Etiket arşivi: atatürk

Behçet Kemal Çağlar : ATATÜRKÇÜLERE..


Dostlar,

Çook değerli dostumuz Sayın Murat Binzet taaa Almanyalaradan yollamış..

Ellerine, kolarına, gözüne – gönlüne sağlık..

Kadim Behçet Kemal‘e de şükranla, saygı ile..

Sevgi ve saygı ile.
29.10.13, Ankara
Cumhuriyet’imizin 90. Yıldönümü

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Türk Milleti;

Bugün,
Cumhuriyetimizin doksanıncı yılını doldurduğu, en büyük bayramdır.
Kutlu olsun.   

Bundan tam 90 yıl önce; Atatürk 28 Ekim 1923 akşamı, yakın arkadaşlarını
Çankaya’da yemeğe çağırır ve onlara, “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” der…

29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan “Cumhuriyet” önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verir. Meclis önergeyi
kabul eder.. Böylece, Türkiye devletinin yönetim biçimi “Cumhuriyet” olarak,
adı da “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak ilan edilir.
Aynı gece bu ilan, atılan 101 pare top ile kutlanmıştır.

İşte bizler o günlerden beridir parçalanıp yok edilmek istenen bir ulusun evlatlarıyız…

  • Cumhuriyet yeniden dirilişin destanıdır.. 

Bilgi: 2 Şubat 1925‘te, Hariciye Vekaleti’nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen
bir kanun teklifinde 29 Ekim’in bayram olması önerilmiştir.
Bu teklif Meclis Anayasa Komisyonu tarafından incelenmiş ve
18 Nisan‘da karara bağlanmıştır. 19 Nisan‘da ise teklif TBMM tarafından
kabul edilmiştir.

628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim1925′ten başlayarak ülke içinde ve
dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanmaya başlamıştır.

*****

Atatürkçülere

Behçet Kemal Çağlar

divider_cizgi

Öyle sırt üstü yatıp dinlenecek gün değil;
Daha yapacağımız çok şeyler var, çocuklar!
Ne kadar erken yağdı gördünüz ya yeniden

Nice güvendiğimiz dağlara kar, çocuklar!
İlerden, ta uzaktan el ediyor durmadan

Batılı arkadaşlar; vaktimiz dar, çocuklar!
Toplandık mı baş başa, verdik mi el ele biz

Su çekilir, dağ çöker, bora susar, çocuklar!
Hele kuru kütükler ayıklansın bir kere

Tadından çatlayacak dallarda nar, çocuklar!
Sizi bir bir tanıyıp alnınızdan öpmeye

Mustafa Kemal yolda, hey bahtiyar çocuklar! 

divider_cizgi

İyi çalışmalar, saygı ve sevgiler

Murat Binzet
Mailto:m1000zet@gmail.com

Ya Atatürk olmasaydı?..

Ya Atatürk olmasaydı?..

portresi
Uğur DÜNDAR

Atatürk ve arkadaşları Bandırma Vapuru’yla Samsun’a giderlerken bir İngiliz torpitosu önlerini keser…

 

Gemiyi durdurarak güverteye çıkan İngiliz subaylardan biri “Mustafa Kemal hanginiz?” diye sorar. Mustafa Kemal “benim” deyince, İngilizler başka soruya gerek duymadan ellerindeki tüfeklerle ateşe başlarlar. Mustafa Kemal oracıkta şehit düşer…
Sahne kararır, perde kapanır…

Spot ışığın aydınlattığı köşede beliren anlatıcı seyirciye sorar:

  • “Ya Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı?..”

Böylece “OLMASAYDI?..” seyirciyi sarsarak başlar…

* * *

Provalarını heyecanla izlediğim “OLMASAYDI?”, tiyatro ustası Müjdat Gezen’in büyük ilgi gören ve hâlâ kapalı gişe oynayan “1881-”den sonra, senaryosunu yazıp yönettiği yeni oyunu.

“OLMASAYDI”da Mustafa Kemal’in şehit edilmesinden sonra Sevr’den bize kalan Anadolu topraklarında bir “İslam Devleti” kuruluyor. Padişahın olmadığı bu
“İslam Devleti”ni, Şeyh Ahmedi ve Şakir Ağa Hazretleri, halkın yarısının seçimiyle
başa geçerek yönetiyorlar. Halkın tüm ihtiyaçlarını karşılamayı ilke edinen bu ikili, ihtiyacı olanlara ekmek, nohut, biber, GAZ, TOMA tes… gibi gıda ve diğer önemli malzemeyi bedava dağıtırlar. Tabii hiçbir ayırım yapmaksızın! Dağıtım sırasında kiminin payına ekmek, nohut, kiminin ise biber, GAZ ve TOMA tes düşer!..

* * *

İstanbul’da ise Vahdettin’in zoraki Padişahlığı sürmektedir.
Şehzadebaşı’nda aktör Agop Efendi, Hamlet’i çok kötü oynamasına karşın
gençlere tiyatro dersleri vermektedir. Hamlet performansı o kadar başarısızdır ki Hamlet, Hamlet oldu olalı bu kadar kötü oynanmamıştır!

Buna karşın herkes Hamlet’i çılgınca alkışlar! Hatta bazıları alkışlamakla yetinmeyip ayağa kalkar ve “BRAVO!.. BÜYÜKSÜN!.. MEMLEKET SENİNLE GURUR DUYUYOR!..” gibi abartılı laflarla Agop Efendi’ye yağ çekerler!
Agop Efendi de yağcılık amacıyla alkışlandığının farkındadır!
Seyirciyi selamlarken “Sizi Padişah Efendimize hükümet üyesi olarak tavsiye edeceğim, çünkü bu kadar yağcılık ancak hükümette işe yarar!..” der.

* * *

Yukarıda yazdıklarıma benzer birçok ses getirecek sahnenin yer aldığı “OLMASAYDI?”, 46 tablodan oluşuyor. Bir yılda hazırlanan oyunun provaları
67 günde tamamlanabildi.

Dekoru Leyla Gezen, müzikleri Seçil Akın’a ait “OLMASAYDI?”da 38 oyuncu
82 ayrı karakteri canlandırıyor…

26 Ekim akşamı galası yapılacak oyun, her cumartesi saat 15.30 ve 20.30’da seyircisiyle buluşacak.

İddia ediyorum “ATATÜRK OLMASAYDI, NELER OLURDU?” sorusunun yanıtını merak eden seyirciler bu eseri hem nefeslerini tutarak seyredecek, hem de çılgınca alkışlayacak! Müjdat Gezen ve öğrencileri, Agop Efendi’nin aksine, alkışı sonuna kadar hak edecek.

Müjdat Gezen Tiyatrosu’nun tüm emekçilerine ilk alkış ve ilk “bravo” benden…

(http://sozcu.com.tr/2013/yazarlar/ugur-dundar/ya-ataturk-olmasaydi-2-391892/, 20.10.13, SÖZCÜ)

Ankara’nın Başkent Oluşu’nun 90. Yılı…


Dostlar
,

Ankara’nın Büyük Atatürk ve arkadaşları tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti yapılmasının üzerinden 90 uzun yıl geçti..

Tarihler 13 Ekim 1923’ü gösteriyordu.

Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti.

Ama Devrimin saati işliyordu..

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum, Sivas Kongrelerinden sonra 27 Aralık 1919 günü Sivas Kongresinde seçilen Temsilciler Kurulu (Heyet-i Temsiliye) üyeleriyle birlikte Ankara’ya geldi.

O zamana dek Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul idi. Osmanlı Mebusan Meclisi son kez 12 Ocak 1919’da İstanbul’da toplandı. 16 Mart 1919 günü İngilizler İstanbul’a girdi. Önce meclisi bastılar. Bu olay üzerine birçok milletvekili Anadolu’ya geçti. Yakalananlardan çoğu tutuklandı. Artık Osmanlı Mebusan Meclisi’nin İstanbul’da toplanma olasılığı kalmamıştı. Milletvekillerinin toplanacağı ve ülkenin yönetileceği bir başkent gerekiyordu.

