Etiket arşivi: Dr. Ahmet Saltık www.ahmetsaltik.net

AÜTF Dönem 3 Dersi : Alan (Saha) Araştırmaları (Field Surveys)


Sevgili AÜTF Dönem 3 Öğrencilerimiz.
.

 

SAHA  – ALAN ARAŞTIRMALARI konulu dersimizin yansıları pdf olarak aşağıdadır.

Güncellenmiştir..

Ders, COVID-19 salgını nedeniyle sanal ortamda, Ankara Üniversitesi ANKÜZEM
web ortamında işlenmektedir.

Yansıları okumak, dosyayı indirmek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Saha_Arastirmalari_Dr.Ahmet_SALTIK

Sevgi ve saygı ile. 25.09.2020

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Uzman,
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

KABİLE YÖNETİMİ, İSLAM ORDUSU

KABİLE YÖNETİMİ, İSLAM ORDUSU

Naci BEŞTEPE
E. Tümg. 

Türkiye’nin pek çok sorunu içinde birincil olanı yönetim sorunudur.
İktidarın yurt içinde hedefi bellidir.
Cumhuriyetin tüm kazanımlarını silip süpürmek, laiklik demokratik rejim yerine dine dayalı otokratik bir rejim kurmak.
Adımlar bu doğrultuda atılmaktadır.
Yurt dışında ise sarkaç gibi salınıp durmakta, ikilemler içinde gidip gelmektedir.

AFRİN’DEN SONRA NE YAPILACAK?

Afrin doğru karardı. TSK başarılı bir operasyonla hedefe ulaştı.
Siyasi hedef açık olmadığı için sonrası çok bilinmeyenli denklem gibi.
Günlerdir,”Afrin’den sonra Menbiç, sonra Fırat doğusu” denildi.
24 Mart’taki AKP kongresinde “Reis bizi Menbiç’e götür” diye tezahürat yapan gençlere AKP’li Reis Erdoğan, “Menbiç’e ihtiyaç var mı yok mu? Eğer var derlerse önce ben” yanıtı verdi. Demek ki Menbiç için henüz karar verilmemiş.
Sorun büyük.  Menbiç’te ABD var. PKK/PYD ile kol kola.
ABD aylar önce verdiği sözü unutmuş görülüyor. Fırat’ın doğusuna PYD’nin geçişine izin vermeyecek, Menbiç’tekileri çıkartacaktı. Şimdi başka oynuyor. PYD’ye desteği sürdürüyor.

KARARSIZLIK İKTİDARI

Menbiç’te neden kararlı değil iktidar? Nerede kararlı ki?
Rusya ‘dan S-400’leri aldık, alıyoruz. Pat diye ABD ile Patriot görüşmeleri başladı.
Çocuk kandırıyorlar. Biri NATO’ya uyumlu diğeri ülkemize özgü olacakmış da?
Yemeyin bizi. İki sistem gereksizdir. S-400 kime karşı? Öncelikle Yunanistan olmak üzere batı ülkelerine karşı. Buna bölgede konuşlu ABD dahil.
Patriot kime karşı? Başta Rusya ve İran olmak üzere onlarla işbirliği yapan Irak ve Suriye’ye karşı. Şimdi çözün bilmeceyi. Dostumuz kim, düşmanımız kim? Kiminle işbirliği içindeyiz, kiminle çatışıyoruz? Böyle dış politika böyle ülke yönetimi olur mu?

NEDEN PATRİOT?

Patriot almaya zorlandı iktidar. Trump tüccar. Yolcu uçaklarını sattı, kesmedi. Hava savunma sistemi de satacak. Göbek bağını koparmayacak. Hayır deme şansı var mı? Var.
Zarrab davasının sonucunda ekonomik darbeyi göze alırsa. Alabilir mi? Dolara bakın. Büyüyen dış borca bakın. Batmaya giden ekonomiye bakın. Dış yatırım ihtiyacının öldürücülüğüne bakın. Kararı, yanıtı verin. Görüşmeler başladı. Uzarsa ne olur? Zarrab davasının 11 Nisandaki karar duruşması ileri tarihe atılır. İmza atılmaya yetecek bir süre kadar ileriye.

SİYASET NE YAPMALI?

Kürt devleti kurulmasını engellemek için Fırat’ın doğusundaki kantonlar da temizlenmelidir.
Bölgede ABD var. TSK ile ABD güçleri karşı karşıya gelmeli mi? Hayır.
Hatta TSK’nın bu bölgeye girmesi bile zorunlu değil.
Siyasetin gücü ve başarısı işte burada kendini gösterecektir.
Başta Suriye olmak üzere bölge ülkeleri ve Rusya ile yapılacak işbirliği ABD’yi buradan çıkarır.
Türk askerinin burnu kanamaz. En fazla yapacağı şey, kuzeyden Suriye askerine destek vermek olur. Nerde o yönetim? İnadına Esad düşmanlığı. ABD-Rusya arasında şaşkın şaşkın gel-gitler.

İSLAM ORDUSU MU?

Son dönemde, özellikle 15 Temmuz’dan sonra TSK Komuta kademesine bir haller oldu.
Resmi elbise ile camilere gidiş reklamları. Konuşmalarda dini söylemleri öne çıkarmalar.
Yılların komando yeminini duaya çevirip, ”AMİN” e bağlama.
Komutan konuşmalarını “Alla yardımcınız olsun!”la bitirip askerin “AMİN” le yanıtlaması.
Gnkur.Bşk.nın “ Vatan, millet, bayrak ve din uğruna” can verildiğini söylemesi.

Ne oluyoruz sayın komutanlar?

Suudi İslam Ordusu’nun başında mısınız, laik Türkiye Cumhuriyeti ordusunun komutanları mısınız? Kimsenin inancına sözümüz yok. Ancak TSK İslam ordusu değildir. Operasyonlar din için yapılmamaktadır. Zaten karşınızdaki insanların çoğu da aynı dindendir.
Kendi geleceğini kurtarmak için dindar görüntüsü vermeye çalışanlar ancak günü kurtarır.

  • Vatan ve millet için can veren Mehmetçiği kimse bireysel çıkarına alet etmesin.

Şehitler tüm milletin kutsalıdır. (28.3.18)
=====================================================

Dostlar,

Saygın dostumuz Sn. E. Tümg. Naci Beştepe Paşamız değerli bir irdeleme kaleme almış (klavyeye!). Dileriz iktidar kanadı yetkilileri de okur ve yararlanırlar. Bir kez de biz yineleyelim:

TSK İslam ordusu değildir!

TSK; laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Ordusudur. Şanlı bir Kurtuluş Savaşının eşşsiz kahraman Ordusudur. T.C. yurttaşlarının tümü de Müslüman değildir. Dolayısıyla TSK’nın Din için de savaştığı söylenemez. Ölçüyü şaşmaz ve sarsılmaz biçimde Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK koymuştur :

  • Milletin yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir!

Sevgi ve saygı ile. 06 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com
 

Gençlerin %30’u yoksul ve yoksun

Gençlerin %30’u yoksul ve yoksun

* Gençlerin %30’unun aylık geliri 600 TL’den az,
%50’si borçlu, %70’i sahip olamadıkları iş ve gelirin özleminde.
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)Gençlerde eğitim, sağlık ve iş yaşamında memnuniyetsizlik oranı %30’a ulaştı.
“Türkiye’deki Gençlerin İyi Olma Hali Raporu”, gençlerin yaşamlarına ilişkin verileri gözler önüne serdi. Araştırma, gençlerin %70’inin sahip olamadıkları gelir nedeniyle yoksunluk hissi çektiklerini ve toplumsal olaylara neden olabilecek ‘göreli yoksunluk’ kategorisinde yer aldıkları sonucuna ulaştı. Anayasa değişikliği sürecinde 18 yaşında seçilme hakkı ile hedef kitle olan gençlerin siyasal parti etkinliklerine katılım oranı %5’te kaldı. Gençlerin %30’unun aylık gelirlerinin 600 TL’den az olduğu belirtilen raporda, gençlerin yarısının borçlu olduğu ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler Habitat II Zirvesi için bir araya gelen aktivistler tarafından 1997’de kurulan Habitat Derneği, Türkiye’de bugüne dek yapılmış en geniş kapsamlı araştırma olan “Türkiye’deki Gençlerin İyi Olma Hali Raporu”nu ülkenin dört bir yanından gelen gençlerle açıkladı. Yüz yüze anketler aracılığıyla 16 ilde gerçekleştirilen araştırmadan çıkan raporun dikkat çeken sonuçlarından kimileri şöyle:-İş arayan gençler umutsuz: Görüşülen gençlerin %30’u hayatlarından “çok memnun” olduğunu belirtirken, % 42’si “biraz memnun” olduğunu, %28’i ise hayatından memnun olmadığını söyledi. Mutsuzluk oranı iş arayan gençler arasında daha da arttı. Gençlerin geleceklerinden ne kadar umutlu oldukları sorulduğuda ise “çok umutluyum” oranı %27, “biraz umutlu” olanların oranı %39, umutsuzların toplamı ise %34’e ulaştı. Gelecekten umut oranları öğrenciler arasında en üst düzeydeyken, çalışanlar ve iş arayan gençlerde bu oran %50’nin altına dek düştü.

