Etiket arşivi: Mors alfabesi

MANÜPLASYON Ya da AVUCUN İÇİNE ALINMAK

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı
07.08.2022

Dilimize dışarıdan sokulmuş sözcük ve kavramlar, özellikle bunları dilimize sokanlar tarafından başkalaştırılarak gerçek anlamlarından koparılır. Bunun sayısız örneği ile her gün karşılaşıyoruz. “Manüplasyon” da bu tür kavramlardan biri.

Maniple etmek, manüple edilmek vb. kavramlar da bağlamından koparılarak gerçek anlamından çok daha hafif duruma getirilmiş, böylelikle insan aklını ve düşüncesini dumura uğratan bu tür bir eylemin kendimizde yaratacağı olumsuz etki hafifletilmiştir. Manüplasyon sözcüğünün teknik anlamını bir yana bırakırsak –ki artık pek kullanılmıyor– etkileme, yönlendirme anlamına kullanılıyor. Oysa etkilemek, etkilenmek, yönlendirmek, yönlendirilmek her ne denli insan aklını ve istencini bir yana koysa bile günümüzde bizleri rahatsız etmiyor. O halde biraz olsun rahatsız olup kendimize gelebilmek için bu sözcüğün kökenine inmekte yarar var.

İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana ve özellikle farklı yerleşimlerde yaşamaya başladıktan sonra haberleşme gereksinimi duydu. İşaretleşme, ulak, posta güvercini, duman işareti, semafor, mektup, atlı posta, giderek posta örgütlerinin kurulması kimi çözümler üretse bile, çok uzak yerlerde zaman yitiği oluyordu. Ortaçağda dağların doruklarına kurulmuş kilise ve manastırlar, güvenlik sorununa görece bir çözüm olduğu ölçüde, hızlı iletişimi de sağlıyordu. Haçlı seferlerinde bu dinsel noktalardan ateş, duman, meşale gibi araçlarla Kudüs’ten Roma’ya yarım günde haber iletilebiliyordu!

Elektriğin insan yaşamına girmesinden kısa süre sonra elektromanyetizma ile ilgili kafa yoran pek çok fizikçi oldu. Fransız bilim insanı Claude Chappe, 1792’de telgraf adında bir sistem ortaya attı. Tepelerin üzerine kurulmuş kulelerden bir ağ oluşturuldu ve her kulenin üzerinde 49 değişik konuma ayarlanabilen iki uzun kola sahip bir makine vardı. Her konum bir harfe veya bir rakama karşılık geliyordu. Bu sistem çok başarılı oldu. 19. yüzyılın ortalarında Fransa’daki kule ağı yaklaşık olarak 4828 km idi.

1830’da ABD’li Joseph Henry (1797-1878), elektrik akımını teller aracılığıyla uzaklara taşıyıp, oradaki bir zili çalıştırdı. Zil bir elektromıknatısa bağlıydı. Bu, elektrikli telgrafın doğuşuydu.
1832’de ABD’li ressam Samuel Morse, bir yolculuk sırasında kendisine elektro mıknatıstan söz eden bir yolcuyla tanışmıştı. Telgraf üstünde zaten çalışmaları olan Morse, bu kez elektro mıknatıslı telgraf için çalışmaya başladı. 1835’te Morse, ilk elektromıknatıslı telgrafını yaptı. O telgrafta bulunan elektromıknatısa bağlı bir kalem vardı. Bu kalem kâğıt bir şerit üzerine elektro mıknatıstan aldığı hareketle zik zak çizgiler çiziyordu. Bu sistem pek başarılı değildi. Daha sonra Morse ve yardımcısı Vail bunu geliştirdiler. Nokta ve çizgilerden oluşan bir kodlama sistemi ortaya çıkardılar. Bu kodlama sistemi, daha sonra tüm dünyada kabul gören Mors alfabesiydi. O yıllarda telgraf en gözde iletişim aracı oldu. İlk telgraf hattı ise 1843’te Washington ile Baltimore –  Maryland arasına çekildi.
***
Osmanlı devletinde ilk telgraf haberleşmesi Edirne – İstanbul arasında Kırım Savaşı sırasında 1855’te kullanıldı. Kısa sürede geniş imparatorluk topraklarında Avrupa’dan daha hızlı yayıldı.

