Etiket arşivi: Atatürk devrimi

Darülfünun’dan Üniversiteye

Dr. Cihangir Dumanlı
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Yarı sömürge bir duruma getirilmiş ve geri bıraktırılmış Osmanlı toplumundan, ulusal, demokratik, laik ve çağdaş bir topluma geçişi hedefleyen Atatürk devriminin temeli eğitim ve kültür devrimidir.

Bu kapsamda Dilimizin sadeleştirilmesi, Türk alfabesinin (abecesinin) kabulü, Millet Mektepleri, Halkevleri ve Halk Odaları, Köy Enstitüleri, Kız Enstitüleri, öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat), medreselerin kapatılması, karma eğitim, herkese parasız eğitim, dünya klasiklerinin çevirisi (tercümesi), yurt dışına öğrenci gönderilmesi.. gibi adımların yanında önemli bir atılım da, Darülfünun’un kapatılarak çağdaş bir üniversitenin (İstanbul Üniversitesi) açılmasıdır.

Darülfünun Neden Kapatıldı?

Kelime (sözcük) anlamı “Bilimler Kapısı” demek olan Darülfünun, 1839 Tanzimat Reformları kapsamında 1863 yılında açılmış, bir yıl sonra kapatılmıştır. 1900 yılında “Darülfünun-u Osmaniye” adıyla yeniden açılmıştır

İmparatorluğun ilk ve tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’da dini ilimler, edebiyat ve doğa bilimleri bölümleri vardı. 1908 Devrimi ile tıp ve hukuk bölümleri de açıldı. Dini bilimler bölümünde medreselerden farksız,  Ortaçağın skolastik yaklaşımıyla din alimlerinin görüş ve öğretileri ezberletilmekte idi. Öğretim elemanları bilimsel yeterliliğe göre değil, kişisel ilişkilere göre atanıyorlardı. Öğrenciler yalnızca hocaların verdiği veya derslerde tutturdukları notlara bağımlı idi. Onlar da genellikle Batıda basılmış kitapların çevirilerine dayanıyordu. Araştırma yapabilecek yeterli kaynak yoktu. Günah sayıldığı için, Üniversite yerleşkesinde fotoğraf çektiren öğrencilere ve hocalara ceza veriliyordu. Üniversite kavramına uygun özgür düşünme ve tartışma ortamı yoktu. Darülfünun bu durumuyla, Batıdaki çağdaş üniversitelerin çok gerisinde kalmış, düşünce üretme ve bilimsel araştırma merkezi olmaktan çıkmıştı. Devrimlere ilgisiz kalmış, yazı ve dil devrimlerine açıkça karşı çıkmıştı.

  • Kısaca Darülfünun, karşı devrimci bir tutum takınmıştı.

Bu durum çağdaş uygarlığa erişmeyi hedefleyen ve bunun için bilimi “En gerçek yol gösterici” olarak gören genç Cumhuriyetin amaçlarına uymuyordu.

Hazırlık

Yukarıda açıklanan nedenlerle bir üniversite reformunun yapılması gereksinimi ortaya çıkmıştı. 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğünde Bu gereksinim belirtildi. Aynı yıl, Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip İsviçreli pedagoji profesörü Albert Malche’ı davet ederek kendisinden bu konuda bir rapor istedi.

Malche, gözlemlerinin sonunda hazırladığı raporda, Batı Avrupa’da geçerli olan üniversite kavramından hareketle; sorunun özünün üniversite deyince işi salt bilgi dağıtmak olan kurumların anlaşılmasında yattığını; bunun yanlış olduğunu, üniversitenin bilimsel düşüncenin yöntemlerini öğreten, yalnızca bilgi veren değil, bilgi üreten bir kurum olması gerektiğini bildirdi. Üniversite bilimsel bir yaklaşım ortaya koymalıydı. Bunun için de özgür fikir (düşün) üretme ve tartışma ortamı sağlanmalıydı. Eğer bir kurum bilime gerek duymaz, hatta bilime aykırı gelişme gösterirse, o kurum kapatılmalıydı.

Reform: 

Profesör Malche’ın raporuna uygun olarak 31 Temmuz 1933’te çıkartılan 2252 sayılı yasa ile Darülfünun kapatıldı.1 Ağustos 1933 tarihli yasa ile İstanbul Üniversitesi kuruldu.

1 Ağustos 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesi bu haberi manşetten şöyle veriyordu:

  • İrfan hayatımızda bir inkılap: Üniversite açıldı.”

Yeni üniversitenin öğretim kadrosu üç kümeden oluşuyordu:

  1. Darülfünun’un 151 öğretim elemanından eski kafalı, devrimlere karşı çıkan 100 hoca tasfiye edildi, bu nitelikte olmayan 51 kişiye İstanbul üniversitesinde görev verildi.
  2. Cumhuriyetin kurulmasından başlayarak yurt dışındaki seçkin üniversitelere gönderilmiş gençlere yeni üniversitede görev verildi.
  3. Hitler rejiminden kaçarak o zaman Avrupa’nın tek demokratik ülkesi olan Türkiye’ye gelen Alman hocalardan yararlanıldı.

Bu yolla genç cumhuriyetin gereksinimi olan çağdaş bir üniversite sisteminin temeli atılmış oldu. Üniversitelerimiz zamanla gelişti.

Değerlendirme ve Sonuç:

Üniversite reformu ile Atatürk devriminin temeli olan eğitim ve kültür devriminde önemli bir atılım yapılmıştır.

İstanbul üniversitesinden sonra  açılan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Ankara Hukuk Fakültesi, Ankara Fen Fakültesi gibi fakülteler, Devrimlerin yapılmasına ve geliştirilmesine önemli katkı sağlamışlardır.

Çağdaş üniversite sisteminin kurulmasında Almanya’dan kaçan bilim insanlarının önemli katkıları olmuştur.

Çağdaş üniversite sisteminin kurulmasında büyük emeği geçen Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in adı, bir üniversiteye verilmelidir.

Üniversitelerimizin kuruluşundan gelen temel niteliği devrimciliktir.

Zamanla, karşı devrim sürecinde üniversite sayısı artmış, “her ile bir üniversite” takıntısı uygulanmış ama üniversitelerin niteliğinde genel bir düşüş meydana gelmiştir. Öğrenci sayısı ve üniversite sayısı hızla artarken, öğretim elemanı sayısında buna koşut artış olmamıştır.

Üniversitelerimizin çoğu meslek edindirme işlevine odaklanmış olup; düşünce üretme, bilimsel araştırma, özgür tartışma ve kültürel yaşam ortamı açısından Darülfünun düzeyinde hatta gerisindedir.

Bilim üretmek için ön koşul olan bilimsel özgürlük ve yönetsel-akçalı (idari-mali) özerklik, özgür düşünme ve tartışma ortamı ülkedeki genel özgürlük düzeyi ile sınırlıdır.

Çağdaş uygarlığa ulaşmanın ve geçmenin ön koşulu 1930’lardaki devrimci anlayışla günün koşullarına ve gereksinimlerine uygun, özgürlüğün egemen olduğu çağdaş üniversiteleri yeniden kurmaktır.

‘Biz Osmanlı değiliz!’ 