-600 lira ile geçinmek : Gençlerin % 30’unun aylık kişisel geliri 600 TL’nin altında kaldı. % 33’ünün ise 600 – 1500 TL/ay gelirle yaşadıkları sonucuna varıldı. İş arayan gençlerin %80’i, öğrencilerin ise %62’sinin 600 TL ve altında gelire sahip olduklarının altı çizildi.

%50’si borçlu : Araştırmada gençlerin en az %49’unun borcu var. Bu oran öğrenciler arasında %44, iş arayanlarda %40 oranında kalırken, çalışanlarda borçluluk oranı ise %60’a ulaştı. Çalışan gençlerin borçlarının çoğunluğunu kredi kartı ve banka kredileri oluştururken, öğrencilerin en çok borçlandığı Devlet oldu. Öğrencilerin borçlu olduğu kurum, geri ödemeli olarak aldıkları devlet kredisi için Kredi Yurtlar Kurumu oldu.

-İhtiyaç en az 2 bin : Gençlerin rahatça bir yaşam sürebilmek için gereksinim duydukları gelir sorulduğunda ortalama değerler öğrencilerde 2 084 TL, çalışanlarda 3 126 TL, iş arayanlarda ise 2 200 TL olarak belirlendi.

Yoksunluk oranı %70: Gençlerin sahip olamadıkları gelir ve olanaklar nedeniyle içine girdikleri yoksunluk duyusunu tanımlamada kullanılan bir “göreli yoksunluk” oranının %70’e dek yükselmesi dikkat çekti.

Tanıdık yoksa iş zor

Gençlerin %70’i, “Kolaylıkla iş bulabilir misiniz” sorusuna ise “Zor olur” yanıtı verdi.
İş bulmanın önündeki engeller ise yeterli iş olanaklarının olmaması, ücretlerin düşüklüğü,
iş bulacak tanıdıklarının olmaması, çalışma koşullarının zorluğu ve uygun bir iş bulamama olarak sıralandı. (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/742246/Gencler_yoksul_
Yuzde_30_unun_ve_yoksun.html
, 17.05.2017)
=====================================
Dostlar,

Büyük Atatürk‘ün SÖYLEV‘inin (NUTUK) sonunda “Gençliğe hitabe” ile onurlandırdığı ve “BÜTÜN ÜMİDİM GENÇLİKTEDİR” diyerek en büyük yapıtı Cumhuriyet’imizi emanet ettiği Türk Gençlerinin ekonomik durumu yukarıda özetlendi…

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı 2 gün sonra.. İstanbul Valiliği, utanılacak biçimde gençlerin etkinliklerini iptal ile meşgul.. Gerekçe güvenlik sorunu (!?).. OHAL altında bile ulusal bayram 19 Mayıs’ta güvenliği sağlayamama gerekçesi ile milli bayrama engel..
Tarih bunları yazacak ve yapanlar, yaptıranlar, çoluk – çocuğu hiç kuşku yok ayıplanacak.
Dün sitemizde yayımladığımız TÜİK istihdam verileri raporuna göre genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı 4,7 puanlık artış ile %23,3 oldu. Oysa genel işsizlik oranı 1,7 puanlık artış ile %12,6 (http://ahmetsaltik.net/2017/05/15/issizlik-rakamlari-aciklandi-gecen-yila-gore-buyuk-artis/)

YÖK verileriyle yükseköğretimde öğrenci sayısı 6 167 586 (https://istatistik.yok.gov.tr/, 17.5.17). Değişik kaynaklardan tarama ile ulaşabildiğimiz verilerle yurtlarda kalabilen yükseköğrenim öğrencilerinin sayısı yarım milyon dolayında. Kamusal yurt  yatak kapasitesi 400 bine yakın. Üniversite öğrencilerinin 1/12’sinden azı için kamu + özel yurt yatağı kapasitesi yaratılabilmiş durumda. Öğrencilerin %90’ından fazlası yurt dışında kalma mekanları sağlamak durumunda. Aileleri ya da çok yakınları ile kalabilen çok sınırlı kesim dışında kalan seçenek, birkaç öğrencinin ortaklaşa ev kiralaması..

Öte yandan, güvenilir bilgilere ulaşamamakla birlikte TOKİ eliyle birkaç yüz bin dolayında konut arzı fazlası yaratıldığı ileri sürülmekte. TOKİ, AKP eliyle doğru – sağlıklı yönlendirilseydi, AKP’li son 15 yıl içinde giderek lüks konuta değişen üretim çizgisi yerine öğrenci yurtları sorununu çözmüş olmaz mıydı Türkiye?

Bu sorunun ayrımında olunmadığı, gözden kaçtığı söylenebilir mi?
Değilse, bu alanda kamusal yurt yatağı sorununun bilerek – isteyerek güdülen politika ile çözülmediği düşünülebilir mi?? Dar gelirli aile öğrencilerini tarikat – cemaat – sözde hayırsever (!?) kişi – kurumların insafına terk etmek ne anlama gelmektedir?? Ardından da kimi cemaatları tu kaka ilen edip yurtlarını kapatmak, TÜRGEV – Bilal Erdoğan eliyle vakıf yurtları açmak??

AKP politikaları artık her yerinden lime lime dökülüyor. 
İnsan aklını sonsuza dek teslim alma olanağı olabilir mi??
En son Trump – Erdoğan görüşmesinin 20 dakika sürmesi (yarısı çeviri, Erdoğan’ın konuşma süresi 5 dakika!) hazin bir fiyasko değil mi? 5 dakikada Erdoğan ne anlatmış olabilir, 5 dakikada Trump’tan ne yanıt almış olabilir?? Bir de Çin’den gidildi, neredeyse 20 bin km uçuş ama 20 dakikacık kabul!

Yazık oluyor Türkiye’ye.. Ulusun yaşadıkları ve gördükleri arasında sağlıklı bağlar kurması ve 2019 ilkbaharındaki yerel seçimlerden başlayarak, 3 Kasım 2019 genel seçimlerinde artık bu lanetli yıllara bir son vermesi gerek..

Sevgi ve saygı ile. 17 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

YILMAZ ÖDİL : Cumhuriyet…

Cumhuriyet…

portresi_kisa_kollu

 

YILMAZ ÖDİL
SÖZCÜ, 1 Kasım 2016

 

