Etiket arşivi: Hasan Âli Yücel

Aydın nefreti

Anasayfa - Prof. Dr. Can CEYLAN
Prof. Dr. Can CEYLAN
03 Ağustos 2023, Cumhuriyet

 

  • “Bir memleketteki azınlık, eğer menfaatini çoğunluğun cehaletinde ararsa umumi felaket muhakkaktır.” Atatürk, 1923

Kurtuluş ve Kuruluş yıllarında, okulu olan köylerin parmakla gösterildiği, nüfusun %90’dan çoğunun okuma-yazma bilmediği bir coğrafyadan bugünlere geldik.

Gönül, okul sayısının artması, eğitimin yaygınlaşması ve aydınlarımızın çoğalması ile hedeflenen noktaların daha da ötesinde olduğumuzu söyleyebilmeyi çok isterdi.

Ancak, nicelik nitelikle birleşmediğinde, kötücül odakların sinsi planları devrede olduğunda; bunun olası olmadığını deneyimlemek suretiyle (yoluyla) bugünleri görme gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Başa dönecek olursak; söz konusu yıllarda ülkenin kalkınabilmesi için, öncelikle cehalet ve eğitimsizliğe karşı savaşım verilmesi yadsınamaz bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştı.

CEHALETLE SAVAŞ

Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet henüz ilan edilmemişken 1921’de Ankara’da “Maarif Kongresi” düzenlemesi de bu eksikliğin bir an önce giderilmesi kaygısından kaynaklanıyordu. Osmanlı döneminde yüz yıllarca, padişaha kulluk ederek yaşamaya alışan ya da alıştırılan kuşakların, eğitimli bireyler durumuna getirilmesi, günümüz koşullarına göre kuşkusuz çok daha zordu. Kaldı ki; kısıtlı eğitimin toplumun dinsel ögelere dayalı, evrensel değerlerden uzak medrese eğitimi ile veriliyor olması, halkın prangalarından kurtulması için gerekli çağdaş eğitim atılımını daha da çetrefilli bir çembere sokuyordu.

Koşullar ne denli zor olursa olsun, bu açmaz; en yakın dava-silah arkadaşlarının bile, Kurtuluş için manda altına girmekten başka seçenek olmadığını düşündüğü zor yıllarda, bunu Sivas Kongresi’nde kesin bir dille reddeden Mustafa Kemal gibi bir deha için olanaksız değildi. Bu çerçevede “Tevhidi Tedrisat Kanunu”, Dil Devrimi, medreselerin, tekke-türbe ve zaviyelerin kapatılması; Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Âli Yücel gibi öncü eğitim neferleri; yurt dışından getirilen Prof. Kühne, Prof. Malche gibi eğitim danışmanları, millet mektepleri, halk odaları, Halkevleri ve sonrasında açılan Köy Enstitüleri; hep halkı, kitlendiği çağdışı çıkmazlardan kurtararak çağdaş düzeylere getirme çabalarının sonucu olarak yaşama geçirilmişti.

Öyleyse, bu denli önemli eğitim devrimleri ile üst düzeylere getirilen ülke ve toplum, nasıl oldu da günümüzde, en az baştaki karanlık yıllar ölçüsünde olumsuz noktalara sürüklendi. Gerçekte geçmişte de çağdaş eğitim modelleri; “fuhuş yuvası olma”, “kökü dışarıda olma” gibi us dışı suçlamalarla, dinsel ögelere dayalı, evrensel ilkelerden uzak medrese modellerine geri dönülmesi, kız çocuklarının eğitim kulvarında (yolağında) yer almaması biçiminde gerici yaklaşımlarla sekteye uğratılmaya çalışılmış ve bunda da büyük ölçüde başarılı olunmuştu.

Aydınlarımız, gazetecilerimiz, akademisyenlerimiz, öğretmenlerimiz bu süreçte kimi zaman sürgün yiyerek, meslekten çıkarılarak, darbeci-terörist yaftası yiyerek, mahkeme kapılarında aklanmaya çalışarak, cezaevlerinde gün sayarak ve kimi zaman da yurtsever duruşlarının bedelini canları ile ödeyerek bu suçlama ve saldırılardan paylarını almışlardır.

Geldiğimiz son noktada, siyasal parti önderlerinin anti-demokratik (demokrasi karşıtı) yaklaşımları, Kuruluş ilkelerinden uzaklaşılması, siyasal kadrolara gerçek yurtsever aydınlar yerine, önemli ölçüde aydın kisvesine bürünmüş, koltuk ve çıkar peşinde koşan parti yöneticileri ve milletvekillerinin dadanması; toplumsal yozlaşmanın doğruya evrilmesinin ve düze çıkılmasının önünde, örseleyici engeller olarak tüm çıplaklığıyla durmaktadır.

Yarın 23 Nisan!

Hikmet Altınkaynak

Geçen cumartesi Köy Enstitülerinin kuruluşunun 81. yıldönümü kutlandı. Gazetemizin “Olaylar  ve Görüşler” sayfasında da bu konuyu Mustafa Gazalcı, Erdal Atıcı, Hadi Olcay Taşlı, Hilmi Taşkın, aydınlatıcı yazılarıyla ele aldılar, okumuşsunuzdur. Ellerine, yüreklerine sağlık. (Kutlama bu gün de Cumhuriyet Kitap’ta var.)

Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı, yazar Erdal Atıcı’nın yazısı birinci sayfadan “79 yıllık fotoğrafın hikâyesi” başlığıyla öne çıkıyordu. Çünkü Enstitü tarihinde çok önemli bir belgeydi. Atıcı’nın aktardığı fotoğraf ve anlattığı hikâye de Köy Enstitülerinin önemini canlı tanıklarıyla, görsel olarak da gündeme taşıyordu. Çok sevdim.

Bu fotoğraf, 17 Nisan 1942’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde öğrenci Aşir Bölük tarafından çekilmiş. Fotoğrafta kutlama için Enstitüye gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ile okul müdürü Hürrem Arman var. Fotoğrafı çekenin kardeşi, 13 yaşındaki Meliha Bölük, konuklar için yazdığı şiiri defterinden okuyor. Her iki kardeş de yıllarca öğretmenlik yapmışlar, ikisi de 90’ı aşan yaşta, yaşıyorlar.

İşte bu fotoğrafın/hikâyenin ortaya koyduğu gerçek eğitime, kız öğrencilere, sanata, edebiyata, kültüre önem veren bir anlayışın öğrenciden cumhurbaşkanına kadar içtenlikli/yücegönüllü tablosuydu, Cumhuriyet yönetiminin başarısıydı ve Mustafa Kemal Atatürk’ün mucizesiydi…

Hasan Âli Yücel

Cumhuriyet yönetiminin efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel şairdi, yazardı, dilciydi, eğitimciydi, felsefe öğretmeniydi. Alev Coşkun’un bir kitabına verdiği adla “Aydınlanmanın Devrimcisi”ydi.

Yücel, Köy Enstitülerini kuran Bakandı. Atatürk’ün yaptığı devrimlerin kökleşmesini, kurumsallaşmasını sağlamak için uğraştı. Eğitimde, üniversitede reformun, “Anadolu  Rönesansı” nın mimarıydı.

  • Dünya klasiklerini Türkçeye kazandırandı.
  • Türkiye O’nun çabalarıyla UNESCO’ya üye oldu.

Yarın kutlayacağımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için “23 Nisan” şiirini yazandı:

Yirmi üç Nisan…
Yurdu koruyan
Yarını kuran
Sen ol çocuğum!..

Eskiyi unut,
Yeni yolu tut.
Türklüğe umut
Sen ol çocuğum!..

Bizi Kurtaran
Öndere inan.
Sözünü tutan
Sen ol çocuğum!..

Küçücüksün bugün,
Yarın büyürsün.
Her işte üstün
Sen ol çocuğum!..

Çalışıp öğren;
Her şeyi bilen,
Yurduna güven
Sen ol çocuğum!”

TBMM’nin açılışı

  • TBMM, 23 Nisan 1920’de, 101 yıl önce Milli Mücadele sırasında açıldı ve babadan oğula geçen 700 yıllık Osmanlı hanedanlığı, tarih sahnesinden silindi.

Ardından 29 Ekim 1923’te “Cumhuriyet” ilan edildi ve TBMM ilk cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü seçti. Böylece,

  • 23 Nisan hem ulusal egemenliğin tek kişiden millete geçmesinin hem de yıllardır savaş yüzünden kimsesiz kalan çocuklarımızın bayramı oldu.

Cumhuriyet, henüz ilan edilmeden Mustafa Kemal, 2 Kasım 1922’de Petit Parisien muhabirine “Yeni Türkiye’nin Eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur” demecini verdi. (Atatürk, Söylev ve Demeçler, c.3, s 50-51, TTK Yayınları, 1954)

Bir yıl sonra, 17 Şubat 1923’te de İzmir İktisat Kongresi’ni açarken Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuşu şu sözlerle açıkladı:

  • “…Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı devletinin öldüğünü idrak ve ifade eden ve onun yerine yeni Türkiye Devleti’nin kaim olduğunu ilan eyleyen bir kanundur ve bu devletin hayatının bilakaydüşart hâkimiyetin milletin uhdesinde kalmasiyle mümkün olacağını ifade eden bir kanundur.” (Atatürk, Söylev ve Demeçleri C.2, s.106, 1952)

Ama hâlâ Osmanlı Devleti’nin öldüğüne inanmayan, dogmatik uykusunda uyuyanlar var!?

Bir de şimdi Söylev’i (Nutuk) yasaklama cüreti gösterenler çıktı! Tam bir kâbus!

İşte bu bayram, ulusal egemenliğin tek kişinin değil milletin olduğunu belgeleyen bir bayram.

İşte bu bayram, çocukların geleceğimiz demek olduğunu, onlara verilen değeri gösteren bir bayram.

Hangi ülkenin böylesine güzel, bir günde yaşadığı çifte bir bayramı var ki?

Bayramımız hepimize kutlu olsun!

Can Yücel : Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim

ŞİİR KÖŞESİ…

Şiiri pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız..