İP: Doğu Silahçıoğlu sahte Atatürkçü

DOĞU SİLAHÇIOĞLU

EMEKLİ TÜMGENERA
L
26 Eylül 2022, Cumhuriyet

Ulusal kimlik bilincinden yoksun siyasal İslam, saltanat-hilafet dönemindeki tavrını bugün de sürdürüyor. Dünyanın en büyük sömürgeci devletlerine ve onların yerli işbirlikçilerine karşı güç koşullar altında kazanılmış “Türk Kurtuluş Savaşı”nı ve onun eşsiz komutanı Atatürk’ün adını tarih sayfalarından çıkarmak istiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çokuluslu yapısı içinde diğer ulusların ardında kalan Türkler, bulundukları her ortamda ulusal kimliklerini sergilemekten kaçınırlar; adeta Türk olduğunu söylemekten utanırlardı. Çünkü İslama göre ulusçuluk günahtı. Köhne saltanatı ortadan kaldıran ve Cumhuriyeti kuran “Atatürk Devrimi”, ulusal niteliği nedeniyle başlangıcından bu yana hep siyasal İslamın hedefi oldu. Sonra da “Kurtuluş Savaşı” tartışmaya açıldı ve sonunda ulus kimliğinin reddi noktasına gelindi… Bugün, Türk kimliğinin yok edilmesi için Osmanoğlu soyu, Türk ulusuna “ecdat” olarak benimsetilmek isteniyor.

ATATÜRK DİYOR Kİ

  • “Bizim karşı olduğumuz bu hanedandır (Osmanoğlu). Anadolu-Rumeli insanı, elbette bizim insanımızdır. Bizler o insanların devamıyız. Ama bizim atamız Osmanlı hanedanı değil! Biz hanedan soylu değiliz.”
  • “Osmanoğulları 600 yıldan beri zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardır. Şimdi de Türk ulusu, bu saldırılara ‘Artık yeter’ diyerek, ayaklanarak egemenlik ve saltanatını doğrudan kendi eline almış bulunuyor.”
  • “Kafasını ve vicdanını en ileri gelişme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecekler ki onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millettir.”

Bilimsel tespitler Anadolu’da Türk kültürüne ait bulguların geçmişini binlerce yıl öncesine dayandırıyor. Ne var ki bu gerçek, siyasal İslamın sistemli çabalarıyla göz ardı ediliyor. Ve Anadolu’daki Türk varlığı 11. yüzyılda Selçuklularla başlatılıyor.

Zamanla yaygın yanlış kullanım, nadir doğru kullanımın yerine geçiyor ve gerçeklerden uzak yapay bir tarih anlayışı oluşturuluyor.

İslamiyet öncesini ve İslamiyeti kabul etmemiş olan Türkleri yok sayan bu sorunlu tarihsel yaklaşımla, Cumhuriyetin oluşturduğu “ulusal kimlik” ve “ulusal bilinç” yıkıma uğratılıyor.

  • Böylece “Türkiye Cumhuriyeti”ni ”Türkiye İslam Cumhuriyeti”ne götürecek yolun taşları döşeniyor!…

LAİK, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ’NDE 5 ARALIK 1934’TE TÜRK KADINLARINA MİLLETVEKİLİ SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ TANINMASI

logo ata

LAİK, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ’NDE
5 ARALIK 1934’TE TÜRK
KADINLARINA
MİLLETVEKİLİ SEÇME – SEÇİLME HAKKI TANINMASI

Atatürk Devrimi, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında çağdaş ve uygar boyutlarda yapılan köklü ve ani değişikliklerle (devrimlerle) tanımlanabilir. Doğu Sorunu adı altında Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve paylaşmaya yönelik plan ve projeler geliştiren, bu çerçevede Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu topraklarını işgal ederek Türk varlığını tamamen (AS: tümüyle) ortadan kaldırmayı deneyen Batılı emperyalist devletlere karşı arkasına Türk ulusunu alarak verdiği Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran Atatürk, Türk ulusunun varlığını sürdürebilmesi ve uygar dünyada yerini alabilmesi için Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını, hatta onu bile aşmasını öngörüyordu.

O, bu ideali gerçekleştirebilmek için tam bağımsız, kalkınmış bir devlet, çağdaş ve uygar bir toplum yaratmak istiyordu.

İşte Türk insanını çağdaşlaştırmayı, dolayısıyla özgürleştirmeyi ilke edinen, bizzat halkın ayağına giderek yapacağı devrimler hakkında bilgi veren Atatürk, çağdaşlaşma hareketinin henüz başlarında, Şapka Devrimi’ni tanıtmak üzere gittiği Kastamonu’da, 30 Ağustos 1925’te yaptığı konuşmada devrimlerin amacını şöyle açıklıyordu:

  • “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı,
    Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle
    uygar bir toplum haline getirmektir…”

Aynı konuşmada, bir ulusun uygarlık yolunda ilerlemesinin ancak kadınıyla, erkeğiyle birlikte gelişmesine bağlı olduğunu, kadınlar toprağa zincirle bağlı kaldıkça bu ilerlemenin sağlanamayacağını, diğer yandan Türk kadınının dış görünüşüyle, giyimiyle, davranışlarıyla uygar olduğunu göstermesi gerektiğini açıkça söylüyordu.

Yalnızca fesin yerini uygar ulusların başlığı olan şapkanın almasını değil, kadını ve erkeğiyle tüm ulusun giyim-kuşamını çağdaşlaştırmayı, bunun da ötesinde zihniyetlerin değişmesini ve aklın egemen kılınmasını amaçlayan Şapka Devrimi, Türk kadınının sosyal yaşamda özgürleşmesi yolunda atılan çok önemli bir adımdı. Öyle ki, Türk kadınlarının büyük çoğunluğu, hiçbir yasal zorunluluk bulunmamasına karşın, kısa bir sürede peçe ve çarşafı terk ederek çağdaş giyim-kuşamı tercih ettiğini, dolayısıyla sosyal yaşam özgürlüğünü benimsediğini göstermişti.

Türk kadınını dış görünüşüyle, yaşam biçimiyle, kafa yapısıyla çağdaşlaştırmayı amaçlayan bu devrimin yanı sıra 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile Türk kadını erkekle eşit yurttaşlık hakları elde ediyor, yüzlerce yıldır evlenme, boşanma, miras gibi kişisel haklar konusunda erkeklerle eşit sayılmayan kadınlar aile ve miras hukuklarının yanı sıra ekonomik yaşam açısından erkeklerle eşit haklara kavuşuyorlardı.

Kadınların siyasal haklarına kavuşmaları ise zorlu bir süreçten sonra gerçekleşmiştir. Atatürk, daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce, Ocak 1923’te İzmit basın toplantısında, kadınlara seçim hakkı verilmesi gerektiğini açıkça belirmişti. Ne var ki, aynı yıl TBMM’de seçim yasası görüşmelerinde kadınların da nüfustan sayılmasını isteyen Tunalı Hilmi Bey’in bu önerisi reddedilmiş, 1924 Anayasası görüşmelerinde ise kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyacak bir değişiklik kabul edilmemişti. Bununla birlikte kadınlara siyasal haklar tanınması yolunda ilk önemli adım 1930’da kabul edilen Belediyeler Yasası ile atılmış, Türk kadınına belediye seçimlerine katılma hakkı verilmiştir.