Sabah, atv, Takvim. Dinç Bilgin’indi. El konuldu.
Önce damadın şirketine, sonra yandaş müteahhide verildi.
Star tv, Star gazetesi. Cem Uzan’ındı. El konuldu.
Televizyon, akp şakşakçısı işadamına verildi, gazete ise “Tayyip Erdoğan’a aşık oldum, iki erkek arasında böyle ilahi aşk olabiliyor” diyen yandaş işadamına verildi.
Show tv, Skytürk. Akşam, Güneş. Karamehmet’indi. El konuldu.
Televizyonların birisi Alo Fatih’e verildi, gerisi “anam babam çocuklarım eşim Tayyip Erdoğan’a feda olsun, Allah’ın 300 yılda bir nasip ettiği lider” diyen yandaş işadamına verildi.
Defalarca Türkiye vergi rekortmeni olan Aydın Doğan’a dünya basın tarihinde görülmemiş ebatta vergi cezası kesildi. Milliyet, Vatan. Aydın Doğan’ındı.
Telefonda hüngür hüngür ağlayan, “sizi üzdük mü patron” diyen, şakşakçı işadamına verildi.
Kanaltürk. Tuncay Özkan’ındı. Zorla Akın İpek’e sattırıldı, sonra Akın İpek fetocu diye el konuldu, kapatıldı.
Digitürk’e el konuldu. Katarlılara verildi.
Cine5’e el konuldu. El Cezire’ye verildi.
Cumhuriyet gazetesinin başyazarı, yazarları, Ankara temsilcisi hapse atıldı.
Ulusal Kanal’ın sahibi, genel yayın yönetmeni hapse atıldı.
Kanal B’nin sahibi hapse atıldı.
Biz Tv’nin sahibi hapse atıldı.
Avrasya tv’nin sahibi hapse atıldı.
Odatv’nin sahibi, çalışanları hapse atıldı.
Aydınlık gazetesinin başyazarı, yazarları, genel yayın yönetmeni hapse atıldı.
Yurt gazetesinin genel yayın yönetmeni hapse atıldı.
Fetocu Samanyolu, Zaman ve The Taraf’ın desteğiyle yandaş medya korosu oluşturuldu, işleri bitince, onlara da el konuldu, kapatıldı.
Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Uğur Dündar, Özdemir İnce, Rahmi Turan, Oktay Ekşi, Soner Yalçın, Necati Doğru, Can Ataklı, Ümit Zileli, Oray Eğin, Banu Avar, Hulki Cevizoğlu, Nihat Genç, Ruhat Mengi, Ayşenur Aslan, Hüsnü Mahalli, Musa Ağacık, Mustafa Mutlu, Mine Kırıkkanat, Cüneyt Ülsever, Rıza Zelyut, liste çoook uzun, işten attırıldı, istifaya zorlandı.
Yeniçağ’ın onurlu kalemi Yavuz Selim Demirağ’ı susturamadılar, tutuklamaya çalıştılar.
Ve şimdi… Cumhuriyet basıldı. Genel yayın yönetmeni, yazarları, yöneticileri gözaltına alındı. El konulacak.
****
Şu an elinizde tuttuğunuz gazete sayfasını yukardan aşağıya doğru, dikine yırtın… Cııırt diye gider. Aynı sayfayı enlemesine yırtmaya çalışın, bir türlü düzgün yırtamazsınız, parça parça olur. Ağaçtır çünkü o… Hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, hangi şekle bürünürse bürünsün, ağaçtır. Yukardan aşağıya doğru, dikine, liflerinin suyudur.
*****
Doğal yaşamına uygun şekilde yaklaşırsan, kütük bile uyumludur.
Doğal olmayan yöntemlerle yaklaşırsan, kağıt bile direnç gösterir.
*****
Hukuk, medyanın doğasıdır. Akp’nin anlamadığı budur.
Yanlış davranıyorsun. Yanlışta ısrar ediyorsun.
Parçalarsın, bozarsın, zarar verirsin ama… Asla istediğin şekle sokamazsın.
Dünyaya hükmettiğini zannedersin… Kağıda bile hükmedemezsin.
======================================
Dostlar,

Dileriz bu sarsıcı yazı Cumhuriyet’e saldıranları biraz olsun düşündürür ve sağduyulu, hukua saygılı bir çizgiye dönmelerine katkı sağlar…

Sevgi ve saygı ile.
01 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

LOZAN’A SALDIRMAK TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN VARLIĞINI – BİRLİĞİNİ İNKAR ETMEK ve EMPERYALİZMİN SEVR CEPHESİNDE YER ALMAKTIR

istanbul_barosu_logosu

LOZAN’A SALDIRMAK TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN VARLIĞINI – BİRLİĞİNİ İNKAR ETMEK ve EMPERYALİZMİN
SEVR CEPHESİNDE YER ALMAKTIR

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır…)

Lozan Antlaşmasıyla var olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişinin, tarihi gerçeklerden yoksun, hangi ruh köklerinden beslendiğini tahminde zorlanmadığımız bir tutumla Lozan’ı küçümsemesi, Milli Mücadele Kahramanları olan Lozan delegasyonu ve başkanına yönelik ağır suçlamaları üzerine konuya ilişkin düşüncelerimizi kamuoyuyla paylaşma gereği duyulmuştur.

Emperyalizmin dilinde Şark Sorunu (Doğu Meselesi) Osmanlı imparatorluğunun paylaşımı ve tasfiyesi projesi idi.  Bu paylaşım sulh yoluyla, masa başında halledilemeyince savaş kaçınılmazlaştı. 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın çıkış nedeni Osmanlı mirasının yağmalanmasıdır.

Birinci Paylaşım Savaşının mağlubu Osmanlı İmparatorluğuna imzalatılan Mondros Ateşkesi sonradan dayatılacak intihar belgesinin, yani Sevr’in önsözü olarak tasarlanmıştı.

Türk milleti ya yok oluş ve zilleti kabul edip tarih sahnesinden temelli silinecek ya da “Ya İstiklal, ya ölüm” parolasıyla son savaşını yapacaktı. Ara çözüm olarak mandayı, yani emperyalizmin vesayeti altına girmeyi önerenlere karşı da cevap benzer şekildeydi: “Mandadan evvel İstiklal!”

Bağımsızlık Savaşının lideri Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadelenin meşruiyet kaynağı TBMM’nin Başkanı olarak sivil, TBMM Ordularının Başkomutanı olarak askeri önderliği olmak üzere iki ağır görevi birlikte yürütmüştür.

Payitahtta Saltanat ve Hilafet Makamının fuzuli şağili Vahdettin ile Mütareke işbirlikçilerinin 10 Ağustos 1920’de gözü kapalı imzaladıkları Sevr paçavrası, Türk Milletinin azim ve kararlığı sonucu ulaşılan zaferle  tarihin çöplüğüne atılmıştır.

Sıra cephede kazanılan askeri zaferin diplomatik sahada tescillenmesi, Yeni Türk Devletinin uluslar arası meşruiyetinin sağlanmasına nin muzaffer komutanı İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa tarafından Lozan’a gidecek Türk heyetinin başkanı (AS: Dışişleri Bakanı) olarak görevlendirilmiştir. Emperyalistler Osmanlı zamanında elde ettikleri ekonomik ve siyasal ayrıcalıkları (AS: imtiyazları, kapitülasyonları) bırakmak istememektedirler. Türkiye’yi ve Türk milletini askeri zaferi anlamsız kılacak bir sömürge olarak denetimlerinde tutma hesapları içindedirler.

Uzun ve çetin müzakereler sonucunda emperyalizmin diplomasi kurtlarına karşı haklı ve mazlumların temsilcileri galip gelecektir. Heyetimiz Lozan’da yalnızca Türklerin değil mazlum Şark milletlerinin direncinin ve taleplerinin de temsilcisi olarak görülmüştür.

Atatürk Lozan Antlaşması için: “Bu antlaşma Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın ortadan kalkmasını ifade eder bir belgedir.” demektedir.

Lozan, siyasi ve hukuki meşruiyeti tescillenmiş bir devletin yurttaşları sıfatıyla hepimizin paydaş olduğu müşterek tapu olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin hasmı olsun, dostu olsun yabancı kişi, kurum ve devletlerin Lozan’la ilgili değerlendirmeleri Türkiye’nin tapu senedi olduğu yolundadır.

Durum böyle iken politik dünyamızın, siyasi iktidarın zirvelerinde bulunan kimilerinin Lozan’la ilgili olumsuz değerlendirmelerinin, bir türlü içlerine sindirememelerinin nedenleri üzerinde düşünülmelidir. Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya karşı teslimiyetçi Mütareke hükümetlerinin, işbirlikçilerin, Sevr imzacılarının safında bulunanların günümüzdeki manevi mirasçılarının Lozan’la ilgili takıntıları bahsettiğimiz geçmişte aranmalıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Birinci Cumhurbaşkanı ile son Cumhurbaşkanı’nın Lozan’la ilgili değerlendirme ve yaklaşımlarının birbirine tümüyle
ters olması ülkenin sürüklendiği yerin ibretlik örneğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle, uluslararası meşruiyetini sağlayan hukuk belgesiyle sorunlu bir Cumhurbaşkanının, ayaküstü, tarihsellikten ve bilimsellikten yoksun bir kıraathane söylemi tutturması, Türkiye’nin dışarıdaki saygınlığını da ciddi ölçüde zedelemektedir.

Cumhurbaşkanı 29.09.2016 tarihli muhtarlara yönelik konuşmasında, TBMM tarafından onaylanmış ve hukuki manada kesinleşmiş Lozan’la ilgili küçümseyici, alaycı  beyanları, dilinden düşürmediği milli irade ve Yasama organının  üstünlüğü söylemini  inkar anlamına da gelmektedir.

Cumhurbaşkanının Lozan Antlaşmasının 93. Yıldönümü nedeniyle yayınladığı ve halen Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinden silinmemiş olan  mesajından alıntılanan aşağıdaki ifadeleri kendilerine hatırlatmak istiyoruz:

Bugün, Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 93. yıldönümüdür.

Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir.

Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.

Lozan Antlaşması’nın içeriği, bu anlamda başta milli irade ve demokrasi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi anlaşılmaktadır.”

Bu hatırlatmadan sonra da Cumhurbaşkanına sormak istiyoruz: Lozan’la ilgili hangi tarihli beyanınız gerçek düşüncenizdir? Hangisi muhtemel bir aldatılma sonucu söylenmiştir?