Babası Hasal Âli Yücel ve Can Yücel’in fotoğraflarıyla…

Hayatta_ben_en_cok_babami_sevdim

Dr. Ahmet SALTIK

Böyle Yaşayanlar Ölmez ki!

Böyle Yaşayanlar Ölmez ki!

Lütfiye Özduygu

Anadolu bozkırından, Çorum’un bir köyünden Hasanoğlan’a öğrenci olarak gelen Ali Çuhadar, köyünden okula yeni gelmiş.

Öğretmeni O’na basımevinin sobasını yakma görevi vermiş. Yakıt kömürdür. Ali, köyünde tezek, odun yakardı. Kömürü öğretmeni anlatmıştı ama, nasıl yakılacağını bilmiyordu.

İşin acemisi çocuk, kömürü sobaya doldurur, altından kibriti çakar, kömür bir türlü yanmaz. Bir kutu kibrit biter, ama çocuk sobayı yakamaz. Odada bulunan orta yaşlı bir adam küçük Ali’yi izlemektedir.

“Oğlum, sobayı yakamadın. Beraber yakalım mı?”

Ali, soba yakma işini kendisine görev olarak veren öğretmenine mahçup olmamalıydı. Odadaki adamın önerisi canına minnet oldu. Kömürü birlikte boşalttılar.

“Bak oğlum, şu köşede tahta parçaları var, onları getir. Orada keser var, onu da getir.”

İstenenleri getirdim. Tahtaları birlikte kırdık. Sobaya yerleştirdik. Aralarına kağıt koyduk.

Haydi şimdi yak, dedi. Verdiği kibriti çaktım, kağıtlar anında tutuştu.

“Nerelisin?”
“Çorumluyum, amca.”
“Kızlar da geldi mi?”
“Gelmedi amca.”

Odunlar iyice tutuştu. Soba küreğini aldı, gözüme bakarak bir kürek kömürü sobaya koydu. Beklerken, bana okula ve bana dair başka sorular da sordu.

“Haydi, bir kürek de sen at bakalım..” dedi.

Soba yanmıştı. Bana yardım eden amca artık gitse, iyi olur, diye düşünüyordum. Tam o sırada, bana görev veren öğretmenim içeri geldi. Amcayı görünce hemen hazır ola geçti. Şaşırdım kaldım doğrusu.

Amca “Allaha ısmarladık! ” diyerek elimi sıktı. O, daha pek uzaklaşmadan öğretmenimin ceketini tuttum, yavaşça:

“Bu amca kim?” diye sordum.

Hasan Ali Yücel, oğlum, Milli Eğitim Bakanımız. Okulumuzu ziyarete gelmiş.

Kibirsiz, alçak gönüllü, davranışları içten adam işte böyle olur. Tam bir halk adamıydı Yücel, baba adamdı.

Bu olayı, anlatan ve anlatırken de bizzat yaşayan Mehmet Şener, Yücel’e ilişkin konuşmasını şöyle sürdürdü :

Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel, Aksu’ya da geldi. Okulu gezip görmesi bittikten, gerekli denetimleri tamamladıktan sonra, bizleri idare binasının önünde topladılar.

Hepimize hitaben güzel bir konuşma yaptı. Çeşitli nasihatlerde bulundu, bilgece sözler söyledi.

Ayrılmadan önce bize son sözü şu oldu:

  • “Hedef güneşe varmak değil, güneş olmak.”

Kendisi güneş olmuş, bizlere de güneş olmayı hedef göstermişti, aydınlık insan Hasan Ali Yücel...

Böyle Yaşayanlar Ölmez ki!
=================================
Dostlar,

ATATÜRK Cumhuriyeti’nin AYDINLANMA savaşımının en temel kurumlarından biri, kuşku yok Köy Enstitüleri idi..

Mustafa Kemal Paşa yaşamdayken 1936’larda tasarlanmış ve 1940’ta, 2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşının kıtlığında – yokluğunda yaşama geçirilmeye başlanmıştı. İsmet Paşa Cumhurbaşkanı idi, Hasan Ali Yücel’i bu proje için Milli Eğitim Bakanlığına getirmişti ve yaklaşık 8 yıl o görevde tutmuştu. İsmail Hakkı Tonguç ise, Yücel’in sağ kolu olarak İlköğretim Genel Müdürü idi ve Köy Enstitüleri’nin her şeyinden sorumlu idi..

COVID-19 salgını nedeniyle bu yaşamsal konu gündemde hak ettiği yeri bulamadı.. Oysa kuruluşlarının 80. yılı idi 2020; DP – Menderes hükümetince 1954’te kapatılışlarının ise 66. yılı..

Bu kurumlar yaşatılabilseydi, günümüzde Türkiye şimdiki bataklığın içinde olmayacaktı. Belki de İtalya düzeyinde kalkınmış, gelişmiş olacaktı..

Dünyada örneği olmayan bu özgün, benzersiz AYDINLANMA tasarımını boğanları tarih ve insanlık vicdanı asla bağışlamayacaktır..

  • Suçlunun adı, DP (Demokrat Parti) hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes’tir

Not : Bu yazıyı bize ulaştıran çok değerli dostumuz eğitimci – yazar, şair Sn. Mustafa AYDINLI‘ya şükranlarımızı sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 13 Nisan 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kuruluşunun 80. yılında yaşayan efsane: Köy Enstitüleri

Kuruluşunun 80. yılında yaşayan efsane: Köy Enstitüleri

Ayşe Gülsün Bilgehan kimdir? - Yeni Akit Gazetesi

Gülsün Bilgehan
İnönü Vakfı Başkan Yardımcısı
18 Nisan 2020, Cumhuriyet

2020 yılında koronavirüs salgını dünyaya ilim ve bilime olan gereksinimin önemini tekrar hatırlattı. Her şeyi yeniden düşünüp geçmişten ders almanın tam zamanı.

Bundan tam bir yıl önce, Köy Enstitülerinin kuruluşunun 79. yıldönümü etkinliği, eğitimci-müfettiş Mehmet Ayhan’ın girişimi ile Pembe Köşk’te yapıldı.

“Atomu parçalamaktan zor olan halkın aydınlatılmasını ve geliştirilmesini amaçlayan bu kurumların yaşama geçirilmesinde, eğitime, sanata yönelik tutum ve davranışıyla 1. derecede yetkili ve etkili 2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün bıraktığı canlı kültür ortamında, yaşadığı evde ve piyanosu başında, ona saygı ve şükranlarımızı sunmak içindir” diye açıklamıştı günün programını Ayhan. 80. yılda buluşmak üzere sözleşirken, dünyayı kasıp kavuracak bir virüsün tüm yaşamları vuracağını kimse bilmiyordu.

Halk imecesi katkısı

1939 yılının son günlerinde, Türkiye yine büyük bir doğal felaket yaşamıştı. Erzincan depreminde 16 bin can kaybı vardı. Diğer yandan dünya yeni bir büyük savaşın içine girmişti. 17 Nisan 1940 Çarşamba günü, 429 kişilik TBMM’den 287 milletvekilinin oyları ile kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası bu zor koşullarda hazırlanmıştı.

Atatürk’ün direktifleri ile köylere hizmet götürmek için 1936’da başlatılan Köy Enstitüleri hareketi, ülkenin o günkü gerçeklerinden ve gereksinmelerinden yola çıkılarak, kendi yönetici ve eğitimcilerimizce, öğretmen öğrenci katılımı ve halk imecesi katkısıyla, kalkınmayı ve demokratikleşmeyi destekleyici yerli bir eğitim düzenlemesiydi. Yasa tasarısı İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in gayretleriyle hazırlanmış, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün büyük desteği ile güç kazanmıştı. Tonguç, “O’nun konuyu benimsemesi, desteklemesi, siyasal ağırlığını koyması, tarihsel bir önem taşıyordu. Bu olmadan Köy Enstitülerini, ilköğretim atılımını gerçekleştirmek söz konusu olamazdı.” diyordu. Erdal İnönü, “babasının Köy Enstitüsü raporunu günlerce yanında taşıdığını, tekrar tekrar incelediğini” anlatacaktı.

‘Kamuoyunda bir değer’

“İyi niyetli, maksadı belli olan bir eğitim yasasına kimsenin karşı çıkmayacağını sanmıştım. Ama akşam sofrada Yücel’den duyduk ki bazı milletvekilleri yasanın uygulama planına itirazlar yöneltmişler. Bu eleştirileri değerlendirirken Yücel’in de babamın da vardıkları ortak kanı, bu itirazları yapanların aslında büyük bir vatandaş kitlesinin okumasını, aydınlanmasını istemedikleri şeklinde idi. ‘Asıl engel yine aydınlardan geliyor’ demişti babam ve ben bu söze çok şaşırmıştım. ‘Aydın olur da halkının iyiliğini istemez mi?’ diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Sonradan çıkar çatışmalarının çeşitli etkilerini gördükçe bu şaşkınlığım geçti ve eğitimcilerimizin hangi zorluklarla karşı karşıya olduğunu daha iyi anladım” diye yazacaktı yıllar sonra anılarında.

İnönü, tarihten edindiği deneyimlerle, sürecin ne kadar acil olduğunu görüyordu. İki yıl sonra Tonguç’a: “Köy Enstitülerinin sayısı neden 25’e kadar çıkarılıp orada kalacak?” diye sordu. “Enstitü sayısını 60’a çıkarmak gereklidir. Buralarda bir kısım öğrenciler tarımcı olarak yetiştirilmelidir. Para sorunu diye bir şey ileri sürme” dedi ve en çok önem verdiği konuyu belirtti: “Köy kızlarını, köy kadınını işte bu feci durumdan kurtarmak için haysiyetli insanlar olarak yetiştirmemiz lazım. Bu kızları çok tutacağız gerekirse. Cumhuriyet kızları gibi özel bir ad vererek onları kamuoyunda bir değer durumuna sokmaya çalışacağız.”

