Etiket arşivi: Farabi

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

Siyasal İslamcılar için her yol mübah : ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’

Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: ‘Soru çalmayı doğal görüyorlar’

Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslam konusunda uyararak “İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman ikinci bir ajandaları var. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmek” dedi.

09 Ağustos 2022 Cumhuriyet

Prof. Dr. Maraş, siyasal İslamcılar için her yolun mübah olduğunu söyledi: 'Soru çalmayı doğal görüyorlar'İlahiyatçı Prof. Dr. İbrahim Maraş, siyasal İslamın geçmişini, Türkiye’deki durumunu, özelliklerini, amaçlarını ve ideolojik konumlarını Cumhuriyet’e anlattı.

Özellikle Türkiye’de, siyasal İslamın Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşman olduğunu vurgulayan Maraş,

  • “Onlara göre ‘devrim’ için her şey mübah; soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gerekli” dedi.

Maraş,

  • Siyasal İslamı, “tercümelerden doğmuş; gerçekçilikten, gelenekten, derinlikli düşünceden ve yaşamdan kopuk; tepkisel, devrimci, tektipçi, sosyal değişimi reddeden ve ötekileştirmeye dayalı ideolojik ve siyasi temelli ütopik bir hareket” olarak nitelendirdi.

Maraş,

  • Düşünsel veya sosyal bir hareket değil, çünkü ideolojik ve siyasi yapısı onu daha selefi ve radikal bir çizgiye itmiş ve toplumsal yönü gözükse de topluma tektip, zamana, mekâna ve olgusal duruma göre değişmeyen ve sloganik bir ‘sözde İslami’ anlayışı dikte ettirme üzerine şekillenmiştir” dedi.

“DİKTATÖRLÜĞE MEYİLLi”

“İslamcılık, Türkiye’de ve dünyada, 18. yüzyılın son çeyreğinden başlatılsa da bu kesinlikle doğru değil. Türkiye’de İslamcılık, 1960’lardan itibaren başladı” diyen Maraş, “Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya atılmış fikirler, kesinlikle İslamcılık değil. Bu dönemde kullanılan tabir, siyasi olmayan bir ittihad-ı İslam, İslamlaşma fikridir. Ana hareket noktası da akılcı ve bilimi reddetmeyen bir din olarak inanılan İslamın ana kaynaklarına, gelenekteki yorum zenginliğine dönerek ve aynı zamanda Batı medeniyetinden de faydalanılarak yeni bir medeniyet inşa etme düşüncesidir.” ifadelerini kullandı.

Siyasal İslamcılığın ise “kendi dışındakini dönüştürmeyi, buyurganlığı, ötekini tanımlamayı ifade ettiğini” aktaran Maraş, “1960 sonrası günümüze kadar gelen İslamcılık, toptancı ve aspirinci bir yapıdadır. Batı’yı neredeyse toptan bir reddedişe dayanır” diye konuştu.

Siyasal İslam’ın ortaya çıkışında “sağlıklı modernleşememiş muhafazakâr toplulukların, sözde dine sığınma hastalığının etkili olduğunu” kaydeden Maraş, “Bu yönüyle İslamcılığın çıkış nedenlerinden biri, kendilerini zihnen ve ilmen yenileyemeyenlerin çaresizlik ve sömürgecilik karşısında ortaya attıkları bir ütopyadır. Yani özellikle taşralı gençlerin, şehirlerde kendi metaevrenine, gettosuna çekilip acılarıyla başbaşa kalma anlayışıdır. Ezildiğine inanan bu arabesk yapı, fırsat bulduğunda ezmeye, acılarının kinini almaya, kinini din edinmeye, dolayısıyla da adaletsizliğe, şiddete ve diktatörlüğe meyillidir. Bunun en önemli sebebi, hayallerinden sıyrılıp gücü elde ettiklerinde zihinlerindeki İslamileştirmeyi hızlandırma isteğidir” diye konuştu.

Maraş, siyasal İslamcıların önemli bir kesimi için tekil (üniter) devlet ve millet gibi kavramların “şirk ve küfür” olarak değerlendirildiğini, bu nedenle bu yapıların “etnik ayrıştırmacı ve bölücü hareketlere yakın durduğunu” da vurguladı.

“TASAVVUFİ ANLAYIŞ”

Bu nedenle bu tür bölücü yapıların İslamcılık” söylemi altında gizlenebildiği uyarısında bulunan Prof. Maraş,

  • “Bugünkü tarikat ve cemaatler, tasavvufi görünümlü olsalar da düşünce tarihindeki tasavvufi anlayışla herhangi bir alakaları kalmamıştır.
  • Çoğu tipik bir İslamcı hareket olarak sahne almaktadır.
  • Son zamanlarda İslamcılığın, bilhassa gençler arasında Selefilik ve Vahhabiliğe doğru bir eğilime yol açtığı da görülmektedir.
  • Bu yönelişte ülkemizdeki sığınmacıların ve bilhassa Sakarya, Trabzon ve Rize’ye konuşlanmış dış destekli Vahhabi-Selefi grupların da ciddi bir etkisi var” ifadelerini kullandı.