Atatürk kadınlara siyasal hakların verilmesi konusunda ısrarcı ve kararlıydı. 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası tüzüğüne O’nun önerisiyle kadınlara seçim hakkı tanınmasının  savunulacağı yönünde bir madde konulmuş, 1931’den itibaren (AS: başlayarak) ortaokullarda ders kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabının birinci cildinde ise bizzat O’nun tarafından kaleme alınan, “Kadınların Seçim Yetkileri” başlığını taşıyan ve kadınlara bütün siyasal haklarının verilmesi gerektiğini içeren bir bölüm yer almıştı. Bu gelişmelerden sonra, 1935 milletvekili seçimlerine gidilmeden önce, Başbakan İsmet İnönü ve 191  milletvekili tarafından yapılan Anayasa değişikliği önerisi, 5 Aralık 1934’te TBMM’de oy birliğiyle kabul edilerek Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 1 Mart 1935’te çalışmalarına başlayan V. Dönem TBMM’de ise 18 kadın milletvekili yer almış ve böylece kadınlar TBMM’deki tüm milletvekillerinin %4.5’ini oluşturmuşlardır. Aynı tarihte İsveç parlamentosunda kadınların oranı %5 iken, günümüzde bu oran %47’dir. Ne üzücüdür ki, Fransa, İtalya, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinden önce seçme ve seçilme haklarına sahip olan Türk
kadınlarının günümüzde TBMM’de temsil edilme oranı % 17.35’tir. Bu oranla Türkiye, Avrupa’da 37 ülke içinde sondan 3. sırada, dünyadaki 192 ülke arasında ise 117. sırada yer almaktadır.

Biz Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, kadınların TBMM’de temsil edilme oranı açısından  Dünyada bu denli alt sıralarda yer almasında ve seçme hakkını daha çok kullanmasına karşın seçilme hakkını daha az kullanabilmesinde rol oynayan etmenlerin (eğitim düzeyinin düşüklüğü, kırsal yörelerde kocanın kadın üzerindeki baskısı, politik bilinç eksikliği, ekonomik sorunlar, gerek siyasal kuruluşların gerek demokratik kitle örgütlerinin kadının politik etkinliğini destekleme yönünde yeterince çaba göstermemeleri vb.) bilincindeyiz.

Atatürk ilke ve devrimlerinin toplumsal sorunlarımızın çözümlenmesinde yol gösterici niteliğe ve yaratıcı güce sahip olduğuna inanan bir demokratik kitle örgütü olarak; laiklik ilkesinin ve  demokrasinin gereği olan, Atatürk Devrimi’nin en önemli kazanımlarından “kadınların seçme ve seçilme hakkını tam olarak kullanmaları” ve “kadınların siyasette eşit temsil edilmesi” için, özellikle siyasal açıdan bilinçlenmeleri ve politik etkinliğine ilişkin sorunların çözümüne yönelik her türlü çalışmayı yapmak konusunda kararlıyız.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİM KURULU
****

ADD’ye katkı vermek isteyenler için :

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ HESABI
Türkiye İş Bankası Ankara Maltepe Şubesi
TR21 0006 4000 0014 2122 0000 02

ADD 5 Aralık basın bildirisi- Prof. Dr. Bige SÜKAN.pdf

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Cumhuriyet, 24 Eylül 2020
Son günlerde, anlamsız bir biçimde Gazi Mustafa Kemal Atatürk tartışması yaratıldı.

Bu konuda, gazetemiz her zamanki objektif tutumunu sürdürdü. Gazetemizin yazarları da kendi açılarından konuyla ilgili görüşlerini açıkladılar. Bu başyazı, Türkiye’nin en ciddi, aydın kesimin güvendiği ve itibar ettiği, temelinde Atatürk’ün aydınlanma devrimlerinin harcı bulunan Cumhuriyet gazetesinin kurumsal görüşünü belirtmek ve konunun çerçevesini çizmek amacıyla yazılmıştır.

Konu basit değildir. Bu, basit bir konu olarak değerlendirilemez. “Ülkemizde birçok sorun varken bu konunun öne çıkarılması doğru değildir” biçiminde formüle edilen görüş, temelinden sakattır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı, CHP’nin kurucu önderi Atatürk’ün adını kullanmamak ve bu konuda çeşitli gerekçeler üretmek olağan sayılamaz.

KONUNUN TEMELİ

I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra 1918 Kasım ayından itibaren (AS: bşlayarak) Anadolu’nun dört bir yanında yabancı orduların işgalleri başladı. Sosyalist düşünceye bağlı bilim insanı ve anayasa hukukçusu Prof. Bülent Tanör, Türkiye’de ve Türk toplumunda, “1918’de başlayıp 1940’lara kadar süren büyük bir dönüşüm yaşandığını” belirtir. (Kurtuluş-Kuruluş, s. 7)

Önce Kuvayi Milliye örgütlenmesi, sonra 3 yıl süren antiemperyalist savaş… 9 Eylül 1922 zaferlerinden sonra 1940’lara kadar süren aydınlanma devrimleri… Yine Tanör’e ve birçok yabancı siyaset bilimciye göre “1940’lardan sonra çok partili yaşama geçiş, 1920’lerde başlayan yeni oluşumun uzantısı niteliğindedir”.

Kimi yazarlar çok partili yaşama geçişi “karşıdevrimin başlangıcı” olarak yorumlasa da, yabancı siyaset bilimciler, bu demokratik atılımı da Atatürk devriminin kendini yok etmesi değil, kendini tamamlaması olarak değerlendiriyorlar.

BÜYÜK DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜNDÜR

1919’da başlayan ve 1940’lara kadar giden bu hareket, ister “ihtilal” ister “inkılap”, ister “devrim” adı verilsin, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, yüzlerce yıl durağan olarak kalmış Türk toplumu açısından büyük bir dönüşümdür.

Bu nedenle, 1919-1940 arası bir bütündür. Birinci aşama Kurtuluş Savaşı, 2. aşama Kuruluştur. Birbirinden ayrılmaz. Her iki aşamanın önderi Mustafa Kemal’dir. Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal ve Atatürk birbirini izleyen bir süreçtir ve birbirinden ayrılamaz.

KİM KULLANIYOR?

Osmanlıcılar, halife hayranları, siyasal İslamcılar laik devrimleri anımsattığı için “Atatürk” adını kullanmazlar. Bir kesim soldan dönen ve kendilerine ikinci cumhuriyetçi denilen liberaller de kendi “entel takıntıları” çerçevesinde Atatürk adını kullanmayarak solculuk yaptıklarını sanırlar.

KENAN EVREN: ‘KENDİNDEN MENKUL ATATÜRKÇÜLÜK’

Atatürkçülüğü hiç anlamamış, 12 Eylül askeri cuntasının başı Kenan Evren’in Atatürkçülüğü “kendinden menkuldür”, “kendi kendine verilmiştir”, tutarsızdır. Bu nedenle gerçek Atatürkçü Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü değilim” yazısını yazdı. Ancak Atatürk ismini kullanmaktan da hiçbir zaman geri durmadı. 16 Aralık 1965 günü bir yazısında aynen şöyle demişti:

“… Böylece büyük kahramanın ömrü boyunca nefret ettiği ve bütün gücü ile bizi kurtarmaya çalıştığı dogmacılığı şimdi gericiler O’nun adına sığınarak tam anlamıyla hortlattılar…”

Nadi, böylece “dogmacı” Atatürkçülere de karşı çıkıyordu.