‘Bir iz, bir söz’

Cumhurbaşkanı İnönü, özellikle Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne eşi Mevhibe Hanım ve kızı Özden’le birlikte gidiyordu. “İnönü’nün konukluğu, Enstitülere büyük bir zenginlik katar, gittiği her Enstitüde bir iz, bir söz bırakırdı. Bu zengin görünümün bir yanı, devletçe bize önem verildiğini yansıtan bir güven yaratmasıydı. Bunu duyumsamak biz öğrencilerin yurt ve ulus sevgimizi kamçılar, gururlanırdık” diye anlatıyor Aksu ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu Pakize Türkoğlu. “O yıllarda gerek İnönü’nün, gerek öteki büyük adamların eşlerinin hali tavrı da başkaydı. Bu bizim çok ilgimizi çekerdi kız öğrenciler olarak. Giyim kuşamlarında bile başkalık vardı. Devlet büyüğü eşi olduklarını yansıtan bir tavır içinde olurlar, şapkalarıyla, taranmış açık başlarıyla eşlerinin yanında saygıyla yer alırlardı.

Özellikle Mevhibe Hanım, modernlikle kendi kültürümüzün bireşimini kişiliğinde olduğu kadar, giyim kuşamıyla da yansıtan bir örnekti. Eğitmenler, öğretmenler, öğrenciler enstitülerde canla başla, şevkle çalışıyorlardı. O günleri unutmadılar: “Genç, yaşlı, kadın ve erkek profesörlerin, doçentlerin, ses telleri kıymetli şan ustalarının, piyanistlerin, tiyatrocuların, bilim kültür ve sanat insanlarının, değerli eğitimcilerin, karda kışta, Hasanoğlan kırına nasıl koştuklarını hâlâ konuşuruz arkadaşlarımızla.” Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet tarihinin görevde en uzun süre kalan Milli Eğitim Bakanı oldu (1938-1946). İsmail Hakkı Tonguç, 11 yıl boyunca bütün Türkiye’yi gezdi.

En büyük pişmanlığının, İnönü’nün enstitülerin çoğaltılması ve tarımcı yetiştirilmesi konusundaki beklentisini karşılayamamak olduğunu söyleyecekti: “Bir süre sonra, Yücel’le birlikte, İnönü’ye işin ne yazık ki olamayacağını bildirmek zorunda kaldık. İnönü’nün yanıtını yaşamım boyunca unutmadım: İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı kaçırıyorsunuz!”

İlk kurban Köy Enstitüleri

Sıcak savaş bitmiş, Soğuk Savaş başlamıştı. CHP içindeki fikir ayrılıkları özellikle Toprak Reformu görüşmelerinde belirginleşmişti. Bu sıralarda Stalin liderliğindeki Sovyet Rusya’nın Boğazlar üzerinde egemenlik hakkı istemesi ve doğu sınırımızdan toprak talepleri eğitim çabalarının sürdürülebilmesi için gerekli ortamı değiştirmişti. Erdal İnönü’ye göre: “Köy okullarının yapımında köylülerin bazı yerlerde zorla çalıştırılmış olmaları, Köy Enstitülerinde verilen kültürün evrensel ve hümanist karakterinin yadırganması, solculuk hatta komünistlik suçlamaları, hepsi bir araya gelince çok partili rejimin ilk kurbanlarından biri Köy Enstitüleri oldu.”

Ders alma zamanı

İsmet İnönü de, yıllar sonra, gazeteci Mustafa Ekmekçi’ye, “Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi ve sevgilisi” diye nitelediği Köy Enstitüleri konusunda şunları söylemişti: “Ben Köy Enstitüsü düşününe inanmışımdır. İnanmış bir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben gücüme göre, gücümün var olduğu yerde, gücümü gösterebilirim. Ben dâhi değilim, gücümle, deneyimimle, ülke çıkarlarını en üst düzeyde tutarak sorunlara çözüm bulurum.

Köy Enstitüsü konusu da böyle olmuştur. Benim gücüm o zaman nereden geliyordu? Partiden, parti meclis grubundan. Bu konuda, tüm organlarda gücümü yitirmiştim. Ordunun üst kademesinde de huzursuzluk başlamış, onun için bir süre, bu konuda en çok saldırıya uğrayan, Yücel’le Tonguç’u, onların da gönlünü alarak, bir süre için bu şimşekleri bu olay üzerinden uzaklaştırmak istedim. Fakat sonradan demokratik hareketler de başlatılınca, olaylar öyle gelişti ki, kendi akımında yürüdü ve bir an geldi ki artık Köy Enstitülerini eski gücüyle, eski ruhuyla sürdürmek olanakları benim elimden çıktı. Bugün, şimdi yeniden bu kurumları, daha gelişmiş, aradan geçen zaman içinde, daha bugüne uygun bir biçimde kurmak için hep birlikte çalışacağız.” Kim bilir, belki de o gün gelmiştir!

  • 2020 yılında koronavirüs salgını dünyaya ilim ve bilime olan gereksinimin önemini tekrar hatırlattı.
  • Her şeyi yeniden düşünüp geçmişten ders almanın tam zamanı.

Köy Enstitüleri: Bilginin üretim hali!

Köy Enstitüleri: Bilginin üretim hali!

Mustafa Balbay

KÖY ENSTİTÜLERİNİ KİM KAPATTIRDI ??

KÖY ENSTİTÜLERİNİ KİM KAPATTIRDI??

17 Nisan 2017’de sitemizde yayınladığımız aşağıdaki dosyayı, önemi ve güncelliği nedeniyle, hoşgörünüzle, yineliyoruz… 16 Nisan halkoylamasının sonucunu tersine çeviren YSK’ya 1 yıl sonraki çağrımız da bu yazının altında..
Dr. Ahmet Saltık, 17 Nisan 2018
================================================

(AS : Bizim katkımız ve YSK’nın yok hükmündeki halkoylaması kararı ile bağlayışımız
yazının sonundadır.. Okunmasını dileriz..)

Sevgi ve saygı ile. 17 Nisan 2017, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net  profsaltik@gmail.com
=====================================
Sevgili Dostlar,

Bilindiği gibi Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve
3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tümüyle Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini
28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali YÜCEL ve Genel Md.
İsmail Hakkı TONGUÇ yönetmişlerdi. Kapatıldığı 1954 yılına dek Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek, toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Bütün -7 bölgede 21 okul- 1954’te kapatılarak “İş için, iş içinde eğitim” uygulamasına son verildi.
Kapatılmasında suçlanan(lar) İnönü / ağalık (aşiret) düzeni deniyor?!

Dr. Mehmet UHRİ’nin Köy Enstitüleri hakkında aşağıdaki aktardıkları okumaya değer.
Konu, Köy Enstitüleri ne idi ne değildi, niçin kurulmuştu, kimler niçin kapattırdı?
Bu konuda ne yazık ki o okullardan mezun olan öğretmenler bile ikiye bölünmüşlerdir.
Bir yan diyor ki ;

“Köy Enstitülerini OY uğruna Cumhurbaşkanı İsmet İnönü kapattırdı,
engel olabilirdi ama olmadı.”
* Öteki yan ise; “OY uğruna Demokrat Parti-Başbakan Menderes- kapattırdı.”

Köy Enstitüleri hakkında kitap yazanlar, kitaplarında ve benim konuştuklarım aynı savdalar.
Ben şunu merak ediyorum : Yıllardır hepimiz biliyoruz ki, TBMM’den çıkıp yayımlanmak üzere (AS: “üzre” değil!) Cumhurbaşkanına giden yasaları VETO etme hakkı yalnızca 1 kezdir. Vetolu yasa TBMM’ne iade edilip aynı biçimde tekrar Köşke (AS : şimdilerde Saray’a!) gönderildiğinde 2. kez veto hakkı olmadığı için, yanlış ve yararsız da bulsa C. Başkanı
aynı yasayı onaylamak zorundadır. Resmi gazetede yayınmlanıp yürürlüğe girmektedir.
(AS: 1940’larda 1924 Anayasası yürürlükte idi).

İşte bu usule dayanarak diyorum ki; acaba 1940’larda KÖY ENSTİTÜLERİni kapatma yasası ilk kez kendine geldiğinde VETO edip, 2. kez geldiğinde ONAYlamak zorunda mı idi Cumhurbaşkanı İnönü? Bunu bilen varsa lütfen açıklayabilir mi? Aşağıdaki yazışmalar
çok önemlidir. Bu konudaki yazışmalar daha uzun idi. Ben en önemlisini paylaşıyorum sizinle.

Saygılarımla. 21.01.2014
Duran Aydoğmuş
===============================
18 Ocak 2014 23:11 Cumartesi Ziran ÇELİK <zirancelik@……….> şöyle yazdı:

VUR ABALININ SIRTINA, VUR CHP’NİN GEÇMİŞİNE.

SEVGİLERLE

Köy Enstitülerini İnönü kapattırdı diyenlere…!


1- 
“KÖY ENSTİTÜLERİNİ BEN KAPATTIRDIM.. KİNYAS KARTAL”
YORUMSUZ..
Köy Enstitüleri neden kapatıldı? CEVAP, kapattıranlardan biri,
(KİNYAS KARTAL)’DAN GELİYOR.
.”Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200’e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar.” Kinyas Kartal  Bir gazete yazarının dönemin Van milletvekili Kinyas KARTAL ile yaptığı bir röportaj :***
 Köy enstitüleri KOMÜNİST YETİŞTİRDİĞİ için mi kapatıldı?

– 
HAYIR. Beni babam MOSKOVA ÜNİVERSİTESİ’NDE OKUTTU komünizmin ne olduğunu ben gayet iyi biliyorum. Köy enstitülerinde komünizmi bilen kimse yoktu.– Peki, KARMA EĞİTİMDEN dolayı mı kapatıldı?
– HAYIR. Bu da değil bütün dünyada okullar karma eğitim kız – erkek birlikte okuyor.
– Peki ya neden?
– Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200’e yakın köyüm var.

Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar. Evlenecek, boşanacak, askere gidecek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı. Ama Köy Enstitüleri açıldıktan sonra 5 köyüme KÖY ENSTİTÜSÜ MEZUNU GELDİ ve bu köylerden artık KİMSE BANA GELİP DANIŞMAMAYA BAŞLADI. Ben düşündüm 200 köyümün hepsine köy enstitüsü mezunu  gelirse BENİM AĞALIĞIM NE OLUR, SIFIRA DÜŞER!