“KADIN ÖTEKİLEŞTİRİLİYOR”

İslamcılık deneyimi Türkiye’den eski olan bazı ülkelerdeki grupların çöktüğünü ve çıkmaz sokağa girdiğini, Türkiye’de de benzer bir durum olduğunu aktaran Maraş,

  • “İslamcılar, yönetimi üstlendiklerinde hayatın gerçekleriyle, devletle, demokrasiyle, büyük maddi imkânlar ve büyük hırsızlıklarla, ahlaksızlıklarla ve bunun meşrulaştırılmasıyla yüz yüze geldi. Bu da insaflı ve aklı başında az sayıdaki İslamcıda, İslami devrimin değil insani ve ahlaki devrimin yapılması gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bana göre hiçbir İslamcı hareket ve dini grup, İslamcılık ve bilhassa dinin siyasetle eşitlenmesi sarmalından kurtulamaz.
  • Çünkü İslam dünyasındaki asırlardır kronik bir hastalık halini alan; aklı, bilimi, ahlakı, devlet yapısını dışlayan ve dini; geleneğe, nassa, sabit hükümlere, yorumlara, ideolojiye hapseden, cinsiyet ayrımcılığına ve kadın ötekileştirmesine dayalı yanlış bir İslam anlayışı var.
  • Bundan sıyrılabilmek için ciddi bir zihniyet yenileşmesi gerekli. Bu yenileşme olmadan İslamcılık, Taliban, IŞİD, el-Kaide, Boko Haram vb. hareketlerden asla kurtulamayız” dedi.

“TÜRKLÜĞE DÜŞMANLAR”

Maraş, Sovyet tehlikesine karşın desteklenmenin de siyasal İslamı besleyen kaynaklardan olduğunu söylerken “İslamcılar içinde ağırlıklı olarak yalnızca Türkiye’deki İslamcılar, Türk kelimesine, millet kavramına, milli marşa, bayrağa ve devlete bütünüyle düşmandır. Çocuklarına bile Türkçe ad vermezler. Halbuki Türkiye dışındaki İslamcılar, çoğunlukla, daha milli bir çizgidedir.” ifadelerini kullandı. Maraş,

  • Siyasal İslamın, özellikle Türkiye açısından “her türlü devlet, millet, vatandaşlık, bayrak ve vatan gibi kavramların reddine dayandığını”, aynı zamanda
  • “kendi hayal evrenlerinde kurulduğunu, bu düşüncenin de takiyyenin caiz olduğu inancına götürdüğünü” aktardı.

“SORU ÇALMAK, TORPİL MÜBAHTIR”

Maraş, şunları kaydetti:

  • “Yani ‘devrim’ için her şey mubahtır.
  • Soru çalmak, kadrolaşmak, torpil, hırsızlık, İslam davasının muzafferiyeti için doğal ve gereklidir.
  • Bu açıdan parti, STK, vakıf, okul ve benzeri bütün teşkilatlanmaları, sadece öyle görünmek için yapıyorlar. Bunlar sadece hedefe giden yolda basit araçlardır.
  • Son yıllarda İslamcı STK’lerdeki devlete rakip olmaktan çok devletin yanında görünme dönüşümü kimseyi aldatmamalı. Her zaman 2. bir ajandaları vardır. Bu ajandanın ilk maddesi, mevcut düzeni yıkıp yerine kendi kafalarındaki şeriat düzenini getirmektir.
  • Devlette kendilerine bir alan açılınca orayı gettolaştırıp başkalarına imkân tanımayacak hale getirmeye çalışırlar. Çünkü kendileri gibi ‘Müslümanca’ düşünenler bir yerlere gelirse hayallerindeki İslami düzeni kurabileceklerdir.
  • Halbuki şeriat, hukuk ve adalet demektir. Ama onlar için şeriat, zihinlerinde kurguladıkları veya bağlı oldukları mezheplerin ayet ve hadislerden çıkardıkları anlamların, özellikle de bunların yüzyıllar önceki toplum şartlarına göre yapılan yorumlarının, sabit bir hakikat olarak, aynen bugün için de tekrar edilmesidir.
  • İslamcı için din siyasettir, siyaset de dindir.
  • İslamcıların hemen hepsinin üzerinde durduğu belli başlı kavram ikileştirmeleri şunlar: Cahiliye toplumu / Müslüman toplum, darül-harp / darül-İslam, tağut idaresi (demokrasi) / İslami idare, beşeri sistem / İslami sistem, resmi İslam / sivil İslam, ehli dünya / öncü nesil veya altın nesil, tevhit /şirk, modernleşme / İslami uyanış.”

“TUTARLI YAKLAŞIM DEĞİL”

Siyasal İslamcıların, İslamcılığı geçmişle ilişkilendirmeye çalıştığını, ilk nedenin ise “yeni ortaya çıkmış, kimlik ve aidiyet sorunu yaşayan bir hareketi geçmişle ilişkilendirerek bizatihi İslamcıların kendilerine tarihsel meşruiyet sağlama gayreti” olduğunu aktaran Maraş, şunları kaydetti:

“İkinci sebep ise İslamcılık hakkındaki kıymetli çalışmalarıyla yakından tanınan İsmail Kara’nın ve onun gibi düşünenlerin, kendi gelenekçi düşünce çizgisinden kaynaklanan sebeplerle İslamcılığı bütün tecdit, ıslah ve yenileşme hareketlerini kapsayacak şekilde genelleştirme çabasıdır. Bu görüş, birçok İslamcının kabul ettiği bir düşüncedir. İsmail Kara’nın bu zorlama tanımı, oldukça gelenekçi ve yenilik karşıtı bir düşünce çizgisine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. O, İslamcılığa eleştirel baksa da her türlü yenileşme hareketini İslamcılık olarak adlandırmak suretiyle İslamcıların tarihsel meşruiyet arayışlarına bir nevi haklılık kazandırmakta ve böylece İslamcılığı 18. yüzyılın son çeyreğindeki yenileşme hareketlerinden başlatmış olmaktadır. Bu yaklaşım tutarlı bir yaklaşım değil, kendi içinde çelişkiler barındırıyor. Hatta Sayın Kara, akıl-vahiy uzlaşmasının bile İslam’ın özünde olmayıp sonradan, yani ilk felsefi tercüme hareketleri döneminde sokulduğunu söyleyip, bunu da İslamcılığın fikri olarak sunmaktadır. Bu da tümüyle yanlıştır. Bunu kabul edecek olursak, başta Farabi olmak üzere akılcı, yenilikçi ve bilginin evrenselliğine inanan birçok İslam düşünürünün İslamcı olması gerekiyor ve aynı zamanda İslam medeniyeti diye bir şeyi ve bilginin, hakikatin ve İslam’ın evrenselliğini yok saymanız gerekiyor. Son olarak ilginç bir şey daha ilave etmem gerekir. Gerçekte İslamcı olmayan ama İslam dünyasının dertleriyle meşgul olan bir kısım aydın, İslamcılığın ideolojik cazibesinden veya ne olduğunun karıştırılmasından dolayı kendisini İslamcı zannediyor.”