Cumhurbaşkanından beklentilerimiz, Lozan’ın kazanımlarının göz ardı edilmesi anlamına gelen gerçek dışı, anlamsız polemiklere bir an önce son verilmesidir.  Uluslararası diplomatik zaferle elde edilen ve tescillenen siyasi sınırlarımızın, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizin, Hatay’ın, İskenderun’un güvenliğinin ve huzurunun sağlanmasıdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin siyasi varlığının sürdürülebilmesi konusundaki tutarlılık ve kararlılığın sürdürülmesidir.  Mevcut iktidar döneminde Lozan’a ve uluslararası hukuka aykırı olarak Yunanistan tarafından el konulmuş olan adalarımızın işgalden kurtarılmasıdır. Son beklentimiz ise bu tür istisnai makamlarda bulunanların o makamların ağırlığının ve saygınlığının hakkını vermeleridir.

Emperyalizme karşı destansı bir mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi ve tapusu olan Lozan Barış Antlaşmasını, başta Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmak üzere kurtuluş kahramanlarını Türk Milletinin gönlünden ve vicdanından silmeye ve itibarsızlaştırmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

İstanbul Barosu Başkanlığı

=======================================

Dostlar,

Tayyip beyin ABD ziyaretinin hemen ardından –orada kapalı kaılar ardında mneler geçti ise– ülkemizin uluslararası hukukta tapusu ve tabusu  olan Lozan Antlaşması’na saldırmaya cüret edebilmesi küçümsenecek ve geçiştirilebilecek bir olay değildir. Biz olayı BOP çerçevesi içinde değerlendirmeyi uygun görüyoruz. Tayyip bey kameralar önünde onlarca kez “BOP Eşbaşkanı olduğunu ve bu görevi yaptığığını” kendi ağzıyla adeta böbürlenerek açıklamıştır. Bu Projenin Türkiye’yi de parçalamayı öngördüğü, yayımlanan haritalardan ve makalelerden anlaşılmaktadır. Erdoğan’ın 15 Temmuz 2016 ABD destekli FETÖ’cü darbe girişimiyle ülkemizde elinin çok zayıfladığı bir kesitte kartlar yeniden karılarak önüne kimi yeni misyonlar sunulmuş olması kuvvetle olasıdır. Bu olasılık dehşet vericidir.. Tıpkı Tayyip beyin Abramowitzler tarafından keşfedilerek Başbakanlığa hazırlanması, AKP’nin kurdurulması…. gibi..

İstanbul Barosu, yukarıdaki basın açıklaması metnini 2 gün önce 11.10.2016 günü güncelledi. Anımsanacağı üzere biz de “ERDOĞAN LOZAN ANDLAŞMASI’na NEDEN SALDIRIYOR?” başlıklı bir makalemizi web sitemizde yayımlamıştık
(http://ahmetsaltik.net/2016/10/01/erdogan-lozan-andlasmasina-neden-saldiriyor/).

bop_haritasi

BOP (Büyük Ortadoğu Planı) haritası yukarıdadır. Tayyip bey, bu planın gerçekleştirilmesi için ABD başkanları ile eşbaşkan olarak görev yaptığını kendi ağzıyla, kameralar önünde kezlerce yinelemiştir. Harita 2006 Haziran’ında ABD Silahlı Kuvvetleri Dergisinde E. Alb. Ralph Peters imzalı “KAN SINIRLARI” başlıklı makalede yayımlanmıştır :

Peters, R. Blood Borders. US Armed Forces Journal, www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899

Duyumlar değil belgeler ortadadaır.

Bu resmi haritaya göre Tayyip beyin görevi Türkiye’yi bölüp – parçalamak mıdır??

20 milyonu aşkın AKP seçmeni Tayyip beye bunun için mi oy vermektedir??
Bir ülkenin başına bundan daha vahim ne gelebilir??
Erdoğan yarın BOP eşbaşkanlığı görevinden ayrıldığını açıklasa bile ne ölçüde inandırıcı olabilir ve yıllarca bu doğrultudaki çabaları ve sonuçları bir çırpıda silinebilir mi??

Konunun çok ciddi olması nedeniyle her 2 yazının bir kez daha site okurlarımızca okunmasının ve arşivlere konmasının çok yerinde olacağını düşünüyoruz..

Belki vicdanlı AKP’liler uyanır da bu lanetli gidiş ve oyun daha çok gecikmeden bozulabilir!
Durup dururken BAŞKANLIK konusu neden gündeme getirildi? MHP’ye ayar verenler kimler??

BOP Eşbaşkanlığı görevini yerine getirmek = Türkiye’yi bölmek için kadir-i mutlak Başkan olmak gerekiyor anlaşılan Türkiye’ye! Stepne parti o yüzden mi konuşturuluyor??

Türkiye bu yıkıcı oyuna gelecek mi ??
Hiç ama hiç sanmıyoruz.. Gelmeyeceğini umuyoruz, diliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
13 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Gazeteci ve yazarlardan imza kampanyası: #SeslerSusturulamayacak

Gazeteci ve yazarlardan imza kampanyası:

#SeslerSusturulamayacak

(AS : Bizim katkimiz yazinin altindadir.. )

Darbe girişimi sonrası OHAL kapsamında çıkarılan KHK’ler çerçevesinde radyo ve televizyon kanallarının polis baskınlarıyla mühürlenmesine, yayınların karartılmasına karşı
Hazirancıların daveti ile gazeteci ve yazarlar imza kampanyası başlattı. (04-10-2016)

Gazeteci ve yazarlardan imza kampanyası: #SeslerSusturulamayacak

‘Halkın haber alma hakkına sahip çıkıyoruz’ başlıklı imza kampanyasına aralarında
Zülfü Livaneli, L. Doğan Tılıç, Bülent Mumay ve Ahmet Ümit‘in de bulunduğu
birçok gazeteci ve yazar desteğini açıkladı.

Kampanya kapsamında yayımlanan “Sesler ve renkler susturulamaz” başlıklı çağrı metninde ise şu ifadeler yer aldı:

15 Temmuz kanlı darbe girişimi başarıya ulaşmış olsaydı tüm sesler sustururulacak, gazeteler kapatılacaktı.

  • Darbe girişimi bastırıldı ama bir darbe dönemi, AKP’nin OHAL’iyle yaşanıyor.
  • Sesleri ve renkleri susturmaya, gazetelerden, TV kanallarından, radyolardan devam ediyorlar.
  • OHAL’e dayanarak kapatma kararları, polis baskınları, gözaltılarla halkın haber alma hakkı engellenmeye, AKP’ye karşı olan herkes susturulmaya çalışılıyor.
  • İMC TV, HAYATIN SESİ TV, Yön ve Özgür Radyo‘ya yönelik bu zorbalığa karşı yan yana, omuz omuza durarak hayatın tümüyle karartılmasına karşı duracağız.
  • Medyaya yönelik baskılara karşı olan tüm sesleri, İMC’nin, HAYATIN ve susturulmak istenen tüm seslerin sesi olmaya çağırıyoruz.
  • Susmayacağız !
  • Özgürlükten, Demokrasiden, Laiklikten, Barıştan Yana Seslerin Susturulmasına
    Seyirci Kalmayacağız !”

İmzacılar      :
Ahmet Abakay, Ahmet Büke, Ahmet Şık, Ahmet Ümit, Ali Murat Hamarat, Aslı Tohumcu,
Atilla Aşut, Ayşenur Arslan, Ayça Söylemez, Ataol Behramoğlu, Barış İnce, Bülent Mumay,
Can Soyer, Ceyda Karan, Doğan Tılıç, Doğan Ergün, Elif Ilgaz, Emrah Polat, Emrah Serbes,
Enver Aysever, Erdem Gül, Erk Acarer, Ertuğrul Mavioğlu, Fatih Polat, Hakan Gülseven,
Haydar Ergülen, İbrahim Varlı, İsmet Demirdöğen, Kemal Göktaş, Merdan Yanardağ,
Mustafa Kuleli, Mustafa Kemal Erdemol, Mustafa Hoş, Nurcan Gökdemir, Onur Behramoğlu,
Onurkan Avcı, Özgür Mumcu, Sabahat Karakoyun, Seçil Türkkan, Sedat Bozkurt,
Seray Şahiner, Timur Soykan, Tunca Öğreten, Türay Köse, Yaşar Aydın, Zülfü Livaneli

==========================================

Dostlar,

Bu çağrı ve protsetoya biz de destek vererek imza koyuyoruz..
İmzacıların hepsi ile her bakımdan görüşbirliği içinde olmamız olanaksız ve gerekmez…
Ancak AKP’nin OHAL bahanesiyle ülkede sıkıyönetimi de aşan bir teör estirdiği açık.
Yapılanlar, OHAL ilanını gerektiren gerekçeleri çoooook çooooooook aşmış durumda..
Pek çok bakımdan Anayasa dışına çıkılmış durumda..