Böyleyse benim harekete geçmem  gerekir dedim ve DOĞUDAKİ BÜTÜN AĞALARA telefon ettim onları topladım. Bir de Batı’dan buldum ESKİŞEHİR’den EMİN SAZAK. Sonra MENDERES’LE PAZARLIĞA GİTTİK. (Yıl 1950 seçimlerin olacağı zaman) Dedik ki;

“Köy Enstitülerini KAPATIRSAN şu gördüğün doğudaki tüm toprak ağaları ve batıdan Emin Sazak’ın oyları sana. KAPATMAZSAN OY YOK” ve Menderes’te 1950’de iktidara gelir gelmez köy enstitülerinin temelini sarsmaya başladı.
*****
Demokrat Parti iktidara geldikten sonra 27 OCAK 1954’te çıkarılan kanunla KÖY ENSTİTÜLERİ KAPATILARAK günümüze ve geleceğe ışık saçacak güneşimiz resmen batırıldı. 

KÖY ENSTİTÜLERİ KAPATILMASAYDI;

– Fırsat ve olanak eşitliği sağlanırdı.
– Ezberleyen öğrenci değil de okuyan, üreten, düşünen öğrenciler başarılı olurdu.
Öğrenciler okullarına cep harçlıklarıyla değil emekleriyle “katkı” yaparlardı.
– Demokrasi yalnızxa kitaplardaki tanımlarda değil yaşamın ta içinde olurdu.
– Daha nitelikli öğretmenler yetişirdi.
– Öğrenciler verilenle yetinmez, araştırır, bulur ve tartışırlardı.
– Boş zamanlarını MÜZİK DİNLEYEREK DEĞİL ENSTRÜMAN ÇALARAK;
takım fanatikliği ile değil spor yaparak değerlendirirlerdi.

Biz şu an yalnızca matematik problemlerini hızlı çözen çocuklar yetiştiriyoruz.
Hepsi bu. Ötesi yok…

  • “Köy Enstitülerinin bütün günahı omuzlarıma, sevabı başkalarına olsun.
    O kurumların günahı bile bana yeter.”

Hasan Ali Yücel
Maarif Vekili
========================================
2 – ZEYTİNİN TERİ (Bir Köy Enstitüsü öyküsü)  

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde.  Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye kadar gidebilmiştik.

Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. “Motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden”
söz etti. Bir süre daha bakındı. Sonra “buldum galiba” diye haykırdı.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. 
Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur.
O takdirde döşemelerin ıslak olmalı.”
 dedi.

Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü.
Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor, eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu.  Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca. Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
– Doktor musun?
– Evet.
– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep birlikte Hüseyin amcanın evinde yaşamı öğrendik ve öğretmen olup yaşamı öğrettik çocuklara.
– Yani elinizden çok iş geliyor.
– Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı.  Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.

– Zeytinin hikmetini bilir misin?  Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsınız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
– Nasıl yani?
– İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup; Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp, yağını çıkarıp, posasını da sabun yapıyoruz.
– Yani heba olup gidiyor.
– Bir kısmını sofralık ayırıyor, selede tuza yatırıp, acı suyunu atmasını, buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. 

İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz?  Okullarda okutup okutup, yaşama hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
 – “Sizin Köy Enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi?” diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
– Hurma Zeytini’ni bilir misin?
– Bilmem. Hiç duymadım.
– Egenin kimi yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl Kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar, zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
– Eeee.
– Köy Enstitüleri de böyleydi.  Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de öte insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı insanı. Yaşama hazırlıyorlardı. Bugün olduğu gibi, doğdukları yere, özlerine, birbirlerine yabancılaşacakları, geri dönmeyecekleri bilinmezlere dağıtılıp, koparılıp, kaybedilmiyorlardı.
– Sustuğumu görünce, Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.
– “İşte bu yüzden, Öğrendiklerimin Zekatını Vermek, Zeytinin Terini Hatırlatmak için buradayım doktorcuğum, unutulsun istemiyorum.” dedi.
 
Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık.
Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

Dr. Mehmet Uhri

Not : Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve Köy Enstitülerine
emek verenlerin anısına, toprak olanlarının da..
======================================
Dostlar,

Köy Enstitülerinin kuruluşu 17 Nisan 1940 idi.. Aradan 77 yıl geçmiş..
Kapatıldıklarında 14. yılında idiler, yıl 1954 idi.
Açanlara selam olsun.. Büyük ATATÜRK düşünsel temellerini atmıştı.
İsmet İNÖNÜ Cumhurbaşkanı ve Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı iken bu dev proje gerçekleştirildi ve 14 yıl yaşatıldı. Dünyaya örnek oldu.. Demokrat geçinen bir parti, adı Demokrat Parti olan bir parti tek başına iktidarda idi. İsmet İNÖNÜ ve CHP ülkemizi çok partili yaşama geçirmiş, DP 14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidar olmuştu. Karşıdevrim başlatmış, hemen Ezanı Arapçaya döndürmüş, Anayasanın dilini eskiye çevirmiş, Halkevlerini ve Halk Odalarını kapatmıştı.. 1954’e gelindiğinde ise Van Milletvekili
Köy ağası Kinyas Kartal‘ın insan olanı utandıran Meclis konuşmasının ardından
Köy Enstitülerini de kapatmıştı!

Kinyas Kartal köylülerin kendi marabası (toprak kölesi) olarak kalmasını istiyordu!
Yani “feodal köleci” idi.. Oysa Kölelik ABD’de çoooooooooook  kanlı içsavaş sonrası Başkan Abraham Lincoln’ün de yaşamına mal olarak 1865’te kaldırılmıştı. Birleşmiş Milletler ise 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile köleliği kaldırmıştı.

  • Demokrat Parti iktidarı ve Başbakan Adnan Menderes, KÖY ENSTİTÜLERİ gibi
    kırsal kalkınma – Aydınlanmada bir mücevher pırıltısı saçan güzelim okulları kapattılar..

Kapatılmasa idiler, belki de günümüzde “AKP gibi bir parti” ülkemizde kurulmayacaktı!?
Köy Enstitülüleri kapatılmasaydı Türkiye dün, 16 Nisan 2017’de olduğu gibi
demokrasiyi yok etmeyi hedefleyen akıl dışı bir halkoylamasına sürüklenip mahkum edilebilir miydi?

  • Dünkü halkoylamasında Türkiye demokrasisini katleden EVET oylarını kullananlar, 
    Köy Enstitülerinin aydınlanmasından yoksun bırakılanların torunlarıdır.İşte fatura böylesine ağır ve kuşaklar boyunca olmuştur, olmaktadır.
    *****
    YSK’nın, kendi kararıyla çelişen, 2,5 milyonu bulan mühürsüz oy pusulası ve zarfları “geçerli” sayması, Seçim Yasasının ilgili maddeleri karşısında YOK HÜKMÜNDEDİR.
    Tam kanunsuzkluktur ve mutlak butlanla mahkumdur. Sonuç tersine döndürülmüştür böylelikle. YSK’nın bu hukuk tanımaz kararı halkoylamasını yalnızca yasaya aykırı kılmakla kalmamış, meşruluğunu da tartışmaya açmıştır. Olumsuz yansıması çoooook ağır ve uzun yıllar boyunca yaşanacaktır.. Ağır ve kaldırılamaz bir vebaldir.. Yol yakınken
  • YSK Halkoylamasını yenilemek zorundadır..
    yenilemek zorundadır halkoylamasını YSK!

     

    Sevgi ve saygı ile. 17 Nisan 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Kendini Var Eden Düzene Ters Düşen Bir Eğitim-Öğretim Sistemi : KÖY ENSTİTÜLERİ

Kendini Var Eden Düzene Ters Düşen Bir Eğitim-Öğretim Sistemi : KÖY ENSTİTÜLERİ

İsmet Taşkale, ismettaskale@gmail.com
Köy Enstitülü E. Öğretmen-Yazar

Bu satırların yazarı yüzde elli Köy Enstitülü, yüzde elli Öğretmen Okulludur. 1950 yılında girdi Köy Enstitüsüne, 1956’da mezun oldu Öğretmen Okulundan. Bu iki kurumda uygulanan eğitim-öğretim programları arasındaki ayırımları yaşayarak öğrenenlerden biri.

Unutmadan şunu söyleyeyim ki, Köy Enstitüleri köylerin kalkınması, canlanması, demokratikleşmesi ve buraların birer üretim merkezi olmasını amaç edinen okullar olmasının yanında, çok sıcak birer aile kurumlarıydı da. Öyle olmak zorundaydılar bir bakıma. Kendi köyü ile 900-1000 nüfuslu küçük ilçelerden başka yer görmemiş, ardında anne babayı bırakmış ve otlattığı 10-15 koyun ya da keçilerinden ayrılıp gelmiş 11-12 yaşındaki ana kuzularını ağlamaktan, sızlanmaktan, kaçmaktan ve olası bunalıma girmekten onları nasıl koruyabilir veya tutabilirdiniz buralarda? O nedenle bu okullar aynı zamanda anne babalar gibi öğrencilerine sevgiyle, şefkatle yaklaşan, tüm sorunlarıyla ilgilenen; saçlarını tarayan, düğmelerini ilikleyen, ellerinden tutan ve sık sık sabahın erken saatinde gözlerini açtıklarında başuçlarında bulunan değerli öğretmen, usta ve personelleriyle birer aile ortamı yarattılar.  Sevgi, saygı ve dayanışma üzerine kurulan bu ortam doğal olarak öğrencilerin okulda kalmalarını ve derslerde başarılı olmalarını sağlamıştır.

Köy Enstitüleri’nde her gün uyku saati dışında kalan, ara vermeden 15-16 saat süren çok hareketli bir yaşam vardı. Sabah kahvaltısını Enstitülerin merkezi konumundaki meydanda 15-20 dakikalık 750-800 öğrencinin birlikte oynadığı milli oyunlar izlerdi. Ardından günde 7 saat, yedi ders için sınıflara geçilirdi.