İşte yaşamımıza birdenbire giriveren telgraf sistemindeki iletim hatlarını saymazsak, en önemli parçanın adı MANÜPLE idi. (Bu sözcük dilimize MANİPLE olarak da girdi.) Türkçede elle düzenlemek, ayarlamak anlamındaki bu teknik sözcük, Fransızca manipüler, “elle düzenlemek, ayarlamak” fiilinden alınmış ve Latince’den geçme “manipulus” , “ele sığan şey, avuç” sözcüğünden türetilmiştir. O da yine Latince kökenli “manuel-elle kumanda” kaynaklıdır. İşte bizim dilimize giren gerçek sözcük budur. Yani “avuç içine alınıp elle kumanda edilen“…

Bu kavram dilimize girdiği telgraf tekniğinde de tam böyledir. Telgrafın iletim hatlarından sonraki en önemli parçası olan maniple (doğrusu manüple) elektik devresini kısa ve uzun sürelerde keserek bir işaret dili yaratır. İşareti gönderen yandaki alet gibi, alıcı yanda da bunun karşılığı yani yine bir maniple vardır. Gönderici yan ne diyorsa, alan yan birebir aynısını alır. Aradaki en küçük hata, gönderilen metni-haberi-bilgiyi anlaşılmaz duruma getirir. Özetle, bilgiyi gönderen yanda üretilen metnin anlamında alıcı yanın bir elektromıknatıs görevi dışında en küçük katkısı yoktur. Gönderici yandaki görevli (operatör ya da manüplatör) avucunun içinde tuttuğu maniple ile karşı yanı bilgilendirmekte yani “avucunun içine alıp” (!) konuşturmaktadır. Olayın teknik boyutunu bilmeyen alıcı yandaki maniplenin bilgi ürettiğini sanmaktadır.

Günümüzde iletişim araçları olağanüstü değişikliklere uğradı. Artık telgrafı neredeyse kullanmıyoruz. Bu nedenle telgrafın tıkırtıları bizi uyarmıyor ve böylelikle manüple edildiğimizin “karşı yanın avucunun içinde olduğumuzun” farkında bile değiliz! Önceleri radyo, sonraları TV, giderek internet, Facebook, Twitter, Metaverse derken, artık büyük tekellerin avucunun içine hapsolduk. Papağan kadar bile özgürlüğümüz yok. Önceleri görece özgür olan yazılı basın (gazeteler) holding-banka-TV kanalı üçgeninin içine hapsolduktan sonra, gazetecilik mesleği de öldü ve adına “medya” denilen medyumluk (AS: kahinlik – önbilicilik) kavramını çağrıştırır oldu. TV kanallarında gözüken medyumlar bize giz (sır) alemlerinden haber vermek yerine, dünya egemenlerinin kulağımıza üflediklerini yinelememizi sağlayarak büyük başarı kazandıktan sonra, kullanılıp çöplüğe atıldılar.
***
Yazının en başında dediğimiz gibi manüple edilmek kavramındaki durum hafifletilerek “yönlendirme-etkileme” durumuna indirgendiğimiz için, bu bizi rahatsız etmiyor. Ama haberleşme tekniğindeki olağanüstü gelişme ile aynı anda milyonlarca insan binlerce km öteden avucunun içine aldığı insanları, kümeleri, örgütleri, hükümetleri kendi ağzından konuşturuyor. Siyasetten, ekonomiye, bilimsel gelişmelerden, eğitime, sağlığa dek her alanda gözümüze, kulağımıza sokulanları yineliyoruz. Yaratılan etki ve gürültü arasında maniple aletinin tıkırtısını duyamadığımız için, başkalarının düşüncesini kendi düşüncemiz gibi yineliyoruz ve üstelik aynı anda aynı “düşünce” ve sözleri çok kişi yinelediği için, “doğru ve çoğunluk kararı” olarak toplumun genelinin kabullenmesini bile isteyebiliyoruz!

