Etiket arşivi: Lütfü Kırayoğlu

ÖZELLEŞTİRME SERİ (ARDIŞIK) CİNAYETLERİ

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ardışık (seri) cinayetler, TV ve sinema filmleri ile polisiye romanların değişmez konularından biridir. Bir seri katilin, belirli bir sistemle cinayetler işlemesi, bir kenti hatta bir ülkeyi korku ile teslim almasını, polisin katili yakalamasını nefesimizi tutarak izleriz. Ancak her seri cinayet ille de kan ve vahşet ile yaşamımızı alt üst etmez. Kimi kez de bu cinayetlerin kurbanı kendimiz oluruz da, cinayete kurban gittiğimizin ayırdına bile varmayız! Ekonomik, sosyal, kültürel, inanç cinayetleri bu türden seri cinayetlerdir.

Özelleştirme seri cinayetleri de bu türden katliamlardandır ve ne yazık ki kurbanı olduğumuz bu seri cinayetlerin ayrımında değiliz.

Kutsal Ulusal Kurtuluş Savaşını 9 Eylül 1922 günü İzmir rıhtımında büyük bir utkuyla (zaferle) noktalayan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki devrimciler, şimdi çok daha büyük  bir savaşa başlayacaklardı. Ekonomik Bağımsızlık Savaşı… Bu kez düşman  daha sinsi, daha deneyimli idi, savaş uzun solukluydu. 500 yıla yaklaşan kapitülasyonlar ile Türk yurdunun kanını emerek kendi pazarı durumuna getiren, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen Batılı ülkeler, başından beri karşı oldukları genç cumhuriyetin yaşamasına izin vermeyeceklerdi. Bu niyetlerini Lord Kürzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya apaçık söylemişti.

Ulusal Kurtuluş Savaşının mimarı Mustafa Kemal Paşa, zaferden (utkudan) sonra İzmir’e gelen gazetecilere “siyasal, askeri zaferler ne denli büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz” diyecekti. Nitekim bu söze uygun olarak zaferden yalnızca 5 ay sonra, 17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresini toplayacaktı. Ülkenin her yerinden gelen katılımcılar (AS 1150 dolayında) günler boyu (AS: 15 gün!) yanmış, yıkılmış ülkenin nasıl ayağa kalkacağına ilişkin görüş bildirdiler. Zamanın ruhuna (gereklerine) uygun olarak  önce, görece özel sektöre ağırlık veren görüşler benimsendi. Ancak yüz yıllarca kapitülasyonların baskısı altında kalan yurdumuzda ne girişimci vardı, ne sermaye, ne yetişmiş insangücü, ne bilgi birikimi, ne yol, ne tüccar, ne sağlıklı bir pazar düzeni vardı. Zaferi kabullenemeyen Batılı emperyalist güçlerin kuşatması ise hepsinin önüne geçiyordu. Buna ek olarak bütün dünya, 1929’da patlak veren büyük bir ekonomik bunalıma doğru hızla yuvarlanıyordu.

Bu koşullar altında, özellikle 1930’lu yılların başından itibaren (bu yana) genç Cumhuriyet kamuculuğa yöneldi. Onuncu yılda, başta Sümerbank olmak üzere, her alanda devletin büyük sanayi kuruluşlarını yaratmaya yönelmesi, hemen her sektörü kendi alanında kredi sağlayan bankacılık sistemi ile desteklemesi büyük atılım yarattı. Tekstilden, çimentoya, madencilikten, endüstriyel tarım ürünlerine, ulaşım ve haberleşme ağlarına, üretim ve tüketim kooperatifçiliğine dek her alandaki yatırımları, insangücünün eğitimine verilen özen ve bütüncül yatırım politikaları destekledi. Onuncu Yıl Marşı’ndaki coşku ile anlatımını bulan bu büyük atılım Anayasamıza, Atatürk İlkelerine ve CHP’nin “Altı Ok“’una “DEVLETÇİLİK” olarak kazındı. Bu politika yaşamın her alanına yayılarak bütünsel kurtuluş ve kalkınma atılımına dönüştü. Ne acıdır ki iktidarı ile, muhalefeti ile tarikatçısı ile, bölücüsü ile, ikinci cumhuriyetçisi ile büyük bir kesim, adeta nokta atışı yaparak 1930’ların Türkiye’sine saldırdı. Bu saldırı günümüzde de sürüyor.

KAMUCU EKONOMİK POLİTİKA KURTARICI OLDU

Dünya büyük bir ekonomik bunalım içinde yuvarlanıp yabanıl (vahşi) bir paylaşım savaşına doğru hızla ilerlerken; Türkiye bir yandan Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan da tarihinin en büyük kalkınma hızına ulaştı. Ülke ayakları üzerine dikildi. İşsizlik son buldu. Bütün yurt yüzeyine yayılmış kamu yatırımları büyük kentlere göçü engellediği gibi, tarımsal endüstriye dayalı yatırımlarla köyden kente göçün de önüne geçildi. 1930’ların kamucu politikaları o denli başarılıydı ki; İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrası yürütülen Amerikancı politikalar döneminde bile, başta ağır sanayi ve petrokimya kuruluşları olmak üzere kamu yatırımlarından vazgeçilemedi. (İsdemir, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi vb.) Kamu yatırımlarının tamamlanması 1970’li yılların sonlarına dek geldi.

TÜSİAD’CILARIN ÖZELLEŞTİRME SALDIRISI

Ülkenin siyasal bunalımlarla çalkalandığı 1970’lerin sonlarına doğru sinsi (örtük) bir özelleştirme saldırısı başlatıldı. Bu dönemde TÜSİAD tarafından yayınlanan GÖRÜŞ adlı mini kitapçıkların neredeyse tümünün konusu özelleştirme idi. Siyasal iktidarların yandaşlarına kadro bulma amacıyla kötü yönettiği kamu kurumları, kasıtlı olarak kötüleştirildi. “Önce kötüleştir, sonra özelleştir” dönemi sinsi biçimde ilerledi.

– “Devlet pijama mı diker”,
– “devlet sunta mı üretir”
“devlet don-gömlek mi yapar?

yaygaraları ile kamu kuruluşları kötülendi. Kamu kuruluşlarını destekleyen bankalar bu kuruluşları desteklemek yerine dolandırıcıları, düşsel (hayali) ihracatçıları destekledi. Bu bankalar batırıldı. Sümerbank, Etibank, Şekerbank, Tarişbank, Emlakbank gibi bankaların adları bile unutturuldu. Köylünün bankası iktidar destekçisi yayın kuruluşları ile yüklenicilerin (müteahhitlerin) buyruğuna verildi.

CİNAYETLER SERİSİ ÖZEL TV KANALLARI İLE BAŞLADI

TÜSİAD’cıların adamı Turgut Özal’ın açıkladığı “24 Ocak Kararları“nın (1980) sağlıklı bir demokratik düzende uygulanması olanaksızdı.12 Eylül 1980 faşist darbesi bu kararların uygulanmasının önündeki bütün engelleri kaldırdı. 12 Eylül dönemi, siyasal, demokratik, kültürel, ekonomik hakları alt üst ederken; bunlara engel olacak her türlü örgütlenmeyi de yok etti. Karşı duranlar ölçüsünde karşı durma olasılığı olanlar da cezaevlerine dolduruldu. 1961 Anayasası tümüyle değiştirilirken (AS: 35 maddesi) en önemli darbelerden biri de devlet iletişim kanalı TRT’ye (Türkiye Radyo Televizyon) indirildi ve özerkliği yok edildi. Önce darbecilerin buyruğuna verildi, sonrasında ise siyasal iktidarların buyruğuna verilecekti.

12 Eylül döneminde ekonominin yönetimini emperyalist ülkeler adına teslim alan Turgut Özal, darbeyle getirilen antidemokratik Seçim Yasası, paralel yürüyen veto sistemi ve bir daha düzeltilmeyen Siyasi Partiler Yasası ile tüm yönetime egemen oldu. Her türlü rezalete alışıp şaşırma duygularımızı yitirdiğimiz bu dönemde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Telsiz Yasası başta olmak üzere, TRT Yasası, Basın Yasası ve Türk Ceza Yasa’sını ihlal ederek ilk özel televizyonu yayına soktu ve ilk özelleştirme cinayetini işledi.

Muhalefet başta olmak üzere gazeteciler, haberleşme (iletişim) kuruluşları, aydınlar bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı durmak yerine, akıma ayak uydurdular. Madem TRT özerk olmaktan çıkmış ve siyasal iktidarın buyruğuna girmişti o halde herkes, her çevre, her siyasal parti, her cemaat kendi TV kanalını kursundu. (!) Özel TV kuramayanlar özel radyo kurdular. Bu yasa çiğnemine (ihlaline) karşı çıkması gerekenler, sabahlara dek süren TV tartışma programlarında “özgürce” Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün değerlerine saldırıyordu. ABD’nin komşumuz Irak’a saldırısını sinema filmi izler gibi bizlere izletiyorlardı. Artık haberleşme, gazetecilik mesleğinin parçası olmaktan çıkmıştı. Büyük iş adamlarının bir holdingi, bir bankası, bir de özel televizyonu vardı. Bu TV kanallarında Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırının yanında en büyük saldırının hedefinde ekonomik kalelerimiz vardı.

Özelleştirmelerle her ürün, her hizmet daha ucuz ve daha nitelikli (kaliteli) olacaktı!