Gerçek eğitim-öğretim de son dersten sonra başlardı. Herkes bir yerlere koşardı. Çünkü Köy Enstitüleri’nde Öğrenci-öğretmen herkesin ilgisine yanıt veren çeşitli çalışma alanları vardı: Örneğin:

  1. Atölyeler : a. Marangoz, b. Demir ve c. İş.
  2. Salonlar : a. Resim, b. Müzik, c. Heykel,     d. güreş,     e. Öğrenci derneği,     f. Sinema.
  3. Oyun sahaları : a. Futbol,     b. Voleybol,       c. Basketbol,      d. tenis,      e. Kayak.
  4. Kooperatifçilik : a. Arıcılık,     b. Tavukçuluk,
  5. Odalar : a. Müzik,     b. Matematik,    c. Tiyatro,     d. Edebiyat,     e. Kitaplık.
  6. Laboratuvarlar :
  7. Fen bilimleri, (ben burada elektrik zili ile Mors alfabesini yazan makineyi yaptım, sınıf kapısında yıllarca bu zil kullanıldı)     b. Kimya,    c. Biyoloji gibi…

Görüldüğü üzere Köy Enstitüler öğrenci ve öğretmenlerin hem öğrenme ve hem kendilerini ifade etme alanlarıydı. Bu tür çalışmalar genelde saat 16:00’da başlar, 19:00’da son bulurdu. Akşam yemeğinden sonra saat 20:0021:30 arasında sınıflarda sınıf öğretmeni denetiminde “derslere hazırlanma” çalışmaları olurdu. Ardından yatakhanelere gidilirdi.

Hafta sonlarında da sinema, tiyatro izlenir; oyun karşılaşmaları yapılır, Köy Enstitülerini ziyaret eden yerli ve yabancılara müzik dinletileri ve ulusal oyun gösterileri sunulurdu.

Köy Enstitülerinde Öğrenci Derneği seçimi başlı başına bir demokrasi şöleni idi. Demokrasi GrubuDevrim Grubu, Ata Grubu gibi gruplar başkan ve üye adaylarıyla ortaya çıkarlar; okulun radyo yayın odasından kendilerinin ve programlarının tanıtımını yaparlar; yetmedi okulun her tarafını kendi reklam afişleriyle süslerlerdi. Yukaroda saydığım çalışma alanlarını gezerek gördükleri öğretmen, usta, personel ve öğrenciden oy isterlerdi. Oy günü izinler kalkardı. Herkes okulda olurdu. Heyecan zirve yapardı. Seçim sonuçlanıncaya kadar Enstitü Meydanı dolup taşardı. Sonuçların açıklanacağı sırada yaşam dururdu sanki. Dakikalar süren bir alkıştan sonra kazanan grubun başkanı okulun radyo yayın odasında bir teşekkür konuşması yapar, ilk toplantının gündemini, yerini ve zamanını belirtir ve herkesi toplantıya   davet ederdi.

İşte bu tür toplantılardan birine okul müdürü de katılmıştı. Ben de Öğrenci Derneği yönetim kurulu üyesi idim. Gündem üzerinde konuşmalar yapılırken söz alan bir öğrenci, “Ben Müdürümü çok seviyorum, fakat çok sık karşılaşmaktan da kaçınıyorum” dedi. Ben de “Kaçınmanın gerçek nedeni nedir?” diye sordum. O da “Müdürüm her seferinde saçımda, elbisemde ya da düğmelerimde bir kusur buluyor.” Şeklinde yanıtladı. Bunun üzerine söz alan Müdür Bey de “Bu eleştiriyi getireni yürekten kutluyorum. Şu an çok mutluyum. Çünkü bizim sizde görmek istediğimiz de, okulumuzun size vermek istediği de bu… Her koşul altında doğruyu söylemek, eleştiri yapmak güç ve güvenini kazanmak… Müdürünüz, öğretmeniniz olmanın ötesinde anneniz babanız gibi sizlerin görünümlerinizin de çok şık ve güzel olmasından da sorumluyum. Bu sizin geleceğiniz, başarılarınız için gerekli. Fakat öğrencimin bu uyarısından sonra daha az kusur bulmaya çalışacağım.” dedi ve alkışlandı Müdür Bey.

Böylesi sıcak ve özgür ortamlarda kafamızdan, yüreğimizden geçenleri; içimizden ve dışımızdan yapılan dürtüleri özgürce ve korkusuzca ifade etmekten kaçınılmazdı Köy Enstitülerinde. Yaşamda da bu niteliklerimizden dolayı düzenle hep çatıştık. Çatıştıkça da dışlandık. Dışlandıkça da Köy Enstitüleri’ne olan kızgınlıklar arttı. Hindistan, Pakistan, UNESCO, dünyada 20 büyük ülkeye danışmanlık yapan eğitim felsefecisi John Dewey, Fay Kirby ve daha niceleri yeni bir eğitim modeli olarak alkışladılar Köy Enstitülerini; fakat kapatılmalarının üzerinden 75 (1954’de kapatıldı, yani 64 yıl geçti/D.A.) yıl geçmesine karşın etki ve yankıları artarak süren bu özgün Türk ürünü  kurumları düzenin egemenleri kabullenemediler, içselleştiremediler.

 O nedenle 1954 yılında Köy Enstitülerinde on şiddetinde bir deprem oldu. Kapatıldılar. Adları, amaçları ve programlarında değişiklikler yapıldı. Yönetici ve öğretmenlerinin bazıları alındı. Yaparak, yaşayarak-iş içinde eğitim-öğretim yerine, ezberci eğitime dönüldü. Üretim için eğitim yerine tüketim öğretimi geldi. Laik ve demokratik eğitim-öğretim yerine ümmetçiliğe kapı aralandı. Akıl yerine Vahiy konulmaya başlandı.

Özet olarak felsefesini “Akıl, Vahiy’in önüne geçemez ve üstüne çıkamaz; akıl yok nakil var” düşüncesi üzerine kuran Gazali’nin artık takıldık peşine, gidiyoruz bir karanlığa, bir bilinmezliğe… Üstelik öğretmen, usta ve öğrenci eliyle yapılan, Cumhuriyet’in ve Tarih’in simgesi olan binaların kapılarına kilitler vuruldu. Enstitülerin bağ, bahçe ve park olarak kullandıkları yeşil alanlara modern söylemleriyle çok katlı ve kaloriferli binalar yapıldı.

Beceri ve yeteneklerin sergilendiği atölyeler, salonlar, laboratuvarlar, oyun sahaları, kooperatifler, odalar ve öğrenci dernekleri boşaltıldı. Tarım, demir ve ağaç işlerinde kullanılan tüm araç ve gereçler zaman içinde ya yok edildiler ya da çalışamaz hale getirildiler.

Sözün özü, açık ve net olan bir şey var ki, tüm bu yapılanlar çağdaş uygarlığı yakalamaya uğraşan bir büyük ulusa karşı işlenmiş acımasız bir kıyımdı. Bu kıyım, savunduklarını sandıkları “Milliyetçi ve Mukaddesatçı” düşünceyi de kemirmektedir…  (15.04.2018)
==================================
Dostlar,

Bir hazin öyküdür Köy Enstitülerinin kapatılması..
DP – Menderes’in ihanetinin üzerinden, 1954’ten bu yana 64 yıl geçti ve bizler hala bu efsane kurumları konuşuyor, arıyor ve özlüyoruz. Kapatanları kınıyoruz elbette. 1940-1954 arasında 21 Köy Enstitüsü 20 bini aşkın yurt aşığı köy öğretmeni yetiştirdi. Bu insanlar günümüzde tükenmek üzereler. Ancak her edimleriyle örnek ve ışık oldular yaşadıkları sürece..

Hasan Ali Yücelleri, İsmail Hakkı Tonguçları, Rauf İnan’ları engin bir şükranla anıyoruz.
Benzer bir eğitim sistemini 21. yy’ın gereklerine göre güncelleyerek ne yapıp edip yeniden yaşama katmalıyız. Bu kurumların düşünsel kökleri Mustafa Kemal ATATÜRK‘e uzanıyor. Ne demişti Kemal Paşa eğitim için :

  • Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.

Yazının yazarı Sn. İsmet Taşkale ve bizimle paylaşan dostumuz Sn. Duran Aydoğmuş’a teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile. 16 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BİR 17 NİSAN DAHA GELDİ

BİR 17 NİSAN DAHA GELDİ!

ZEKİ KENTEL

17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ…!
Köy Enstitüleri’ni kimin kapattığı, kimin kapatmaktan beter ettiğini…
ANADOLU’NUN DİNAMİĞİ ÜLKENİN KALKINMASINA NASIL KATILACAK…?
KÖYE RAĞMEN KÖY İÇİN, MİLLETE RAĞMEN MİLLET İÇİN NASIL OLUR…?
17 NİSAN KÖY ENSTİTÜLERİ...!

Değerli Dostlar,

1940’lı yılların başındayız… Alman orduları; Volga kıyılarında Stalingrad’ta, Bulgaristan’da, Yunanistan da Türkiye sınırlarında, Meriç kıyılarında. Türkiye; yurdun savunması ve bir Alman işgali yaşamamak için 20 yaş kesimi (1317 – 1336 / 1901 – 1920 doğumluları) insanını silâh altına almış. Kahraman ordu, Trakya’da insan boyu kar, diz boyu çamurda yüzbinlerin üzerinde Mehmetçiği ile çadırlı ordugâhta… Ordugâhın savaş hazırlıkları ve yer değişimleri Mehmetçik yaya, malzeme ve mühimmat öküz arabaları, talikalar ve katırlar ile büyük zorluklar içinde yapılıyor. Milli Mücadele’nin yaralarını saramamış yeni devlet, 2. Dünya Savaşı’na girmeden savaşa girmiş kadar zor koşullar içinde. Ekmek, aş yok… Hayvana sap yok, saman yok… Kışın soğuğundan, yazın sıcağından barınacak yer yok…! Cephane var mı, yok mu bilmem ama asker süngü hücumu ile saldırı ve savunma ağırlıklı talim ve terbiye görüyor…!