Ankara, Anadolu’nun ortasında, savaş cephelerine eşit uzaklıkta bir kentti.
Savaşın yönetimi ve haberleşme, Ankara’dan kolaylıkla yürütülürdü. Dağılan Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri ile Sivas ve Erzurum Kongreleri’nde seçilen temsilcilerin bir yerde toplanması gerekiyordu. Bu nedenle 19 Mart 1919 günü Mustafa Kemal Paşa kimi illere ve komutanlıklara bir genelge gönderdi. Bu genelgede özetle;

“Osmanlı Devletinin yaşamı ve egemenliğinin sona erdiği” bildiriliyor,

“Türk ulusu kendi yaşamını ve bağımsızlığını koruyacaktır.” deniliyordu.

Bu genelgeden sonra Temsilcilerle Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelen üyeler Ankara’da toplanmaya başladılar. Ankaralılar onları coşkuyla, sevinçle, sevgiyle karşıladı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açıldı.

Meclis, ilk oturumunda Mustafa Kemal Paşa’yı başkan seçti. Mustafa Kemal Paşa bundan sonra ülkeyi kurtarma çalışmalarını Anadolu’nun bu küçük kentinde sürdürdü. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın planları bu yoksul kentte hazırlandı. Savaşın başarıya ulaşması için düzenli ordular kuruldu. Bu ordular İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da düşmanı bozguna uğrattı. 30 Ağustos 1922’de kazanılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Kurtuluş Savaşımız tamamlandı.

Yurdumuz düşmanlardan kurtulduktan sonra 13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve 4 arkadaşı Ankara’nın başkent olması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yasa önerisi verdiler. Öneri Meclis’te oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye Devleti’nin başkenti oldu. Daha sonra 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde Ankara başkent (Makar) olarak tanımlandı. İzleyen 1961 ve 1982 anayasalarında da aynı düzenleme yapıldı.

Başkent, ülkenin yönetim merkezidir. Büyük Millet Meclisi, devlet başkanı, başbakanlık, bakanlıklar, yüksek yargı organları, başkentte bulunur. Ankara başkent olduktan sonra gelişti. Modern yapılar, büyük apartmanlar yapıldı. Yüksek okullar, üniversiteler açıldı. Fabrikalar, yeni işyerleri kuruldu. Kent kısa sürede büyüdü, genişledi. Ankara bugün
5 milyonluk nüfus yoğunluğu ile yurdumuzun 2. büyük kentidir.

Her yıl 13 Ekim günü Ankara’nın başkent oluşu, düzenlenen törenlerle kutlanır.
Ankara Kalesi‘nde başlayan bu törene özel giysileri içinde Seymenler, öğrenciler, çeşitli dernek temsilcileri katılırlar. Törende yapılan konuşmalarda Ankara’nın
başkent oluşunun anlam ve önemi belirtilir. (http://www.memocal.com/bgvh/ankaraninbaskentolusu.asp)

***

11 Ağustos 1923’te göreve başlayan ve seçimle oluşturulan 2. TBMM’de yasa ile Ankara’nın Başkent oluşu benimsendi. Yabancılar uzun yıllar İstanbul’daki büyükelçiklerini Anadolu’nun ortasındaki 25 bin nüfuslu bozkır kasabasına taşımak istemediler.. Ama yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının çelikten iradesine direnmek olanaklı değildi..

Günümüzde Ankara’nın Başkent oluşu artık bir Anayasa maddesidir. 1982 Anayasası md. 3 /son : “Başkenti Ankara’dır.” hükmünü içermektedir ve ilk 3 maddenin değiştirilmesininbile önerilemeyeceği 4. maddede kesin olarak yazılmaktadır.

*****

Bu bağlamda, Anayasa’nın özüne uygun olarak Ankara’nın Başkent olarak kalmasında kurumsal adımların sürdürülmesi gereklidir.

ATATÜRK‘ün kuruluş sermayesini sağladığı ve paydaş (hissedar) olduğu Türkiye İŞ Bankası‘nın genel müdürlüğünün İstanbul’a taşınması son derece yanlış olmuştur.
Bu hata mutlaka düzeltilmelidir.

Hele hele Merkez Bankası‘nın İstanbul’a taşınması serüveninden kesinlikle vazgeçilmelidir. Devlet bankalarının yönetimi özellikle Ankara’da kalmalıdır.

Medya kuruluşlarının, ağır sanayinin, sanat – kültür – bilim kurumlarının başkent ağırlıklı yapılandırılması politikası bilinçli olarak sürdürülmelidir. Ancak 20 km yarıçaplı bir alanda 5+ milyon nüfusu yığmak ekolojik bakımdan da yanlış, sakıncalı ve sürdürümü zor bir politikadır. Bu bakımdan, Ankara çevresinde 50 – 100 km uzaklıklarda 4 yönde yarım – 1 milyon nüfuslu uydu kentler yaratılmalı ve metro – hızlı tren ile başkente bağlanmalıdır. Böylece 10 milyonluk bir havza kentleşme planı yaşama geçirilmelidir.

Dahası, İstanbul’daki Osmanlı saraylarında başkente seçenek yaratırcasına devlet büyüklerinin çalışma ofislerinin yapılmasından vazgeçilmelidir. Bu davranış Osmanlı – Hanedan öykünmeciliği anlamındadır ve Neo-osmanlıcılığın apaçık dışavurumudur.

Bir bölümü dış borçla yapılan bu mekânlar, tarihe tanıklık eden müzeler olarak korunmalıdır.

– Osmanlı hanedanının Kurtuluş savaşımızı baltaladığı,
– işgalcilerle açık işbirliği yaptığı,
– Kurtuluş Savaşını Anadolu’da örgütleyen kahraman komutan Mustafa Kemal Paşa için
idam fermanı verdiği,
– Vahdettin’in İngilizsevenler Derneği Kurdurup üye olduğunu,
– Yunan işgalini meşru gösterecek fetvalar yayımlandığını…..

tarih bilinci adına asla unutmamak ve unutturmamak gerekir.

Bu nedenlerledir ki, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Hanedanını “vatan haini” ilan ederek, kaldırmış (1 Kasım 1922) ve kan dökmeden (idam etmeden!) yurt dışına
sürgün etmiştir.

Ankara’nın başkent yapılışı “Kurtuluş” ve “Kuruluş” un sevinçli ve anlamlı bir dönemecidir..

Kutlu olsun ve sonsuza dek sürsün..

Bu vesile ile nefis bir müzikli görseliizlemek için lütfen tıklar mısınız??

bir_baska_ankara-Kemalağa-W

Sevgi ve saygı ile.
14.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

AKP Andımız’dan Ne İstiyor?

Dostlar,

Üstad Prof. Ataol Behramoğlu‘nun “AKP Andımız’dan Ne İstiyor?” 
başlıklı yazısını, İmir’den sevgili meslektaşımız Dr.Ceyhun Balcı‘nın sunuşu ile paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
13.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

“AKP Andımız’dan Ne İstiyor?” 

Ataol Behramoğlu yazısına Andımız’ı ve elbette yazarı Dr Reşit GALİP‘i konu etmiş.
Dr Reşit Galip’e saldırının bir iyi yanı O’nu daha iyi tanıma fırsatı yaratmış olmasıdır.

O, yalnızca Andımız’ın yazarı değildir.
Hatta, Andımız yaşamı boyunca verdiği ürünler arasında son derece alçakgönüllü bir ayrıntıya denk düşer.

Köycü Dr. Reşit Galip‘i duymuş muydunuz?

1918’de “Köycüler Cemiyeti”ni kurduğunu,
alana inerek çalışmalar yaptığını pek çoğumuz bilmiyorduk.

Faşist yaftasıyla aşağılanmaya çalışılan Dr Reşit Galip‘in bu cemiyet aracılığı ile “parasız eğitim ve sağlık hizmeti” istemine ön ayak olduğu bilgisi onun bir faşistten çok toplumcu olduğunun göstergesidir. Siyaset jargonuna uygun deyişle Reşit Galip bir sosyalisttir. Ama, bu kimliği Osmanlı’da Türklerin ve Müslümanların geri kalmışlığına odaklanmasına engel değildir. Daha fazlasını öğrenmek ve özümsemek için bir de okuma önerim var!