Siyasal desteğe sahip holding patronları, banka kurmak yerine kamu kuruluşlarını desteklemekle görevli bankaları ele geçirip içini boşalttı. (Etibank en tipik örnektir). Buna bağlı olarak kamu ekonomik kuruluşları kapışılmaya başlandı.

Artık cinayetler serisi çorap söküğü gibi gelecekti. Hastanelerde kuyruk mu var? Gelsin özel hastaneler. Okullarda eğitim sistemi bozulup laik – demokratik eğitim rafa mı kalktı? Gelsin özel okullar. 40-50 yıl önce devlet okullarında başarısız olanların diploma almak için koştuğu özel okullar, artık zorlu sınavlarla girmek için yarış edilen kurumlar durumuna geldi. İşverenler kreş mi açmıyor? Gelsin özel kreşler. Devlet, anaokulları için kaynak mı bulamıyor? Gelsin paralı özel ana okulları. Günümüzde  bu okulların bir yıllık bedeli, yüksek bir memurun bir yıllık gelirine ulaştı. Çocuğunuz üniversitede istediği bölümü mü kazanamadı, gelsin sözde Vakıf üniversiteleri, dindarlar için ayrı cemaat üniversiteleri, zengin (varsıl) çocukları için kantin kapılarında “burslular giremez” (tepkiler üzerine bu yazılar sonraları kaldırıldı) yazan ayrıcalıklı üniversiteler… Bunların ücretlerini ise hiç sormayın. Yurt mu bulamadınız? Tarikat yurdundan sosyete yurduna dek hepsi var. Yeter ki paradan haber verin…

Olanlara ve sonrasında olacaklara küçük bir azınlık dışında hiçbir ciddi itiraz gelmedi. İktidar ve muhalefet “son sosyalist devlet” dedikleri Cumhuriyetimizin temellerine dinamit koydular. Hızını alamayanlar “babalar gibi satarım” diyerek (ANAP Maliye Bakanı Kemal Unakıtan) kamuya ait her şeyi “tarihten kazımaya” kararlıydı. Bunu söyleyenler sağlıklarını Türk doktorlarında değil, ABD’deki ünlü hastanelerde aradılar. Sonrasında gariban yurttaşlarımız da özel hastane kapılarında soyuldu. Şehir hastanelerinin içine yabancı adlı mağazalar yerleştirildi. Özel araçlarınızla çarşıya pazara giremediniz mi? Tüketim MABETLERİ (tapınakları) Alışveriş Merkezleri (AVM), zincir mağazaları ile buyruğunuzda! Kendinizi güvende duyumsamıyorsanız özel güvenlik şirketleri buyruğunuzda. Yıllarca kamu çalışanlarının tatil (dinlence) gereksinimi karşılayan kamu kamp ve eğitim kuruluşları da kapatılarak arazileri turizm işletmecilerine tahsis edildi (özgülendi), yağmalandı. İnsanlar tatil (dinlence) gereksinimlerini karşılamak için zeytinlikleri, öbür tarım alanlarını yağmalayıp “villa” adı altında gecekondu sahibi oldular. Arsa spekülatörleri, inşaat malzemecileri varsıl (zengin) edildi.

Artık özelleştirmeye o denli alıştık ki; geçiş garantili (güvenceli) köprüler, otoyollar, havalimanları yadırganmaz oldu. Ülkenin en turistik karayolunda bir siyasetçiye tünel, evet yalnızca bir tünel izni verilerek Deli Dumrul’un köprüsünden sonra Deli Dumrul’un tüneli de oldu. (Göcek Tüneli) Bütün bu sömürünün gelecekte de güvence altında olması için Uluslararası Tahkim kuralı önce anayasal (1999, m. 125), sonra da yasal kılıfa (2001) kavuştu.

Sonuçta elimizde ne limanlarımız, ne karayollarımız, ne enerji santrallerimiz, ne elektrik dağıtım şirketlerimiz, ne telefon idaremiz, ne petrol rafinerimiz, ne şeker fabrikamız, ne araç muayene istasyonumuz, ne doğru düzgün eğitim veren okulumuz kaldı! Posta örgütümüzün yerini bile kargo firmaları aldı. Asker ocağında yemeği kendi yaparak aynı zamanda meslek edindirmek yerine yemek firmalarından hazır yemek alınmaya başlandı ve toplu zehirlenmeler yaşandı.

Şimdi ne çocuklarımıza eğitim parası yetiştirebiliyoruz; ne şekere, ne telefona, ne güvenliğe, ne dinlenceye para yetiştirebiliyoruz. Kamu ulaşımı desteklenmediği için herkes özel araç sahibi olma peşinde. İkinci el araç fiyatı sıfır araç fiyatından çok. Lojman bulamayan kamu görevlileri, ev sahiplerinin / bankaların insafına terk edilmiş durumda.

Seri (ardışık) katili bulmak için önce seri (ardışık) cinayetler olduğunu algılamamız gerekiyor. Güzel yurdumuzdan işgal ordularının sürülüp atıldığı şanlı günlerin 101. yılını kutluyoruz. Sinsi biçimde başlatılan özelleştirme seri cinayetlerinin ardından yabancı şirketlerin saldırısı hız kazandı. Bu vahşi istila kuvvetleri (yabanıl yayılma güçleri) yalnızca kamu mallarını ele geçirmekle kalmadı. Türk girişimcisinin  dişiyle, tırnağıyla yarattığı yerli ürünler de birer birer bu azgın yayılma (istila) ordusunun eline geçti. İçme suyumuzdan, zeytinyağımıza, peynirimizden, tank fabrikamıza, sigaramızdan, rakımıza, şarabımıza, sabunumuza dek…

Büyük bir temizliğin vaktidir…

Bütüncül kurtuluş ve kalkınmanın önü, bütünsel istila (yayılma) ile kesildi.
Yeni bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin vaktidir.
Bütüncül (topyekün) bir Ulusal Kurtuluş Savaşı… (26.08.2023)

KAMUSAL ALANDA KILIK ve ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

Lütfü  KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti kurullarının kararı olmadan birdenbire ortaya attığı “Türban Yasası Teklifi” herkesi şaşırttı. AKP lideri RTE, bu açıklamanın üzerine balıklama atladı ve “gollük pas” olarak değerlendirdi, gollük pası Anayasa Değişikliği Yasa Tasarısına dönüştürdü. Dahası bu tasarıyı Meclis’ten geçirebilmek için HDP ile görüşmeyi bile “göze aldı”. Bu kez CHP haklı olarak kılık düzenlemesinin Anayasa maddesi olmaması gerektiğini söylese bile kaldırdığı taşın altında kaldı.

Böyle bir konuyu tartışırken öncelikle bir BÜYÜK YALANI sonlandırmak gerekiyor. Cumhuriyet tarihinde hiçbir dönemde devlet, kendisine başvuran bir yurttaşın işini yaparken yurttaşın kılığından dolayı ona engel getirmemiştir. Tartışma, kamu adına iş gören, yani devleti temsil eden kişinin kılığı ile ilgilidir ki burada kılık derken olayın özünün yakın geçmişe dek giyim kuşam geleneğinde bulunmayan TÜRBAN olduğunu söylemek gerekir.

Kamu adına hizmet veren görevlilerden asker, polis, bekçi, jandarma, belediye zabıtası, hemşire, ormancı, korucu dışındaki kişilerin temsil ettikleri devlet adına bir otorite sağlamalarının adıdır kamusal kılık. Bir devlet dairesine girdiğinizde kiminle muhatap olacağınızı seçme kolaylığıdır her şeyden önce. Bir hastaneye gittiğimizde kimin hekim, kimin hemşire, kimin hasta yakını, kimin güvenlik görevlisi olduğunu nasıl anlayacağız? Okullarda öğrenci kılığının serbest bırakılmasının ardından “özgürlük” adına (için) öğretmen ve okul yöneticilerinin de kılıklarının serbest bırakılması tam bir kargaşa yarattı ve bir karış sakallı öğretmenden, kara çarşaflısına,  şalvarlısına dek her tür yakışıksız kılıkları eğitim için gönderdiğimiz yavrularımızın okullarımızda görür olduk.

Kamu çalışanlarının kılıklarının henüz devlet terbiyesine uygun olmasının zorunlu olduğu dönemlerde kimi kadın öğretmenlerin ders zili çalmadan önce bahçede türban ile dolaşmaları o yıllarda buna göz yuman sözde okul yöneticileri tarafından “o gördükleriniz öğretmen değil öğrenci velisi” aldatmacası yaptıklarını çok iyi anımsıyoruz. Türban da benzeri yöntemle bir oldu-bitti biçiminde kamusal düzenin içine yerleştirildikten sonra TBMM’de görüldü ve kabullenildi.

OSMANLI’DA NASILDI?

Altı yüz yıl yaşayan Osmanlı Devletinde kılık kıyafet düzenlemesi var mıydı ve nasıldı? Osmanlı Devleti’nin kurucusu adını aldığı Osman Gazi olarak bilinse de devletin esas kurucusu Orhan Bey’dir. Devletin gerçek simgesi olan düzenli ordu ve sikke (devlet adına para) Orhan Bey ile başlar. Osman Gazi’nin oğullarından Alââddin Bey yaşça büyük olmasına karşın bir çeşit rıza ile, kurulmakta olan devletin başına kardeşi Orhan Bey geçer. Alââddin Bey Vezir olur. Alââddin Beye Bursa’nın batısında bulunan Kite bölgesi yurt olarak verilir ve burası yakın zamana dek Alââddin Bey Köyü (şimdi Büyükşehirin mahallesi) olarak anılır. Kendisi Bursa’nın kurulu olduğu Tophane semtindeki Hisar içinin batısında, Cilimboz vadisine bakan Alââddin mahallesinde oturur. Burada kendi adına bir Cami yaptırılır. (Bu dizelerin yazarı, Hisar’daki Alââddin Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır).