Bu günlerde hiçbir değeri olmayan 40 yıl önceki Kenan Evren’e gönderme yaparak ve sebep göstererek Atatürk adını kullanmak istememek, kendini ve karşısındakileri aldatmaktan öteye bir anlam taşımaz. Bu davranışlar; Türk devriminin sosyolojik gelişimini anlayamamış, sözü edilen ayrımın da bir emperyalist tuzak olduğunun ayırdına varamamış, “entel takıntılar”dır.

SINIFSAL AÇIDAN DEĞERLENDİRME

Gerçek sosyalistler, Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal Paşa ya da Atatürk adlarını kullanmakta bir sakınca görmezler. Bundan bir ayrıcalık yaratma yoluna gitmezler. Sosyalistler, gerek Kurtuluş gerekse Kuruluşu’ ele alırken temelde eleştirel yaklaşırlar. Kurtuluş ve Kuruluş döneminde yapılanları, günümüz emekçi sınıflarının işine yarayacak düşünce modeli çerçevesinde değerlendirirler. Atatürk’ün antiemperyalist liderliğini daima üstün tutarlar. Bu nedenle, sosyalist düşünce sahiplerinin bu tutumu önemlidir ve saygıyla karşılarız.

DİNCİLER VE ‘İKİNCİ CUMHURİYETÇİLER’

Radikal dinciler, kutsal din duygularını her zaman siyaset rantı için kullananlar, Atatürk’ten nefret ettikleri için numaracı solcular da her fırsatta Türk toplumunda tartışma yaratma zeminini kullanmak istedikleri için bu ayrıma sarılmak isterler. Bu girişten sonra konuya daha somut noktalardan bakmalıyız.

KENDİSİNE UNVAN VERMEDİ

Atatürk, kendisine hiçbir zaman isim ve unvan vermedi. O’nun isimleri ya öğretmenleri ya da Meclisler tarafından verildi. Mustafa idi, ortaokulda öğretmeni tarafından kendisine Kemal adı verildi ve Mustafa Kemal oldu. Anafartalar’da savaş kahramanı olarak Mustafa Kemal adını tarihe geçirdi. Yabancı askeri strateji uzmanlarının kitaplarına genç Yarbay Mustafa Kemal adı, askeri bir deha olarak girdi.

MUŞ VE BİTLİS’İ KURTARDI

Çanakkale savaşlarındaki başarılarından sonra Diyarbakır’a kolordu komutanı olarak atandı. Generallik rütbesini Diyarbakır’da Nisan 1916’da aldı. Henüz 35 yaşındaydı.

Kolordu komutanı olarak ilk girdiği savaşta Çarlık Rusyası’nın işgalci ordularından 7-8 Ağustos 1916’da Muş ve Bitlis’i kurtardı. Böylece Mustafa Kemal Paşa adı savaş tarihi kitaplarına işlendi. Acaba bu tarihsel gerçeği dinciler, kendilerini yerli olarak tanıtanlar ve “İkinci Cumhuriyetçiler” biliyorlar mı?

KUVAYI MİLLİYE ÖRGÜTÇÜSÜ

19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak bastı ve yalnızca 80 gün sonra tüm rütbeleri elinden alındı, ordudan tart edildi ve apoletleri söküldü. Tarih 8 Temmuz 1919’dur. Ve o tarihten sonra “Kuvayı Milliye” önderi olarak sivil örgüt çalışmalarına başladı, Erzurum ve Sivas kongrelerini gerçekleştirdi, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açtı.

Meclis başkanı olarak ve tartışmalarda demokrasiyi koruyarak dünyanın en acımasız emperyalist işgaline karşı antiemperyalist bağımsızlık savaşını yönetti. Sakarya Savaşı’ndan önce Meclis’in kararıyla Başkomutan oldu. Ancak bu karar nedeniyle asker elbisesini yeniden giydi ve savaşı yönetti. Sakarya Savaşı’nda “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” diyerek dünyanın binlerce yıllık savaş stratejisini tersyüz etti. Tüm dünyada, anti-emperyalist savaşların temel ilkelerini belirledi. Sakarya savaşının zaferle sonuçlanması sonunda Meclis tarafından kendisine “Gazilik” unvanı oybirliğiyle verildi.

MAZLUM MİLLETLERİN ÖNDERİ

30 Ağustos 1922 bir saldırı savaşıdır. Türklerin son 200 yıldır yenilerek ve toprak yitirerek gerilemelerinden sonra ilk kez yaptıkları bir savaştır. Her şeyden önce emperyalist işgalcilere karşı bir saldırı savaşıdır. Mazlum milletlere cesaret veren bir zaferle sonuçlandı. İşte bu nedenle 30 Ağustos zafer haberini alan ve İngiliz sömürge yönetimi altında yaşayan Gandi şu açıklamayı yapıyordu: “Bu zafer, mazlum ve tutsak uluslara ilk kez bağımsızlık düşüncesini kavrattı.” (8 Eylül 1922)

Bizim ayakları yere basmayan “İkinci Cumhuriyetçi” solcular Gandi’nin bu sözlerini kavrayabiliyorlar mı, anlamını algılayabiliyorlar mı? Bu zaferin tüm dünyadaki tutsak halkların üzerindeki etkilerini değerlendirebiliyorlar mı?

ANTİEMPERYALİST BAŞARI

Kuvayı Milliye ordularının, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girişleri, vatanın işgalci emperyalistlerden temizlenişi salt Türk milletinin bağımsızlık yolundaki temel sınır taşı değil, tüm bağımsız milletlerin emperyalistlere karşı zaferidir.

YENİ BİR EVRENE GİRİŞ

Bundan sonra, Mustafa Kemal yeni bir evrene giriyordu. Zaferden yalnızca 50 gün sonra, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanıdır. Yalnızca bu iki tarih, Ortadoğu ve tüm İslam dünyası açısından çok büyük 2 devrimdir. Hemen ardından 1500 yıllık halifelik ilga edilerek (kaldırılarak) din devleti yıkılıyordu. Bundan sonra aydınlanma hareketi başlıyordu. Çağdaş bir toplumun inşası, adım adım yaratılması başlıyordu.

Alfabe reformu, Türklerin yüzyıllardır süren ve Araplaştırılmalarına son veren büyük devrimin adıdır. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması, mahalle mekteplerinin kapatılması, eğitim (AS: Öğretim olacak) birliği yasasının kabul edilmesi ardından alfabe devriminin kabul edilmesi, kadın haklarının verilmesi, hukuk devrimi, kimilerinin sandığı gibi üstyapı değil; sosyolojik açıdan toplumbilimi yönünden tümüyle altyapı devrimleridir.

EKONOMİDE DEVLETÇİLİK

Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomiye de önem verildi. Ülkenin nüfusu 13 milyon, genç kesim savaşlarda yitirilmiş, Osmanlı Devleti’nden çok büyük borç yükü devralınmış; işte bu koşullarda ülkenin dört bir yanında yabancıların elinde bulunan tüm demiryolları millileştiriliyor, tüm limanlar kamulaştırılıyordu. 1930’lardan sonra planlı ekonomiye giriliyor, kamu iktisadi girişimleri yaratılıyordu.

