk. Türkiye’de yayın hayatına yeni başlayan televizyonlar sabah yayına onunla başlar gece onun tartışmalarıyla biterdi.
Yorulmak durdurak bilmedi, çağlayan kopan deliren taşlarını sürükleyen taşlarını öğüten bir Karadeniz deresi gibi. Coşkuyla konuştu, coşkuyla yazdı, coşkuyla kavga etti, coşkuyla onbinlerce tv proğramı yüzlerce kitap yazdı, eşi benzeri olmayan bir hız eşi benzeri olmayan bir çalışkanlık ve uyanıklık.
Tek başına bir ‘ordu’ gibi bir adam. Kadınlara çocuklara dinle İslam’la hiç ilgisi olmayan geniş kitlelere tertemiz vicdanı ve merhameti ve adaleti olan Müslümanlığı anlattı. Yaşar Nuri gibi soluksuz konuşan Yaşar Nuri gibi rahat anlaşılır konuşan Yaşar Nuri gibi sevinçle konuşan bir din bilgini bu topraklarda çok az bulunur. ‘Din’ üzerine değil sanki ‘aşk’ üzerine konuşuyordu. Kovuldu yasaklandı ve defalarca ve hala yobazların linçlerine maruz kaldı ve sonunda ekranlar din ticareti hurma ticareti umre ticareti ya da mezhep ticareti yapanların karanlık yuvası haline geldi..
Elde yalın kılıç ‘akıl’,  Müslümanlığa yuva yapmış bitler kurtçuklar yarasalar sırtlanlar hurafelere karşı bir ömür savaştı, bu nasıl eşsiz bir hayat bu nasıl bir maceradır, işte gözlerinizin önünde, yenilmeden, geri adım atmadan, tırsmadan, lafını esirgemeden, bu toprağın bir çocuğu yalınkılıç migfersiz zırhsız çırılçıplak tek başına savaştı! Dini, mezarlıklardan türbelerden çürümüş tekkelerden din tüccarlarının elinden kurtarma savaşı, hurafelerle boğulmuş dinin bataklıktan kurtuluş savaşı..
Sizin de evinize kanepenize mutfağınıza yatak odanıza kadar geldi bu savaşın kılıç sesleri, belki onbin kez, belki yüzbin belki milyon kez, kurduğu her cümlenin hem başına hem sonundaYaşar Nuri Öztürk’ün ağzından çıkan şu sözler. Allah akıl vermiş Allah beyin vermiş, Allah akıl vermiş, Allah beyin vermiş, Allah akıl vermiş, Allah beyin vermiş…
Ve Yaşar Nuri bir kişilik olarak o kontrol edilemez enerjisini şüphe yok ki hücum ederek sağlıyordu, akıl dedi saldırdı, beyin dedi, saldırdı. Ve Yaşar Nuri bir Karadenizli, yani, bildiklerini başkalarıyla bölüşmeden öğrendiklerini başkalarına anlatmadan uyuyamayan, lafını söylemeden yaşayamayan bir adam.
Kendisine kafir deyip saldıranlar gibi pırıl pırıl lüks arabalara binmedi lüks otellerde kalmadı, durmaksızın okudu, son nefesine kadar söylediği hiçbir kelimeden tek bir pişmanlık duymadı, tek bir günü tembel geçmedi, yazdığı onbinlerce makalenin tek bir sayfasında okuyucusunu sıkmadı ve her yazı ve konuşmasında ‘alayına yedi sülalesine meydan okudu!’
Kendi kendine verdiği görevi başında, tek kişilik bir ordu ve ordunun yalnız kalmış son komutanı gibi, kan ter içinde kalıncaya kadar, son nefesini verinceye kadar, bu toprakların çürümüş din algısını bir nebze değiştirmek için, safsatalara karşı milli olmayanlara karşı dini sikine uyduran tarikat şeyhlerine karşı, dolu dizgin bir savaş…
Cumhuriyet Türkiyesi’nde yobazlarla onun kadar hararetle ve en önde savaşmak hiç kimseye nasip olmadı. Hakkını teslim edelim, ve en saygın duruşumuz en güzel duygularımız ve dualarımızla Yaşar Nuri Öztürk’ü hayranlıkla uğurlayalım, çünkü Yaşar Nuri Öztürk, eşine az rastlanır, aydınlık savaşçısı, büyük bir adamdı.
Yaşar Nuri Öztürk’ün elindeki bayrak asla yere düşmeyecek, kuşkunuz olmasın, daha nice Yaşar Nuri Öztürkler içimizde pişiyor, sırasını bekliyor yola çıkmış geliyorlar,

Yaşar Nuri Öztürkler yetiştiren toprağınızın bereketine güvenin.

NİHAT GENÇ, 23.6.16
ODATV, 
http://odatv.com/alayina-yedi-sulalesine-meydan-okudu-2306161200.html
==================================== 

Dostlar,

Yaşar Nuri ÖZTÜRK hocamızın erken sayılablecek ölümü, ülkemiz AYDINLANMASI açısından büyük bir yitiktir ve önemli bir boşluk bıramıştır. Yerinin doldurulması olanaksız değildir ama hiç de kolay olmayacaktır. Ancak biz de Nihat Genç gibi iyimser ya da gerçekçiyiz ve kadim Anadolu topraklarının, bereketli – doğurgan Kibele Ana kültürünün bizleri yoksul ve yoksun bırakmayacağına da umudumuz büyüktür..Yaşar Nuri Öztürk hocamıza bir kez daha, bin kez daha aydınlık soluğu için şükran borçluyuz. Hiç kuşku yok, bu coğrafyada ve teoloji camiasında bıraktığı fevkalade “hoş sada” kubbelerde baki kalacak, yankılanacak yankılanacaktır..


Günümüzden tam 499 yıl önce, bir başka aydın dinbilgisi uzmanı papaz – rahip Saksonyalı yiğit Martin Luter 1517’de,
Dinsizliğimizi Papa’ya ve kilisesine borçluyuz..
http://pdxscholar.library.pdx.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=2512&context=open_access_ etds
diye haykırmıştı.  Bu salak dinciler insanları din ve imandan soğutmaya “büyük ustalıkla” (!) devam ediyorlar..  Bu da bir ilahi tecelli olsa gerek!? Baltayı taşa vuruyorlar.. Bir ilahiyat profesörü (!) çıkıp namaz kılmayanları “hayvan” olarak niteleyip bizce anında din dışına düşüyor. Bunca kıt zekalı olamayacakları varsayılırsa acaba “bilerek mi” yapıyorlar???

Çünkü tersi, “canlı canlık yakılmalık” suç hala!

Sivas, Çorum, Maraş.. daha kanları kurumadı.. dumanları tütüyor

Sevgi ve saygı ile.
23 Haziran 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu..

                                   Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı;
                                   Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı..

                                   (İstiklal Marşı, 6. dörtlük, son 2 dize) 

                                   Mehmet Akif Ersoy 

 

Sevgi ve saygı ile.
27.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net