– OHAL gerekçelerini aşkın ve dışında düzenlemeler yapılmakta..
– Düzenlemeler ölçülülük ve gereklilik – zorunluluk sınırlarını tanımıyor..
– OHAL kararnameleri ile OHAL dönemi ile sınırlı olmayacak kalıcı düzenlemeler yapılıyor.
– OHAL kararnameleri ile yasalarda değişiklik yapılıyor; oysa bu YASAMA yetkisi..
ve Anayasa Mahkemesi’nin bu uygulamayı iptal eden kararı var..
– Yürütme, Yasama’nın yetkisini açıkça gasp ediyor. TBMM göstermelik durumda..
– AKP iktidarının “mümtaz” Adalet Bakanı, Anayasa’nın OHAL döneminde Anayasaya aykırı düzenlemelere izin verdiğini savunacak ölçüde en temel hukuk kurallarının dışına savruluyor..
– Hukuk devleti, temel insan hak ve özgürlükleri, demokratik düzen felç edilmiş durumda..
AKP her aracı mübah görerek 2023 hedeflerine koşar adım yürümekte..

  • Tayyip bey ağır tutarsızlıklar ve kendiyle derin çelişme içinde ama ne gam; AKP – ümmet O’na tapıyor hala! Son Lozan polemiği bile bardağı taşıran damla olamadı..OHAL ilanı 2,5 ayı buldu ancak ülkemizi yerle bir eden 9 OHAL Kararnamaesinin hiçbiri henüz TBMM’de görüşülmedi.. CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurusundan da henüz bir sonuç çıkmadı.. Oysa durum ve sorun ağır ve acil.. Dileyelim AYM elini çabuk tutsun..
  • RTE başkanlığına Bakanlar Kurulu 28 kişilik bir oligarşi = gerçekte TEK ADAM RTE
    ile ülkeyi hukuku çiğneyerek demir yumrukla yönetiyor, köktenci biçimde dönüştürüyor.

Sevgi ve saygı ile.
05 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : TARIK AKAN İÇİN

TARIK AKAN İÇİN

portresi_gulumseyenSuay Karaman     

Türk halkının gönlünde taht kuran usta sinema oyuncusu Tarık (Üregil) Akan, 16 Eylül 2016’da yaşamını yitirdi. 111 filmde rol alan Tarık Akan, yedi kez Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ ile 1996 yılında ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’ kazanmıştır. 1985 yılında Berlin Uluslararası Film Festivali’nde “Pansiyon” filmi ile ‘Gümüş Ayı Mansiyon Ödülü’ almıştır.

Tarık Akan‘ın sinema yaşamı, lüks villalarda çekilen aşk filmlerindeki burjuva sanat anlayışını bırakıp, ulusal devrimci sanata yönelmesiyle ivme kazanmıştır. Bu dönem filmlerinde kapitalizmin insanı nasıl sömürdüğünü, Anadolu feodalizminin bağnazlığını, ezilenlerin özgür ve eşit bir dünya kavgasında uğradıkları zulmü anlatarak sanatının zirvesine çıkmıştı. Bu yüzden işsiz ve parasız günler geçirmiş ama asla ödün vermeyerek alnının akıyla yaşam mücadelesini sürdürmüştü.

15 Ocak 1981’de Almanya’da Barış Derneği‘nin Nazım Hikmet’in doğum günü için düzenlediği etkinlikte yaptığı konuşma yüzünden, yurda dönüşünde tutuklandı. 12 Eylül faşizminin zindanlarında işkence gördü!

İnsanları eğitmenin önemine inandığı için 1991 yılında daha önceleri kendisinin de okuduğu Taş Özel İlkokulu’nu alarak, Özel Taş Koleji‘ni kurdu. 2002’de hapishane günlerini ve 12 Eylül 1980 darbe sürecini “Anne Kafamda Bit Var” adlı kitabında anlattı.

Gerçek bir sanatçıda olması gereken özelliklere sahip Tarık Akan; kültürün ve eğitimin içinde yer alan, ülkesinin gerçeklerine yabancı olmayan, ülke ve dünya sorunlarını bilen, ilgilenen ve gerektiğinde elini taşın altına koyanlardandı. Haksızlıklara daima baş kaldıran, 1990’da Zonguldak’ta büyük madenci grevine destek veren, TEKEL işçilerinin yanında yer alan, Gezi direnişinde gençlerle birlikte olan, Silivri’de bariyerleri ezen ve mücadelelerde hep en önde yürüyen kültürlü, yurtsever bir aydındı.

  • “Benim varlığım ve yaşamım Mustafa Kemal’dir”

diyen Tarık Akan’ın isteği, hepimiz gibi tam bağımsız bir Türkiye dileğiydi.

  • “Atatürkçülük bağımsızlık demektir,
    Atatürkçülük ulusal onur demektir,
    Atatürkçülük devrimcilik demektir.
    Bizler Mustafa Kemal’in askerleriyiz,
    hiçbir zaman ölmeyeceğiz”

diyen Tarık Akan, tüm sevenlerinin gönlünde yaşayacaktır.

Tarık Akan ile ilgili iki küçük anımı yazmadan geçemeyeceğim. 17 Mayıs 2009’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde Ankara Tandoğan Meydanı’nda yapılacak Cumhuriyet Mitingi’nde konuşma yapması için Tarık Akan ile görüşmüştüm. ‘Bazı rahatsızlıkları olduğunu ve doktor kontrolüne gideceğini’ söyledi ve ‘başka bir etkinlikte mutlaka buluşalım’ dedi. Görüşme sırasında miting için konuşmacı bulmakta zorlandığımızı bildirmiştim. O zaman Danıştay Başsavcılığından emekli şimdiki ADD başkanı, ‘annesinin izin vermediği’ gerekçesiyle konuşma yapmayı kabul etmemişti. Siyasi iktidarın üniversiteler üzerindeki baskıları yoğunlaşmıştı ve bu baskılardan ilk olarak payını alan Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin eski rektörü, yurt dışında olacağı için konuşma davetimize olumsuz yanıt vermişti. Yine benzer gerekçelerle Ankara Üniversitesi eski rektörü ile ODTÜ eski rektörü de konuşma davetimize olumsuz yanıt vermişlerdi. Bana “sen çık konuş, zaten ADD Genel Sekreterisin, arama kimseyi, sen yetersin” dedi. Tarık Akan’ın cesaretlendirmesi üzerine gereğini yaparak, miting konuşmacıları arasında yer aldım.

İlerleyen günlerde Tarık Akan beni arayarak, mitingden duyduğu mutluluğu ve benim

  • “Krizden çıkışın yolu, Kemalizm’in 6 Ok’u”

sözümü çok beğendiğini bildirdi. Ve bana şöyle dedi:
– “İzin vermeyen anneye çiçek göndermelisin, büyük iş başardınız…”

30 Ocak 2012’de 19. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda, benim de mezunları arasında olduğum Bahçelievler Deneme Lisesi’nin düzenlediği etkinlikte Tarık Akan’ın “Köy Enstitüleri, Bir Meçhul Öğretmen” adlı belgeselinin gösterimi yapılmıştı. Ardından ben “Köy Enstitülerinden Günümüze” adlı bir konuşma yapmıştım. Kendisi sağlık sorunu nedeni ile katılamamıştı programa. Etkinlikten birkaç gün sonra Tarık Akan beni arayarak, konuşmam için kutlamış ve konuşmamın filmi tamamladığını söylemişti. Ben de o muhteşem (AS: görkemli) filmi için kendisini kutlamıştım. Aramızdaki konuşma şöyle geçti:

– Tarık abi geçmiş olsun, kendinize dikkat edin ama sanıyorum günde 2 paket sigara içiyormuşsunuz.

– Yok ya 2 paket değil, 3 paketten biraz fazla.

Ve önce sessizlik, ardından karşılıklı gülüşme…

En kısa sürede görüşelim diyerek konuşmamızı bitirmiştik. Yaşamı ertelememek gerekiyormuş, keşke en kısa sürede görüşebilseymişiz. Işıklar içinde uyu alçakgönüllü, yakışıklı, büyük ve gerçek sanatçı…

=================================

Dostlar,

Teşekkürler sevgili Suay kardeşimize..

Ne denli anlamlı notlar düşmüş..

Birkaç yıl önce, “annesinden mitingde konuşma izni alamayan kişi” (!?), son 6 yıldır ADD genel başkanı! Anne, herhalde kızının genel başkan yapılması durumunda konuşma izni vermiş olmalı ??