Haydarpaşa Asker Hastanesi tüm katları, koğuşları ve koridorları; iki katlı ranza, iki katlı kereste raflarda ot yataklarda; soğukların, yoklukların hastalıkların içinde (tifus, ciğer, uyuz, sıtma, zafiyet vb.) şifa bekleyen Mehmetçiklerle koyun koyuna dop dolu. Yeni gelen hastalara boş yatak yok. İlâç yok. Yerli aspirin taklitleri. Kaput bezinden sargılar. Şifayap olan da yok. Eli ayağı tutan memleketine 6 aylık hava değişimi ile gönderiliyor.

İşte bu yokluk ve yoksulluk içinde devlet, bu yokluk ve yoksulluğu kırmak için köye okul götürmek, köylüyü okutmak istiyor. Cumhuriyetle birlikte ülkenin gelişip zenginleşmesinin, kalkınmasının başlangıç noktasının köy olacağı kafalara DANK etmiş durumda. 17 Nisan 1940, Köy Okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirme, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere Türkiye koşullarına özgü eğitim kurumları yasası TBMM’de kabul ediliyor.

Zeki Kentel’in babası Trakya’da bu çadırlı orduğâhta iki yıl geçirdi ve çevresinin diz boyu çamur ve insan boyu karla kaplı o çadırda genç yaşta ömrünü tamamladı. Şehirde yaşama şansımız kalmamıştı. İlkokul diplomamı babama göstermek kısmet olmadı. Annem ile köye, eğitmen olan dayımızın yanına döndük… Dayının çocuklarıyla birlikte kendine zor yeten çorbasına şehirden iki kaşık daha katılmıştı. Babasız yetim kalışının ardından okumak için çırpınan, ailenin de okutmak için çırpındığı, tek suçu şehir ilkokulu mezunu olduğu için Zeki Kentel, KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ‘nün kapısından geri döndürüldü… Belki tüm yaşamı boyunca KEPİRTEPE özlemini, ülke kalkınmasının, köy kalkınmasının rüyalarını süsleyen coşkularının sıcaklığını ve bilincini hiç yitirmeden yaşayan ve yaşatan, ileri yaşında ülke sorunlarına aykırı ve sıradışı yaklaşım içinde bir Zeki Kentel, KÖY ENSTİTÜLERİ gerçeğine aykırı ve sıradışı bir yaklaşım ile karşınızda. Cumhuriyet Türkiyesi’nin ülke gerçeğine, kendi öz kaynaklarına dayalı olarak kurduğu bir eğitim sisteminin adıdır KÖY ENSTİTÜLERİ. Yabana muhtaç olmadan kendini yeniden üreten, kendini, kendi kendine üretken bilgi ve beceriyle donatan bir eğitim kurumunun adıdır KÖY ENSTİTÜLERİ.

O günlerin KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ’nün basit yün-aba giysileri içinde köy çocukları, Ankara HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ‘nün temelinde, kerpicinde, duvarında, çatısında emeği olan köy çocukları, ülkenin imarına ellerinin nasırlarını bıraktıkları, yeni nasırlar kazandıkları, ülkede büyük bir hızın, büyük bir değişimin kıvılcımları olmuşlardır. Her yıl 17 Nisanlarda panelde, söyleşide, köşe yazısında, ekranda KÖY ENSTİTÜLERİ üzerine konuşulanları dikkatle izlerim ama sadece izlerim. Bu izlediklerimden kendi dağarcığıma hemen hemen hiçbir şey girmez. Onlar bir kulağımdan girip diğerinden çıkan nostaljilerini, özlemlerini, masallarını anlatırlar. Bunları izlerken gözlerimin önünde hangi anıların, hangi acı gerçeklerin ve hangi özlemlerin dolaştığını sizlere ifade edecek bir gücüm yoktur. Yaşamını, geçimini, çocuklarının yetişmesini sanat okulunun verebildiği üretken bilgi ve elbecerisi ile sağlamış bir kişiden edebi benzetmeler elbette kimse beklemeyecektir.

30-40 senedir bu konuda KÖY ENSTİTÜLERİ hakkında sadece özlemleri dile getirenleri yadırgadığımı da, belki yazımın en sonunda söylenmesi uygun olacak bir sözü yeri geldiğinde yazımın başında da söylemekten çekinmeyeceğimi ve aykırı olacağımı belirtmeliyim. EVET, 1936’larda askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan köy çocukları 6 ay süreli tarımsal uygulamalı kurslarda yetiştirilerek köylerinde eğitmen oldular. Bu deneyimlerin ardından, uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine ülke eğitimine daha köklü çözüm getirmek amacıyla 17 Nisan 1940, Köy Okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirme, yöre kalkınmasında etkin bir görev üstlenmek üzere Türkiye koşullarına özgü eğitim kurumları yasası TBMM’de kabul edilmiştir. Köye okul girişi 1937 ve 1939 yıllarında Saffet Arıkan‘ın ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı ve İsmail Hakkı Tonguç‘un ilköğretim Müdürlüğü dönemlerinde etkin olarak ülke gündeminde kendine lâyık olduğu yeri almıştır. KÖY ENSTİTÜLERİ’ne 5 yıllık köy ilkokulunu bitirenlerle, köyün kendi, sadece okuma yazma bilen insanından 6 ayda eğitmen olarak yetiştirilenlerin okuttukları 3 yıllık köyokullarından çıkan 2 yıllık hazırlık sınıfı okuyan sadece ve sadece köy çocukları alınıyordu.

Sayıları 20’ye ulaşan KÖY ENSTİTÜLERİ’nde genel bilgi ve kültür derslerinin yanı sıra tarımsal ve teknik üretken bilgi ve beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı dersler ağırlıklı idiler. Böylece ENSTİTÜLERİ’N kendi altyapı sorunları da devlete yük olmadan kendi üretkenliği içinde çözülmüs oluyordu. Evet, idealler güzeldi. Fakat bu güzel ideallerın yanında sosyal güvenlik başta olmak üzere birçok eksiklikler vardı. Bu çocuklar kendilerini vatan ve millet için bir kurbanlık görmenin ezikliği içinde idiler. Yasada, zorunlu yirmi yıllık göreve karşılık olarak, değişmez yirmi lira aylık ile hiçbir zaman uygulamaya konulamayan, ekip biçebileceği kadar arazi, hayvan ve araç – gereç verileceği yazılı idi. Cumhuriyetin üzerine kurulduğu mantık içinde, içinden çıktıkları köyün geleneğinden, örflerinden koparılmışlardı. Sanki köydeki kalkınma köylüsüz olacaktı. Sanki köye rağmen köy için mantığı ile yetiştirilmişlerdi. Köyde bir şeyleri kırmak istiyorlardı. Kendilerine öğretilenlere göre belki haklıydılar ama alacakları yoktu. Kendi öz köyünde kendi öz köylüleri ile, kendi insanları ile çatışmalar yaşadılar. Köy ile, Anadolu ile bütünleşmeleri zayıf kalmıştı. Ayni dili konuşamıyorlardı.

Aslolan köyünden kopmadan köylü ile birlikte olmanın sırrı öğretilememişti. Köylünün, kendi çocuklarına sahip çıkması için gerekli ortamın sırrı, davranış biçimi henüz keşfedilmemiş ve öğretilmemişti. Millete mal edilemediler. Kendilerini içinden çıktıkları köye kabul ettirebilmelerinde karşılarına büyük zorluklar çıktı. Bunun için de daha yeşermeden, çevresini yeşertmeden Anadolu’nun dinamiğini ülkenin kalkınmasına katacak Anadolu kırsalının gençliğine karşı acımasız saldırılar yapıldı. Bu acımasız saldırılara karşı hiç kimsenin ama hiç kimsenin gıkı çıkmadı. Evet bir yanlışlık ve bir eksiklik vardı ama kimse buna kafa yormadı, kimse bu soruya yanıt vermek için kendisini üzmedi…. Anılan süreçte, ülkede sürüp giden komünist suçlamasından bu okullar en ağır şekilde nasiplerini aldılar. Kenan Öner-Hasan Ali Yücel davası bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Türk Milli Eğitimine büyük destek veren ve bu okulların kuruluşuna büyük katkısı olan İsmet Paşa bile Hasan Ali Yücel’i ve kendi eseri olan okulları savunmadı. Hasan Ali Yücel bu okullar yüzünden komünizmden suçlu bulundu ve ceza yedi.

Bulunduğum okula, amacı ülkeye kaliteli ve kalifiye işçi yetiştirmek olan bir okula, mezunu olmakla kıvanç duyduğum bir okula, bir spor karşılaşması için beyaz yün ceket-pantolon içinde gelen kız-erkek Anadolu pırlantaları karşılaşma süresince, onlar kadar çulu olmayan sınıf arkadaşlarım tarafından Moskof …., vb. hakaretlere maruz kaldılar. Köylülük bilinci ile karşı çıkışıma bir meydan dayağım eksik kalmıştı. Bugün kuruluş yıldönümlerinde ağıtlar yakan gazetelerin köşelerinin ve manşetlerinin 1950 öncesinde ve sonrasında Kenan Öner’den geri kalan yanları yoktu. Demokrat Parti‘den mebus olmak isteyen, hızlı Atatürkçü (açık olarak yazıyorum, Nadir NadiCumhuriyet, SESSIZ KALARAK) ve başkaları bu saf Anadolu çocuklarına ve okullarına en ağır suçlamaları yaptılar. Bu pırlantalar, askerlik görevini yapmak üzere geldikleri yedek subay okullarında komünist ön yargısı ile “Gözün üstünde kaşın var” kabilinden suçlamalarla kıtalara onbaşı – çavuş olarak çıkarıldılar. Ne yani ayak takımı başımıza bir de subay mı, amir mi olacaktı…!