Atatürk’ün Fikir Fedaisi Dr Reşit Galip’i günümüz gözüyle Dişhekimi dostumuz
Yener Oruç kitaplaştırmış. Gürer Yayınları’ndan (2007) çıkan bu değerli yapıt
hiç olmazsa bugün hak ettiği ilgiyi görmeli!
Dr Reşit Galip gerçek anlamda anlaşılırsa, O’ndan ne istendiği de algılanmış olacaktır!
İşte Ataol Behramoğlu’nun yazısı!
Dr. Ceyhun Balcı
İzmir Tabip Odası Genel Sekreteri
*****

AKP Andımız’dan Ne İstiyor? 

portresi2

 

Ataol Behramoğlu

 

 

İlkokul çağlarımızdan bugünlere, hemen hepimizin aklında Andımız’dan bir şeyler kalmıştır.
Belleğimi yokladım, eksiksiz orada duruyor…
Peki, çocukluğumuzda her okul sabahı bu sözleri yinelerken anlamlarını
düşünür müydük?
Sanmıyorum.
Buna karşılık o erken sabah saatlerinde bir ağızdan haykırırcasına seslendirdiğimiz
bu sözlerde, anlamlarından çok, onları birlikte söylüyor olmamızın coşkusunu duyumsardık.
Sonrasında da bir anda havalanan bir kuş sürüsü gibi sınıflara dağılır,
derslerimize canlılıkla başlardık.

  • AKP yönetimi şimdi çocuklarımızın elinden bu yaşama sevincini,
    birlikte olma coşkusunu çekip alıyor.

Tıpkı giysi özgürlüğü gibi, herkes ne istiyorsa, olanakları neye yetiyorsa onu giyinsin, kendi andı neyse içinden onu söylesin demeye getiriyor…
Tabii bu sözde özgürlükçü, aslında yasakçı yönetimin, bununla yetinip
burada duracağına inanıyorsak…

***

Andımız “Türküm” diye başlıyor. 

Ben hiçbir çocukluk arkadaşımın bu sözcüğü söylemekten tedirginlik duyduğunu anımsamıyorum.
Çünkü bir ağızdan söylediğimiz bu sözcükte, tıpkı siyah okul önlüklerimiz,
beyaz yakalarımız gibi, yoksuluyla varsılıyla, hepimizi birleştirici, eşitleyici bir şey vardı…

AKP yönetimi önce giysi özgürlüğü görüntüsü arkasında, bu birlikteliği, bu eşitliği kaldırma yönünde bir adım attı.
Asıl amaç ise, birkaç gün önceki türban özgürlüğü yasası ile daha iyi anlaşılıyor,
belli ki, dinsel anlam taşıyan giyim kuşamı ilkokullara kadar yaygınlaştırmak

Andımız’ın ortadan kaldırılmasıyla da bir boşluk oluştu.

Bu boşluk da, kuşkumuz olmasın (akıl sahibi herkes bunu zaten görüyor), dinsel içerikli sözlerle, dualarla doldurulmak istenecektir.
En azından amaç budur.

  • İlkokullardan başlayarak bütün okullarımızın imam giysili din dersi öğretmenlerinin hutbeleri ve öğrencilerce de tekrarlanacak dua ve öğütleriyle açılacağı, bunların her gün tekrarlanacağı günler de uzakta değildir. 

Gelmiş geçmiş en büyük demagog, bunu da “Cumhuriyetin esasına dönüş” olarak adlandıracaktır.
Tıpkı ihanet ettiği hocasının, pervasızca ve utanmazca,
Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi” demesi gibi…

***

Çok sever göründükleri Âkif’in ürünü İstiklal Marşımızda, Andımız’dakinden çok daha fazla tartışılacak sözler vardır.
İlle de herkesin dindar ve Tanrı tanır olmadığı, olmak zorunda da bulunmadığı günümüz Türkiye’sinde, “Hakk’a tapmak” kavramı kuşkusuz ki herkesçe benimsenmeyecektir.
“Kahraman ırk” sözü de böyle bir şeydir. Irk kavramı ulus kavramıyla bağdaşmadığı gibi, aynı ırktan bile olsalar (ne demekse bu?) kahramanlık kavramıyla söz konusu ırkı
yan yana getirmek istemeyecekler de olabilecektir.

Fakat herkes bilir ki İstiklal Marşımız çok özel koşulların ürünüdür.
Onu bir ağızdan söylerken, tıpkı Andımız’ı bir ağızdan söyleyen çocuklar gibi, sözcüklerin anlamlarını irdelemekten çok, bir ulusa ait olmanın, omuz omuza birlikteliğin coşkusunu duyumsarız…

Bu nedenle AKP (daha doğrusu buyruk verme konumundakiler),

  • Andımız gibi, eninde sonunda, İstiklal Marşı’na da el atacaklardır. 
  • Çünkü içerik konusu bir yana, onun bütünündeki ve birlikte söylenişindeki
    ulusal birlik duygusuna ve coşkusuna da yabancı ve düşmandırlar

Özetle, bu siyasal iktidar için önemli olan

  • Türkiye’nin ulusal birliği değil, İslam ümmetinin bir parçası olmasıdır.
  • Biricik amaçları, ulusu ümmetleştirmektir

***

AKP ANDIMIZ’DAN NE İSTİYOR?

Bu nedenle bu konudaki sorun, ulusal andın sözlerinin şu ya da bu yana çekilerek yorumlanıp eleştirilebilecek olması değil, AKP’nin onu hangi amaçla,
neden kaldırdığıdır.

Bugünkü siyasal iktidar tarafından ulusal andın kaldırılmasını, andın şu ya da bu yönden içeriğine takıldıkları için alkışlayan ya da bunda sakınca görmeyenler,
ya

bu iktidarın her anlamda ve her alanda ülkeyi bölüp parçalama amacının

yeterince farkında değiller, ya da bunda da bir sakınca görmüyorlar demektir…

Yeniden ATATÜRK DEVRİMİ

Dostlar,

Çok değerli arkadaşımız, geçmişte birlikte ADD GYK (Genel Yönetim Kurulu) üyesi olarak çalıştığımız çalışkan ve yurtsever insan Sayın Fethi Karaduman aşağıdaki yazıyı göndermiş.. Paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Fethi Karaduman

ATATURK_DEVRIMI_kitabi_kapagi

SÖYLEV 

Tarihin akışına yön veren Atatürk, tarihe tanıklık eden anıtsal yapıtı Söylev’i; 15-20 Ekim 1927 günleri arasında altı gün boyunca, 36 saat süreyle,
CHP’nin 2. Kurultayında, TBMM’nin büyük salonunda okur.

Söylev’in amacını, “Türk Devrimi’nin incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamak” olarak belirten Atatürk, 

  • “Ulusal varlığı sona ermiş sayılan bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğumu anlatmaya çalıştım.” 

diyerek “yaptığı tarihi” “yazarak” da Türk Ulusu’na ve gelecek kuşaklara ders alınacak, tarih bilinci oluşturacak önemli, büyük bir başyapıt armağan eder.

Söylev, “Varlığına son verilmek istenen bir ulusun”, emperyalist işgalcilere karşı başkaldırışını ve Türk Ulusu’nun yeniden doğuşunu anlatan tarihte eşine rastlanmayan destansı bir başyapıttır.

Türk Ulusu Atatürk önderliğinde yarattığı bu destanda işgallerle, ihanetlerle, acılarla, savaşlarla dolu günlerin yaşandığı karanlık bir dönemi, aydınlığa dönüştürme uğraşıları ile bir ulusun yeniden dirilişi dile getirilir.