Alââddin bey vezir olarak devleti örgütlemeye koyulur. Askeri sivilden ayırmak için özel giysi (kıyafet) giymelerini sağlar. Beyaz bir külah giyilir. Bu aynı zamanda askerin şerefini de simgeler.. İlk sikke (para) bastırılır. Devlet bürokrasisinin temelini oluşturan Enderun Mektebi‘nin ve devşirme askerlerin başlangıcı, sürekli ordunun temeli Yeniçeri Ocağı oluşturulur. Savaş zamanı devreye giren Sipahilerin temeli de bu sırada atılır. Bütün bu görevlilerin kılık kıyafeti belirlenir. Vezirlerin, askeri komutanların, Enderun’dakilerin derecelerine göre sarıkları ayrı ayrı belirlenir. Alââddin bey bu yapılanmayı Çandarlı Kara Halil Paşa ile birlikte yapar. Kara Halil Paşa, Osmangazi’nin kayınpederi Edebali’nin bacanağı olur. Devlet görevlileri böylece, halktan insanlarla kılıkları ile ayrılmış olur.

Aynı yapılanmayı, bizim Deli Petro dediğimiz Rus imparatorluğunun örgütleyicisi Büyük Petro da yapar. Öbür ülkelerde de düzenlenmiş kılık, kamusal simge durumuna getirilmiştir. Kıravatın bulucusu Hırvatlar, XIV. Lui döneminde Fransa’da paralı askerlik yaparlarken kendilerini öbür askerlerden ayırmak için kıravat takarlardı. Mustafa Kemal Atatürk de Cumhuriyet’i kurarken 1925 yılından başlayarak salt kamusal görevlerdekilerin kılıklarını düzeltmeye yönelik değil, halkın da düzgün bir kılıkla dolaşması için yoğun bir çabaya girişti ve kendisi bir rol modeli oluşturdu. Bu modeli oluştururken folklorik bir kılık oluşturma çabasına girişseydi, yüzlerce yerleşim yerindeki farklı kılıklar yine birlik oluşturamayacaktı. Erkeklerde de kravatı simgelerden biri haline getirdi.

Cumhuriyet devrimlerine saldırılar sistemli duruma gelmeden önce Atatürk’e ve devrimlerine cepheden saldıramayanlar, kılık – kıyafet devrimlerine karşı saldırıya geçti. TBMM İçtüzüğünde “Meclis toplantılarına kıravatla girilir” hükmünü akılları sıra delmek isteyen ve artık adları unutulmuş 2 milletvekili, farklı zaman aralıklarında kıravatı boynuna değil bellerine bağlayarak oturumlara katılmayı denediler. Zaman içinde tutucu partiler bile kıravata alışmışken, bu kez halkçılığın kıravatı atmaktan geçtiğini sanan bir genel başkan adayı, Atatürk’ün partisine Genel Başkan adayı olduğu kurultayda kravatı attı ama sırtına geçirdiği gömleğin fiyatının o günkü bir aylık asgari ücretten pahalı olduğunu unuttu. Cumhuriyet devrimlerine en ağır saldırıların başladığı 12 Eylül faşist darbesinin ürünü Turgut Özal plaj şortu ve şıpıdık terlik ile askeri birlik denetlemeye kalktığında, tören kıtasına komuta eden subayın, birliğine “geriye dön, marş!” komutu vermeyip selam durması, bu yoldaki adımları hızlandırdı ve bugünlere geldik.

TÜRBAN BİR ÖZGÜRLÜK DEĞİL ESARET (TUTSAKLIK) SİMGESİDİR

Gelelim konunun çıkış noktası olan türban sorununa. Kutsal kitap yorumcuları bu konuda net bir ayet gösteremeseler bile, türban savunucuları kadınların saçının başkaları tarafından görülmesinin dince yasak, günah olduğunu söylüyorlar. Buradan hareketle de türban takma “özgürlüğünü” yıllarca ısrarla savundular ve oldukça önemli yol aldılar. İnsan aklı ile alay ederek, dinsel bir yasağa uyma “özgürlüğü” mücadelesi verirken, kadınların diledikleri gibi giyinme özgürlüğünü neredeyse ellerinden aldılar. Hiç kimse bu özgürlük ve yasak çelişmesi (paradoksu) üzerinde yeterince durmadı.
(AS: İlahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz; “Başörtüsü Fetvaları tümüyle düzmecedir!“)

Her şeye karşın kadınlarımız  çalışma yaşamında ve özellikle kamusal alanda büyük ilerleme ve kazanımlar elde ettiler. Tarihin tekerleğinin ilerlemesinde geçici duraksamalar olsa da, kadınlarımız yaşamın her alanında yeniden yer alacaklar ve gelecek kuşakların yetiştiricileri olarak kendilerinin önünü açan Cumhuriyet devrimlerine sahip çıkacaklardır.

“SEÇİMLE GELEN KRALI KUTSALLAŞTIRMA AYİNİ”

portresiLütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

“… Başkan seçiminde hem kral hem de KUTSALLAŞTIRMA töreninin payı vardır. Bu hem bir seçim mekanizması hem de bir meşrulaştırma hizmetidir.”

” Basın, Radyo, televizyon, sokak afişleri ve çeşitli propaganda araçları gibi bütün aracı kuruluşlar dikkati adaylar üzerinde toplarlar. Arkadan büyük bir cumhuriyet bayramının gösterişli ve gürültülü ayinleri sökün eder. Yurttaşlar sandık başına bir dinsel törene katılır gibi giderler ve belirli şekillere uyarak oy pusulasını sandığa atarak oy vermiş olurlar.”

“Sandık kapandıktan sonra uzun bir bekleyiş dönemine geçilir ki radyo ve televizyonlar tahminlerle sonuçlara yaklaşmaya çalışırlar. Mikrofonlarda veya kameralar karşısında politikacılar, büyük gazeteciler, seçim sosyolojisi uzmanları karşı karşıya geçip, seçim sonuçları geldikçe bunları yorumlamaya, değerlendirmeye, gizlemeye, yönetmeye çalışırlar.”

“Yayın stüdyolarında bir bayram havası vardır. Tiyatronun, sinemanın, müzik dünyasının, sporun ve edebiyatın ünlü kişileri politikanın adları ile karşılaşırlar. KUTSALLAŞTIRMA töreni bir sirk karmaşıklığına bürünür. Sokaklarda, gazete idare yerlerinde, politik merkezlerde ışıklı panolar, dev ekranlar, hoparlörler verilen mücadeleyi adım adım halkın önüne serer. Birçok meraklılar dostlarını ‘seçim partisine‘ davet eder ve onları zengin sofralar ve ilginç sohbetlerle ağırlarlar…”

“Başkanlık seçiminin yönü, onu onun daha önemli olan KUTSALLAŞTIRMA yönünü maskelememelidir. Bu seçim, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan halkın kendi otoritesini hükümdara devrederek yurttaşların itaatinin temeli olan meşruiyeti ona kazandırmasıdır. Her iradenin Tanrıdan geldiğini ve Tanrının tek hakim olduğunu kabul eden çağlarda krallar için yapılan KUTSALLAŞTIRMA törenlerinin yerini, bugün çoğunluk oyları almıştır. Onun temel niteliği budur. Yurttaşlar cumhuriyetçi hükümdara sadece hükümet etme yetkisini devretmekle kalmaz…” (Prof. Maurice Duverger, Seçimle Gelen Krallar)

Tam 50 yıl önce böyle yazmış.

PRENS SABAHATTİN HANGİ PARTİDEN ADAY?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. – İTÜ

Önümüzdeki seçimlerin en gözde adayı Prens Sabahattin. Seçime katılacak partilerin büyük çoğunluğu adını gizlemeye çalışsa bile Prens Sabahattin’den güç almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı adayları kesinleşti. Milletvekili aday listeleri henüz kesinleşmese bile aday adayları belli. Ne var ki yakın zamanda açıklanacak listelerde Prens Sabahattin adını göremeyeceksiniz. Çünkü Prens Sabahattin 1948’de öldü. Yaşasaydı, kuşkusuz seçime girecek partilerin büyük çoğunluğu bu adı listelerine yazmak için yarışacaklardı. Peki, kimdi bu Prens Sabahattin?

Bizim kuşağın devrimcileri derin kuramsal tartışmalara girdiklerinde, tartışmayı ya Jöntürk hareketinden ya da İzmir’de yapılan (17 Şubat 1923) Türkiye İktisat Kongresinden başlatırlardı. Kısa süre önce bu İktisat Kongresinin 100. Yıl anmasında kürsüye çıkartılan bir konuşmacı da Prens Sabahattin’in tezlerini savunarak Kongreyi kirletmişti. Şu sıralar pek çok siyasal parti de Prens Sabahattin ile kirlenme yarışına girdi ve kirlendikçe gururlanıyorlar.