“Yetmez ama evet”çi liberaller, 1923’te başlayan bu sol görüşlü ekonomi politikalarının önemini ve anlamını ne yazık ki kavrayamıyorlar…

KARL MARKS VE AVRUPA AYDINLANMASI

Karl Marks, Avrupa aydınlanma devriminin ürünüdür. 400 yıl süren karanlık ortaçağ, Rönesans ve Reform, büyük Fransız İhtilali derinlemesine özümsenmeden Atatürk devrimlerinin sosyolojik nedenleri de anlaşılamaz. Karl Marks’ı Avrupa aydınlanma devrimlerinin temel bağlamından kopararak okumaya kalkanlar, ne kapitalizmi ne de sosyalizmi anlayabilirler. Marks’ı aydınlanma devrimlerinin bağlamından kopararak Atatürk’ün yaptıklarını anlayabilmek olanaksızdır.

AYDINLANMAYI BİLMEDEN OLMAZ

Sol düşünce ile Atatürk’ü bağdaştıran, Atatürk’ün temelde sol düşünce metodolojisi içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan İlhan Selçuk’un bir yorumunu anımsatalım. İlhan Selçuk, ayakları yere basmayan, Atatürk’ün yaptığı büyük dönüşümü küçümseyen ve anlayamayan kimi sol liberaller için şöyle diyordu:

  • “Onlar, Avrupa’daki gelişmeleri, Fransız İhtilali’ni, Aydınlanmanın büyük yazarlarını (J. Locke, Voltaire, Kant gibi) okuyup özümsemeden Karl Marks’ı okudular. Marks’ı aydınlanmanın bağlamından kopardılar, bu nedenle Atatürk’ün yaptığı büyük devrimin boyutlarını anlamalarına olanak yoktur.”

“Gardırop Atatürkçülüğü” deyimini kullanan İlhan Selçuk, bu gibiler ve burjuvalar için şöyle yazmıştı:

“Türkiye’de hiç kimse gardırop Atatürkçüsü kadar Atatürkçülüğe zarar vermedi.”

ATATÜRK, MUSTAFA KEMAL’İN DEVAMIDIR

Mustafa Kemal olmasaydı, Aydınlanma devrimcisi Atatürk olamazdı. Atatürk, Mustafa Kemal’in devamıdır. Atatürk, yüzlerce yıl ümmet olarak yaşamış bir topluma vatandaşlık bilincini vermek istedi. Atatürk devriminin temeli; ümmetten ulusa, kulluktan vatandaşlığa geçiştir. Kadının 2. sınıflıktan eşit vatandaşlığa taşınmasıdır.

Atatürkçülük, eleştirel aklın öne çıkarılmasıdır. Atatürk, “En gerçek yol gösterici ilimdir” diyen bir devrimcidir. Bu nedenle Atatürk, Gazi Mustafa Kemal’in devamıdır ve birbirinden ayrılamaz.

DEMOKRATİK DEVLETİN HAZIRLANIŞI

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on beş yılı kendini kabul ettirme ve dış kaynaklı iç isyanların bastırılma dönemidir. Yönetim modeli otoriterdi, ancak Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren sivil örgütlenme ve demokratik meşruluk temellerine dayanılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra karizmatik lider Atatürk, Avrupa’da 400 yıllık bir süreç sonucu ortaya çıkan Aydınlanma hareketini Türk toplumuna getirerek devrimci ve Aydınlanmacı bir yol izlemiştir.

Dünyaca ünlü siyasetbilimci Duverger, 1930’lar CHP’sini şöyle değerlendiriyor:

“…Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır…

…Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (M. Duverger, Siyasi Partiler, s.364)

BİR SİMGE

Atatürk adı bir simgedir ve Gazi Mustafa Kemal’e Meclis kararıyla soyadı olarak verilmiştir.

Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini general üniformalarını giyerek Nazi ve faşist diktatörlüklerini kurarlarken Atatürk; askeri üniformasını dolabına koyarak, Türk toplumunun çağdaşlaşması yolunda devrimlerini gerçekleştiriyor, aynı zamanda bir muhalefet partisi kurulmasının girişimlerini de yapıyordu.

Bizim “İkinci Cumhuriyetçiler”, esip gürleyen, kimi noktalarda ego şişkinliği yaşayan, ancak ayakları yere basmayan ve kendileri için sol etiketini yapıştıran sol liberaller, tüm bu büyük değişimi, devrim niteliğindeki dönüşümü anlayabiliyorlar mı? Bunları değerlendirebiliyorlar mı?

Bu gelişmeleri dünya tarihi, Ortadoğu tarihi ve Türkiye tarihi açısından ele alıp makro düzeyde özümseyebiliyorlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, “Anadolu aydınlanması”nın devrimci önderi Atatürk adı, kimi “entellerin takıntılarını” tatmin etme alanı ve oyun sahası olmamalıdır.

19 Mayısları Unutmamak

19 Mayısları Unutmamak

Batılılaşma ne demek?..(TAMAMI) - Aydınlık Gazetesi

Doç. Dr. Hüner TUNCER
Cumhuriyet, 19 Mayıs 2020

Mustafa Kemal’in, 1919 mayısında Anadolu’ya ayak bastığında kararı şuydu: Ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir Türk devletinin kurulması. Temel ilke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıydı. Bu da, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilirdi. Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamazdı. Mustafa Kemal’in sözleriyle, yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek, güçsüzlüğü ve uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildi.

Mustafa Kemal, 1927 yılında kaleme aldığı Nutuk’a şu sözlerle başlar*:

“1919 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım. Genel vaziyet ve manzara: Osmanlı Devleti’nin dahil bulunduğu grup (İttifak Devletleri), Harbi Umumi’de (Birinci Dünya Savaşı) mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir mütarekename (ateşkes antlaşması) imzalanmış, Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumi’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine; aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişah’ın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir vaziyete razı.

  • Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…

İtilaf devletleri, mütareke hükümlerine riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Antep), İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri kıtaları; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurları ve özel adamları faaliyette. Nihayet, söze başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919da İtilaf devletlerinin rızasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor.

Bundan başka memleketin her tarafında, Hırıstiyan unsurlar gizli, açık, özel emel ve maksatlarının elde edilmesinin teminine, devletin bir an evvel çökmesine mesai sarf ediyorlar.”

İşte, Mustafa Kemal Atatürk’ün devraldığı ve üzerine yepyeni bir Cumhuriyet’i kurduğu Türkiye’de, 1919 Mayısı’ndaki durum budur!

BİR TÜRK DEVLETİ DOĞUYOR

19 Mayıs 1919, yeni bir Türk Devleti’nin doğmakta olduğunun simgesidir. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yeni bir Türk Devleti’ni kurma amacıyla Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmış ve geri dönüşü olmayan bir süreci başlatmıştır.

Ulusal Kurtuluş Savaşımız, 19 Mayıs 1919’da başlatılmış; Atatürk‘ümüzün liderliği altında yürütülen bu mucizevi savaşı, yine mucizevi nitelikteki devrimler izlemiştir. Atatürk’ün amacı, yalnızca bir savaşı kazanmak değildi; bu büyük insanın asıl savaşı, çağdaş, uygar nitelikteki devrimlerle yepyeni bir Türkiye yaratmak yolunda olmuştu.

Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, onun yönergeleri doğrultusunda hareket etmeyi kabul etmiş olan kendisine sadık arkadaşlarıyla birlikte kazanmış; ancak, devrimleri tek başına yaşama geçirmiştir. Onun en yakınında bulunanlar bile, zaman zaman bu büyük insanın adımlarına ayak uyduramamış; onun gerisinde kalmıştır. Mustafa Kemal, 1919 yılında toplanan Erzurum Kongresi’nde zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını dile getirmiş; ancak arkadaşları, onun bu düşüncesini paylaşmaktan çok uzak kalmıştı.