Mustafa Kemal Paşa, Söylev’de, 19 Mayıs 1919’daki genel durum ve görünüşü, Osmanlı Devleti’nin o günkü durumunu gelecek kuşaklar için belgeler. Atatürk vatanın kurtulması için üstlendiği görev ve sorumluluğun bilinciyle, o günün kurtuluş önerileriyle birlikte, kurtuluşa giden yolda uygulanan yöntemler, içteki ve dış düşmanların yıkıcı eylemlere karşı savaşımı anlatır.

Ulusun örgütlenmesi, ulusal bir kurulun oluşturulması (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti), ulusal egemenliğe dayalı Meclis ve Hükümetin kurularak bağımsızlık ve kurtuluş yolunda gerçekleştirilenler, iç ve dış düşmanla savaşım
gelecek kuşaklar ve Türk gençliğine nesnel olarak belgelere dayanarak aktarılır.

Kurtuluş, Bağımsızlık ve Özgürlük yoluna çıkılırken parola tektir:

  • “Ya İstiklal (Bağımsızlık) Ya Ölüm!”

Kurtuluş ve bağımsızlık yolunda tüm engellemeler, zorluklar kararlılıkla, yiğitlikle aşılır. Türk Ulusu, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın güvenini boşa çıkarmaz ve emperyalist işgalci güçlere karşı, olanaksızlıklar içinde gerçek bir destan yazar.

Bu destanda, tüm güçlüklere, zorluklara, zorbalıklara, elverişsiz koşullara karşın, emperyalizme karşı ölümü göze alarak gerçekleştirilen Ulusal Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlığın, özgürlüğün kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş temeller üzerinde kuruluşu, yapılandırılması yer alır.

Tarih, toplumların yalnız bugününe değil, geleceğine de ışık tutar. Söylev, içeriğiyle topluma ulus, yurt ve tarih bilincini kazandırır. Söylev, yalnızca anlattığı döneme
ışık tutmakla kalmaz, günümüzü ve geleceğimizi de aydınlatır. Dün olduğu gibi
bugün de, gelecekte de yol ve yön göstericidir.

Her evresi düşünülüp tasarlanarak gerçekleştirilen, ezilen ulusların ışık kaynağı olan Türk Devrimi’nin oluşum ve gelişim süreci ile anlam ve öneminin öğrenilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması, yaşatılması ve yükseltilmesi açısından
çok önemlidir.

Bu anlamda, Bağımsızlığın ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması, ulusun ve gelecek kuşakların “Özenli ve uyanık” olması, ancak bu tarihsel bilince erişmesiyle olanaklı olacaktır.

Söylev’in sonunda, Mustafa Kemal Atatürk;

  • “Yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığı” olarak elde edilen ve “Ulusun, geleceğinin biricik temeli” olan bağımsızlığı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma görevini Türk gençliğinin koruyuculuğuna bırakmıştır.

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!” parolasının kalıtçısı olan TÜRK GENÇLİĞİ,
bu onurlu görevigenlerine işlediği “VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN” inancıyla  yerine getirmekte bir an olsun duraksamayacaktır.

*****

BUGÜN;

  • ULUSUN BAĞIMSIZLIĞI VE BÜTÜNLÜĞÜ YENİDEN TEHLİKEDEDİR…
  • BÜTÜN TERSANELERİNE GİRİLMİŞ, BÜTÜN KALELERİ ALINMIŞ…
  • GAFLET ve DALALETİN ÖTESİNDE İHANET KOL GEZİYOR… 

YENİDEN MÜDAFAAİ HUKUK, YENİDEN KUVAYI MİLLİYE…

ÇIKIŞ YOLU : Yeniden ATATÜRK DEVRİMİ

Fethi Karaduman

Andımız Var…


Bekir COŞKUN

Basin_one_egilmesin
ANDIMIZ VAR…

İstediğin kadar yasakla…
Önlenemez…
Andımız var…

İsim vermek de gerekmez…
“Seni izleriz” dediğimiz zaman, kimi izlediğimizi bilirler…
“İlkemiz” bellidir…
“Ülkümüz” belli…

Sevdamızdır…
Sesimiz kesilse…
Dudaklarımız kıpırdadığı zaman anlarlar…
O’dur…
Dudaklarımızı yasaklasan, gözlerimize bak…
İki damla mı süzüldü?..
İkisi de o…

Niçin yasaklarsın?..
“Türküm, doğruyum, çalışkanım” nerene battı?..
Neresi seni rahatsız etti?
“Türküm” kelimesi, değil mi?..

Eeee…
Türk, Kürt milletvekilleri yemin ediyorsunuz ya…
Bak o yemine…
İçinde Büyük Türk milleti” yok mu?..
Var…
Yani kırmızı koltuklara oturmak, bol kepçe maaşları cebe indirmek için gerekli olan
o yemini ederken “Türk milleti” demekte bir sakınca yok…
Koca adamlar yemin ederken batmadı da bacak kadar çocuklar ant içerken mi battı?..

  • “İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir” desen…

Neyine uymadı bu?..
Ama ilk yarısına bölücüler karşıydı, çünkü içinde “Türk” var…
İkinci yarısına dinci karşı, çünkü içinde “Atatürk” var…
O kadar…

Göreceksin…
Bizim çapulcular meydanlarda çocuklar adına el ele tutuşup eski günlere dönüp okumaya başlayacaklar…
Silemezsin…
Yasak dinlemiyor büyük sevdalar… 

Aydınlık bir yüz, kımıldayan bir dudak, ıslak bir çift göz görürsen…
Anla…
Andımız var…

(Cumhuriyet, 6.10.13)

İSLAM POTASI İÇİNDE BİR POLİTİK KÜLTÜR ÇÖKÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ


Dostlar
,

Sn. Doğan Kuban‘ın bu çok değerli UYARI yazısını (pdf olarak da)
aşağıda sunuyoruz..

ISLAM_POTASI_ICINDE_BIR_POLITIK_KULTUR_COKUNTUSU_ICINDEYIZ

  • Türkiye elini çabuk tutarak,
    bu AKP gericiliği cenderesinden kurtulmak zorunda..

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

İSLAM POTASI İÇİNDE BİR POLİTİK KÜLTÜR ÇÖKÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ

Çağdaş Bilgi Yokolmaz, Fakat Öğretim Çökebilir 

  • Türkiye’de bilgi ve yeteneklerle ilgisi olmayan bir politik yazın ortamı var. Çerçevesini politik kavgalar ve cehalet saptıyor. Gelişmiş ülkelerde entelektüel söylem politik söylemi etkileyebilir. Türkiye’de bu olası değil. Politikacılara Heidegger ya da Wittgenstein’la, ya da varoluşçulukla başlayan bir söylem dinletemezsiniz. Böyle bir entelektüel hazırlıkları yok. Türkiye’de her düşünceyi, halkın ortak politik kültürü sınırlıyor ve yönlendiriyor.
    İslam potası içinde bir politik kültür çöküntüsü içindeyiz

DOĞAN KUBAN

portresi

Eşsiz bir tarihi, enerjisi, kentleşme iradesi ve istekleriyle
Türk toplumunun dünyanın entelektüel paryası olmayacak
bir kimliğe sahip olduğuna inanmak gerek

Bu gün eğitimin içinde bulunduğu kırılgan durum, Yirminci Yüzyıl uygarlığına Cumhuriyet ile açılan Türkiye’nin 1980’den sonra geçirdiği kültür şoklarının sonucudur. Çağdaşlaşmamızı engelleyen temel olgu yirminci yüzyıl kültürünün dünyayı içine yerleştirdiği entelektüel yapının dışında kalmaktır. Bugün bu izolasyonun aracı olarak ilk ve orta öğretim programlarını gelişmiş dünya standartlarından ayıran içeriksel zorlamalar var. Üniversite öğretiminin kalitesi zayıf olsa bile, dünya ile ilişkisini kesmek olası değildir. Fakat kalitesinin düştüğünü görmek için aptal olmamak yeterli. Örneğin Türkiye’de akademik tıp Alman Hocalar sayesinde çok ileriydi.