Türkiye’de 150 yıllık demokrasi savaşımının (1876’yı başlangıç alırsak) öncülüğünü yapan Jön Türk hareketi ilk bölünmeyi ve kirlenmeyi Prens Sabahattin ile yaşadı. Sabahattin, Liberalizm adına savunduğu tezlerle emperyalizmin böl ve yönet kuralının/kuramının sinsi savunuculuğunu yaptı. Bugün internet sitelerinin arama motorlarına Prens Sabahattin yazdığınızda karşınıza Prens’in kimliğinden önce savunduğu yıkıcı fikirler çıkar. Sabahattin gerçekten de bir Osmanlı Prensidir. Osmanlı Adliye Nazırı Mahmud Celaleddin Paşa ile Sultan Abdülmecid’in kızı, Sultan II. Abdülhamid’in kız kardeşi Seniha Sultan’ın oğludur. Ancak Prens Sabahattin’in ünlü olması yüz yılı aşkın bir süre Türk siyasetindeki ana ayrımı başlatan kuramsal temeli ortaya koymasından ileri gelir. Prens Sabahattin adı ADEM-İ MERKEZİYET kavramı ile özdeşleşmiştir. Adem-i Merkeziyet, merkezin zayıflatılarak yerel yönetimlere güç verilmesi, yerinden yönetim, bugünkü söylemle YEREL YÖNETİMLERE ÖZERKLİK. (AB, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı-AYYÖŞ)

Batılı güçlü devletler, sömürgecilik döneminde elde ettikleri varsıllıklarla 1. Sanayi Devrimini başlatarak (İngiltere, 1760) güçlenirken, bizim gibi ülkelerin iç pazarını gelişmiş sanayi ürünleri ile çökertip sanayi ürünleri yanında yıkıcı emperyal düşüncelerini de pazarlıyorlardı. Siyasal ve askeri yapılarını güçlendirir, bünyelerinde tekil-üniter yapıyı güçlendirerek egemen kılarken, bizlerin payına da Adem-i Merkeziyet yani bölünme düşüyordu. Koskoca Osmanlı ülkesi iç pazarı yok edilip borca batırıldıkça millet birliğini güçlendirip ayağa kalkacağına, bölünüp parçalanıyordu. Baskıcı II. Abdülhamid rejimini yıkmanın formülü olarak, Jöntürk hareketinin içine de bölücülük serpiştiriliyordu. Adem-i Merkeziyet düşüncesi, geçen yüzyılın başında onlarca devletçiğin doğup gelişmesinin bayrağı oluyordu. Abdülhamid diktasını devirip, 2. Meşrutiyet Devrimini gerçekleştiren, özgürlük ve kardeşlik fikrinin egemen olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin karşısında bu kez Ahrar Fırkası beliriyor ve 10 Eylül 1908’de kuruluşunu ilan ediyordu. Ahrar Fırkası 30 Ocak 1910’da kapatılmış olsa bile, siyasal yaşamımızdan hiç eksilmedi ve siyasal dünyamıza Ademi-i Merkeziyet, bir başka deyişle YEREL ÖZERKLİK kavramını yerleştirdi. Bir bakıma bugün ülkemizdeki Sağ-sol, Devrimcilik-Karşı Devrimcilik, Ulusalcılık-İşbirlikçilik karşıtlıkları Prens Sabahattin’in, daha başka bir deyişle Ahrar Fırkası’nın hediyesidir. Bu tarihten sonra kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Cumhuriyet devrinde kurulan (1924), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programlarının en başına hep Adem-i Merkeziyet kavramını yerleştirmişler, daha sonra kurulan ve sağ partiler (1930-Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Anavatan Partisi, Doğruyol Partisi vb.) programlarına açıkça yazmasalar bile hep bu geleneğin izleyicisi olduklarını kimi kez açık, kimi kez gizli söyleyegelmiştir. (Bu partilerin bir başka ortak söylemi de inançlara özgürlük olmuştur.)

Adem-i Merkeziyet (Yerel Özerklik) düşüncesinin yaşam bulamadığı tek örgüt İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bu örgütün en bilinçli ve yurtsever kadrolarının içinden doğan Cumhuriyet Halk Partisi olagelmiştir. Ta ki yakın zamana dek…

Bugün ülkemizde HDP (PKK) başta olmak üzere, Hüda Par, Deva, Gelecek, Saadet vb. partiler ile adı duyulmadık pek çok partinin dilinden YEREL ÖZERKLİK kavramı düşmemektedir. Bu kavram ayrılıkçılığın üstü kapalı kimi kez de utangaç söylenişidir. Ne yazık ki son zamanlarda YEREL ÖZERKLİK başka bir deyişle Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı söylemi en çok Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren ve Adem-i Merkeziyet kavramı ile mücadele eden Partinin diline yerleşmiş ve programına konmuştur.

Prens Sabahattin bugün yaşasaydı Adem-i Merkeziyet düşüncesini yaşatmak için yukarıda adı geçen partilerden birinden gönül rahatlığı ile aday olabilirdi. Ancak uğrayamayacağı tek parti Atatürk’ün partisi olurdu. Ne yazık ki en çok şaşıracağı olay da, Atatürk’ün partisinde kendi düşüncesinin hem de hararetle savunuluyor olması olurdu.

Partilerin programlarında PRENS SABAHATTİN VARSA, DİKKATLİ OLUN…

YAZILI METİNLERLE, YAYIN ORGANLARIYLA YAYILIR YA DA YARGILANIRSINIZ…

portresiLütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

İlkokul sıralarında, okuma yazmayı öğrendikten sonra ilk öğrendiğimiz bilgilerden birisi de tarihin yazının icadı ile başladığı idi. Bütün ilkokul döneminde sınıf duvarındaki panoda zaman cetveli, tarihsel dönemleri bu esasa göre gösterirdi. İnsanın evrimsel olarak 200 bin yıl önce ortaya çıkmasına karşın Sümerler’in icadı Çivi Yazısının yaklaşık 5500 yıllık bir geçmişi var ve biz tarihi 200 bin yıl öncesinden değil 5500 yıl öncesinden başlatıyoruz. Ondan öncesini çanak çömlekten, yapılardan, üretim-savaş araçlarından kestirebiliyoruz.

İnsanın dünyaya bakışını, ilişkilerini, toplumsal yaşayışını düzenleyen dinsel inanışları da değerlendirirken tek tanrılı dinlerin daha yaygın olduğunu görüyoruz. Çünkü tek tanrılı dinler ortaya çıkışlarından bir süre sonra olsa da kutsal kitaplarla yazılı metinler ve kurallar koydukları için daha çok yayılabilmişlerdir. Tek tanrılı dinler dışındaki inanışlar ve öğretiler de yazılı metinler haline dönüştükten sonra kalıcılaşmıştır. Zaten matbaanın icadıyla ilk önce din kitapları basılmıştır. (Tuhaftır dinlerin yaygınlaşmasını sağlayan din kitaplarını basanlar da yargılanıp cezalandırılmıştır.)

Ve elbette son 250 yıl içinde dünyaya yön veren, felsefeler, ideolojiler, siyasal düzen önerileri de yazılı metinlerle ve yayın organları ile yaygınlaşmışlar, pek çoğu yargılanıp mahkûm edilmiştir. Buradaki yargılanıp mahkûm edilme, yaygın olarak insan topluluklarının zihinsel gelişimi sonucu kabul görmez olması şeklinde de olabildiği gibi, eski düzeni koruma isteğindeki yöneticilerin yargı sistemlerinde yargılanıp ezilmeleri hatta öldürülmeleri olarak anlaşılmalıdır. Pek çok yazılı metindeki düşünce başlangıçta mahkûm edilse bile, sonradan anlaşılıp ayağa kalkmış ve insanlığın malı durumuna gelmiştir. Ancak son çözümlemede tarihin yargılamasına açık kalmaktadır.

İdealizm dediğimiz metafizik düşünce sistemi ile materyalizm tezleri arasındaki bitmeyen kavga, bunlardan sapmalar biçimindeki ara akımlar arasındaki tartışmalar hep yazılı metinlerle ve çoğunlukla süreli yayın organlarıyla yapılır. Bu nedenle Liberalizm, Sosyalizm, Faşizm benzeri düşünce sistemlerinin esas savunucuları, yayın organlarındaki temel tezleri savunan yazılara, yazarlara son derece dikkat ederler. Çünkü bu yazılar yayınlayanı bağlar. Bu yayın organlarında rastgele yazılar yayınlanmasına ya da kendilerinden olmayanların yazmasına izin vermezler. Düşünce sistemleri arasındaki tartışmalar farklı yayınlar arasındaki tartışmalarla sürer. Özgürlük adına (için) hiç kimse kendi yayın organında karşıt düşüncelerin yayınlanmasına izin vermez. Hatta kimi konularda karşıt düşünceleri çok belirgin olan ve o düşünce sisteminin lideri konumundaki kişiye, belirli bir konudaki düşüncesi çok aykırı olmasa bile genel çizgisi karşı tarafta olduğu için, reklamı yapılmaması adına (için) o yazı yayınlanmaz. Hele yazı siparişi hiç ama hiç verilmez. Bu durumun istisnası (ayrığı) bir konu çevresinde farklı fikirleri olanları canlı olarak tartıştırmak, sonra bu tartışmayı basılı metin durumuna getirme geleneği de çok eskilerde kalmış, sonraları TV programları olsa bile, o da RTE ile son bulmuş, sonuçta herkes kendi TV kanalında kendisi gibi düşünenleri konuşturur olmuştur.