TERSİNE GİDİŞ

Şu gerçeği göz ardı etmemek gerekir diye düşünüyorum: 1950 yılından bu yana, ülkemizde Atatürk Devrimi’ne karşı bir süreç başlatılmış ve günümüze değin süren bu süreçte iktidara gelen hükümetlerin çoğunluğu, din öğesini istismar etmek suretiyle, halkımızın büyük çoğunluğunu bu karşıdevrim sürecine inandırma yolunda çaba harcamıştır. Öte yandan ülkemizi yöneten kadrolar, genellikle iktidarlarını sürdürebilmek amacıyla, Atatürk Devrimi’ni kendi dünya görüşleri çerçevesinde yorumlama yoluna gitmiş ve özellikle cahil ve eğitimsiz kitleleri etkileri altına almayı başarmıştır.

Ancak biz Atatürkçü aydınlar, büyük önderimizin bize 1919’da gösterdiği yoldan azimle ve sabırla ve bütün engellemelere karşı gelerek yürümeyi sürdürecek ve Atatürk Devrimi’ni ulusumuza benimsetmeyi, o büyük insana olan sevgimizin, saygımızın ve vefa borcumuzun bir göstergesi olarak başlıca görevimiz sayacağız.

Büyük Atatürk! Bizler, senin hedeflediğin çağdaş Türkiye’yi yaratmadaki kudreti damarlarımızda akan kanda bulacağız!

* Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, Ankara, Kasım 2016, s. 3

LAİKLİK VAZGEÇİLMEZDİR…

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ

LAİKLİK VAZGEÇİLMEZDİR…

Dünya üzerinde pek çok ülkede seçimler yapılır. Halkın önüne konulan sandıklar, demokrasinin bir gereği fakat, tek ölçütü değildir. Bir rejimin demokrasi olduğunun söylenebilmesi için “laiklik” kesin bir koşuldur. Laiklik, kutsal din duygularının istismar edilerek, siyasal ranta dönüştürülmesine karşı duruştur. Başka bir anlatımla aklın özgürleşmesi, kulluk yerine birey ve yurttaşlığın benimsenmesidir.

Yeryüzünde “laiklik” büyük ve kanlı mücadeleler sonucunda kazanılmıştır. Temel insan hakları, eşitlikler ve özgürlükler laik devlet yapısıyla güvence altına alınabilir.

Atatürk Devrimi’nin temeli “laiklik”tir. Dünyanın uzun soluklu mücadeleler sonucunda kazandığı laiklik; Atatürk Devrimi sayesinde, Türk Milleti’nin yaşam biçimine dönüşmüştür.

Cumhuriyetin Kuruluş sürecinde “din elden gidiyor” bahanesiyle gerçekleşen iç isyanlar; bugün, Atatürk Devrimi’ne ve Devrimin temeli laikliğe karşı “kindar” bir siyasal yapıya evrilmiştir. Siyaset eliyle laiklik zayıflatılmış, yalnızca anayasada var olan bir terime indirgenmiştir.

Tüm eksikliklere ve yanlışlıklara karşın Türkiye’de demokrasiden söz edebiliyorsak; insan haklarından, kadın-erkek eşitliğinden, bilimsellikten ve çağdaşlıktan konuşabiliyorsak,
Atatürk Devrimi’nin temeli olan laiklik sayesindedir.

Laikliğe karşıtlık, gericiliktir. Kutsal din duygularını siyaseten istismar etmek demektir. Laikliğe karşıtlık; Yurttaşlıktan vazgeçmek, kula kulluk etmek demektir.
Laikliğe karşıtlık; dinler ve mezhepler arası savaşa evet demektir.

Son 17 yılda; geçmişteki laiklik karşıtı uygulamaların çok üstünde bir siyasal çabayla, laikliğin, yok edilme noktasına getirildiğini görmekteyiz.

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkez Yönetimi, Kurulları ve tüm Şubeleriyle;
laikliğin milletimiz açısından değerini ısrarla anlatmayı sürdürecektir.

15 Temmuz 2016 FETÖCÜ Darbe girişiminin ardında yatan laiklik düşmanlığıdır. Laikliğe ve Atatürk Devrimi’ne husumet besleyen tarikatlar, cemaatler Türkiye’de darbe yapma düzeyine gelmişse, bunun nedeni laiklik karşıtlığıdır. Siyasal iktidarın; laiklik düşmanı, cemaat ve tarikatlarla yakınlığı sürmektedir.

Yeni 15 Temmuzların yaşanmaması için siyasi iktidarı bir kez daha, içtenlikle uyarıyoruz;

  • “Çok zayıflattığınız laikliğe dört elle sarılın.”
  • Aradığımız huzur, güven ve toplumsal barışın anahtarı laikliktir. 

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİM KURULU

Tarihsel ömür ve toplumsal ömür

Tarihsel ömür ve toplumsal ömür

Semih Koray

Semih Koray
Aydınlık Gazetesi, 6.11.2018

Geçmiş, toplumsal ömrünü tüketmiş tortuların yanı sıra, geleceğin önünü açan tarihsel bir birikimi de içinde barındırır. Onun için her devrim, hem geçmişten köklü bir kopuşu, hem de geçmişin bütün insanlığa malomuş kazanımlarına yeniden can suyu verilmesini içerir. Kopuş, toplumu tortulardan arındırarak ilerlemenin yolunu döşerken, geçmiş, kazanımlarıyla ilerlemenin taşıyıcılığını üstlenecek toplumsal gücün oluşumuna katkıda bulunur.

GEÇMİŞİN KAZANIMLARI HANGİ SAFTA YER ALIR?

  • Atatürk Devrimi, hem ümmetin yerine milleti geçirerek, hem de saltanatı yıkıp Cumhuriyeti kurarak Osmanlı’dan köklü bir kopuşu gerçekleştirmiştir.

Ama aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu da dahil Türk tarihinin bütününü milletleşme sürecinin bir güç kaynağı haline getirmiştir. Aslında Türk milleti, Türk-İslâm Uygarlığı’nın insanlığa getirmiş olduğu aydınlığı Osmanlı idaresi altında değil, Atatürk Devrimi sayesinde öğrenmiştir. Çünkü bu feodal uygarlığın kazanımları da, artık tarihsel ömrünü doldurmuş olan feodalizmin Osmanlıcılık ya da İslâmcılığının değil, milletleşmeyi tek çıkış yolu olarak gören Atatürk Devrimi’nin safındadır.

AMERİKAN ‘İSLAMCILIĞI’

Emperyalizmin Ortaçağ’dan artakalmış yakın dostları, çöküşün ürünü olarak ortaya çıkmış en bağnaz ve en vahşi güçlerdir. Bunlar, “Soğuk Savaş Dönemi”nin Yeşil Kuşağı’ndan başlayarak, El Kaide ve DEAŞ’a, Çeçen ve Uygur teröristlerinden FETÖ’nün İslâmcılığına uzanan yelpazeyi kapsamaktadır. Bu, tasarımı, biçkisi ve imalatı ABD tarafından yapılmış bir “İslâmcılık”tır. Bu terör çeteleri, hem emperyalizm adına yıkıcı birer koçbaşı olarak kullanılmakta, ama aynı zamanda Amerikan emperyalizminin “Medeniyetler Çatışması” adı altında İslâm Dünyası’nı hedef tahtasına oturtmasınnın bahaneleri olarak kullanılmaktadır.