Sonra Hacettepe büyük bir atılım yaptı. Bugün de kenarda köşede kişisel çabalar var. Fakat genel tıp eğitiminin halini ünlü hocalara sorun. Aynı şeyleri başka alanlarda da dinleyebilirsiniz. Bu bağlamda uluslararası istatistikler de aydınlatıcıdır.
Fakat bu konuda hemen umutsuzluğa düşmek gereksiz.

Bugün insanları, bütün dünya ile ozmoz içinde olan uluslararası iletişim ve
fiziksel çevre eğitiyor.

Kimse okula hapis değil. Kaldı ki Türk toplumu 1980’den sonra geleceğe dönük pek çok düşünce üretmiş, milyonlarca genç yetiştirmiştir. Endişe 1980’e kadar Türkiye’nin eriştiği hızı yavaşlatmanın, bugün zorluklar içinde yaşayan bir dünyada, ülkeye
çok ağıra mal olmasıdır.

Tarih binlerce yıllık birikimlere sahip bir hazine olsa bile, bundan yüz yıl önce dünya nüfusunun çoğunluğu ortaçağdaki insanlar gibi yaşıyordu. Çocukluğumda ve gençliğimde elektrik, su, yol ve telefonu tanımamış, kağnıdan başka aracı olmayan
bir Anadolu’yu biliyorum. Bu geçmişi ve bu güne ulaşmanın aşamalarını doğru dürüst anlatmadan, cahil halka sadece bugünden ve 1500 yıl öncesinden söz edersek,
bu toplumsal bir zoraki bunama olur.

Sadece kendi geçmişini içeren bir öğretim programı toplumu dünyadan koparır.
Gerçi bu günkü iletişim dünyasında bu tam olarak gerçekleşemez. Fakat kısıtlı öğretim programları toplumu çağdaş dünyadan uzaklaştıracak, yani geride bırakacaktır. Bugünkü ilk ve orta öğretim programı bu nitelikte. Google’da kolayca bulunan dünya öğretim programlarıyla bizimkini bir karşılaştırmak durumu anlamağa yeter.

Tanzimat’ta Ali Paşa yeni açılan idadilere dünya tarihi yazacak bir Osmanlı bulamadığı için Fransızcadan bir çeviri yaptırmıştı. Osmanlı eğitimciler bunu Kitab-ı Enbiya’ya uymadığı için kabul etmemişlerdi. Sadece Harbiye’de dünya tarihi askerlere öğretildi. Vatanı kurtaranlar da ordudan çıktı.

BİLGİ ORTAKLIĞINDAN VAZGEÇEMEYİZ

Dünya ile bilgi ortaklığından vazgeçmek olası değildir. Çünkü bu her alandaki ortaklığın temel koşuludur. Müslüman toplumlar, dünyayı sallayan şeyin top tüfek noksanı değil, yeni düşünceler olduğunu hâlâ anlamadılar.

Modernizm, Yirminci Yüzyılda gelişmenin adıdır. 1. Dünya Savaşı’ndan önce ortaya çıktı, iki savaş arasında gelişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra akıl almaz bir teknolojik patlama ile geçmişin dünyasını sonlandırdı.

Cumhuriyetin ilk kuşakları Avrupa ne yaptıysa öğrenmeye çalıştılar. Bu bağlamda örgütlenme ve çaba, bütün olumsuz politik gelişmelere karşın, 1980’e kadar sürdü. Bugün Türkiye’de bilgi ve kültür adına ne varsa 1923 ile 1980 arasında
Türk halkının ürettikleridir. Bugünkü Türkiye’yi o yarım yüzyıl yarattı.

Fakat benim yaşadığım dünya çok hızlı değişti. 1990’dan sonra yetişen genç kuşaklar sadece yeni dünyayı biliyorlar. Ahşap evli bir İstanbul, elektriksiz bir köy, yolsuz, otomobilsiz ve telefonsuz bir Türkiye’yi hiç görmediler. Onlara daha çok Kuran okutsak ve başlarını örtsek de tutucu olamayacaklar. Babalarından çok daha fazla internet kullanacak, televizyon izleyecek ve telefonsuz yapamayacaklar. Onlar da çevreleri kadar hızlı değişiyor. Yakın geleceği onlar biçimlendirecek.

Türkiye’nin sorunu, gelişmiş ülkelere göre nerede olması gerektiğini saptamasıdır.
Bu statüyü toplumun bu bağlamdaki bilgi ve bilinci saptayacak. İthal ettiğimiz tüketim eşyalarını yarım yamalak kullanmanın dışında, yirminci yüzyılın entelektüel gelişmesine katılmadığımızı unutmayalım. ‘Marx’ı, Freud’u, Einstein’ı biliyoruz. Sartre’ı Heidegger’i, Wittgenstein’ı da işittik, bizde de Picasso gibi
ressam var’ demek, kendimizi aldatmak ve alay konusu olmaktır.

CUMHURİYET’E KARŞI İÇERİKSİZ AŞAĞILAMA

Sevgili Okuyucular,

Aşağıdaki 20 yüzyıl modernizm sorunlarını Cumhuriyet tarihi bağlamında irdeleyin.
Ve 1923’den 1980’e dek nereye geldiğimizi, sonra işlerin nerede sarpa sardığını saptamağa çalışın.

Modernizm bir historisizm çağı değildir.

Bizim ulusun tarih bilincini oluşturmak için yaptığımız çaba da bir historisizm değildi. Fakat amacına ulaşabildi mi?

Bugün halk katında uydurma bir Osmanlı hikayeciliği ve Cumhuriyeti kuran bir çağa karşı geliştirilen içeriksiz aşağılama, benim kuşağımın hayal edemeyeceği düzeyde ve bilim dışıdır.

Modernizm çok parçalı, uyumsuz bir dünya imgesi yarattı.

O çağdan sonra edebiyat, sanat ve felsefe parçalanmış bir dünya yansıtırlar.
Bir bütünün parçaları olamayan olgular, nesneler, sanat yapıtları hatta felsefi düşünceler neredeyse kişisel röportaj niteliği kazanmıştır. Referansları evrensel bir bütünden değil, kendilerinden kaynaklanır. Soyut sanat, fenomenoloji, İngiliz analitik felsefesi, pragmatizm okulları bu tavırların ifadesidir. 19. yüzyıl idealizminin yerini almıştır. Hegel yerine Heidegger ya da Wittgenstein. Bizde de bu akımların izleyicileri var. Fakat Türk toplumu için bütün bu düşünce ve arteifakt’lar bir ucube niteliği taşıyor.

20. Yüzyıl, bilim alanında da 19. Yüzyıl’ın genellemeciliği yerini mikro boyutlarda araştırmaya bırakmış, fizik ve biyoloji bu alanlarda gelişmiştir. Pek çok Türk bilim adamı bu alanlarda çalışıyor. Fakat toplumun bu gelişmelerden haberi yok.

Bir bütünsellik arayışından uzaklaşan dünyada gelişen teknoloji ve üretimi bir düzen içinde tutma gerekliliği, fonksiyonalizmi (işlevselcilik) bir temel disiplin olarak benimsetti. Fonksiyonalizm mimaride ve planlamada, sosyolojide, antropolojide, davranış bilimlerinde düşünce ve tasarımları yönlendirmiştir. Bu dönemde Freud’la başlayan psikanaliz giderek seks konusunda büyük bir açılım getirmiş, feminizm ve kadın hakları da bu kuramlardan yararlanmışlardır. Türkiye’de de Freud’u bilen çok. Ama bu düşüncelerin gelişmesinin seks konusunda getirdiği büyük açılımı
Türk politikacılarının anladığını söylemek olanaksız.

Kadının statüsü Atatürk’ten bu yana değişmedi.

Sanayi üretiminin çeşitliliği ve iletişim teknolojisi, bütün etik ve estetik değerleri yerinden oynatmıştır. Bu da işlevselciliğin de beslediği bir görecelilik kavramını
ortaya çıkarmıştır. Mutlak gerçekler, ideolojiler bu çağın ağırlık verdiği davranışlar değil. Türkiye üniversitelerinde bunlardan haberi olanlar kuşkusuz var.
Fakat toplum ve onu yönetenler bu bağlamda da henüz aydınlanmadı.