Sevgili Tarık Akan; ne hoş sada bıraktın sen, baki kalan bu kubbede..

Keşke her gün 3 paketten çok sigara içmeseydin.
Her 100 akciğer kanserinin 90’ının nedeni sigara!
Herkese acı bir ibret..

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Prof. Ali ERCAN : 3 YIL ÖNCESİNDEN BELLİYDİ….

3 YIL ÖNCESİNDEN BELLİYDİ….

portresi, Gülümseyen
Prof. Dr. Ali ERCAN 
29.08.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

 

Değerli arkadaşlar,
Milli Bayram törenlerinin birer birer kaldırılacağı çoktan belliydi… 31.8.2013’te bakın neler yazmışım :
++++
Değerli arkadaşlar,
Bu akşam başta ADD olmak üzere değişik Demokratik Kitle Örgütleri tarafından ortaklaşa düzenlenen 30 Ağustos Fener alayına katıldım. Gündüz Hipodromdaki zoraki ‘resmi’ geçitleri TV’den izlemiştim. Panayır havasındaki bağırtılı söylemlerle, tam bir yapaylık ve laçkalıkla “adet yerini bulsun” kabilinden ruhsuz bir gösteri olmaktan öteye gidemeyen resmi tören bittiğinde, zorunlu katılımcılar da herhalde “oh be!” demişlerdir.
…………
Evet, törende şeref tribününde oturan “devlet ricalini, Ankara Belediyesi reklamlı çadırların altındaki bin kişilik Halkı (!) inceden inceye gözlemledim. Geçit resmine katılanların yüz ifadelerini, yürüyüşlerini, hareketlerini, halkın tepkilerini vs. bir araya getirdiğimde, rahatlıkla söyleyebilirim ki; maalesef siyaset Orduyu kendine benzetmiştir… Silahlı Kuvvetlerin Vatan savunmasında yeterliliğine olan güvenim sarsılmıştır. Demek ki, olası silahlı bir işgalle karşılaşırsak, tarihi Amasya Genelgesi‘nin 3. maddesi gereğince, Ülkeyi yine Yurtseverlerin azim ve kararı kurtaracaktır …

Resmi Ordu bu haldeyken, Boğazları yırtılırcasına “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye haykıran bir gençlik var. Umut veren gençlik. İşte ben o gençliğin arasına katıldım. 19.19’da elimizde meşaleler, Anıt-Kabir’e doğru yola çıktık. Muazzam coşkulu kalabalığın bir ucu Kızılay’da bir ucu ADD Genel Merkezi önündeydi (1400 metre) Kestirimim 10-15 bin kişilik Fener Alayı, bayraklar sallayarak, marşlarla Tandoğan üzerinden Anıt-Kabir etrafından tam Anıt-Park’a doğru yürüyüşe geçmiştik ki…..

KÖTÜ SÜRPRİZ !

Hava bunaltıcı sıcaktı… Yürüyüşe dayanamayan yaşlı insanların terlediklerini görüyordum. Hükümet (ya da Hükümetin Valisi veya Emniyet Müdürü) bunu önceden akıl etmiş olacak ki, TOMA’larla karşımıza dikilip, üzerimize su fışkırtarak bizleri serinletmek istediler.. Zaten yol yorgunu olanların çoğu bu sürpriz duşla ara sokaklara dağıldılar.. Sonuçta Anıt Parka 1000-1500 kişi ancak erişebildi. ADD ve TESUD Genel Başkanlarının konuşmalarından sonra Fenerlerimizi söndürdük; evlerimize döndük….

Bir 30 Ağustos da böyle geçti..
Sevgilerimle. æ
________
Not : Mustafa Kemal‘in Büyük Taarruzdan 2 yıl önce, Temmuz 1920’de Afyon Kolordu Karargâhında Subaylara hitaben yaptığı tarihi söyleşiyi orijinal haliyle ekliyorum. Türk Silahlı kuvvetlerinin en önemli komuta kademelerine, Genel Kurmay Başkanlığına kadar yükselmiş zevat bu söyleşiyi ne yazık ki, hiç mi hiç anlamamışlar…
+++

Efendiler!

Eski silâh arkadaşlarımla böyle yakından ve samimî temasta bulunmaktan büyük zevk-i vicdanî hissediyorum. Sizle oturup uzun hasbihal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yoktur. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülâhaza etmekle iktifa edeceğim.

Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin istiklâlini imhaya karar vermişlerdir. Milletler istiklâllerini hiç kimsenin lûtf-u atıfetine medyun değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve istiklâl vermez. Milletlerde tabiaten ve fıtraten mevcut olan bu hak milletlerce kuvvetle, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan binaenaleyh mücadele edemeyen bir millet mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin istiklâli gasp olunur.

Dünyada hayat için, insanca yaşamak için istiklâl lâzımdır. İstiklâl sahibi olmak için haiz-i kuvvet olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icab eder. Kuvvet ordudur. Ordunun menba-ı hayatı ve saadeti, istiklâli takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan iman-ı vicdanîsidir.

İngilizler, milletimizi istiklâlden mahrum etmek için pek tabiî olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine tevessül ettiler. Mütareke şeraitinin tatbikatı ile silâhlarımızı, cephanelerimizi, bilcümle vesait-i müdafaamızı elimizden almağa çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve zabitlerimize tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini ifnaya gayret ettiler. Ordumuzu kamilen lağvederek milleti muhafaza-i istiklâli için muhtaç olduğu nokta-i istinattan mahrum etmeğe teşebbüs ettiler.

Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü hukuk ve mukaddesatına taarruzla milleti zillete, inkıyada alıştırmak plânını takip ettiler ve ediyorlar. Herhalde Ordu, düşmanlarımızın birinci hedef-i taarruzu oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka zabitini mahvetmek, zelil etmek lâzımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta mevani ve müşkülât kalmaz. Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre zabitan heyetimize teveccüh eden vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.

Milletimiz hür ve müstakil yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna azm-i katî ile karar vermiştir. Zaman zaman şurada burada şayan-ı teessür seciyesizliklerin meşhut olması hiçbir vakit milletimizin kanaat-ı umumiyesine, iman-ı hakikiyesine sekte-i îrâs etmemiştir ve edemeyecektir. Binaenaleyh kuvvetin, ordunun vücudu için lâzım olduğunu söylediğim menba -ki milletin iman-ı vicdanîsidir- mevcuttur. Ordu ise arkadaşlar, ancak zabitan heyeti sayesinde vücutpezir olur. Malûm bir hakikat-i askeriye hakikat-i felsefiyedir “Ordunun ruhu zabitandadır”. O halde zabitanımız düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen Ordumuzu tamir ve ihya edecek ve Ordu ve milletimizin istiklâlini muhafaza edecektir.

Millet, istiklâlinin mahfuziyetinden ibaret olan gaye-i hayatiyesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden zabitandan bekler, işte zabitanın âli olan vazifesi budur. Allah göstermesin, milletin istiklâli ihlâl edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır. Zabitan izah ettiğim âli, mukaddes ve umum nokta-i nazardan uhdelerine terettüp eden vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz istiklâl mücahedesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Hayat-ı şahsiye ve hususiyeleri itibariyle de zabitler fedakâran sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları tezlil ve tahkir ederler.

Hayatında bir an olsa bile zabitlik etmiş, zabitlik izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü istihkar etmiş bir insan hayatta iken düşmanın tasmim ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır: şerefini masun bulundurmak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği o şerefi payimal etmektir. Binaenaleyh zabit için “ya istiklâl, ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, istiklâlimizi muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima müstakil görmekle bahtiyar olacağız!
===========================

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan bilindiği gibi Kara Harbokulu mezunudur ve Yüzbaşı rütbesinde iken Ordu’dan ayrılarak akademik yaşamı seçmiş ve Almanya’da eğitim alarak Çekirdek (Nükleer) Fiziği uzmanı olmuştur. Gerçek bir aydın ve saygın bir düşün insanıdır.

Yukarıya aktardığımız anı yazısı günümüzün “hal-i pür melal” (perişan) durumunu betimliyor. Her şeye karşın biz de TSK’nın teslim olmayarak kurmay stratejisi ve sonsuz yurt – vatan – ulus sevgisi ile bu geçici çile dönemine dayanmasını diliyoruz..

Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamıştır; efsaneye göre 900 yıl yaşayan!
Türkiye AKP – RTE’ye de kalmayacaktır. RTE sonrası AKP, ANAP… gibi darmadağın olacaktır (FETÖ kavgaları yüzünden daha erken olmazsa..). Bu gibi partiler program ve ekip tabanlı değil, tekadama biat – tapınma  ürünü olan alaturka – oryantal konjonktürel politik örgütlenmelerdir (formlardır).