Kural durumuna gelmiş bu yöntem Kemalist ideoloji için de geçerli olmalıdır. Size yaşam hakkı ve özgürlük tanımayanlara yayın organınızda yer vermek safdillik olacaktır. Böyle bir özgürlük anlayışı Kabul edilemez. Bir zamanlar aynı düşünce sistemini savundukları halde düşünce ayrılıkları keskinleşen kişilerin yolları önce yayın organında ayrılır. Basılı metinler üzerinden polemik kültürü de ne yazık ki kalmamıştır. Kendi yayın organlarında Kemalistlere yer ayırmayı hayal bile edemeyenlere sayfalarını açmak, anlaşılır bir durum değildir. Cumhuriyetin en devrimci dönemine “diktatörlük” demek, devrimlerin ve devrimcilerin yıkılan eski düzeni bir daha ayağa kalkmamak üzere ezmesini anlamamak, sonra da Devrimin önderi Mustafa Kemal Atatürk’e, yıkılan düzenin temsilcileri ile aynı dili kullanarak “diktatör” diyerek saldırmak, olsa olsa, kendine karpuz kabuğundan “devrimci” madalyası yapan devrim kaçkınlarının işi olabilir.

Kendilerinin ya da etkin oldukları kuruluşların toplantılarının açılışında saygı duruşu öncesi Atatürk adını anmadan genel bir “devrim şehitleri için” diyerek yasak savanlarla, dahası bu “devrim şehitleri” içine PKK’lı teröristleri sokanlarla, İstiklal (bağımsızlık) marşımızı “ırkçı” bulup okumayı reddedenlerle ya da ayağa kalkmayanlarla, aynı dergi sayfalarında nasıl buluşabilir, onlara sayfalarımızı nasıl açabiliriz?

PKK terör örgütünün “yasal” görünümdeki uzantısı HDP’nin peşine takılıp, “Altılı Masa” adı verilen ucubenin içine seçim kazanmak için HDP’yi dahil etmenin kuramını yapanlara sayfalarımızda nasıl yer verebiliriz?

Bir başka örnek, ADD yöneticilerine görüşme için randevu bile vermeyenlere nasıl sayfalarımızda yer verebiliriz?

KEMALİST BAKIŞ

Evet… Gözbebeğimiz Atatürkçü Düşünce Derneği‘nin temel görüşlerini yayan Kemalist düşüncenin günümüz koşullarında nasıl olması gerektiği tezlerini oluşturma çabasındaki ATATÜRKÇÜ DÜŞÜN dergisinden söz ediyoruz. Derginin bir önceki sayısında yer alan kimi yazılar ile Ocak, Şubat, Mart aylarını kapsayan 150. sayısını ilk ele aldığımda yaşadığım düş kırıklığı, bu yazıyı yazmayı zorunlu kıldı.

Dergimizin bir sorumlusu, bir editörü bir Yayın Kurulu ve bir de Yayın Danışma Kurulu var. Yayın Kurulu her sayıdan önce güncel ya da tarihten gelen olaylara uygun bir dosya konusu seçmeli ve yayınlanan yazılar değişik açılardan bu konuyu besleyecek yazarların ürünleri ile desteklenmelidir. Buna ek olarak, kalan sayfalarda özgün yazılar ve ardından örgüt haberleri gelebilir. Gelen yazılar Yayın Danışma Kurulu ile paylaşılarak değerlendirilmeli,varsa sakıncalı bölümler yazarına bildirildikten sonra gerekirse yayınlanmamalıdır. Elbette kimlerden yazı alınacağı en baştan dikkatlice karar verilmesi gereken bir konudur. Yazı sipariş edildikten sonra yayınlamamak hoş bir davranış olamaz. Dergimizin Yayın Danışma Kurulu bilimsel bir derginin hakemleri gibi çalışmalıdır.

  • Derginin künyesinin altında bulunan “yazıların sorumluluğu yazarlara aittir” sözü hukuksal sorumluluğa ilişkin ise de, bir de, tarihe ve örgütümüze karşı SİYASAL ve İDEOLOJİK SORUMLULUĞUMUZ var.
  • Gelinen noktada bu konulara hiç dikkat edilmediği, derginin birkaç kişinin çabasına bırakıldığı, sonuçta gelen yazıların dolduruluverdiği bir yayın durumuna düşürüldüğü kolayca anlaşılmaktadır.
  • Oysa bu dergiyi her an besleyebilecek en az 20-30 değerli arkadaşımız çekildikleri köşede küskün durmakta, derginin durumunu düş kırıklığı ile izlemektedir.

Bir başka üzücü nokta ise, ilişki kurduğum kimi arkadaşlarımın dergiyi ya hiç görmemiş olmaları, ya da okumamış olmalarıdır. Kaynak kişilerin sayısı arttıkça dergi de ilgi çekici duruma gelecek, okurları artacaktır. Aksi durumda pek çok Şubede olduğu gibi ambalajından bile çıkmadan yitip gidecektir.

Bir başka konu da derginin elektronik ortamda yayınlanarak çok daha hızlı, kolay ve ucuz dağıtımı konusudur. Zaten elektronik ortamda hazırlanan yazılar matbaaya gönderilmiş biçimi ile ADD Şubelerine ve dileyen tüm üyelere hızla ulaştırılabilir. Artık yaygın duruma gelen akıllı telefonlarla da fırsat bulunan her an okunabilir. Elbette bizler gibi eski kuşaklar için basılı organları okumanın bir başka zevkini de ihmal etmiyorum.

En kısa sürede düzelmesi dileği ile saygılarımla… 31.01.2023

https://sol.org.tr/yazar/post-post-kemalizm-sinifsizligin-surekliligi-351399
Post-Kemalizm: Sınıfsızlığın sürekliliği
Dergide yazısı yayınlanan Fatih Yaşlı

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” PAROLASINI DEĞİŞTİRMENİN SONU: ESARET…

Lütfü Kırayoğlu 
Yurttaş. 
15.01.2023

  • “Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!”
    M. Kemal Atatürk, Sivas Kongresi, 9 Eylül 1919

Atatürkçü Düşün Dergisi‘nin Ekim-Kasım-Aralık aylarına ilişkin 149. sayısını gecikmeli olarak sağlayabildim. Cumhuriyetimizin 100. Yıl Özel Sayısı olarak yayınlanan dergide çok katılamadığım kimi değerlendirmeler yanında önemli yazılar da var. Derginin 10. sayfasında yer alan yazının başlığı beni oldukça şaşırttı ve ürküttü. CHP Parti Meclisi Üyesi ve Kadın Kolları Genel Başkanı sıfatı ile yayınlanan yazının başlığı “Ya İstiklâl, Ya Esaret”. Yazının ilk paragrafı Halide Edip Adıvar’ın 23 Mayıs 1919 günü İstanbul Sultanahmet Meydanında yaptığı ünlü konuşmanın sonunda alanda toplananlara yaptırdığı yemini anlatıyor. Yazar paragrafı şu tümce ile tamamlıyor:

  • “Bu yeminin özünde, ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu şiarı vardır: Ya istiklâl ya ölüm!

ADD’nin temel ideolojik dergisine yazılan bir yazıya bu paragrafla giriliyorsa yazının “Ya İstiklâl, Ya Esaret” biçimindeki başlığını nasıl açıklayacağız? Yazı eğer uzun yıllardır yaşanan aymazlıkları görmezden gelen, dahası savunanları uyarmak, bu uyarılar sonunda kendine gelmeyenlerin varacağı yere dikkat çekmek amacıyla yazılsaydı, böyle bir başlığı anlayabilirdik. Ne acıdır ki, yazının en son paragrafı ve ana düşününü (fikrini) özetleyen bölümü kendini ve Türk kadınını kapsayan şu tümcelerle sona eriyor: “Biz kadınlar, Cumhuriyetimizin ilke ve devrimlerinden asla vazgeçmeyeceğiz. Karşı devrimcileri ilk seçimde sandığa gömeceğiz. Ya istiklâl ya esaret!

Yazının başlığından ve son paragrafından anlaşılacağı gibi günümüz kadınına bağımsızlık ya da esaret gösterilmektedir. Yüz yıl önceki gibi ölüm pahasına bağımsızlık artık rafa kalkmıştır. İnebolu’dan Anadolu’nun bağrına uzanan “İstiklal Yolunda” cepheye mermi taşıyan Türk kadınının, Kara Fatmaların, Şerife Bacıların, Nezahat Onbaşıların, Makbule Efelerin ya da yakın geçmişte şehit verdiğimiz Bahriye Üçokların ölümü göze almaları gitmiş, yerini tutsaklığı (esareti) kabulleniverme almıştır. Öyle mi?

Ulusal Kurtuluş Savaşımıza yön veren TAM BAĞIMSIZLIK ilkesinin parolası durumuna gelen “YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!” sözünün en vurucu biçimde gündeme gelmesi 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresidir. Sivas Kongresi’nde, 9 Eylül 1919 gecesi kürsüye çıkan Tıbbiye Öğrencilerinin Temsilcisi Hikmet Boran (Orhan Boran’ın babası) Mustafa Kemal Paşa’ya seslenerek :

  • “Paşam temsilcisi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz (kınarız). Farz-ı mahal (varsayalım ki), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz).” demiştir.

    Bu sözler kongre salonunu bir anda coşturmuş ve Mustafa Kemal Paşa, yanıt olarak şu tarihsel sözleri söylemiştir:

  • “Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır… Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı
    kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez:
    Ya istikâl, ya ölüm!

Bu sözlerden apaçık görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Atatürk’ün “tektir ve değişmez” dediği gibi parola “Ya İstiklâl Ya Ölüm!”dür. Nitekim günümüzde de neredeyse her gün ülkemizin bağımsızlığı uğruna canını veren evlatlarımızın al bayrağa sarılı bedenleri yurdun 4 köşesinde toprağa verilmektedir.