1946’lı yıllarda İsmet Paşa’nın ülkeye bela ettiği demokrasi! ilkönce bu okulların başını yedi. Öyle ki, KÖY ENSTİTÜLERİ’ne karşı yapılan acımasız saldırılarda okulların kurucusu olan CHP hükümetleri bu okulların yıkımlarının öncüsü oldular. Köy Enstitüleri kapatılırken bu kurumlarla bütünleşmiş olan bir avuç insanın ve Anadolu çocuğunun içine düştükleri acılarından hiç kimsenin ama hiç kimsenin haberi olmadı. Şimdi bana kızacaklar olabilir. Ama işte gerçek bu. Ben KÖY ENSTİTÜLERİ üzerine en az 40 yıldır doğru veya yanlış konuşan, arada sırada da bir şeyler yazan kişi olarak, maalesef gerçek bu. Bana, İsmet İnönü başta olmak üzere, Halide Edip Adıvar, Nadir Nadi, Fethi Okyar, Makbule Atadan, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Şemsettin Günaltay, Celal Bayar ve başka birçok Milli Mücadele adamının (Gazi Mustafa Kemal‘in devrimlerinin en yakın arkadaşlarının) aynı çelişkiyi yaşamadıklarını kim söyleyebilir? Geride başka adam mı kaldı ki….?

BUNLARIN HANGİSİ KÖY ENSTİTÜLERİNİ SAVUNDU…? HİÇ KİMSE SAVUNMADI…!
BUGÜNKÜ KÖY ENSTİTÜLERİ SAVUNUCULARININ HEPSİ, O GÜNLERİ YAŞAMAYANLARIN HEPSİ SADECE BİR NOSTALJİYİ, BİR HAYALİ, BİR ÖZLEMİ, BİR HİKAYEYİ SAVUNUYORLAR…… EVET…. KÖY ENSTİTÜLERİ, Türkiye’nin çağdaşlığı yakalaması için gerekli Samurayları yetiştirecek kurumlar olmamaları için bir neden yoktu… Ama bildiğiniz gibi Japon mucizesi, kaynağını kendi dinamiklerinden, kendi geleneğinden, örfünden alıyordu. KÖY ENSTİTÜLERİ, KÖYLÜ VEYA ANADOLU HALKI İSTEDİ DİYE KURULMAMIŞTI. KAPATILMALARI DA YİNE KÖYLÜ VEYA ANADOLU HALKI İSTEDİ DİYE KAPATILMADI. BURADA ANADOLU GERÇEĞİNDEN SOYUT BAZILARI AĞALARDAN, KIRSALIN AĞALARINDAN SÖZ EDERLER. BURADA SÖZÜ EDİLECEK AĞA KIRSALIN KENDİSİNDEN HESAP SORACAĞI KORKUSUNU YAŞAYAN EGEMEN OLİGARŞİNİN AĞASIDIR. KİMLER KURDU İSE KAPILARINA KİLİT VURULMASI DA ONLAR ELİYLE OLDU! KÖY ENSTİTÜLERİNİN BAŞARISIZLIKLARI KÖYE RAĞMEN KÖY İÇİN YANLIŞLIĞINDAN KAYNAKLANMAKTADIR.

BİZ SEKSEN YILDIR BİR ÇUVALDIZ BOYU YOL ALAMADIYSAK, BUNUN EN BAŞTA GELEN NEDENİ MİLLETTEN SOYUT, ONUN DİNAMİĞİNDEN HABERSİZ KENDİ İÇİMİZDEN ÇIKARDIĞIMIZ, ÖZÜMÜZE YABANCI YETİŞTİRDİĞİMİZ EGEMEN OLİGARŞİDİR. Demokratlığı kimseye bırakmayanlar, KÖY ENSTİTÜLERİ’ne ağıt yakanlar durumu bir kez de Anadolu insanının bakış açısından yeniden değerlemelidir. KÖY ENSTİTÜLERİ’nin bunu gerçekleştirememelerinin nedeni, Anadolu’yu çağa dönüştürme yolunda, kurucuların hareket noktalarının maddi gerçekleri doğru olmakla birlikte; Anadolu’nun sahip olduğu dinamikten, bu dinamiğin çıktığı kültür, örf ve gelenekten soyut olmalarından kaynaklanmaktadır. Hasan Ali Yücel de CHP iktidardan düştükten sonra yayınladığı yazılarda bu somut gerçeğe uzak olduklarını vurgulamıştı. Anadolu’dan soyut bir radikal hareketin, zayıf da olsa varolan demokratik koşullarda başarılı olması mümkün değildir. Bugün dünyada komünizm öcüsü kalmadı ama yeni başka öcüler üretildi. Bugün de vatana büyük katkısı olacak Anadolu dinamiği ve gençler (aynı kırsalın çocukları) benzer dışlanma ile karşı karşıya bulunuyor.

Sonuç olarak bilmemiz gereken, eğer tarihten ibret alacaksak, KÖY ENSTİTÜLERİ komünist yuvasıdır diyenler kimlerdi…? O saf Anadolu çocuklarını Yd. Sb. okullarından gözünün üstünde kaşın vardır denilerek kıtalara er veya onbaşı olarak çıkaranlar kimlerdi…? Hasan Ali Yücel`i bu okullar nedeniyle komünizmden mahkum olmasına seyirci kalanlar kimlerdi? İnönü`nün Yargıtay Başkanı Halil Özyörük DP’den Mebus olmak için Menderes`in yanında idi ve Adalet Bakanı oldu. Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan CUMHURİYET’in Nadir Nadi‘si Menderes`in koltuğunun altında MEBUS oldu. Köy Enstitüleri kapatılırken tek bir kişi evet tek bir kişi karşı çıkmadı. Bugün Köy Enstitüleri gerceğini çok az da olsa kıyısından, köşesinden özlemle AAHHH..AAAHHH….! edebiyatını yapanlar işte o suçluların torunlarıdır. O gün bu okulları suçlayanların çocukları, dedelerinin görevlerine devam ediyorlar. Yine bir başka okulda ama Anadolu`nun kendi kurduğu okullara giden çocuklara hiçbir yol göstermeksizin ve yardım etmeksizin Sen okumayacaksın! Senin okumaya hakkın yok! Sen cahil kalacaksın!” dayatmasını yapıyorlar.” Çünkü onlar köylü, onlar şopar, onlar zenci…!!!

ONLAR AŞAĞILIK KASTIN VE ORADA KALMASI GEREKEN ÇOCUKLARI….!
Üstelik Anadolu’dan köyden çıkıp da, kendi özümüze yabanci bir eğitimle yetiştikten sonra Ankara’da sistemle bütünleşince kendi köylüsüne aynı zenci muamelesini yine onlar yapıyor…! Sistem kendi özünü, kendi kökünü yadsıdığı sürece biz bu kör döğüşüne devam edeceğiz. Dün ülkede egemen oligarşinin iç düşman olarak gördüğü komünist yuvaları KÖY ENSTİTÜLERİ ile komünizm temizlendi. Nazım, Said-i Nursi, vb. içdüşmanlar zindanda çürütüldüler. Bugün yeni içdüşmanlaımız yetişti. Aynı egemen kadro İmam Hatipler ve başörtüsü ile kafayı öyle bulmuş ki, ülkenin kalkınması yolunda, Anadolu kırsalının dinamiğinin ülkenin kalkınmasına katma yolunda gündeminde tek bir önerisi yok… Biz sürekli düşman üretiriz. Dış düşmanımız kalmayınca içeride komünistler ve şeriatçılar sıra ile baş düşmanımız oldular. Dün şeriatçıların desteği ile komünistleri temizledik. Bugün de eski tüfeklerin desteği ile şeriatçıları temizleme savaşı veriyoruz. Ülkenin kalkınmasına sıra ne zaman gelecek….? Ülkenin kalkınmasının projelerini bilen var mııııı…?

Bu yanıtsız soruların karşısında Zeki Kentel de aykırı düşünmeye, eğer fırsat verilirse aykırı söylemeye ve aykırı yazmaya devam edeceğe benziyor.! Bilmem anlatabiliyor muyum ? KÖY ENSTİTÜLERİ, Türkiye Cumhuriyeti‘nin en büyük ve en parlak başarılarından biridir. Ne yazık ki, aynı zamanda da en büyük bozgunlarından biri olmuştur. Milleti adam yerine koymayan bu kafa, bu egemen oligarşi, devam ettiği sürece bu bozgunlar devam edecektir.

Saygılarımla, 14.4. 2016

======================================

Dostlar,

Sayın Zeki Kentel‘in yazısı yeterince uzun ve yeterince “hazin“..
Biz birşey eklemeyelim.. Sitemizde Köy Enstitüleri hakkında epey yazı – sunu var ayrıca..
İkisinin erişkesi aşağıda..

http://ahmetsaltik.net/2015/11/26/24-kasim-ogretmenler-gunu-kutlamasi-kurulusunun-75-yilinda-koy-enstituleri/

http://ahmetsaltik.net/2016/03/18/ulusal-egitim-dernegi-konferansi-koy-enstituleri-sistemi/

Bu örnek kurumları yaratan Mustafa Kemal ATATÜRK’e, İsmet İnönü’ye, Hasan Ali Yücel’e, Saffet Arıkan’a, adsız kahramanlara, sayıları 20 bine varan her biri birer bilge olan mezunlarına selam olsun, aşk olsun!

Koy_Enstituleri

1930 sonları – 1940’lar cehennemi boyunca sayıları 500’e varan Batı Klasiklerini, çok sınırlı dil bilenlere karşın Türkçe’ye kazandırarak basan, ücretsiz dağıtan, Köy Enstitüsü öğrencilerine , Halkevleri ve Halkodalarında halkımıza akıllıca teşviklerle okutan, tahta bavullarında yavan kuru ekmeğe kitabı katık yapan, insanımızın evrensel kültüre açılımını sağlayan… “Türk Irkçı – Milliyetçilerine” (!?!), başta Hasan Ali Yücel ve Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ olmak üzere “teessüf ediyoruz” (!?!)…Sevgi ve saygı ile.
17 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Ulusal Eğitim Derneği Konferansı : KÖY ENSTİTÜLERİ SİSTEMİ

 

Prof. Dr. Mahmut ADEM : Cumhuriyetin Öğretmeni


Cumhuriyetin Öğretmeni

portresi

 

 

Prof. Dr. Mahmut ADEM

 

24 Kasım 1928 tarihinde Cumhurbaşkanı Atatürk,
Millet Mektepleri Başöğretmenliğini kabul etmiştir.
1981’de askeri cuntanın Milli Eğitim Bakanlığı 24 Kasımı, “Öğretmenler Günü” olarak benimsemiştir.
Cumhuriyetin ilanı, hiç kuşkusuz en büyük devrimdir.
Büyük Önder, Cumhuriyeti gençlere emanet etmiştir.
Onlara sarsılmaz bir güvenle şöyle demiştir:

  • “Türk genci, devrimlerin ve Cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir.
    Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.”