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Örsan K. Öymen

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Türkiye aslında, uygarlık tarihini “doğu” ve “batı” karşıtlığı üzerine kurmanın sancılarını yaşamaktadır. “Batı” düşmanlığı ve “doğu” hayranlığı ve buna bağlı olarak geliştirilen kurgular, sadece İslamcı kesimde değil, laik olduğunu savunan kesimlerde de oldukça yaygındır.

Oysa uygarlık, belli bir dönemin, coğrafyanın ve etnik topluluğun tekelinde olan bir şey değildir. Uygarlık sürekli hareket halinde olan bir şeydir ve insana özgü bir oluşumdur.

Uygarlığın doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi olmaz. Antik Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin uygarlıklarını ve İslam dünyasındaki uygarlığı, antik Yunan, Roma ve Avrupa uygarlıklarıyla yarıştırmak saçmadır. Söz konusu uygarlıkların hepsi, bilim, felsefe, kültür, sanat, siyaset gibi alanlarda, insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
***
Söz konusu “batı” düşmanlığının ve “doğu” hayranlığının altında yatan şey, bir eziklik ve kompleks duygusundan başka bir şey değildir. İleri uygarlık seviyesi adına somut bir eser ortaya koyamayan topluluklar, bunu başaranları, yarattıkları kurgularla veya geçmişe yönelik hayallerle, küçümsemeye kalkmaktadırlar.

Oysa yapılması gereken şey, batı, doğu, kuzey, güney fark etmeksizin, bütün uygarlıkların insanlığa katkılarını nesnel bir biçimde ortaya çıkarmak ve onun üzerinden ilerlemektir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir topluluk, bilim, felsefe, sanat, kültür, siyaset, hukuk, demokrasi adına insanlık ve toplum için yararlı bir eser ortaya koyuyorsa, bunun hakkını vermek, bunu takdir etmek, buna saygı duymak ve olanaklıysa ortaya konan eseri aşmaya çalışmak gerekir. Dedikoduyla, söylentiyle, yalanla, kurgularla, din, mezhep ve etnik kimlik üzerine dayalı şovenist yaklaşımlarla uygarlık konusunda bir ilerleme sağlanamaz.
***
İslam dünyasında 9. ve 12. yüzyıllar arasında bilim ve felsefe alanında yaşanan gelişmeler de bu ilkel yaklaşımların aşılmasıyla olanaklı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi gibi önemli bilim insanları ve filozoflar, antik Yunan felsefesinden ve biliminden etkilenmişler, antik Yunan dönemindeki kazanımları yok saymamışlar, aksine, onları anlamaya çalışmışlardır.

Özellikle Platon ve Aristoteles, İslam dünyasındaki felsefenin ve bilimin esin kaynağı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi, antik Yunan filozoflarını ve bilim insanlarını, “Bunlar Pers, Arap, Türkmen değil, bunlar Müslüman da değil, o zaman bunları bir kenara atalım” dememişlerdir. Platon’un ve Aristoteles’in eserleri Arapçaya ve Farsçaya çevrilmiş, İslam dünyasındaki filozoflar ve bilim insanları da bu eserler üzerinden çalışmalarını geliştirmişlerdir.

13. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını esir alan, “Müslüman olmayan batılı gâvurdan uzak duralım” biçimindeki ilkel anlayış ve kendi kabuğuna çekilme tavrı, İslam dünyasının sonunu getirmiştir. O dönemden itibaren İslam dünyasında, bilim ve felsefe alanında hiçbir olumlu gelişme yaşanmamıştır. Bu nedenle İslam dünyası siyasi olarak da geri kalmıştır.

Avrupa ise antik Yunan felsefesini ve bilimini, 15. yüzyıldan itibaren geliştirmeye başlamıştır. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos, Pitagoras, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros, Hippokrates, Herodotos, Eukleidos, Arkhimedes, Aristarkhos Hıristiyan değillerdi, Alman, Fransız, İngiliz de değillerdi, ancak Avrupalı aydınlar için yine de esin kaynağı oldular. Avrupa’daki Rönesans ve aydınlanma devrimleri bu sayede gerçekleşti.

Felsefe ve bilim açısından bakıldığında, İslam dünyası ve Avrupa aynı kaynaktan beslenmiştir. O kaynak da ağırlıklı olarak antik Yunan’dır.

Din açısından bakıldığında da, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam aynı coğrafyada, yani Ortadoğu’da ortaya çıkmışlardır. Ayrıca üç din de aynı Tanrı’ya inanmaktadır ve üç din de kozmoloji ve ahlak bağlamında aynı ilkeleri savunmaktadır.