Ülkemiz ve gözbebeğimiz Ordumuz yaralarını hızla sarmasını bilecektir. O günler uzak değildir.

Ulusal bayramlarını yasaklayan, bunları meşru haklarını kullanarak kutlayan insanlarının üzerine orantısız kolluk şiddetiyle vahşetle giden siyasal iktidarlar, sonlarının da yaklaştığının belirtileridir.

Kadim Anadolu topraklarında ihanet tohumları  asla yeşermeyecektir.

  • Halkımız, Ordusu’nu düşman gören siyasal kadroları ve eylemleri
    ayırt edecek ve bağışlamayacaktır.  


    Sevgi ve saygı ile.
    31 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Dr. Serdar Şahinkaya’nın 30 Ağustos Radyo Konuşması

Dostlar,

Ankara Üniv. SBF’den dostumuz Sn. Dr. Serdar Şahinkaya, 30 Ağustos 2013 gecesi TRT Radyo 1’de yaptığı 18 dk. dolayında konuşmanın ses kaydını paylaşmak istiyoruz..

portresi

 

Bize yolladığı için teşekkür ederiz..
Dinlemek için lütfen tıklayınız.. (yaklaşık 5,3 MB)

Biz gündüz (30 Ağustos) Tekirdağ’daki ADD etkinliklerine katılacağız..

TGB’nin (Türkiye Gençlik Birliği) İstanbul Tunel – Taksim yürüyüşü 30 Ağustos 2016 günü saat 18:00’de Tunel’den başlayacak.. Her-kes çağrılı..

30 ağustos 2016 ile ilgili görsel sonucu

Büyük Zafer’in 94. yılı kutlu ve mutlu olsun!

Sevgi ve saygı ile.
30 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

KORKUT BORATAV YAZDI: ESKİ TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI

KORKUT BORATAV YAZDI:
ESKİ TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI

KORKUT BORATAV YAZDI: ESKİ TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındaadır..)

Liberallerimizin bazılarında bir şartlı refleks oluştu: Türkiye’nin faşizme sürüklenmesinin İslamcı özellikleri ortaya çıkar çıkmaz “laikçilerin ve eski Türkiye’nin suçları” söylemini yeniden başlatıyorlar.

Nedenini tahmin ediyoruz. Siyasî İslam’la uzun süren işbirlikleri olmuştur. Bu yakınlık Kemalistlere (“Cumhuriyetçilere” diyelim) karşı ortak husumete dayanmaktaydı. Bu düşmanlığın demokrasiyle bağdaşacağına; cemaatçilerin ve AKP’lilerin samimi demokratlar olduğuna öylesine inanmışlardır ki, bu konudaki her hayal kırıklığı İslamcıların eleştirisini değil, Cumhuriyetçilere saldırıyı tetikliyor. Belki, “bastırılmış suçluluk duygusu” diyebiliriz.

15 Temmuz’da yeni bir şokla karşılaştılar. İslamcı faşizmin, sık sık meşveret ettikleri  cemaatçi  kanadı darbeye kalkıştı.  Şartlı refleks yine tetiklendi. Önce darbecilerin içinde Kemalist arandı; bulunamayınca, malûm teraneye dönüldü. Tipik bir örnekle yetinelim: “Ergenekon davaları kumpaslarla örülmüş bir süreç olarak yaşandı;… ama Türkiye’nin geleceği eski Türkiye savunuları üzerine kurulamaz.”(Nuray Mert,  Cumhuriyet 19 Ağustos).

Yazarın meramını, ruh halini  “tercüme” edeyim: “Güvendiğimiz insanlar hukuk veya ahlak-dışı davranmış olabilirler; ama eski Türkiyeciler; sizler de masum değilsiniz!”

İslam ile demokrasi ilişkileri üzerindeki liberal tezlerden birini, anladığım kadarıyla özetlemeye çalışayım: Halkının ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede demokrasi, İslam’ın  siyasette ağırlık taşımasını zorunlu kılar. Laiklik bu durumu engelliyorsa, demokrasiden söz edilemez.

Bu tezin temel sorunu, Müslümanlık ile siyasî İslam’ı karıştırmaktan geliyor. Müslümanlık, halk kültürünün bir öğesidir; bir olgudur; kendine özgü bir programı yoktur. Müslümanlar bu nedenle daima birden çok siyasetle (örneğin sosyalizmle de) barışık olmuşlardır. Siyasî İslam ise farklıdır; devleti ve toplumu yeniden, dinî kurallara (kutsal kitaba, hadislere ve doktrinlere) göre biçimlendirmeyi hedefleyen bir programdır. Bu yüzden laiklik ile uzlaşamaz.

Liberaller, “eski Türkiye” yaftası altında cumhuriyetin ilk on beş yılına saldırmayı yeğlerler. O dönemi tartışırız; ama anlaşamayız. Tartışmayı daha yakın bir zamana, farklı bir  “eski Türkiye”ye taşıyalım. İslam’ın siyasette ağırlık taşımadığı, laikliğin (ana hatlarıyla) geçerli olduğu 1960’lı-1970’li yılların demokrasi bilançosu nasıldı?
***
Bu yirmi yılın, hem öncesi, hem de sonrasına göre demokrasinin yeşerdiği bir zaman dilimi olduğunu ve siyasî, hukukî ve toplumsal kazanımlarının savunulması gerektiğini düşünüyorum Sadece kazanımlar mı? Tamamen “pembe bir tablo” mümkün olabilir mi? Kalıcı demokratik kazanımlar, ihsan edilmez;  mücadeleyle, ağır bedeller ödenerek elde edilir. 1960’lı-1970’li yıllarda da  demokratikleşme doğrultusundaki her hamle, toplumdaki, devletteki tüm tutucu, gerici güçlerin tepki ve direnmeleri ile karşılaştı.

Demokratikleşme, bir boyutuyla, Türkiye’nin siyaset ve düşünce alanlarının “yasaklanan akımlara” açılmasıyla ilgilidir. 1946-1960 yıllarına damgasını vurmuş olan iki “yasaklı” akım söz konusuydu: Komünizm ve irtica… İrtica, resmi çevrelerce, “heykel kırma” gibi sembolik eylemlerle ortaya çıkan; marjinal tarikatlarla sınırlı  bir aykırılık olarak yorumlanıyor; kovuşturmalar  sınırlı tutuluyordu. Buna karşılık önceki yıllardaki ağır baskıların “anti-komünizm” saplantısına, önceliğine dayandığını; bunun sanat, bilim, yayın, siyaset alanlarındaki ağır yansımalarını biliyoruz. Bu nedenle demokratikleşme, büyük ölçüde, sol, sosyalist, devrimci düşünce ve akımların ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin genişletilmesi ile gerçekleşti.

Bu mücadelede ödenen bedeller, özetlenemeyecek kadar ağırdır; uzundur.
Sosyalist partilerden (TİP’ten) başlayıp, sola dönük sendikalaşmaya (TÖS’e, DİSK’e) uzanan şiddet ve engellemelerin uzun listesi;  

– 1969 Kanlı Pazar,
– 1 Mayıs 1977 kıyımları;
– sosyalist, devrimci dergileri, kitapları, yapıtları yayımlayan, çeviren, kaleme alan arkadaşlarımızın tutuklulukları, hüküm yemeleri;
– 12 Mart darbesinin şiddet ortamı içinde öldürülen, idam edilen gençler, öğrencilerimiz, Mamak askeri cezaevinde yargılanan meslektaşlarımız;
– Kahramanmaraş ve Çorum katliamları (AS Sivas – Madımak’ta yakılan 33 insan!);
– devletin resmî ve emperyalizmle bağlantılı  “derin” katmanlarınca oluşturulan, desteklenen çetelerden kaynaklanan kanlı çatışmaların bilançosu…

Ne var ki, bu baskı ve şiddet ortamı Türkiye’nin demokratikleşme sürecini engellemedi. Yirmi yılın kazanımları da özetlenemeyecek kadar uzundur.  1961 Anayasası’nın güvenceleri altında hukuk devletinin  temel kurallarının yerleşmesine değinmekle yetinebiliriz.  Anti-demokratik eğilimleri ağır basan sağcı hükümetler uzun yıllar Türkiye’yi yönetti. 1971-73’ün sıkıyönetim dönemi hariç, bağımsız yargı, yürütmenin keyfî, ayrımcı, yasakçı uygulamalarını frenledi; zaman zaman engelledi. 12 Mart rejimi, bu nedenle de kalıcı izler bırakmadı.