Bunalmış bir dünyada yaşıyoruz. Yüzyıl öncesinin modernizmini bile öğrenememiş
bir toplumda ilkel öğretim çalkantıları, 20. yüzyıl başına dönmek anlamına gelir.
Dünya ile aramız açılır.
Türkiye’deki gelişmeleri yaşamayan İslam ülkelerinin acıklı hali gözümüzün önünde.

  • Fakat eşsiz bir tarihi, enerjisi, kentleşme iradesi ve istekleriyle
    Türk toplumunun dünyanın entelektüel paryası olmayacak
    bir kimliğe sahip olduğuna inanmak gerek..

Cumhuriyet Bilim Teknik 04.10.2013

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ruhsar Yanmaz, ADD Bilim – Danışma ve Yazı Kurullarında birlikte çalışmaktan keyif aldığımız bir Cumhuriyet kadınıdır. Yüce Atatürk‘ü ve ne yapmak istediğini – ne yaptığını derinlemesine kavramış ve bu Çağdaşlaşma tasarımını sahiplenmniştir. Güleryüzlü, dostça ve çalışkan kişiliği ile sevgi ve saygımızı kazanmıştır.

Yarın, 4 Ekim 2013, Devrim’in “Türk Kanun-u Medenisi” nin 1926’da yürürlüğe sokulmasının 87. yıl dönümüdür. Ruhsar hoca, o görkemli yasanın ürünüdür. Bunun bilincindedir ki; Devrimin ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi öğretim üyesi olmasına karşın, Medeni Yasa rejimini aydın sorumluluğu ile irdeleyen değerli bir makale “klavyeye almıştır” (artık “kaleme” değil!).

Sayın Bayan Prof. Yanmaz’ın yazısından çok şey öğreniyoruz.

Kendisini öncelikle aydın sorumluluğu ikincil olarak doyurucu makalesi için kutlayarak, ADD web sitesinde de yer alan bu çalışmasını paylaşmak istiyoruz.

  • “Medeni Yasa” seküler bir devlet – toplum yaşamının omurgasıdır.

Onu ve çok değerli kazanımlarını koruyup kollayarak geleceğe daha da geliştirerek taşımak, bize bu değerli kalıtı – emaneti bırakanlara ve gelecek kuşaklara karşı vazgeçilmez yükümümüzdür.

Ekleyelim ki; Yüce Atatürk‘ün öncülüğündeki devrimci – aydınlanmacı genç Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’ini ilan etmesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden, seküler – laik bir toplum – devlet düzenini seçerek Batı’dan – İsviçre’den Medeni Yasa’sını uyarlamıştır. Doğrusu Batı’lılara bir kez daha “pes” dedirtmiştir Anadolu Rönesansı‘nın mimarları. Böylelikle, beklenmedik bir gelişme yaşanmıştır :

  • Lozan Antlaşması (24 Temmuz 19213) uyarınca “azınlık” (minority) sayılan gayrı müslim yurttaşlar (Rum, Ermeni ve Yahudiler), cemaat önderleri aracılığıyla Türk Hükümeti’ne başvurarak Medeni Yasa’ya bağlı olmak istediklerini dilekçe ile bildirmişlerdir. (Bkz. “90. Yılında Lozan Anlaşması ve Türkiye’nin Geleceği” başlıklı makalemiz; 24.72012’de http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=2729&action=edit, izleyen gün www.add.og.tr’de)

Bu olgu, genç Türkiye Cumhuriyet’inin insan haklarına ve demokratikleşmeye dönük içtenliğinin ve kararlılığının somut göstergesi olarak değerlendirilmiş,
uluslararası toplum katında pek haklı olarak, ülkemize saygınlık ve güven kazandırmıştır

Anılan destansı devrimci dönüşümleri gerçekleştirenlere, başta Türk Devrimi‘nin de Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, en yakın
dava ve silah arkadaşlarına, dönemin Başbakanı İsmet İnönü‘ye şükranlarımızı sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
03.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?

portresi

 

Prof. Dr. Ruhsar YANMAZ
Atatürkçü Düşünce Derneği 
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Ülkemizi yönetenler görevlerine başlarlarken hukukun üstünlüğü üzerine yemin ederler. Uygulamaya bakıldığında ‘Hukuk herkese gerekli’ derler ama, ülkemizde son dönemlerde hukukun üstünlüğünün tehlikeye girdiğini görüyoruz.

Hukuk, toplumları düzene sokmak için geliştirilmiş kurallar bütünüdür. Hukuk kuralları devletin yaptırım gücüne bağlı olduğu için, yöneticilerin hukuka bakışı toplumun gelişimi üzerinde etkilidir.

“Medeni hukuk” denilen hukuk dalı, toplumdaki insanların kişisel, aile, varlık, borç ve miras hakları ile ilgili kuralları düzenler. Buna göre medeni hukuk kuralları evrensel olan toplumlarda insan hakları en üst düzeyde uygulanır. Medeni hukuk, adından da anlaşıldığı gibi toplumları uygarlaştırmayı hedefler. Dolayısıyla bir ülkenin ne kadar demokratik olduğu, sahip olduğu Medeni Hukuk Yasası ve bunun uygulanış biçimiyle de değerlendirilir.

İnsanlar toplum yaşamına geçtikten sonra, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözümlemek için yasalar hazırlamışlardır. İlk Medeni Hukuk kuralları Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 6. yy’da İstanbul’da (O zamanki adıyla Konstantinopolis) yapılmıştır.

Osmanlı döneminde toplum düzeni şerî hukuk kuralları dikkate alınarak, padişahın yetkisi altında sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki uygulamalarda kadınların toplum düzeni içindeki hakları yok kabul edilmiş, eğitim hakları, miras hakları şeriat yasalarına göre değerlendirilmiştir. Tanzimat döneminde, hukuk sistemindeki aksaklıkları gidermeye yönelik düşünceler dillendirilmeye başlanmış; Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa Sultan Aziz’e Fransız Medenî Kanunu’nun aynen kabul edilmesi için girişimde bulunmuşlardır. Ancak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa’nın itirazı sonucu, 1851 maddeden oluşan Mecelle denilen (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), 20 Nisan 1859’dan başlayarak 16 yılda 16 bölüm olacak şekilde hazırlanmış ve 16 Ağustos 1876’da yürürlüğe girmiştir. Yani dini düşünce nedeniyle hak ve hukuk sistemi 16 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Dini esaslara göre hazırlanan Mecelle’de, kişi, aile ve miras hukuku kurallarına yer verilmemiş, eşya ve borçlar hukuku esas alınmıştır. Aile hukukuna ilişkin düzenlemeler 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” ile getirilmiş, ancak bu kararname İstanbul Hükümeti tarafından 19 Haziran 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrası Mustafa Kematl Aatürk’ün en önemli icraatlarından biri de Medeni hukuk kurallarını yeniden düzenlemesi olmuştur. Türk Medeni Kanunu’nun esası Atatürk devrimlerinin temeli olan dinsel (AS : şer’i, Şeriata dayalı) hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişine dayanmaktadır. Nitekim Atatürk, 1923’te Bursa’da halka yaptığı bir konuşmada, “Yeni Türkiye’nin 1000 yıl öncesine dayalı kurallara göre oluşturulmuş Mecelle yerine, en uygar ulusların kullandığı hukuk kuralları ile yönetileceğinin..” de sinyallerini vermiştir.

Medeni Yasa hazırlıkları 1923’te başlamış, bu amaçla Batılı ülkelerin yasaları incelenmiş ve en sonunda en gelişmiş yasa olan ve İsviçre’de 1912’de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Yasası benimsenmiştir. Benimseme gerekçeleri arasında basit dille yazılmış olması, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzenine dayanması ve yargıca takdir yetkisi vermesi bulunmaktadır.

Yasa hazırlanırken Avrupa’daki en eski yurttaşlık yasalarından olan Fransız Medeni Yasası’nın eskimiş olduğunun kabul edilmesi, Avusturya Medeni Yasası’nın Habsburg Hanedanının “mutlakiyetçi” anlayışını yansıtır nitelikte bulunması, Alman Medeni Yasası’nın ise çok teknik bir metin olması nedeniyle kabul edilmemesi, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye için öngördükleri uygarlığın hedefini açıklama açısından önemlidir.