Buna rağmen doğu ve batı arasında bir karşıtlık yaratmak cehaletten kaynaklandığı gibi, emperyalizme hizmet etmektedir. Bunu anlamak için, yaşananlara bakmak yeterlidir.

Sapere Aude

Sapere Aude

Enver Aysever
Cumhuriyet
, 18.10.18
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..
Yaygın umutsuzluğu salt iktisadi gerekçelere, içinden geçtiğimiz siyasal sürece bağlamak yeterli bir açıklama olmaz. Kaç gündür, özellikle sosyal medya ahalisinin gevezelikleri üzerinden, itiş kakış yapılan tartışmalara bakıyorum, içim sıkılıyor. Köksüz, içeriksiz, uçuşan kavramlar üzerinden savrulan fikir kırıntıları, bütünlüklü bir düşünce doğuramıyor. Ülke aklı askıya aldığı, düşünmekten vazgeçtiği için açmazda. Ağzına gelen her sözü değerli sanan insanlar arasında kaybolur yaratıcı, özgün fikirler. Hep böyledir, gürültü altında eziliyoruz. 
Aydınlanma akşamdan sabaha gerçekleşmiş dönüşüm değildir. Doğayı anlama, bilimle yön bulma, aklı mutlak egemen kılma insanlık için zorlu, kanlı süreçtir. Farklı düşünürlerin yaklaşımlarıyla uzun zamanla gelinmiş felsefi, toplumsal düzeyden söz ediyoruz. İnsan aklının üzerinde herhangi bir gücü, iradeyi kabul etmemek cesaret işidir. Bugün yığınların bunu başardığını düşünmek saflık olur. İnanmak kolaydır, sorgulamak güçtür. Temel çelişki burada başlar. Biri, başına geleni yazgı olarak görür, Tanrı’nın emri sayar. Diğeri edimleri ile sonuca varır. Nedenlerle meseleleri kavrar ve sorumluluktan kaçmaz. 
KantAydınlanma, insanın kendi ayağıyla içine düştüğü toyluktan kurtulmasıdır.
Toyluk, insanın kendi aklını bir başkasının rehberliğine ihtiyaç duymaksızın kullanamamasıdır. İnsanın bu toyluğa kendi ayağıyla düşmesinin nedeni de akılsız olması değil, aklı başkasının rehberliği olmaksızın kullanma kararlılığı ve cesaretini
gösterememesidir” der. 
Bundan dolayı, Aydınlanma’nın sloganı şudur: 
* “Sapere aude! (Kendi aklını kullanma cesareti göster)” 
“Toyluk” özenle seçilmiş sözcük. Suçlama yok, erken dönem zaafı olarak görüyor Kant bunu. İnsanlık öğrendikçe, geliştikçe bu toyluktan kurtulacak, iradesine sahip olarak, tercihlerini buna uygun yapacak, beklenti bu yönde. Peki, öyle mi? Tanrı fikrinin bir tarihi var. İnanç belli ki insanın doğasında var. Bunu belli dengede tutmak mümkün… Eğer aklın egemenliğini baskılarsa sonu felaket oluyor. Devrimler çağına yakından bakmak gerek. Bahis uzun, bize dönelim… 
Cumhuriyet aydınlanma fikri üstüne inşa edildi. Kapitalistleşmeyle birlikte kaçınılmazdı Osmanlı’nın yıkılması. Yerine ne konacağı önemliydi. Cumhuriyet ancak devrimle kurulabilirdi, öyle oldu. Mustafa Kemal başardı. Osmanlı’yı onarma fikri gericidir, Cumhuriyet kurmak ilericidir! Namık KemalŞinasi gibi isimler aydınlanmacıydı, devrimci değillerdi. Her devrim yeni sorular, sorunlar getirir kuşkusuz… Genç Cumhuriyet bu çatışmaları yaşadı, üzücü olan ilerleme beklentisinin boşa çıkmasıdır, uzun zamandır ricat söz konusu. 
Kapitalizm feodal toplumsal yapıya yönelik ciddi itirazdı başlangıçta. Endüstrileşme işçi sınıfını doğurdu, Aydınlanma etkisiyle kapitalizm ilerici rol üstlendi. Demokrasi bunun ürünüdür. Tanrı’dan güç alan hükümdarın egemenliği altında herkes onun kulu, kölesi, mülküydü. Kapitalizm mülkiyeti Tanrı eliyle kullanmak yerine, akılla elde edilen beceri sonucunda yurttaşlara dağıtmayı vaat etti ve başardı. Demokrasi burada önemli işlev gördü. Lakin insanlar eşit değildi. Uluslar aynı güce sahip değildi. Mülk/para güçlü olanın elinde birikti. Eşitsiz toplumsal yapı, patronların hızla güçlenmesine neden oldu. Mülkiyeti elinde bulunduran yeni, büyük başka güçler doğdu. Buna karşılık işçi sınıfı oluştu ve onun hak mücadelesi başladı. Kapitalizm muhafazakârlaştı, gericidir.
* İşçi sınıfı, kavgası doğası gereği ilericidir, sosyalist olmak zorundadır. 
Cumhuriyet aydınlanmanın ürünü insanlar yarattı, bu toplam, kaçınılmaz biçimde sınıfsal bilinç edinmeye başladı. Köy Enstitüleri bunun somut örneğidir. Üreten, okuyan, bilime uygun davranan insan elbet soracak, itiraz edecekti. Kapitalizm bu insandan korkar. Aklı, aydınlanmayı askıya almak ister. Patronlar saltanatları yıkılacağı için komünizmi öcü olarak sundu. Gericiliği beslemeye başladı düzen. Bunun sonucudur 1954’te Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulması. İlk başkanı ülkücü İlhan Darendelioğlu’dur. Fahri başkan Cemal Gürsel’dir. 
Komünizmle Mücadele Dernekleri ülke siyasetini o günden bu tarafa yönetmektedir. Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Recai Kutan, Abdullah Gül, Numan Kurtulmuş, Ahmet Davutoğlu ve Recep Tayyip Erdoğan bu derneğin üyesidir. Sıkı durun, Fethullah Gülen Erzurum kurucu üyesidir. Aydınlanmanın okullarında yetiştiler, ancak kapitalizme uygun düşündüler. Akla uygun davranır gibi görünseler de sorgulanması pek mümkün olmayan ilahi bir güce dayandırdılar iktidarlarını. Kapitalizm bunu istemekteydi, piyasa koşullarının egemenliği için işçinin düşkün kalması zorunluydu. Milliyetçilik, dincilik buna uygundur.
* İlerici ilkelerle yola çıkan Cumhuriyet gericileşti. Çöküşün nedeni budur! 
Son günlerde mülkiyet tartışması sürerken yukarıdaki verilere iyi bakmak gerek. AB, NATO, BM türü kurumlar neden gericidir anlamak için hangi egemen güce hizmet ettiğini görmek gerek. Elbet küçük mülkünü korumak kaygısıyla Komünizmle Mücadele Derneği önderleriyle yan yana düşmemeye de dikkat etmek gerek.
Dediğim gibi, ilericiliği biçime indirgerseniz yanılırsınız!
RTE muhalifliği ilerici olmaya yetmez!
======================================
Dostlar,
Cumuriyet‘in yeni yazarlarından Enver Aysever, uygarlık tarihinin kilit kavramlarından AYDINLANMA‘yı, Aklı, Sorgulamayı…. ve Siyasal Düşünce Tarihinin – Siyaset Felsefesinin en parıltılı düşünürlerden ünlü Alman filozof İmmanuel Kant’a yer veriyor bu önemli yazısında.
SAPARE AUDE“, Aydınlanma Felsefesinin 1784’e tarihlenen bir çığlığıdır adeta.
Bizim de doğrusu kulaklarımızdan hiç eksilmiyor..
Kant, 1784’te bir “Aydınlanma mektubu” yazar insanlığa.. Yaklaşık 5 sayfa olan bu metnin erişkesini (linkini) sunuyoruz, okunmasını ve paylaşılmasını, üzerinde düşünülmesini dileriz :
Çağdaş bağlamda Aydınlanma (Enlightenment);
Aklın inançtan, Bilimin de dinden özgürleşmesidir. 