Manüple aletini tarihin çöplüğüne atalı uzun zaman oldu. O halde manüplasyon da tarihin çöplüğündeki yerini alıp özgür akıl hükmünü yürütmeli.

Sizleri manüple etmemiş olmayı umarak, biraz olsun rahatsız etmiş olmayı dilerim.

Not : Yazıda aygıt adı “maniple“, yaratılan olay ise “manüple” olarak kullanılmıştır.

Kendini Var Eden Düzene Ters Düşen Bir Eğitim-Öğretim Sistemi : KÖY ENSTİTÜLERİ

Kendini Var Eden Düzene Ters Düşen Bir Eğitim-Öğretim Sistemi : KÖY ENSTİTÜLERİ

İsmet Taşkale, ismettaskale@gmail.com
Köy Enstitülü E. Öğretmen-Yazar

Bu satırların yazarı yüzde elli Köy Enstitülü, yüzde elli Öğretmen Okulludur. 1950 yılında girdi Köy Enstitüsüne, 1956’da mezun oldu Öğretmen Okulundan. Bu iki kurumda uygulanan eğitim-öğretim programları arasındaki ayırımları yaşayarak öğrenenlerden biri.

Unutmadan şunu söyleyeyim ki, Köy Enstitüleri köylerin kalkınması, canlanması, demokratikleşmesi ve buraların birer üretim merkezi olmasını amaç edinen okullar olmasının yanında, çok sıcak birer aile kurumlarıydı da. Öyle olmak zorundaydılar bir bakıma. Kendi köyü ile 900-1000 nüfuslu küçük ilçelerden başka yer görmemiş, ardında anne babayı bırakmış ve otlattığı 10-15 koyun ya da keçilerinden ayrılıp gelmiş 11-12 yaşındaki ana kuzularını ağlamaktan, sızlanmaktan, kaçmaktan ve olası bunalıma girmekten onları nasıl koruyabilir veya tutabilirdiniz buralarda? O nedenle bu okullar aynı zamanda anne babalar gibi öğrencilerine sevgiyle, şefkatle yaklaşan, tüm sorunlarıyla ilgilenen; saçlarını tarayan, düğmelerini ilikleyen, ellerinden tutan ve sık sık sabahın erken saatinde gözlerini açtıklarında başuçlarında bulunan değerli öğretmen, usta ve personelleriyle birer aile ortamı yarattılar.  Sevgi, saygı ve dayanışma üzerine kurulan bu ortam doğal olarak öğrencilerin okulda kalmalarını ve derslerde başarılı olmalarını sağlamıştır.

Köy Enstitüleri’nde her gün uyku saati dışında kalan, ara vermeden 15-16 saat süren çok hareketli bir yaşam vardı. Sabah kahvaltısını Enstitülerin merkezi konumundaki meydanda 15-20 dakikalık 750-800 öğrencinin birlikte oynadığı milli oyunlar izlerdi. Ardından günde 7 saat, yedi ders için sınıflara geçilirdi.

Gerçek eğitim-öğretim de son dersten sonra başlardı. Herkes bir yerlere koşardı. Çünkü Köy Enstitüleri’nde Öğrenci-öğretmen herkesin ilgisine yanıt veren çeşitli çalışma alanları vardı: Örneğin:

  1. Atölyeler : a. Marangoz, b. Demir ve c. İş.
  2. Salonlar : a. Resim, b. Müzik, c. Heykel,     d. güreş,     e. Öğrenci derneği,     f. Sinema.
  3. Oyun sahaları : a. Futbol,     b. Voleybol,       c. Basketbol,      d. tenis,      e. Kayak.
  4. Kooperatifçilik : a. Arıcılık,     b. Tavukçuluk,
  5. Odalar : a. Müzik,     b. Matematik,    c. Tiyatro,     d. Edebiyat,     e. Kitaplık.
  6. Laboratuvarlar :
  7. Fen bilimleri, (ben burada elektrik zili ile Mors alfabesini yazan makineyi yaptım, sınıf kapısında yıllarca bu zil kullanıldı)     b. Kimya,    c. Biyoloji gibi…

Görüldüğü üzere Köy Enstitüler öğrenci ve öğretmenlerin hem öğrenme ve hem kendilerini ifade etme alanlarıydı. Bu tür çalışmalar genelde saat 16:00’da başlar, 19:00’da son bulurdu. Akşam yemeğinden sonra saat 20:0021:30 arasında sınıflarda sınıf öğretmeni denetiminde “derslere hazırlanma” çalışmaları olurdu. Ardından yatakhanelere gidilirdi.

Hafta sonlarında da sinema, tiyatro izlenir; oyun karşılaşmaları yapılır, Köy Enstitülerini ziyaret eden yerli ve yabancılara müzik dinletileri ve ulusal oyun gösterileri sunulurdu.

Köy Enstitülerinde Öğrenci Derneği seçimi başlı başına bir demokrasi şöleni idi. Demokrasi GrubuDevrim Grubu, Ata Grubu gibi gruplar başkan ve üye adaylarıyla ortaya çıkarlar; okulun radyo yayın odasından kendilerinin ve programlarının tanıtımını yaparlar; yetmedi okulun her tarafını kendi reklam afişleriyle süslerlerdi. Yukaroda saydığım çalışma alanlarını gezerek gördükleri öğretmen, usta, personel ve öğrenciden oy isterlerdi. Oy günü izinler kalkardı. Herkes okulda olurdu. Heyecan zirve yapardı. Seçim sonuçlanıncaya kadar Enstitü Meydanı dolup taşardı. Sonuçların açıklanacağı sırada yaşam dururdu sanki. Dakikalar süren bir alkıştan sonra kazanan grubun başkanı okulun radyo yayın odasında bir teşekkür konuşması yapar, ilk toplantının gündemini, yerini ve zamanını belirtir ve herkesi toplantıya   davet ederdi.

İşte bu tür toplantılardan birine okul müdürü de katılmıştı. Ben de Öğrenci Derneği yönetim kurulu üyesi idim. Gündem üzerinde konuşmalar yapılırken söz alan bir öğrenci, “Ben Müdürümü çok seviyorum, fakat çok sık karşılaşmaktan da kaçınıyorum” dedi. Ben de “Kaçınmanın gerçek nedeni nedir?” diye sordum. O da “Müdürüm her seferinde saçımda, elbisemde ya da düğmelerimde bir kusur buluyor.” Şeklinde yanıtladı. Bunun üzerine söz alan Müdür Bey de “Bu eleştiriyi getireni yürekten kutluyorum. Şu an çok mutluyum. Çünkü bizim sizde görmek istediğimiz de, okulumuzun size vermek istediği de bu… Her koşul altında doğruyu söylemek, eleştiri yapmak güç ve güvenini kazanmak… Müdürünüz, öğretmeniniz olmanın ötesinde anneniz babanız gibi sizlerin görünümlerinizin de çok şık ve güzel olmasından da sorumluyum. Bu sizin geleceğiniz, başarılarınız için gerekli. Fakat öğrencimin bu uyarısından sonra daha az kusur bulmaya çalışacağım.” dedi ve alkışlandı Müdür Bey.