İSLAM DÜNYASINDA ABD KARŞITI CEREYANLAR

* Lâikliğin çiğnenmesinin, milletin birliğinin sağlanmasında zaaflara yol açtığına kuşku yoktur.
* Ama lâiklik, emperyalizmle bütünleşmenin değil, emperyalizme karşı milletin birliğini sağlamanın aracıdır.
* Lâiklik adına emperyalizme dayanmak ve ondan medet ummak, dünyada tarihi, ülkemizde de Atatürk Devrimi’ni tersine çevirmek demektir.

TARİHSEL ÖMÜR VE TOPLUMSAL ÖMÜR

Toplumsal sistemlerin “tarihsel ömür”leri ile “toplumsal ömür”leri arasında bir “zaman kayması” vardır. 20. yüzyılın başlarında emperyalist sistemin asalaklığı ve yıkıcılığının ulaştığı boyutlar, böyle bir sistemin tarihsel olarak sürdürülemezliği çıkarımını beraberinde getirmiştir. Lenin, emperyalizmi “can çekişen kapitalizm” olarak nitelerken, Mehmet Akif onu “tek dişi kalmış canavar” olarak betimlemiştir. Mao’nun dilinde ise, emperyalizm “kâğıttan kaplan”dır. Ama emperyalist sistemin yıkılışının tarihsel kaçınılmazlığı ile bu sistemin toplumsal ömrünü doldurarak ortadan kalkması arasındaki “zaman kayması”, halen yaşamakta olduğumuz bir olgudur.

Günümüzde benzer bir “zaman kayması”, Ezilen-Gelişen Dünya için de söz konusudur. Ezilen milletler, milletleşme sürecinin değişik aşamalarında bulunmaktadır. Bu süreç tamamlanmadığı sürece, feodal kalıntılar şu ya da bu ölçüde bu milletlerin içindeki varlıklarını sürdürmeye devam edecektir. Tarihsel ömürleri tükenmiş olsa bile, onların da toplumsal ömürleri henüz sona ermemiştir.

FEODAL KALINTILARI DÖNÜŞTÜRECEK OLAN EMPERYALİZMİN YENİLMESİDİR

Dünyanın bu iki kutbundaki “zaman kaymaları”, aynı sürecin ortak bir sonucu olarak son bulacaktır. Çünkü Ezilen-Gelişen Dünya’da feodalizmi tasfiye edecek olan milletleşme sürecinin ilerletilmesi, emperyalist sistemin geriletilmesine bağlıdır. Üstelik gelişmekte olan bir milletin emperyalizme karşı mücadelesinde kendi içinde sağlayacağı geniş birliktelik, aynı zamanda milleti feodal öğelerden arındırmaya katkıda bulunan bir toplumsal dönüşümü de beraberinde getirecektir.

Günümüzde devrimi vatan savunmasına bağlı hale getiren emperyalizm çağının gerçeği, budur.
===================================
Dostlar,

Olağanüstü akıllıca bir makale bu..
Zaten Prof. Semih Hocanın Matematik zekası dillere destan..
Yazı birkaç kez dikkatle okunsa ve aklı başında dostlarla tartışılsa yeridir..
Çoook öğretici ve yol göstericidir..
Özellikle dinci – islamcılara ve etnik ayrımcı – Kürtçülere..

Sevgi  ve saygı ile. 08 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Devrime Karşı Hınç Birikimi Boşa Gidecek

Devrime Karşı Hınç Birikimi Boşa Gidecek

Orhan Erinç
oerinc@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 04.03.2017

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Atatürk Cumhuriyeti’nin ve Anadolu Aydınlanması’nın önemli yıldönümlerinden üçü dün geride kaldı. Geride kalmış olması değerini yitirdiği anlamına gelmiyor. Aksine yaşadığımız bu süreçte ne kadar önemli, anlamlı ve değerli olduğu daha iyi anlaşılıyor.

3 Mart 1924’te çıkarılan üç yasayla
– hilafet kaldırılmış;
– Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuş;
– bütün eğitim kurumları uzunca bir süre adına uygun görev yapan
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı.  (AS : Tevhid-i tedrisat; Öğretimde birlik)
***
Yasaların çıkarılmasıyla Atatürk Devrimi kapsamında yapılanları Prof. Dr. Suna Kili’nin (1929-29 Temmuz 205), Türk Dil Kurumu’nun 1981 Bilim Dil Ödülü’nü aldığı “Türk Devrim Tarihi” kitabında şöyle anlatıyor:

“Saltanatçıların, hilafetçilerin, tutucuların davranışlarına dört ay kadar dayanılmış, konu İzmir’deki savaş oyunları sırasında Mustafa Kemal tarafından ordu komutanlarına da açılmış ve artık hilafetin kaldırılması gereğinin Meclis gündemine alınması kararlaştırılmıştır.
1 Mart’taki bütçe görüşmelerinde Osmanlı hanedanına, Halife’ye verilecek ödenek nedeniyle konu ortaya atılmış ve birbirini izleyen kararlarla 3 Mart 1924’te

– Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmış, yerine
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş,
– hilafet kaldırılmış, Osmanlı soyundan gelenlerin tümü yurtdışına sürülmüş,
– ülkedeki tüm bilimsel kuruluş ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.

Hilafetin kaldırılması sırasında gerek ülke içinden, gerekse ülke dışından halifeliği kabul etmesi için Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e pek çok öneri gelmiş, fakat Gazi bunları üzerinde bile durmadan geri çevirmiştir.
Hilafetin kaldırılması, Osmanlıların yurt dışına çıkarılması, eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, Atatürk Devrimi’nin henüz adı konmamakla birlikte laiklik ilkesinin ilk ve en büyük uygulamasıdır. Devrim artık padişahsız, halifesiz, laik, usçu bir yolda gelişecek, bu doğrultudaki atılımlar birbirini izleyecektir. Ama her yenilikçi adım, yeni bir tutucu akımla karşılaşacak, onunla uğraşacak, başaracak, fakat toplumdaki tutucuların hınçlarının birikimine, fırsat kollamalarına neden olacaktır. Bu, tüm devrimlerin yazgısıdır, bunu değiştirmenin yolu yöntemi bulunamamıştır. Bu yazgının belirtileri günümüzde de görülmektedir.”

Suna Hocanın 1980’lerin başında “belirti” olarak niteliği geriye gitme girişiminin bugün vardığı boyutlar tedirgin edici bir görüntü yaratıyor.
Bu durum da “Hayır” demenin gerekçelerinden birini oluşturuyor.
==================================
Dostlar,

3 Mart 1924 gerçekten Türk Devrimi adına önemli günlerden biridir. Sayın Erinç değinmemiş ama ÖĞRETİMDE BİRLİK (Tevhid-i tedrisat) son derece önemli. Bir ülkenin insanları 2 farklı ve birbirine zıt dünya görüşü ile eğitilebilir mi? Bir yandan şeriat temelli okullar, bir yandan da sonradan açılan laik eğitim veren okullar. Bu gidişi sonu ”şeriat isterük” diyenlerle demokrasinin olmazsa olmazı Laik kesim arasında iç savaştır. Bu bakımdan 3 Mart 1924 gerçek ve önemli bir devrimdir.