* İnsanın Aydınlanmasına ömürlerini, canlarını – yaşamlarını veren tüm erenlere selam olsun..

Hallac-ı Mansur’dan Giardano Bruno’ya,
İbni Sina’dan Galileo Galile’ye,
İbni Haldun’dan Jan Huse’a,
Farabi’den Copernicus’a..
……………
Türkiye Cumhuriyetini kuran ve Anadolu Aydınlanmasını başlatan başta Mustafa Kemal ATATÜRK olma üzere dava yoldaşlarına,
Son dönemlerin Aydınlanma bilgesi İlhan Selçuk‘a ve 19 yıl önce bu gün kalleşçe öldürülen Ahmet Taner Kışlalı‘ya…. selam olsun, selam olsun, selam olsun!

İnsanlığın geleceği, hiç ama hiç, zerrece kuşku olmaksızın “bilimsel akılcılığın” egemen olacağı bir eksende kurulacak ve yükselecektir..

Sevgi ve saygı ile. 22 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Coşkun Özdemir : CEHALET..

C E H A L E T …..

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
Türkiye Kas Hastalıkları Derneği Başkanı
İstanbul Tıp Fak. Nöroloji Em. Öğretim Üyesi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımızdır. 1950’den önce cehalet sözcüğü genelde okuma yazma bilmeyenler için kullanılırdı. Şimdi toplumun sadece okuma yazma değil, bilmesi gereken hiçbir şeyi öğrenmemiş olduğunu gördük. % 90’ı köylü olan halk hiçbir şeyi bilmiyor, yaşadığı dünyayı da tanımıyor. Cumhuriyet 17 yılda bütün Osmanlı tarihinde olduğundan çok çeşitli okul, sanat kurumu açmış, üniversiteleri yeniden kurmuş, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, Köy Enstitülerini açmıştır.”

Bunlar gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’dan alıntıdır. Genel olarak bu sözcüğü hele halkımız için kullanmakta çekingenlik var. Doğan hoca cehalet sözcüğünü cesaretle ve elbette yetki ile kullanıyor. Genellikle bu gerçeği gizliyoruz.

Özdemir İnce’nin iki kitabı var. Cehaletin Rönesansı ve Egemenliğini işleyen çok aydınlatıcı.
O da cesur bir düşünür. TV’lerde halkın bir araya gelip aralarında tartışıp siyasilere çok rasyonel mesajlar verdiğini dinliyorsunuz. Bunlar yapay yakıştırmalar, bir öykü gibi. Gerçekle ilgisi yok, çok yineledim. AKP iktidarının ve yandaşlarının karalayıp kötülediği Cumhuriyetin Atatürk’lü 15 yılı bir mucize gibidir. Bunu yadsımak onu bir enkaz gibi tanımlamak bir gaflettir. Bugün neredeyse İslam dünyasındaki ilk laik cumhuriyetten arta kalanlarla yaşıyor ve bu sayede umudumuzu koruyoruz. Birer aydınlanma odağı Köy Enstitüleri ve Halkevleri haince yok edilmese, çağdaş eğitime darbe vurulmasa idi, Türkiye bugün bambaşka bir yerde olacaktı.