Bu bağlamda gençleri yetiştirecek olan öğretmenlere büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. Atatürk, öğretmenleri her fırsatta onurlandırmıştır. Düşmanın Ankara’ya çok yaklaştığı 16 Temmuz 1922’de toplanan Maarif Kongresine şöyle seslenmiştir:

  • “Beklediğimiz kurtuluşun saygı değer öncüleri olan yüce Türk öğretmenlerinin bugünkü durumu göz önünde bulunduracağından ve her türlü güçlüğe göğüs gererek bu yolda yılmaksızın yürüyeceğinden kuşkum yoktur. Göreviniz çok önemli ve yaşamsaldır.”

Bugüne dek izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde
en önemli etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli eğitim programından sözederken eski devrin hurafelerinden, toplumsal yapımızla hiçbir ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tümüyle uzak,
ulusal özelliklerimizle ve tarihimizle bağdaşabilen bir kültür kastediyorum.

Aynı yıl, bir yasa ile öğretmenlerin resmi protokoldeki yerleri belirlenmiştir.
Atatürk’ün savaş sırasında, savaştan sonraki önceliği eğitime verdiği, eğitimin baş mimarı öğretmenlere çok büyük değer verdiği anlaşılıyor. Başta Mustafa Kemal
olmak üzere

  • Cumhuriyeti kuran devrimci kadrolar, eğitimi, Cumhuriyetin de, demokrasinin de alt yapısı olarak kabul etmişlerdir.

Bu bağlamda Atatürk şöyle diyor:

  • “…En mühim, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Eğitimdir ki,
    bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır
    ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder. “

1924’Te Türk eğitimi konusunda bir rapor hazırlayan Amerikalı eğitimci John Dewey, şöyle diyor:

  • Eğitim, demokrasinin iyi işlemesi için bir ön koşuldur. Eğitim sisteminin antidemokratik eğilimlere sahip siyasal gruplarca denetlendiği bir ülkede
    sağlıklı bir demokrasinin oluşması beklenemez. Eğitim çocuğu, tüm yaşamı boyunca etkileyecek biçimde ideolojik olarak yönlendirmekte ve ona
    değerler yüklemektedir. Bu da daha sonraki yıllardaki siyasal seçmelerini etkilemektedir. Bu nedenle, öğrencinin yetişme döneminde kişiliği oluşurken onu belli siyasal kimliklere hapsetmeyen, dikkatli, demokratik bir eğitim verilmesi, gereken ön koşuldur. Bu koşuların gerçekleşmediği bir toplumda yapılan hiçbir seçimin meşruiyeti iddia edilemez.”
    (1)

Atatürk, Kütahya’da öğretmenlere şöyle diyor:

  • “Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla sağlanabilir. İrfan ordusunun kıymeti de siz öğretmenlerin kıymeti ile ölçülecektir.” (24.3.1923)

Öğretmenler Birliği kongresine O, şöyle sesleniyor :

  • “Öğretmenler! Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Sizin başarınız, Cumhuriyetin başarısı olacaktır. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” (25.8.1924)

Atatürk, bir başka konuşmasında öğretmenlere şu görevi veriyor:

  • “Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yaşatacak olan sizlersiniz… Milletleri kurtaracak olanlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden ve eğitimciden mahrum bir millet, henüz millet namını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona alelade bir kitle denir, millet denmez. Bir kitle millet olabilmek için mutlaka eğitimcilere ve öğretmenlere muhtaçtır.
    Onlardır ki, bir sosyal topluluğu gerçek millet haline koyarlar.”

Atatürk’ün milli eğitim bakanları (Vasıf Çınar, Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip,
Saffet Arıkan
– daha sonra bakan olsa da bence Hasan Âli Yücel de bunlar arasında sayılmalıdır) her zaman öğretmenlere büyük değer verip yüceltmişlerdir.
Mustafa Necati, 1926 tarihli “Maarif Teşkilatına Dair” yasa ile öğretmenliğin bir meslek olmasını sağlamıştır. Buna göre “Maarif hizmetinde asıl olan öğretmenliktir.”
Bu saygıdeğer öğretmenler, öğretmen okullarında, Köy Enstitülerinde,
eğitim enstitülerinde, yüksek öğretmen okullarında yetiştiriliyordu.
Türk eğitim tarihine altın harflerle yazılan bu kurumlar da birer birer kapatıldı.

Eğitimci Maaske şöyle diyor:

  • “Okullarda eğitimde gelişmenin temeli, öğretmenin yetiştirilmesine dayanır. Öğretmenler iyi yetiştirilirse, kısa bir süre sonra eğitim-öğretim istenilen düzeye getirilebilir. Dinamik ve demokratik bir toplum, okulları için üstün nitelikte öğretmen yetiştirmeyi hedef alarak bütün umutlarını buraya bağlar.” (2)

Köy Enstitülerinde yetiştirilen öğretmenlere Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel,
şu sözlerle kefil oluyordu:

  • “Köye göndereceğimiz bu Köy Enstitüsü mezunu öğretmen…istisnasız çalışkandır. Tatile bile gitmek istemez. Kendisine verilecek işi bekler ve o işi yapar, ahlaklıdır, yalan söylemez, hırsızlık etmez, civarında bulunan kız arkadaşlarının şeref ve haysiyetini kendi kardeşi olarak muhafaza etmek şuurunda ve iktidarındadır…Biz, istiklal mücadelesinden başlayarak sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu imamdır.
    Biz imamın yerine köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik. Köydeki öğretmen, Cumhuriyetin ve devrimin yayıcısı, bekçisi
    ve öğreticisidir.”
      (TBMM; 1942)

Atatürk ve O’nun eğitim bakanlarının, pek çok saygı duyduğu öğretmenleri,
AKP iktidarının ilk Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Ziya Selçuk nasıl aşağılıyor:

“Öğretmenlerin öyle meslek olarak saygınlığı da yok. Öğretmenliği öyle çok önemsemeyiniz…”

Daha ileri gidiyor.

“Atatürk’ün “Öğretmenler; yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!”
sözü için “artık bu söz güncelliğini yitirdi.” diyor (3)

Öğretmenliğin saygınlığını yükseltecek olanlar böyle konuşursa!

XI. Milli Eğitim Şûrası (1982), şu kararı almıştır:

  • “Bir toplum, varlığını sürdürebilmek için, bu toplumu oluşturan bireyleri, amaçlarına göre yetiştirmek zorundadır.”

Bireyi, anılan amaçlara uygun olarak yetiştirecek olan, nitelikli, üstün nitelikli öğretmendir. Türk toplumu bireyi amaçlarına göre yetiştirebilmiş olsaydı son 53 yılda demokrasimiz dört kez kesintiye uğrar mıydı? 1996 yılında T.C. Başbakanı, ilk yurtdışı ziyaretini
İran’a mı yapardı? Aynı Başbakanın Mısır ziyaretinde ilk durağı, yoğun şeriat eğitimi verilen El Ezher Medresesi mi olurdu? Ülkemiz, 2013 yılında, Anayasa Mahkemesince “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” kabul edilen bir siyasal parti tarafından mı yönetilirdi? Bu demokrasi karşıtı olaylara önderlik eden kadrolar nerede yetişti?

  • Çünkü Köy Enstitüleri kapatılıp yerine imam-hatip okulları ve her köşe başında Kur’an kursu açıldı.

Kimdir cumhuriyetin öğretmeni? Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkan, Cumhuriyetin niteliklerini özümseyen, davranışa dönüştüren, bu davranışı öğrencilerine kazandıran öğretmendir.

Öyleyse kimler cumhuriyetin öğretmeni? Kimler yok ki! Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Rüştü Uzel, Muammer Aksoy, Bahriye Uçok, Ahmet Taner Kışlalı, Rauf İnan, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Mehmet Başaran vb.

Kimler Cumhuriyetin öğretmeni olamaz?

– Laik eğitimi dinselleştiren,
– çağdaş okulları “imam-hatipleştiren,
– devlet okullarını harem-selamlık yapan
,
– bir siyasal partinin “simgesi” sıkmabaşı TBMM, dahası okullarda yaygınlaştırarak çocukları siyasal olarak istismar eden,
– bilim yuvası üniversiteleri “medreseleştirenler”,
– yoğun şeriat eğitimi verilen El Ezher medresesine denklik veren YÖK üyeleri, – kara çarşaflı öğretmene ders verdirenler,
Devrim Yasalarının ilki ve laiklik ilkesinin temelini oluşturan Öğretim Birliği yasasını fiilen uygulamayan ve
laiklik karşıtı eylemlerin odağı olanlar..

Cumhuriyetin öğretmeni olabilir mi?

Laik Cumhuriyetin tüm öğretmenlerinin gününü kutluyorum.

Kaynaklar :
1- Aktaran İlhan Tekeli, Eğitim Üzerine Düşünmek, Türkiye Bilimler Akademisi yayınları, Ankara, 2003, s:14.
2- Ord. Prof. Dr. Roben J. Maaske, Oregon Öğretmen Koleji Rektörü, ABD, “ Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Hakkında Rapor” Ankara, 1955.
3- Star TV, 20 Ağustos 2004, (Aktaran: Prof. Rifat Okçabol),
Öğretmen Dünyası, Sayı:313, Ocak 2006.

========================================

Dostlar,

Cumhuriyet’in öğretmenlerinden, binlerle / binlerce Cumhuriyet öğretmeni yetiştirmiş,
bilge eğitimbilimci, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi emekli öğretim üyelerinden
Sayın Prof. Dr. Mahmut ADEM’e bu yazısı için teşekkür ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
24 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com