Söz konusu dergide en çelişik yön ise, bendeniz tarafından kaleme alınan

  • “DEVRİMİN ÖLDÜRÜLMESİNE İZİN VERİRSENİZ İÇİNİZDEKİ DEVRİMCİ DE ÖLÜR…”

başlıklı yazının son paragrafının birebir şu tümcelerle sona eriyor olmasıdır:

Atatürk, “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” diyerek yola çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’yı etkileyen Fransız devrimcileri 10 Ağustos 1792 sonrası Mecliste şöyle yemin ediyorlardı: “Millet adına bütün gücümle hürriyet ve eşitliği korumaya yahut ölmeye yemin ederim“. İşte bugün, Türk ulusunun temsilcileri, Mecliste 12 Eylül’cülerin karmaşık yemini yerine, Atatürk’ün kısa ve özlü yeminini etmeliler ve gerektiğinde Türk ulusuna hesap vermeliler.

Unutmayın..!

Ulusal bağımsızlık ancak böyle korunur…

Ne dersiniz? Unutkanlık Atatürk’ün partisini kemirmeye devam mı ediyor?

Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” parolasını değiştirmenin sonu kaçınılmaz olarak tutsaklığı kabullenmektir.

HİÇBİR SİYASİ PARTİNİN ARKA BAHÇESİ OLMAYAN ADD, AYNI ZAMANDA HİÇBİR SİYASİ PARTİNİN EMPERYALİZMİN ARKA BAHÇESİ OLMASINA SESSİZ KALAMAZ… KALMAMALIDIR…

HİÇBİR SİYASAL PARTİNİN ARKA BAHÇESİ OLMAYAN ADD,
AYNI ZAMANDA HİÇBİR SİYASAL PARTİNİN EMPERYALİZMİN ARKA BAHÇESİ OLMASINA SESSİZ KALAMAZ… KALMAMALIDIR…

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

Atatürkçü Düşünce Derneğihiçbir siyasal partinin arka bahçesi olmama” kararlığındadır ve bu ilkeye uymayanlar olsa da bu kararlılığını sürdürmelidir.

Bu ilke ADD’nin siyaset dışı olduğu, siyasete karışmadığı, karışmayacağı anlamına gelmez. Tam tersine ADD ülke siyasetine Kemalist hedefler doğrultusunda yön verir, dost ya da başka konumdaki siyasal partileri uyarır, etkiler, kazanır. Bu işi yaparken de tam anlamıyla siyaset yapar. Kimilerini gücendirmemek için bu işlevini erteler ya da unutursa, bu kez siyasal partiler boş buldukları alanda yani ADD’nin arka bahçesinde iş yapmaya kalkışırlar.

ADD nasıl siyasal partilerin içişlerine karışmasını istemez, ADD’yi istekleri doğrultusunda düzenlemeye kalkmalarını kabul etmezse, ADD de siyasal partilerin içişlerine karışmaz, oralarda düzenleme yapmaya kalkmaz.

Ancaaaak… İstisnasız (Ayrıksız) bütün siyasal partilerin ülkemizin geleceği hakkındaki iç ve dış politikaları, temel ekonomik görüşleri, bağımsızlık, demokrasi, emekçilere karşı tutumu, emperyalist baskı girişimlerine karşı direnç ya da teslimiyetleri ADD’nin en yakın ilgi alanındadır. Hele hele bu siyasal parti Atatürk’ün en “büyük eserim” dediği Cumhuriyet karşısında hatalar yapan diğer “en büyük eser” dost Cumhuriyet Halk Partisinden geliyorsa asla ve asla sesiz kalamaz. geçiştiremez, “şimdi sırası değil” diyemez. En zor zamanda ortaya atılarak “TAM ZAMANINDA” tavır koyar.

UNUTMAYIN…

Birinci İnönü Savaşı‘nın 102. yıldönümü günlerindeyiz. İşte o günlerde, 102 yıl önce tam işgalciler saldırıya geçmişken Çerkez Ethem kuvvetleri ayaklanarak büyük bir kargaşaya yol açar. Ancak Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa “şimdi sırası değil” demeden, “bölünürüz” demeden işgalcilere yönelmeden hemen önce cephenin bölünmesi olasılığına karşın Çerkez Ethem isyancılarına son ve kesin darbeyi indirir. Asla bu durumda “Çerkez kardeşlerimiz bizi desteklemekten vazgeçer” endişesine kapılmazlar. Tam tersine bu olaydan günümüze dek Çerkez kardeşlerimiz kurtuluşun ve Cumhuriyetimizin en sağlam yapı taşı oldular.

  • Çerkez Ethem = Çerkezler olmadığı gibi, Kürt kardeşlerimiz = HDP değildir!

Konuşmanın, Cumhuriyetimizin temellerini sarsan gelişmelere itiraz etmenin tam sırasıdır.

Her kuruluşta danışmanlar yönetimin başında bulunanların seçimle gelmeyen, ama atanan ögelerdir. Danışmanların uluorta konuşma hakları yoktur. Onların konuşacağı, sorumlu olduğu yer bellidir.

  • Cumhuriyetin temellerine dinamit koyan görüşler,
    “Kişisel düşünce” denilerek geçiştirilemez, örtbas edilemez.

“ADD hiçbir siyasal partinin arka bahçesi değildir.”

Buna izin vermez.

  • Aynı ADD hiçbir siyasal partinin emperyalizmin ARKA BAHÇESİ olmasına sessiz kalamaz.

Hele hele Atatürk’ün partisindeki gelişmelere asla SESSİZ KALAMAZ… KALMAMALIDIR…

PLÜPÇÜ

portresiLütfü Kırayoğlu
Mühendis (İTÜ)
ADD Genel Başkan Başdanışmanı

Sisli, puslu, soğuk bir Cumartesi günü öğleden sonrasında yapacak işi olmayanlar, çok önceden duyurulmuş Plüp gösterisi için TV alıcılarının karşısına geçtiler. Bendeniz de aynı kervana katılarak duyurulan saatte boy boy Plüpçü’leri izledim. Doğrusu pek bir şey anlayamadığım için 3 Aralık Dünya Engelliler Günü nedeniyle zeka engelli olabileceğimi düşünmedim değil. Yerli yabancı, yurt dışından, yurt içinden gelmiş, Prof. unvanlısı, unvansızı Plüpçü’lerin çok “basit” bir şeyi anlatıyormuşçasına gösterilerini izledikçe zeka engelli olduğum konusunda ikna oldum.

Plüpçü ne iş yapar? Bilmeyecek ne var. Elbette Plüp yapar. Bu kadar çok Plüpçü’nün olduğu ülkemizde geniş kitlelerin Plüpçü kavramını bilmemesi olanaksız ama, gelin ben size yeniden anımsatayım. Plüpçü nedir?

Şimdilerde bedellisi, kısa dönemi, sözleşmelisi ile askerlik sistemini bozdular ancak eskiler iyi bilir. Asker ocağına yeni tertipler geldiğinde bölük çavuşları acemileri karşısına alarak yenilerin adlarını, memleketlerini askerlik öncesi mesleklerini öğrenerek komutana bölüğün, taburun gereksinimlerini karşılamak üzere tekmil için hazırlık yapar.

-Adın?
-Hasan Korkmaz Yozgat.
-Mesleğin?
– -Marangoz.
…..
-Aşçı.
-Oto tamircisi
-Boyacı,
-Boşta Gezer.
-Döşemeci.
-Duvarcı ustası.

-Adın?
-Ali Uyanık, Sakarya komutanım!
-Mesleğin?
-Plüpçü.
-???!!!… Yani ne yaparsın?
-Plüp yaparım komutanım!
-???!!!…(Hımmm. Demek böyle meslekler de varmış.)
Bu yenileri tanıma, meslekleri öğrenme faslı, önce Bölük Komutanı, ardından Tabur Komutanı, Alay Komutanı, Tümen Komutanı, Kolordu Komutanına dek sürer. Ali Uyanık’ın mesleği Plüpçü’lüğü her komutan ilk kez duyuyor olmasına karşın, biliyormuş gibi davranır ve “demek böyle meslekler de varmış” diyerek geçiştirirler. Bu arada Ali Uyanık esrarengiz mesleği sayesinde bölükte her türlü işten kaçmayı başarmaktadır.

Sonunda bir gün bizim birliğe Genelkurmay Başkanı da gelir. Komutanlar Plüpçü’yü gizlemek için çöp nöbetine göndermeyi düşünseler de ilginç olabileceği düşüncesi egemen olur. Büyük komutanın denetlemesi sürerken sırada yine Plüpçü vardır.
-Oğlum adın?
-Ali Uyanık. Sakarya, komutanım!
-Mesleğin?
-Plüpçü.
-Yani ne yaparsın?
-Plüp yaparım komutanım!
-???!!!… Peki bize de Plüp yapar mısın?
-Emredersin komutanım!
-Yap da görelim.
-Yaparım komutanım. Ancak uygun malzemeyi temin edip uygun koşullar oluştuğunda elbette yaparım.
Komutan birlik komutanlarına gerekli malzemenin temini için emir verdikten sonra bizim Plüpçü’ye uygun koşulların ne olduğunu sorar.
-Hava son derece sakin olacak. Bir göl kıyısı olacak. Ne sis, ne rüzgar, ne çok sıcak, ne çok soğuk, ne çok güneşli, ne bulutlu olacak. Ortalık son derece sessiz olacak. Kimse çıt çıkarmayacak. Bu işi yaparken yanımda kimse olmayacak. Sizler ancak uzaktan dürbünle izleyebilirsiniz.