Bakınız DOĞAN KUBAN nasıl devam ediyor:

”Cahillik, politika olarak istismar edilen bir kültürel yoksulluktur. Az gelişmiş bir toplumun politik ortamında kişileri uygarca davranmaya ulaştıracak bir bilinç partilerde de yok. Üniversitelerimizin en iyileri bile yurt dışındaki itibarlarını yitirdiler Bugünkü iktidar çevrelerinde süregelen bir Osmanlı hayranlığı var (C.Ö.) “Biz Osmanlı tarihini çağdaş bir tarafsızlıkla, fakat Türkçe konuşan dünyanın ilk laik cumhuriyetini kurmuş bir İslam toplumu olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunu bir iç kavga tohumu olarak kullanan,
bizim gibi ülkeleri sömürme peşinde olan Batılı emperyalistlerdir.”

Ben bugünkü az gelişmişliğimizde ve çekinmeden söyleyelim cehaletimizde, neredeyse bin yıl önceki İslam toplumundaki akıl ve dogma zıtlaşmasının büyük etkisi olduğu kanısında olanlardanım. İmam-ı Gazali önemli, etkili bir İslam bilgini idi. Ama yazık ki, içtihat kapısı kapanmıştır diye İslam dünyasını özgürlüğe ve felsefeye kapamıştır!? Bunu nasıl başardığını anlamamışımdır. Çünkü İslam dünyasında yüzyıllardır tersine bir potansiyel vardı.

Ben ilk Avrupa’ya çıkışımda Belçikalı bir profesörün “Avicenna’yı okudunuz mu?” sorusu ile karşılaşmıştım. Bilmiyordum, İbni Sina’nın Avrupa’daki adı imiş. Onlar İbni Sina’dan başka İbn-i Haldun, İbn-Rüşt, Farabi, Harezmi okurlarmış. Bunlar İslam yasağını dinlemeyen filozoflar. Yunan klasiklerini Arapçaya tercüme ettirip okuyor, okutuyorlar. Avrupa reform ve Rönesans için onlardan yararlanıyor. Ama Osmanlı onlara uzak kalıyor. Osmanlıda bu felsefecileri eleştiren, onlara karşı çıkan, konuşup, tartışmak eleştirmek doğruyu aramak yanlıştır. İÇTİHAT KAPISI KAPANMIŞTIR diyen İmam Gazali tarafını tutuyor. O’nun TEHAFÜTÜ FELASİFE adlı ünlü bir kitabı var. Bu Osmanlı ile birlikte İslam dünyasının özgür düşünceye, felsefeye kapanışıdır. Bu nedenle bakın DOĞAN hoca ne diyor :

” Abbasilerin Dar-ül Hikma benzeri bir çeviri etkinliği, dünya bilim tarihinde FARABİ gibi filozoflar, İbni Sina gibi bir filozof ve tıp uzmanı, HAREZMİ gibi bir matematikçi, HAYYAM gibi bir şair ve matematikçiyi, Osmanlı toplumu 500 yılda yetiştirememiştir.”

Cumhuriyet %5 okuma yazma bilen, fabrikasız, okulsuz, sanayisiz perişan bir toplum miras aldı. Büyük Atatürk ona inananlarla birlikte bu topluma bu coğrafyaya aklı bilimi, çağdaşlığı, laikliği ve aydınlanmayı getirdi. Büyük bir devrimdir bu. Bunu küçümsemek gaflettir, hıyanettir. O’nu izleyenler bu devrime sadık kalmadılar. Tam tersine eğitimi baltaladılar, Köy Enstitülerini, Halkevlerini yok ettiler. Halkı çağdaş, aydınlanmacı bir eğitimden yoksun bıraktılar. İslamcı bir parti bugün bu yoksunluğun meyvelerini topluyor. Sol adına Atatürkü küçümseyenlerimiz oldu. AKP’den demokrasi bekleyen liberallerimiz, “yetmez ama evet” çilerimiz sonunda bugünlere ulaştık.

Bir devlet adamı, kadınlar sesli gülmesin diyor. Bir başkası hadislerde bütün hastalıkların ipucu vardır diyor. Üniversite hocası müziğin her türlüsü günahtır buyuruyor. Diyanet başkanı nişanlılar el ele tutuşamaz diyor. El zinası, göz zinası üniversitede hakimler arasında, üst makamlarda yaygın. Nerede, hangi zeminde yetişiyor bu milyonlarca Fetocu? Nedir bu Adnan Oktar olayı?

Her gün kadın cinayetleri haberleri alıyoruz. En çok sigarayı biz içiyoruz. En çok işçi ölümleri bizde. En çok yalan haber uydurma, haber bizim medyada. Dövmesi var diye bıçaklanan kadın bizim kadınımız. Sayısız çocuk cinsel tacizi, çocuk kaçırma..

Yanmaz kefen bizde satılıyor çok rağbet var. Türkan Saylan’a “zıbarıp gitti, O’nu cehennemde zebaniler karşılayacak, Atatürkçüleri yanına çağırsın“ diyen bizim kadınımız. Sömürgede dinimizi daha iyi yaşardık.. genç kızlarımız söylüyor. Yunan kazansaydı saltanat, hilafet devam ederdi.. Bu da saray sofrasında oturan dinci tarihçimizden.. “Erkekler sakal bırakmazsa şehvet uyandırır, oğlancılık teşvik edilir” bizim bir din adamının söylemi. Utanç verici şeyler.