En önemli gelişmelerden biri, 1960 sonrasında Türkiye halk sınıflarının hızla örgütlenmesi ve bu sürecin bölüşüm ilişkilerine yansımasıdır. 1970’li yılların ortalarında Türkiye’de sendikalaşma oranı %50 eşiğini ve bazı Avrupa ülkelerini geçti. Hızlı büyüme yıllarında ücretlerin payı istikrar kazandı; 1980 arifesinde hızla tırmandı. Tarımda üretici birlikleri köylü çıkarlarını siyasete taşıdı;  tarımsal destekleme yaygınlaştı; çiftçinin eline geçen fiyatlar göreli olarak yükseldi.

Bu gelişimler siyaset haritasına da yansıdı. Geleneksel “yasaklı akımlar” meşru siyasete katıldı. Siyasî İslam, parlamenter mücadeleye öncülük verdi. TİP, sosyalizmi TBMM’ye taşıdı. 12 Mart darbesinden sonra Ecevit’in CHP’si, bir boyutuyla geleneksel aydınlanmacı (Cumhuriyetçi) değerlerini koruyacak; bu kimliğin ilerici bir yorumuyla demokrasi kültürünün ana öğelerini özümseyecek; halk sınıflarının ekonomik, sosyal taleplerine de açılacaktı. 1973 ve 1977 seçimlerinde emekçi oyları, geleneksel sağ siyasetten koptu; “Cumhuriyetçi sol”u temsil eden CHP’yi birinci parti yaptı.

Parlamento dışı sosyalist solun yükselmesini de vurgulamak gerekir. 1960 sonrasında öğrenci hareketleri içinde filizlenmiş olan devrimciler, 12 Mart rejiminin yıkımını farklı akımlar içinde örgütlenerek hızla aştılar. Fabrikalarda, madenlerde, sendikalarda, üretici örgütlerinde işçilerin, köylülerin mücadelelerinin içinde yer    almaya başladılar. Aşırı sağ ve derin devletle çatışarak kent varoşlarını, Anadolu kasabalarını, mahalleleri, köyleri,  sloganları ile “tapuladılar”.

1970’li yıllar  son bulurken, Türkiye siyasetinin ideolojik yelpazesi geleneksel Avrupa şablonuna yaklaşmaktaydı: Küçük mülk sahiplerinin gelecekten ürküntüleri üzerinde gelişen, geçmişe bakan, tutucu (Türkiye koşullarında İslamcı-milliyetçi) sağ;sermayenin çeşitli katmanlarını ve belli orta sınıf çevrelerini temsil eden orta-sağ, kentli “diplomalılar” takımını ve işçi-köylü sınıflarının bir bölümünü temsil eden Cumhuriyetçi sol ve emeğin diğer katmanlarıyla radikal aydınları kucaklayansosyalist sol…

Daha da önemlisi, bu ayrışma içinde bir bütünüyle sol akımlar yükselmekteydi. 1973-1979 arasında siyasi İslam’ı temsil eden MSP’nin oyları %12’den %9’a düşmüştü. CHP ise seçmenlerin (“Müslümanların”) %41 eşiğini aşan oylarıyla iktidara gelmişti. Ecevit, uluslararası sermayenin programını Türkiye’ye taşıyan IMF reçetelerine direnmekteydi. Sermayenin baskısıyla gerçekleşen hükümet değişikliği bu programın hayata geçirilmesine imkân vermiyordu; zira sosyalist solun etki alanı içindeki emekçi örgütleri sert bir direnme göstermekteydi. Parlamento içindeki ve dışındaki sol siyaset, Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaktaydı.

12 Eylül rejiminin sınıfsal-tarihsel işlevini bu çerçeve içine yerleştirebiliriz. Darbenin iki stratejik hedefi vardı: Türkiye’yi neoliberal dönüşüm aracılığıyla emperyalizmin hegemonyasına kayıtsız-şartsız bağlamak ve Cumhuriyetçi/sosyalist solun Türkiye siyasetindeki etkisine, ağırlığına kalıcı olarak son vermek…

İkinci hedef, önce sıkıyönetim, sonra da 1982 Anayasası  ve uzantıları ile gerçekleşti. Sıkıyönetim uygulamaları, sosyalist muhalefeti tüm örgütleriyle, kadrolarıyla yok etti. Bu tasfiyenin halk sınıfları saflarında yaratacağı boşluk nasıl doldurulacaktı? 12 Eylül rejiminin İslamcı söylemlere yönelmesi tesadüf değildir. İslamcı siyasetten gelen Turgut Özal’ın ABD tarafından ısrarla desteklenmesi de tesadüf değildir.

1980’li yılların sonunda siyaset haritası yeniden çizilmeye başlayacaktı. Bu yeni ortamda halk sınıfları sola mı, siyasî İslam’a mı yöneleceklerdi? 12 Eylül ve Özal yıllarının emek karşıtı politikalarını eleştiren   Erdal İnönü’nün SHP’si,  1989 yerel seçimlerde birinci parti olmuştu. Ne var ki, on yıl önce halk muhalefetini parlamento-dışında temsil etmiş olan sosyalist sol yok edilmiş; Cumhuriyetçi-parlamenter sol öksüz kalmıştı. SHP, sınıfsal muhalefet yönelişini 1991’de terk etti; seçmen tabanının emekçi bileşenleri erimeye başladı. Halk muhalefetini temsil işlevi, böylece, siyasi İslam’ın ana partisi ve cemaat-tarikat grupları tarafından devralındı. 1980 öncesi devrimcilerinin örgütlenme yöntemlerini uyguladılar. Cumhuriyetçi direnme mevzilerini adım adım aştılar. Türkiye halkı, AKP-Cemaat koalisyonunu iktidara taşıdı.
***
Yarım yüzyıl öncesine uzanan bu panorama, bence, Türkiye’de sol, siyasi İslam ve demokratikleşme arasındaki ilişkilere ışık tutabilir. Liberallerle tartışacaksak, demokratikleşme konusunda farklılıklarımız olacaktır. Onlar, temsilî demokrasinin ödünsüz savunucularıdır. Önemli bir bölümüne göre bu ilke, Müslüman bir ülkede siyasî İslam’ın iktidarı anlamına gelecektir. Bu iktidar, çeşitli etkenlerle engelleniyorsa, demokrasi eksik, arızalı olacaktır. Bu muhakeme çizgisini, Müslümanlık / siyasî İslam ayrımı yapmadığı için yukarıda eleştirdim.

Yakın geçmişte kaderleri birlikte seyretmiş olan Cumhuriyetçi ve sosyalist solun demokrasi anlayışı, liberallerin ötesine gider. Cumhuriyetçi sol öncelikle aydınlanmacıdır; bu nedenle dinsel yobazlığa ve Ortaçağ  kurumlarına karşıdır.  Bu özellikleriyle eleştireldir; akılcıdır; plüralisttir. Dolayısıyla özünde demokrattır. Anti-demokratik savrulmalardan arınabileceğini göstermiştir.

Sosyalist sol ise, aydınlanmacı geleneğin son uzantısıdır. Temsilî demokrasiyle kavgalı değildir; ama doğrudan demokrasinin genişlemesinde ısrarlıdır. Bu nedenle, emekçi örgütlerinin, şuraların, halk meclislerinin siyaset sürecine eklemlenmesini; (bir anlamda “halk demokrasisi”ni) benimser. Nihaî olarak devletsiz/sınıfsız bir toplumu hedeflediği için, ilkesel olarak sonuna kadar (sınırsız) demokrattır.

Türkiye’nin son 65 yıllık tarihi içinde sosyalist sol ile siyasal İslam’ın kaderleri zıt yönde seyretmiştir. Cumhuriyetçi ve sosyalist solun birlikte yükseldiği dönemler (1960’ı izleyen yirmi yıl) demokratikleşmeyi genişletmiştir. 1980 ve sonrasında ise, sosyalist solun gerilemesi İslamcılığın yükselmesine yol açmış; Türkiye, adım adım faşizmin eşiğine gelmiştir.

====================================

Dostlar,

Mülkiye’nin (biz de 2016 mezunuyuz!) efsane hocalarından Prof. Korkut Boratav 2002’de emekli olmuştu. Bu yıl 81 yaşında ve maşallahı var, Devrimci üretimini sürdürüyor. DTCF’ nin Halkbilimci hocası Prof. Pertev Naili Boratav’ın (1940’larda yurtdışına çıkmak zorunda bırakılmıştı..) oğlu..

Prof. Korkut Boratav’ın 26 Ağustos 2016 tarihli ilerihaber.org’da yayımlanan yazısını paylaşmak istiyoruz. Ülkemizin son 65 yılının canlı tarihi ve üstün bir entelektüel yeti ile irdelemesi.

Sevgi ve saygı ile.
29 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com