Böylesi sıcak ve özgür ortamlarda kafamızdan, yüreğimizden geçenleri; içimizden ve dışımızdan yapılan dürtüleri özgürce ve korkusuzca ifade etmekten kaçınılmazdı Köy Enstitülerinde. Yaşamda da bu niteliklerimizden dolayı düzenle hep çatıştık. Çatıştıkça da dışlandık. Dışlandıkça da Köy Enstitüleri’ne olan kızgınlıklar arttı. Hindistan, Pakistan, UNESCO, dünyada 20 büyük ülkeye danışmanlık yapan eğitim felsefecisi John Dewey, Fay Kirby ve daha niceleri yeni bir eğitim modeli olarak alkışladılar Köy Enstitülerini; fakat kapatılmalarının üzerinden 75 (1954’de kapatıldı, yani 64 yıl geçti/D.A.) yıl geçmesine karşın etki ve yankıları artarak süren bu özgün Türk ürünü  kurumları düzenin egemenleri kabullenemediler, içselleştiremediler.

 O nedenle 1954 yılında Köy Enstitülerinde on şiddetinde bir deprem oldu. Kapatıldılar. Adları, amaçları ve programlarında değişiklikler yapıldı. Yönetici ve öğretmenlerinin bazıları alındı. Yaparak, yaşayarak-iş içinde eğitim-öğretim yerine, ezberci eğitime dönüldü. Üretim için eğitim yerine tüketim öğretimi geldi. Laik ve demokratik eğitim-öğretim yerine ümmetçiliğe kapı aralandı. Akıl yerine Vahiy konulmaya başlandı.

Özet olarak felsefesini “Akıl, Vahiy’in önüne geçemez ve üstüne çıkamaz; akıl yok nakil var” düşüncesi üzerine kuran Gazali’nin artık takıldık peşine, gidiyoruz bir karanlığa, bir bilinmezliğe… Üstelik öğretmen, usta ve öğrenci eliyle yapılan, Cumhuriyet’in ve Tarih’in simgesi olan binaların kapılarına kilitler vuruldu. Enstitülerin bağ, bahçe ve park olarak kullandıkları yeşil alanlara modern söylemleriyle çok katlı ve kaloriferli binalar yapıldı.

Beceri ve yeteneklerin sergilendiği atölyeler, salonlar, laboratuvarlar, oyun sahaları, kooperatifler, odalar ve öğrenci dernekleri boşaltıldı. Tarım, demir ve ağaç işlerinde kullanılan tüm araç ve gereçler zaman içinde ya yok edildiler ya da çalışamaz hale getirildiler.

Sözün özü, açık ve net olan bir şey var ki, tüm bu yapılanlar çağdaş uygarlığı yakalamaya uğraşan bir büyük ulusa karşı işlenmiş acımasız bir kıyımdı. Bu kıyım, savunduklarını sandıkları “Milliyetçi ve Mukaddesatçı” düşünceyi de kemirmektedir…  (15.04.2018)
==================================
Dostlar,

Bir hazin öyküdür Köy Enstitülerinin kapatılması..
DP – Menderes’in ihanetinin üzerinden, 1954’ten bu yana 64 yıl geçti ve bizler hala bu efsane kurumları konuşuyor, arıyor ve özlüyoruz. Kapatanları kınıyoruz elbette. 1940-1954 arasında 21 Köy Enstitüsü 20 bini aşkın yurt aşığı köy öğretmeni yetiştirdi. Bu insanlar günümüzde tükenmek üzereler. Ancak her edimleriyle örnek ve ışık oldular yaşadıkları sürece..

Hasan Ali Yücelleri, İsmail Hakkı Tonguçları, Rauf İnan’ları engin bir şükranla anıyoruz.
Benzer bir eğitim sistemini 21. yy’ın gereklerine göre güncelleyerek ne yapıp edip yeniden yaşama katmalıyız. Bu kurumların düşünsel kökleri Mustafa Kemal ATATÜRK‘e uzanıyor. Ne demişti Kemal Paşa eğitim için :

  • Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.

Yazının yazarı Sn. İsmet Taşkale ve bizimle paylaşan dostumuz Sn. Duran Aydoğmuş’a teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile. 16 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com