Unutulmaz 6-7 Eylül vahşeti (AS: 1955), 2 Temmuz 1993 Madımak faciası cehaletin eserleri değil mi? Sağdan sola yazmayı bilmeyen kendini Müslüman saymasın.. Böylece birisinin kemikleri sızlayacak ve cehennemde bir ait kademeye inecektir. Bir milli irade temsilcisi dindar bu da. En çok, en çeşitli tarikatlar bizde. Birbirine en az güvenen bizim halkımız.

Bütün bunlar bu insan manzaraları cehaletten kaynaklanıyor, Emperyalizm bundan yararlanıyor. Rasyonel (AS: akılcı) düşünceden, bilinçten, aydınlanmadan yoksun insanlar tarafından yaratılıyor bunlar. Tepeden tırnağa bu toplumda yaygın bir patoloji görmemek mümkün değil. Binlerce insan hapiste. Bir gün için yüzlerce tutuklama, yüzlerce göz altı. Binlerce işten atılma, üniversitelerde adeta bir kıyım. Sormaz mısınız? Nasıl bir memleket bu? Her şey normal diyebilir misiniz? Ülkenin yöneticileri her şeyin başkanı reise böyle bir memleket nasıl idare edilir demez mi?

Hapislerle idamlarla olur mu? Bu yaygın patoloji masa üstüne konmaz mı? Bu zeminin bu toprağın ciddi bir hastalık içinde olduğu çok açık değil mi? Bu kabul edilip çare aranmalı değil mi? Hapishaneleri doldurmak Enis Berberoğlu’nu, Osman Kavala’yı, Eren Erdem’i, binlerce üniversite gencini Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutmak vb. adalet midir, kaosa destek midir? Hiç beraber olmadığımız Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan darbeye mi destek verdiler? Cumhuriyet yazarlarını 6-7 yıl hapse mahkum etmek neyin nesi? Bunların gerekçesi hangi vicdan sahibini ikna edebilir?

Derinlemesine bir sosyolojik psikolojik çok yönlü analizlere ihtiyacı var bu toplumun. Bu yazıyı yazarken bir katliam haberi alıyorum.. Bir ailede 5 ölü 4 yaralı, bir katliam. Ne kadar kolay öldürüyor! Hem de 28 kez, 32 kez bıçaklıyor benim insanım! Hastanelerde doktorlara saldırı vukuatı adiyeden (AS: sıradan olay). Bu ülkenin Başkanı ve iktidar partisi önderleri biz hangi koşullarda ardı ardına seçim kazanıyoruz, toplumun hangi kesiminden oy alıyoruz diye düşünmezler mi? Başkanın vurguladığı gibi asil bir halk mı bu?

Bakın iyi bir düşünür ve yazar olan Dr. Erdal Atabek ne diyor :

”Halkımız Erdoğan ve AKP’yi kutsallaştırıyor İktidar kutsallaşmıştır. Oy vermemek günahtır. Peygambere karşı çıkmaktır. Bilinç altı bir şey bu. Kollektif bilinç kolay kolay değişmez. CHP ancak toplumun bilincine seslenebiliyor bilinç altına değil.” Oysa Atatürkçü laik kesim için böyle bir kutsallık yok. Laikliği savunmak için çaba göstermek gibi bir sorumluluk, bir gereklilik düşünmüyor aydın kişi. Sayı üstünlüğü de olmadığı için, bütün seçimlerde yitiren yan.

  • Ne olacak, nereye gidiyoruz?

Yanıtını bilemediğimiz bir soru bu. Kaygılar içinde yaşarken, yaşayanlar hep birlikte görecekler.
Ama yılgınlık ve umutsuzluk yasak!
Aydınlanma için var gücümüzle çalışacağız!
==========================================

Dostlar,

Saygın insan Prof. Dr. Coşkun Özdemir bizim İstanbul Tıp Fakültesin’den hocamızdır. Uğur Mumcu Vakfı‘nda yollarımız kesişmiş ve Vakıf için bir Ulusal Sağlık Politikası raporu hazırlayan çalışma takımı içinde olmuştuk.

Sonra.. Ergenekon kumpas davalarında Silivri tutsaklarını bir ziyaretimizde çadırda dertleşmiştik.. Arada bizi katıldığımız TV programlarını izleyebilirse arar ve kutlar..

Özdemir hoca on yıllardır, Yeşilköy’de çooook mütevazi bir binada, kurucusu olduğu Kas Hastalıkları Derneği‘nde bu zor hastalıklarla boğuşanlara hizmet sunuyor, nitelikli – bilimsel – sevecen – insancıl emeğini akıtıyor.. Dünyanın en ünlülerinden Harvard Tıp Fakültesi’nde çalışmış, çoook başarılı bir Nöroloji hocası Prof. Coşkun Özdemir..

Kas Hastalıkları Derneği binası, İstanbul Büyükşehir Belediyesinden kiralık. Hemen hemen her yıl bu belediye “çıkın” der ve insanları perişan eder.. Oysa dinci – kinci – yandaş dernek ve vakıflara bu belediye ölçüsüz destek veriyor.. Ne adaletsiz tutum ve ne utandırıcı politika!?

Özdemir hocamız 1929 doğumlu.. 90’ına dayandı ama yüreği hala Ülkemiz – insanımız – Aydınlanma ve ATATÜRK DEVRİMLERİ için çarpmakta..

O’na daha nice üretken yıllar dilerken, ülkemize kattıkları için bin şükran sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

“BİN YILLIK KAVGA”

Dostlar,

Yürekli gazeteci, araştırmacı, derin birikimli nitelikli aydın Sayın Merdan Yanardağ’ın nefis bir irdelemesi aağıda..