Komutan iyice meraklanır. Uygun malzeme sağlanır. Sonunda istenen hava koşulları ve öbür koşullar sağlandıktan sonra bütün sıralı komutanlar son derece sakin havada bir göl kıyısında toplanır. Hepsinin boynunda sahra dürbünleri asılı, merakla beklemektedirler. Plüpçü, göl kıyısına yanaşmış büyük bir sala elinde çok büyük bir kutu olduğu halde binerek çok yavaş hareketlerle elindeki kürekle salı hareket ettirir. Yavaşça gölün ortasına gelir. Gölde suyun hareketlerinin iyice durulup su yüzeyinin tümüyle düzelmesini bekledikten sonra büyük kutuyu açar. Komutanlar dürbünlerle pür dikkat izlemeye başlarlar. Büyük kutunun içinden daha küçük bir kutu, onun içinden de daha küçük, daha küçük derken onlarca kutunun içinden kırmızı kadife kaplı nişan yüzüğü kutusu boyutunda küçük bir kutu daha çıkar. Kutunun kapağını açan Plüpçü pamuklara sarılı ceviz büyüklüğünde metal bir bilyeyi büyük bir dikkatle eline alır. Yavaşça salın kenarına yanaşır. Elini kaldırabildiği en yükseğe kadar kaldırdıktan sonra metal bilyeyi birden göl sularına bırakır. Derin sessizlik içinde gölden etrafa şekilli bir su sıçratarak bilye suya karışır.

Plüp…
Evet. Plüp sesi çıkmış, Plüpçü, Plüp olayını gerçekleştirmiştir. Ancak ne yazık ki kıyıdakiler bu sesi duyamamışlar, ancak kimileri Plüp sesini içlerinde duyumsayabilmiştir (hissedebilmiştir).
***
Siyasal iktidardan bıkan yurttaşlar, muhalefetin istediği bütün teslimiyet ile uygun koşulları hazırlamışlar, yurt dışı ve yurt içinden gelmiş unvanlı, unvansız Plüpçü’leri izliyor. Ancak Plüp sesi duyulmuyor.

CUMHURİYETİN KAZANILDIĞI TOPRAKLAR

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ulusal Kurtuluş Savaşımız göz yaşartıcı kahramanlıklarla doludur. Bu savaşı en iyi anlatan da Nazım Hikmet’tir. Memleketimden İnsan Manzaraları adlı yapıtında en önemli bölüm Kuvayı Milliye Destanı’dır. Bu destansı savaşı anlatanlar ne yazık ki “Vatan, Millet, Sakarya edebiyatı” yapmakla eleştirilir, Hatta alay edilir.

Ulusal Kurtuluş Savaşımız gerçekte büyük ölçüde Sakarya nehri ve kolları çevresinde gerçekleşir. Benim askerlik görev sürem de işte bu coğrafyada geçti. Yedeksubay Okulum Polatlı Topçu ve Füze Okuluydu. Üstelik tam da Sakarya Savaşının yıldönümüne rastlayan günlerde… Hem savaş alanlarını çok iyi tanıdık, hem de Taktik derslerinde savaş ile ilgili ilginç değerlendirmeler yaptık. 22 gün ve gece süren savaş sırasında 15 kez el değiştiren Karatepe, Mangal Dağı ve Haymana sınırlarına uzanan savaş alanını tanıdık. Acıkır denilen çorak alanda top atışları yaptık. Şimdi Ankara yolunun kenarına dikilen çok katlı binalar nedeniyle neredeyse hiç görünmeyen Sakarya anıtı ve şehitliğini, “subay savaşı” adı verilen bu kanlı savaştaki şehitler listesi ile bu listedeki azınlıklara mensup şehitlerin isimlerini okuduk. Silah yokluğunda elbise ve silahları ile kaçanların infaz edildiği “İnfaztepe”yi gördük.

Yedeksubaylık görevimi ise Sakarya Nehrinin denize kavuştuğu Adapazarı’nda yaptım. Adapazarı olayının anlatacaklarımla pek ilgisi görünmeyebilir. Başkomutanlık Meydan Muharebesi adını verdiğimiz savaşın geçtiği alanı görenler, savaş alanının çevresindeki tepelerde taşlarla yazılmış sayılar görecektir. Bu sayılar savaşa katılan birliklerin numaralarıdır. Bu savaş alanında yakın zamanlara dek yapılmayan müthiş 30 Ağustos Zafer bayramı törenleri yapılırdı. Bu törenlere tepelerde taşlarla yazılı birliklerin sancakları ile birlik komutanları katılır, esas tören birliklerini ise savaş alanına en yakın birlikten gelen Alay düzeyindeki birlik oluştururdu. İşte savaş alanına en yakın ve savaşa katılmış birlik de bizim Adapazarı’ndaki Alayımızdı. Törenlere yaklaşık bir ay kala birliğimiz (Bir piyade alayı, bizim topçu taburumuz ve mekanize bölüğümüz) tören alanına giderek yaklaşık 1 ay bu tarihsel topraklarda çadırlarda tören hazırlıkları ile geçirdik.

İlginçtir, üniversite yıllarımda ilk stajımı da yine aynı zaman dilimine rastlayan günlerde Afyon’da yapmış ve savaş alanlarını tanımıştım. Çadırlı ordugahta kaldığımız günlerde törene katılacak bütün araçlarımızın bakımı (yeniden tümüyle boyanması dahil) tören geçiş hazırlıkları, günlük eğitimler yanında savaş alanlarını tek tek tanıdık. Savaş alanına yakın bir pınardan akmaya başlayan derecik Sakarya Nehrinin öbür kolu Porsuk nehrinin başlangıç noktasıydı. Gediz Nehri ile Küçük Menderes Nehri de bu bölgeden doğuyordu. Şimdi baraj suları altında kalan bölgeye Dumlupınar adı verilmesi de bu su kaynakları nedeniyledir. Ancak bizim ordugah bölgemizde içme suyu olmadığı için Çalköy ilerisindeki cılız bir çeşmeden kağnıları seyrederek su doldururduk.

Savaş alanı Kütahya, Uşak, Afyon illerinin kesim noktasında, ancak ıssız bir alandaydı. Her yan şehitliklerle doluydu. Kent Sancaktar Mehmetçik Anıtı, Yüzbaşı Şekip Efendi Anıtı, eski adı Küçükköy olan Yıldırım Kemal şehitliği, Çalköy müzesi, Zafertepe’deki Atatürk’ün Savaş İdare yeri ve Zafertepe anıtı, Dumlupınar’daki Atatürk müze evi. Dumlupınar meydanında “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir İleri Anıtı (İTÜ Öğretim Üyesi Heykeltraş Prof. Dr Yavuz Görey yapmış), Büyükkalecik Köyündeki Yüzbaşı Agah Efendi Şehitliği, Tınaztepe, Kocatepe, Çiğiltepe ve sonradan yapılan Dumlupınatr şehitliği…

Çadırlı ordugahta bulunduğumuz süre içinde çevre köylüler tarlalarda buldukları savaş kalıntılarını getirip teslim ederler biz de postal, çarık, matara, kemer tokası, mermi kalıntısı kemik vb. kalıntıları Dumlupınar müzesine teslim ederdik.

Çadırlı ordugahta bulunduğumuz bir aya yakın sürede bu kuş uçmaz kervan geçmez yere neden geldiğimizi pek kavrayamamıştık. Taa ki 30 Ağustos sabahına dek. 29 Ağustos akşam üzeri savaş alanının yanındaki boş yere önce kamyonlarla satıcılar gelip satış yapacakları çadırları kurmaya başladılar. Tam bir panayır oluştu. Müthiş bir Pazar yeri kuruldu. 30 Ağustos sabahı çok erken saatlerde yoğun bir uğultuyla uyanarak çadırlarımızdan çıktık. Ortalık kamyon, kamyonet, minibüs, kağnı, at, eşek, minibüs ve otomobil kaynıyor hepsinin kasalarından adeta insan fışkırıyordu. Belki yüz bin kişi bir anda töreni en iyi seyredecek tepeleri doldurdu. Bir bölümü çadırlarımızın bulunduğu bölgeye gelip bize hediyeler veriyordu. Önemli bir kesiminin babası – dedesi savaşı yaşamış, dinlemişlerdi. Hiç bu denli coşkulu bir bayram kutlaması görmemiştim. Törene katılan kalabalık, tören geçişinin sona ermesinden sonra panayır bölgesini de gezerek saatlerce bölgeden ayrılmadı.

Aynı günün akşamı kurulan alçakgönüllü sofrada o gün rütbe alan subaylar yıldızlar altında yeni yıldızlarını omuzlarına takarak kutlamaları kabul ediyorlardı. Bu olayı yaşamadan Kurtuluş Savaşımızın kutsallığını kavramak acaba olası mıdır? Bölgeyi çok iyi tanıdığım için, yıllarca her 26 Ağustos ya da Zafer Bayramı öncesi bölgeye yapılan gezilere rehberlik yaptım. Pek çok ziyaretçi geziyi gözyaşları ile sürdürdü.

Her gezide şunu söylemişimdir: Halkımız her yıl milyonlarca Doları kilometrelerce uzaktaki “Kutsal Toprakları” ziyaret ederek “hacı” oluyor. Acaba Anadolu’nun bağrındaki bu kutsal toprakları gezip görmeden bu ülkeye sahip çıkılabilir mi?