Türk Medeni Kanunu tasarısı hukukçu milletvekilleri, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir kurulca hazırlanmıştır. Taslak 20 Aralık 1925‘te Bakanlar Kurulu’nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edilmiştir.

O dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınan gerekçe bölümünde yer alan sözlerin bugün geldiğimiz koşullarda hâlâ geçerli olması da ülkemizdeki Medeni hukuk kurallarının ne derece uygulandığının bir göstergesidir. Bozkurt, gerekçede;

  • Türkiye halkının, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısında bulunduğunu, halkın kaderinin rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukuk kurallarına bırakıldığını belirtmiştir. Yine gerekçede Türk adaletinin
    bu karışıklıktan, yokluktan ve ilkel durumdan kurtarılması için, modern ve yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla yapılarak uygulamaya konulmasının zorunlu hale getirdiği de vurgulanmıştır.

4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan yasa, 6 ay sonra,
4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir.

Medeni Hukuk yasasının temel olarak getirdiği yenilikler aşağıdaki gibi sıralanabilir :

  • Türkiye’de hukuk birliği sağlanmıştır.
  • Tek eşle evlilik esası getirilmiştir.
  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirilmiştir.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. 
  • Böylece kadın ve erkekler arasında ekonomik ve sosyal alanlarda eşitlik sağlanmıştır.
  • Kadınlara mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında
    erkekle eşit haklar verilmiştir.
  • Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdirilmiştir.
  • Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma gelmiştir.

Doğal olarak yasanın işleyişi sırasında ortaya çıkan aksaklıkları gidermek amacıyla
Türk Medeni Kanunu’nda ilki 1938’de olmak üzere 15 kez değişiklik yapılmış,
1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

1994-98 arasında yeni Anayasa hazırlama çalışmaları başlamıştır. Yeni yasa için, 1971 ve 1984’te yayımlanan 2 öntasarı ile İsviçre Medeni Yasası, bir ölçüde Alman Medeni Yasası, Fransız Medeni Yasası ve İtalyan Medeni Yasasından yararlanılmıştır. 1999 seçimleri nedeniyle yürürlük alamayan tasarı, seçim sonrası yeniden ele alınmış; sonunda 1 Ocak 2002’de yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi ile ‘İsviçre Medeni Yasası’nı esas alan ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

1926’da uygulamaya konan ve temeli laik (dinin devlet işinden ayrıldığı), demokratik
ve hukuka saygıya dayanan O günkü medeni Hukuk kurallarının günümüze gelindiğinde daha modernleşmesi beklenirdi. Nitekim toplum bu hukuk düzeni içinde laikliği benimsemiş, öbür Müslüman ülkelerde görülmeyecek biçimde dinini yaşar duruma gelmiş, kadınlar hukuksal haklarının bilincine varmış ve haklarını savunur hale gelmiştir. Ancak 1950’li yıllarda başlayan, ardından 1980’li yıllardan sonra ivme kazanan ve 2000’li yıllarda hızla artan dini esaslara dayalı eğitim ve hukuk anlayışının ülkemizin medenileşmesinin önündeki 2 büyük engel olduğu görülmektedir. Ülkeye yönetmeye istekli olanların laik düzene bakış açıları nedeniyle modern bir hukuk sistemi getirebilecekleri konusunda kuşkular bulunmaktadır. Geçmiş yıllarda insan haklarına uyulmadığını, hukuksuzluk olduğunu, demokrasiden uzaklaşıldığını söyleyenlerin,
bugün hukuka uygunluk altında hukuksuzluk yapmaya devam etmeleri düşündürücüdür.

Turgut Özakman’ın Anısına


Turgut Özakman’ın Anısına

Dr. Alev COŞKUN
Cumhuriyet, 30.9.13

Su_Cilgin_Turkler

Özakman bu ölümsüz kitabında, Atatürk’e,
Milli Mücadele’ye resmi tarih diye saldıran, o tarihi saptıran, 2. Cumhuriyetçi, şeriat yanlısı ya da liboş yazarların bu yalanlarını tek tek ele alıp irdelemiş ve belgelere dayanarak bunların tarihin çöplüğüne atılmasını sağlamıştır.

Çok önemli kitaplarıyla Türk Milli Mücadele tarihi kütüphanesine büyük katkılar sağlayan araştırmacı, yazar, bilge insanı, Turgut Özakman’ı yitirdik.

Bütün Atatürkçülerin, Kemalistlerin, anti-emperyalistlerin başı sağ olsun.

Emperyalizme karşı 1919’da başlayan ve üç buçuk yıl süren savaş, daha sonra Cumhuriyetin kuruluşu, laik bir devlet düzeni ve çağdaş bir toplumun yaratılışı…
Büyük devrimler… Ortaçağ koşullarında yaşayan bir toplumun büyük dönüşümü…
Bu büyük devrimi, Nâzım Hikmet bize “Milli Mücadele Destanı”nda
o unutulmaz destansı şiiriyle anlattı.

Bu devrimi Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”daŞevket Süreyya Aydemir, toplam 6 ciltlik “Tek Adam” ve “İkinci Adam” kitaplarında bize edebi eserleriyle anlattılar.
Son yıllarda da bu konuyu bize Özakman yalın bir biçimde aktardı.

Çanakkale Savaşlarını ve önemini “Diriliş”, Milli Mücadele’yi “Şu Çılgın Türkler”, Cumhuriyet kazanımlarını da “Cumhuriyet-Türk Mucizesi” kitaplarıyla,
Turgut Özakman halka ulaştırdı.

“Şu Çılgın Türkler”, 
bu tip kitaplarda görülmeyen bir başarı elde etti ve haftalarca en çok satanlar listesinde uzun süre yer aldı. “Şu Çılgın Türkler” kitabı Mart 2013 itibarıyla
397 baskı yaparak korsan baskılarla beraber milyonu aşan satışa ulaşmıştır.
Böylesi kitapların milyonlara ulaşan rakamlarla dağıtım ve satış yapması çok güçtür. Ama “Şu Çılgın Türkler”, bu kırılması olanaksız rekoru yakalamıştır.

Turgut Özakman’ın kitapları çok ciddi bir araştırma ürünüdür. Özakman, konu ile ilgili bütün kitapları okur, notlar alır, bu kitaplarda bu notları yerli ve yabancı belgeleri kullanır ve bunlara gönderme yapar. Her kitabın arkasında yer alan dipnotlar, daha sonra araştırma yapacaklar için gerçek ve bulunmaz bir araştırma kaynağı niteliğindedir.
Onun kitapları alışılmış tarih kitabı değildir. Onun kitapları belgesel romandır.
Roman tadında, senaryo modelinde, insanı içine alan bir kurgu düzeninde yazılmıştır.
Turgut Özakman aslında yakın tarihimizin askeri tarihini yazıyordu. Askeri tarihin anlatımı kuru ve sıkıcıdır. T. Özakman askeri tarihin bu yazılış yöntemini bir yana bırakmış kitaplarını bir öykü, bir roman tadında yazarak büyük başarı göstermiştir.
Özakman’ın kitapları bir “Türkiye Üçlemesidir”1915’teki Çanakkale Savaşı’nı
685 sayfalık belgesel romanında anlattı. Buna ‘Diriliş’ adını verdi.

Çanakkale, Türk vatanını, Türk milletini ve halkını parçalamak için uzun yıllar hazırlanan emperyalist planın ilk aşamasıydı.

Özakman, Çanakkale Savaşları için şu yorumu yapar:

  • “Tarihin en eski milletlerinden biri, ateşten geçerek, kan içinde, bir daha uyumamak, benliğini unutmamak, sömürülmemek, ezilmemek, ölmemek üzere çığlık çığlığa diriliyordu.”

İşte onun için kitabına “Diriliş” adını vermiştir.