Hakkını vererek okumalı..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 8.1.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================

Merdan Yanardağ
22.12.2012, Yurt Gazetesi
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr 

“BİN YILLIK KAVGA”

İslam dünyası uzayan bir Ortaçağ’ın içinden geçiyor. Bin yıla yayılan uzun, acılı ve kanlı bir çağ bu. İmam Gazali‘nin (1058-1111) Bağdat Nizamiye Medresesi Müderrisliğini terk edip, Mekke’de iman tazeledikten sonra İslam’da içtihat kapısını kapatmasıyla başlayan karanlık bir bin yıl…

İmam Gazali’nin ünlü risalesi ‘Tehatüful Felasife‘ yani “FelsefeninTutarsızlığı“nı yazarak başlattığı tutuculuk çağı…Kutsal kitaplar dışında hiçbir eser insanlık tarihinde bu kadar etkili olmamış ve trajik sonuçlar yaratmamıştır. İslam dünyasının yükselişini sonlandıran, bilimin ve felsefenin kâfirlik sayıldığı, insan aklının
teslim alındığı büyük gericilik dönemi… Aklın değil “naklin” esas alındığı yıllar.
Doğu dünyasının ilk siyaset bilimi kitabı olan ‘Siyasetname‘nin yazarı ünlü
Selçuklu Veziriazamı Nizamül Mülk‘ün saraya davet ederek Sultan Sencer’e danışman yaptığı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlıyor.

Gazali yalnızca günümüze dek gelen egemen Sünni teolojisini kurmuyor,

Şia öğretisi üzerinde de etkili oluyor. İçtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının
önünü kesiyor. Onu donduruyor ve böylece İslam dinini insanlığın tarihsel yürüyüşünün önünde gerici bir engele dönüştürüyor. İbni Sina’yı, Farabi‘yi
kafirlikle suçluyor.

  • İmam Gazali’nin öğretisi, bugünün geri ve Batı’nın kölesi olan
    İslam dünyasını yaratan anlayıştır.

***
İmam Gazali’ye en büyük itiraz yine İslam dünyasından Hanefi-Sünni öğretisinin içinden gelmiştir. ‘Doğu’nun en büyük âlimlerinden, felsefeci ve yorumcu İbni Rüşt (1126-1198) Gazeli’yi Endülüs’ten eleştiriyor ve onun görüşlerini mahkûm ediyor.
Aynı zamanda Kordoba Kadısı olan ve Endülüs Sultanı Yusuf’a danışmanlık yapan İbni Rüşt

– bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını,
– insan aklının özgür bırakılması erektiğini,
dinsel kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi durumunda
akla göre yorumlanmasının doğru olacağı..

görüşünü savunuyor. Çünkü diyor İbni Rüşt;

  • “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir” ve bu nedenle akla uygun olan,
    nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz.

İbni Rüşt Kurtuba’da (İspanya’nın bugünkü Kordoba kenti) Gazali’yi eleştiren
ünlü reddiyesini yazıyor; ‘Tehatüfül Tehafül’ yani “Tutarsızlığın Tutarsızlığı’…

İbni Rüşt felsefenin ve felsefecilerin gerçeğin bilgisine ulaşmanın yolunu açtığını, tutarsızlığın buna karşı çıkmak olduğunu söylüyor.

Yazılı tarihin en önemli ve en büyük polemiklerinden biridir. İbni Rüşt bu tartışmayı entelektüel ve felsefi düzeyde kazanıyor ama siyasal planda kaybediyor.
Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri itaat ve teslimiyeti savunan Gazali’yi destekliyorlar. İbni Rüşt unutulmaya terk ediliyor.
***
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbni Rüşt’ün kitapları Latinceye çevriliyor. Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini, yeniden İbni Rüşt’ün eserlerinden öğreniyor. Bu eserler Arapçadan Latinceye çevriliyor ve Batı’da Rönesans’ı başlatıyor.

  • Batı İbni Rüşt’ün, Doğu ise İmam Gazali’nin yolundan gidiyor.

Sonuç ortadadır:

İşte İbni Rüşt, o uzun Ortaçağ’ını yaşayan Doğu’da, 21. yüzyılda bile Taliban ve Suudi rejimlerini yaratan İslam dünyasında sadece bir yerde, Türkiye’de kazanıyor.

Bu topraklarda gerçekleşen 1908 Jöntürk ve 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur.

İmam Gazali’nin izleyicileri yaklaşık yüzyıldır, son çözümlemede birer burjuva aydınlanma hamlesi olan ve insanlık tarihinin ilerici kazanımları hanesine yazılan devrimleri boğmaya çalışıyor. Bugünkü siyasal kavgaların temelinde bu bin yıllık kavga yatıyor. Yürüyen ve hâlâ bizi teslim alan kavga;

  • Bu topraklarda tam bin yıldır devam eden insan soyunun ve aklının özgürleşmesi mücadelesidir.

AKP gericiliği, İslam’ın süren Ortaçağı içinde sadece bir sonuçtur.

Elbette tarihin akışına, insan doğasına, akla ve bilime karşı savaşanların
uzun vadede kazanması imkânsızdır.

Ancak bilinmelidir ki, gericilik geçici de olsa (kısa vadede) amaçlarına ulaşabilir.

Toplumu bir önceki çağın değerlerine yeniden iade edebilir.
Pakistan ve Mısır’ın acıklı serüvenleri bu olasılığı bütün boyutlarıyla gözler önüne seriyor.

İşte bu nedenle, Türkiye’de İmam Gazali’nin bir kez daha kazanmasına
izin vermemek gerekiyor.