Bir başka acı olayı da not etmeden geçemeyeceğim : Yakın yıllara dek kanlı savaşların geçtiği bu bölge, görkemli bir buğday ekim alanıydı. Tarımda ürün yerine tapuya destek verilmesi politikaları nedeniyle, artık, kanla sulanan bu kutsal topraklar verimsizliğe ve kimsesizliğe terk edilmiş durumda.

Yakın zamanlara dek Afyon kent girişlerinde çok büyük tabelalarda “Cumhuriyetin Kazanıldığı Topraklardasınız” yazısı göze çarpardı. Son yıllarda bu tabelalar bakımsızlığa terk edildi. Buna karşılık Isparta ilinde Afyon’a gönderme olarak “Saidi Nursi’nin Yaşadığı Topraklardasınız” yazıları görülmeye başladı.

  • Cumhuriyetin Kazanıldığı Topraklara sahip çıkamayanlar, Cumhuriyete de sahip çıkamaz…

Büyük Zaferin YÜZÜNCÜ YILINDA bize bu utkuyu (zaferi) armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava ve silah arkadaşlarını, kahraman şehitlerimizi, merhum gazilerimizi saygıyla anıyorum.

MANÜPLASYON Ya da AVUCUN İÇİNE ALINMAK

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı
07.08.2022

Dilimize dışarıdan sokulmuş sözcük ve kavramlar, özellikle bunları dilimize sokanlar tarafından başkalaştırılarak gerçek anlamlarından koparılır. Bunun sayısız örneği ile her gün karşılaşıyoruz. “Manüplasyon” da bu tür kavramlardan biri.

Maniple etmek, manüple edilmek vb. kavramlar da bağlamından koparılarak gerçek anlamından çok daha hafif duruma getirilmiş, böylelikle insan aklını ve düşüncesini dumura uğratan bu tür bir eylemin kendimizde yaratacağı olumsuz etki hafifletilmiştir. Manüplasyon sözcüğünün teknik anlamını bir yana bırakırsak –ki artık pek kullanılmıyor– etkileme, yönlendirme anlamına kullanılıyor. Oysa etkilemek, etkilenmek, yönlendirmek, yönlendirilmek her ne denli insan aklını ve istencini bir yana koysa bile günümüzde bizleri rahatsız etmiyor. O halde biraz olsun rahatsız olup kendimize gelebilmek için bu sözcüğün kökenine inmekte yarar var.

İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana ve özellikle farklı yerleşimlerde yaşamaya başladıktan sonra haberleşme gereksinimi duydu. İşaretleşme, ulak, posta güvercini, duman işareti, semafor, mektup, atlı posta, giderek posta örgütlerinin kurulması kimi çözümler üretse bile, çok uzak yerlerde zaman yitiği oluyordu. Ortaçağda dağların doruklarına kurulmuş kilise ve manastırlar, güvenlik sorununa görece bir çözüm olduğu ölçüde, hızlı iletişimi de sağlıyordu. Haçlı seferlerinde bu dinsel noktalardan ateş, duman, meşale gibi araçlarla Kudüs’ten Roma’ya yarım günde haber iletilebiliyordu!

Elektriğin insan yaşamına girmesinden kısa süre sonra elektromanyetizma ile ilgili kafa yoran pek çok fizikçi oldu. Fransız bilim insanı Claude Chappe, 1792’de telgraf adında bir sistem ortaya attı. Tepelerin üzerine kurulmuş kulelerden bir ağ oluşturuldu ve her kulenin üzerinde 49 değişik konuma ayarlanabilen iki uzun kola sahip bir makine vardı. Her konum bir harfe veya bir rakama karşılık geliyordu. Bu sistem çok başarılı oldu. 19. yüzyılın ortalarında Fransa’daki kule ağı yaklaşık olarak 4828 km idi.

1830’da ABD’li Joseph Henry (1797-1878), elektrik akımını teller aracılığıyla uzaklara taşıyıp, oradaki bir zili çalıştırdı. Zil bir elektromıknatısa bağlıydı. Bu, elektrikli telgrafın doğuşuydu.
1832’de ABD’li ressam Samuel Morse, bir yolculuk sırasında kendisine elektro mıknatıstan söz eden bir yolcuyla tanışmıştı. Telgraf üstünde zaten çalışmaları olan Morse, bu kez elektro mıknatıslı telgraf için çalışmaya başladı. 1835’te Morse, ilk elektromıknatıslı telgrafını yaptı. O telgrafta bulunan elektromıknatısa bağlı bir kalem vardı. Bu kalem kâğıt bir şerit üzerine elektro mıknatıstan aldığı hareketle zik zak çizgiler çiziyordu. Bu sistem pek başarılı değildi. Daha sonra Morse ve yardımcısı Vail bunu geliştirdiler. Nokta ve çizgilerden oluşan bir kodlama sistemi ortaya çıkardılar. Bu kodlama sistemi, daha sonra tüm dünyada kabul gören Mors alfabesiydi. O yıllarda telgraf en gözde iletişim aracı oldu. İlk telgraf hattı ise 1843’te Washington ile Baltimore –  Maryland arasına çekildi.
***
Osmanlı devletinde ilk telgraf haberleşmesi Edirne – İstanbul arasında Kırım Savaşı sırasında 1855’te kullanıldı. Kısa sürede geniş imparatorluk topraklarında Avrupa’dan daha hızlı yayıldı.

İşte yaşamımıza birdenbire giriveren telgraf sistemindeki iletim hatlarını saymazsak, en önemli parçanın adı MANÜPLE idi. (Bu sözcük dilimize MANİPLE olarak da girdi.) Türkçede elle düzenlemek, ayarlamak anlamındaki bu teknik sözcük, Fransızca manipüler, “elle düzenlemek, ayarlamak” fiilinden alınmış ve Latince’den geçme “manipulus” , “ele sığan şey, avuç” sözcüğünden türetilmiştir. O da yine Latince kökenli “manuel-elle kumanda” kaynaklıdır. İşte bizim dilimize giren gerçek sözcük budur. Yani “avuç içine alınıp elle kumanda edilen“…

Bu kavram dilimize girdiği telgraf tekniğinde de tam böyledir. Telgrafın iletim hatlarından sonraki en önemli parçası olan maniple (doğrusu manüple) elektik devresini kısa ve uzun sürelerde keserek bir işaret dili yaratır. İşareti gönderen yandaki alet gibi, alıcı yanda da bunun karşılığı yani yine bir maniple vardır. Gönderici yan ne diyorsa, alan yan birebir aynısını alır. Aradaki en küçük hata, gönderilen metni-haberi-bilgiyi anlaşılmaz duruma getirir. Özetle, bilgiyi gönderen yanda üretilen metnin anlamında alıcı yanın bir elektromıknatıs görevi dışında en küçük katkısı yoktur. Gönderici yandaki görevli (operatör ya da manüplatör) avucunun içinde tuttuğu maniple ile karşı yanı bilgilendirmekte yani “avucunun içine alıp” (!) konuşturmaktadır. Olayın teknik boyutunu bilmeyen alıcı yandaki maniplenin bilgi ürettiğini sanmaktadır.

Günümüzde iletişim araçları olağanüstü değişikliklere uğradı. Artık telgrafı neredeyse kullanmıyoruz. Bu nedenle telgrafın tıkırtıları bizi uyarmıyor ve böylelikle manüple edildiğimizin “karşı yanın avucunun içinde olduğumuzun” farkında bile değiliz! Önceleri radyo, sonraları TV, giderek internet, Facebook, Twitter, Metaverse derken, artık büyük tekellerin avucunun içine hapsolduk. Papağan kadar bile özgürlüğümüz yok. Önceleri görece özgür olan yazılı basın (gazeteler) holding-banka-TV kanalı üçgeninin içine hapsolduktan sonra, gazetecilik mesleği de öldü ve adına “medya” denilen medyumluk (AS: kahinlik – önbilicilik) kavramını çağrıştırır oldu. TV kanallarında gözüken medyumlar bize giz (sır) alemlerinden haber vermek yerine, dünya egemenlerinin kulağımıza üflediklerini yinelememizi sağlayarak büyük başarı kazandıktan sonra, kullanılıp çöplüğe atıldılar.
***
Yazının en başında dediğimiz gibi manüple edilmek kavramındaki durum hafifletilerek “yönlendirme-etkileme” durumuna indirgendiğimiz için, bu bizi rahatsız etmiyor. Ama haberleşme tekniğindeki olağanüstü gelişme ile aynı anda milyonlarca insan binlerce km öteden avucunun içine aldığı insanları, kümeleri, örgütleri, hükümetleri kendi ağzından konuşturuyor. Siyasetten, ekonomiye, bilimsel gelişmelerden, eğitime, sağlığa dek her alanda gözümüze, kulağımıza sokulanları yineliyoruz. Yaratılan etki ve gürültü arasında maniple aletinin tıkırtısını duyamadığımız için, başkalarının düşüncesini kendi düşüncemiz gibi yineliyoruz ve üstelik aynı anda aynı “düşünce” ve sözleri çok kişi yinelediği için, “doğru ve çoğunluk kararı” olarak toplumun genelinin kabullenmesini bile isteyebiliyoruz!

Manüple aletini tarihin çöplüğüne atalı uzun zaman oldu. O halde manüplasyon da tarihin çöplüğündeki yerini alıp özgür akıl hükmünü yürütmeli.

Sizleri manüple etmemiş olmayı umarak, biraz olsun rahatsız etmiş olmayı dilerim.

Not : Yazıda aygıt adı “maniple“, yaratılan olay ise “manüple” olarak kullanılmıştır.