“Şu Çılgın Türkler”
de Özakman, 1.İnönü Savaşı’ndan başlayarak İzmir’in emperyalist askeri güçlerin işgalinden kurtuluşuna kadar geçen savaşları, bu en zor günleri toplam 750 sayfada anlatmıştır.

İki kitap, toplam 1281 sayfadan oluşan “Cumhuriyet Türk Mucizesi” kitabında ise Özakman 1923-38 yıllarında, Cumhuriyetin kazanımlarının nasıl gerçekleştiğini anlatır.
Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı.

  • Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda eleman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlı’dan borca batık bir miras kalmış.

1923’te Türkiye 12 milyon nüfuslu, Anadolu’da doğru dürüst tek fabrikanın bulunmadığı, geri, ilkel, yoksul, nüfusun sadece %7’si okuma-yazması olan bir köylü toplumu.
Kadın erkek eşitliği söz konusu değil. Dinsel kurallar yaşamın her noktasında egemen. İşte böylesi ortaçağ koşullarından çağdaş bir toplum yaratmak hamleleri…
Cumhuriyet Türk Mucizesi”nde bu devrimler anlatılır…

Turgut Özakman’ın ölümsüz bir büyük ürünü de yukarıdaki kitaplarından önce 1997 yılında yayımlanan Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele” adını taşıyan kitabıdır. “Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar” kitabın ikinci başlığıdır.

Özakman bu ölümsüz kitabında, Atatürk’e, Milli Mücadele’ye resmi tarih diye saldıran,
o tarihi saptıran, ikinci cumhuriyetçi, şeriat yanlısı ya da liboş yazarların bu yalanlarını tek tek ele alıp irdelemiş ve belgelere dayanarak bunların tarihin çöplüğüne atılmasını sağlamıştır.

Bu kitapta, Çanakkale, Milli Mücadele, Lozan gibi konularda, ortaya atılan yalanlar
ve saptırmalar teker teker ele alınarak belgelere dayanılarak yanıtlanmıştı.

Çok sevgi ve saygı duyduğum dostum Özakman, imzalayıp gönderdiği
Şu Çılgın Türkler”i, kitabına koyduğu kısa mektubunda “eğer hak ediyorsa”
kitap hakkında bir tanıtım yazısı yazmamı istemişti.

Kitabı bir solukta bitirdim. Müthiş bir eserdi. Milli Mücadele ilk kez bir senaryo tekniğiyle, yalın ve akıcı bir yazın biçemiyle, en önemli ve can alıcı noktalarıyla anlatılıyordu.
Rahmetli İlhan Ağabey’le kitap üzerinde konuştuk. O da hemen okudu ve benden önce “Pencere” köşesinde bir yazı yazdı.

Yazının başlığı: “Bu Kitabı Okuyun ve Okutun” idi. Kitabın önemini belirtiyor ve
şöyle diyordu:

  • “Özakman’ın kitabı tarihsel gerçeğin güzelim bir Türkçeyle roman diline dönüştürülmesidir… Hiç lamı cimi yokbilelim ki, laik Türkiye Cumhuriyeti topun ağzındadır… Kırk yıllık özel çabayla saydamlaştırılan özgün tarihimizin anlamını yeniden içimize sindirmek, bize ve yeni kuşaklara her zamankinden
    daha çok gerekli… O nedenle bu kitabı okuyun, okutun… Toplantılar düzenleyin, üzerinde tartışmalar açın…” 
    diyordu. (Cumhuriyet, 26 Nisan 2005)

Gerçekten, İlhan Ağabey’in bu yazısından sonra bu kitap dalga dalga yayılıp
bütün Türkiye’yi sardı.

Turgut Özakman büyük bir yurtseverdir.
Gerçek bir Atatürkçüdür.
Çok ciddi bir araştırmacıdır.

Hukuk öğreniminden sonra Almanya’da Tiyatro Bilgileri Enstitüsü’nde okuması,
Devlet Tiyatroları ve TRT’de önemli görevler alması, 25’i aşan tiyatro oyunu yazması
ve sonunda Milli Mücadele tarihimizle ilgili olarak yukarıda özetini verdiğimiz kitapları, Milli Mücadele kütüphanemize kazandırması onu ölümsüzlüğe taşımıştır.

Türk toplumu gerçek bir yurtseverini yitirdi..

Atatürkçüler gerçek bir Kemalisti yitirdi.

Bağımsızlıkçı ve ulusalcılar gerçek bir anti-emperyalist yandaşını yitirdiler.
Bütün halkımız gerçek bir yazarını. halkçı, devrimci bir insanını yitirdi.

Özakman, kalıcı eserleriyle yaşayacaktır. Nurlar içinde yat…

Başbakanın “Demokratikleşme” Paketi Hakkında Düşünceler


Başbakanın “Demokratikleşme” Paketi Hakkında Düşünceler

Sayın Dr. Onur Öymen, 1974 Kıbrıs Barış Harekartında  ülkemizin Lefkoşe Büyükelçilğiği müsteşarı idi. Gelişmeleri ilk elden ayrıntılı yaşayan bir diplomat..

Onur Öymen

Sayın Başbakan, demokratikleşme paketi dediği önlemleri açıkladı.

Öncelikle şunu belirtelim:

“Demokratikleşme” sözcüğü Türkiye’nin hala gerçek bir demokrasi olamadığının kanıtıdır. Gerçek demokrasilerde demokratikleşmeden söz edildiğini duyan var mı?

Başbakanın açıkladığı paket, Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye kavuşmasını isteyenlerin beklentilerinin çok uzağındadır.

Türkiye
– fikir özgürlüğü,
– basın özgürlüğü,
– kadın-erkek eşitliği ve
– yargı bağımsızlığı alanlarında

demokratik ölçülerin çok gerisindedir.

  • Bu nedenle ülkemiz dünya demokrasileri arasında tam demokrasiler,
    hatta arızalı demokrasiler sınıfına girememekte, demokrasiyleZ totaliter devletler arasındaki karma rejimler kategorisinde yer almaktadır.
  • Dünya demokrasileri sıralamasında 89. sıraya düşmüştür.
  • Dünyada hapishanede en çok gazetecisi olan ülke olarak anılmaktadır.
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) aleyhinde en çok mahkumiyet kararı verdiği ülkelerin başında gelmektedir.

Başbakanın açıkladığı paket Türkiye’nAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM)in gerçek demokrasiler arasında yer almasını sağlayacak nitelikte değildir.

Daha çok İmralı’nın görüşlerinin savunuculuğunu yapan parti ve örgütlerin beklentileri doğrultusunda önlemler içermektedir.

* Okullardan “Türküm, doğruyum, çalışkanım… diye başlayan Andın kaldırılması
hangi demokratik hakka hizmet edecektir?

Belli ki, Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri benimsenen

  • “hangi etnik kökenden, hangi din ve mezhepten gelirse gelsin
    bütün vatandaşlarımızı Türk olduğu anlayışı” 

ortadan kaldırılmak istenmektedir.

Atatürk tarafından benimsenip topluma kabul ettirilen alfabede de değişikliklere gitme yolunda adım atılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay‘ın aksi yöndeki kararlarına karşın üniversitelerden türban yasağının kaldırılmasına destek olanlar, türbanın bütün kamu kuruluşlarında serbest bırakılmasının yolunu açmışlardı.

Hükümet şimdi bu yolda adımlar atmaktadır. Türban için “velev ki siyasi bir simge olsun” diyenlerin hedefleri adım adım gerçekleştirilmektedir.

Seçim barajının düşürülmesi konusundaki kimi kuşkulu ve seçenekli sözler bir yana bırakılacak olursa, başbakanın açıklamalarının demokrasinin ileri götürülmesi bir yana, Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden uzaklaşılması yolunda bir adım olduğu görülmektedir.

Şimdi gerçek demokrasiye ve Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkanlara büyük görev düşmektedir. Gelinen nokta sessiz kalınarak veya güncel polemiklerle geliştirilecek
bir durum değildir. Meclis açılır açılmaz siyasal partiler öncelikle bu konuda
sınav vereceklerdir.