HALİFELİK ise tam bir tuzak kurumdur. Hz. Muhammet Allah’ın elçisi (resulü) idi, Halifesi değil.. olamazdı da! Çünkü Allah yeryüzüne bir vekilini yollamamış, bir elçi göndermişti. Tanrının yeryüzüne Halife yollaması kendisinin ortadan kalkmasından sonraki mekanizmalarla yerine bir ardılın / halefin insanlar tarafından getirilmesi ile olanaklıdır. Bu düşünülemeyeceğine ve böyle de olmadığına göre, Hz. Muhammet ölünce yerine Allah’ın elçiliği görevini sürdürmesi için bir başkasını görevlendirmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla daha cenazesi kaldırılmadan Ebubekir, Ömer ve Osman’ın ”halifelik” kavgasına girmesi dinsel değil siyasal iktidar kavgasıdır ve din de buna alet edilerek siyasal önderlik güçlendirilmek istenmiştir. Peygamberin cenazesini Hz. Ali kaldırırken, kendilerini peygamberin iradesi olmadan ve olamayacakken Halife ilan eden bu kişi de öldürülerek siyasal önderlikten (Halifelikten) uzaklaştırılmıştır.

Çoook sonraları (900 yıl kadar sonra) Osmanlı padişahı Yavuz 1517’de Ridaniye / Mısır seferi ile Halifeliği alıp İstanbul’a taşımış ve kendisi üstlenerek siyasal iktidarını güçlendirmiştir. Öyle ki; temeli olmayan, tümüyle uydurulmuş bir yeryüzü kurumu olana Halifelik, Osmanlıda iyice yozlaştırılarak ”Zıllullah” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) sayılmıştır! Böylelikle Osmanlı padişahları kadir-i mutlak kesilerek iktidarlarını tanrıdan aldıklarını savlamışlardır. Bu yorum tümüyle din dışıdır ve siyasetin cilvesidir. Üstelik o sıralarda Avrupa’da devlet yönetiminin laikleştirilmesi çabaları oldukça yoğunlaşmış iken.. Martin Luter’in Kiliseye 95 maddelik uyarısının kilise kapısına çivilendiği yıllardır.. Mustafa Kemal Paşa da bu tarihsel gerçeği ve çarpıtmayı – yozlaştırmayı çok iyi bildiğinden; bu içi boşalmış, kendi deyimiyle ”heyula” halifelik makam kedisine önerildiğinde şiddetle tepki vermiştir.

Günümüzde R.T. Erdoğan’ın olağan bir insanın ötesinde idolleştirilmesi, Prof. ünvanlı AKP’li bir vekilin (genel başkan yardımcısı Yasin Aktay) itirafı ile gördüklerinde adeta salavat getirmeleri ne denli hazindir. Kimi insanların aklı hala yüzlerce yıl geride.. Ama Devrim bir gerçek ve insanlık bu yolda ilerleyecek..

Selam olsun 3 Mart 1924 devrimlerini yapanlara ve onların öncüsü Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa‘ya!

Sevgi ve saygı ile.
04 Mart 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Vatan Partisi’nin Türk Milletine Bildirisi: Türkiye Cephesi’nde birleşmeye çağrı

Vatan Partisi’nin Türk Milletine Bildirisi

Logo

“Milletimizi ve bütün partileri bölücü teröre karşı Türkiye Cephesi’nde birleşmeye çağırıyoruz”

Merkez Karar Kurulumuz, 1 Ağustos 2015 günü İl Başkanlarıyla birlikte
Ankara’da toplanarak aşağıdaki bildiriyi yayınlamıştır.

(Not : Bu bildiriyi – çağrıyı  3 Ağustos 2015 günü sitemizde yayımlamıştık, yineliyoruz…
10 Ağustos 2015, Dr. Ahmet SALTIK)

         Büyük Türk Milleti,

Türk Silahlı Kuvvetlerimizin PKK ve IŞİD gibi bölücü ve yobaz terör örgütlerine karşı
iç ve dış cephede yürüttüğü mücadele, vatanımızın bütünlüğü, bağımsızlık ve barış için
yaşamsal önemdedir. Bu savaş, “saray savaşı” değil, vatan savaşıdır.
Edirne’den Van’a dek bütün yurttaşlarımızın yüreği Mehmetçikle birlikte çarpmaktadır.

AKP-PKK Ortaklığının ABD güdümündeki “Kürt Açılımı barış getirmemiş,
ülkemizi kanlı süreçlerin içine itmiş ve iflas etmiştir. Türkiyemiz, teröre karşı mücadelede
yeni bir döneme girmiştir.

Washington yetkililerinin de itiraf ettikleri üzere,
PKK/PYD terör örgütü ABD’nin
“kara gücü”dür.

Bu durumda, bölücü teröre karşı mücadele, ABD’nin Güney sınırımızda İsrail ile birlikte sözümona “Kürt Koridoru” açma girişimine karşı mücadele ile iç içe geçmiştir.
İncirlik üssünün açılması başta olmak üzere, ABD’ye verilen her olanak,
bölücü terörün güçlendirilmesinden başka bir şeye hizmet etmeyecektir.

Artık apaçık ortaya çıkmıştır ki, ABD’nin güney komşularımıza karşı 25 yıldır yürüttüğü savaş ve yıkıcılık, Türkiyemizin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını da hedef almaktadır.

Bu durumda, Suriye, Irak, İran, Azerbaycan ve Lübnan ile güvenlik ve ekonomik gelişme amacıyla işbirliği yapmak, bölücü ve yobaz terörüne karşı kalıcı başarı için şarttır.
Vatan Partisi, Batı Asya Birliği’ni yaşama geçirmek amacıyla yürüttüğü çalışmaları
başarıyla sürdürmekte ve milletimizin değerlendirmesine sunmaktadır.

ABD ve İsrail’in stratejik piyonu olan bölücü teröre karşı mücadeleyi kesin sonuca ulaştırmak için, devletin ve milletin bütün olanaklarını seferber etmek, bugün yakıcı
ulusal görevdir. Bu amaçla, başta Güneydoğu bölgemizde yaşayan insanlarımızın can ve
mal güvenliğini sağlamak
, bütün yurtta Kürt yurttaşlarımızı bağrımıza basmak ve
teröre karşı seferber etmek, millî birliğimiz için önceliklidir.

Türk de biziz, Kürt de biziz hepimiz Türk milletiyiz.

Vatan Partisi olarak, bütün siyasal partileri hiçbir ayrım gözetmeden bölücü teröre karşı
Türkiye Cephesi’nde birleşmeye çağırıyoruz. Bütün dünya bilmelidir ki,
Cumhuriyetimizi yıkacak ve vatanımızı bölecek bir güç tanımıyoruz.

Türkiye’nin bölücü teröre ve arkasındaki emperyalist devlete karşı tarihsel mücadelesi başlamıştır. Bu mücadelenin bütün milletimizi birleştirmesi, daha tutarlı program ve siyasetlerle yürütülmesi herkesin görevidir. Kesin başarı için, bu topraklarda yaşayan her yurttaş ve
her örgüt sorumludur. Türk milleti olarak bu zorlu süreçten büyük kararla çıkacağız. Cumhuriyetimizi ve halkımızı yeniden Atatürk Devrimi temelinde örgütleyeceğiz.

Vatanımızı bütünleştirecek ve Üretim Ekonomisini kuracak bir Millî Hükümet,
ülkemizin ufkundadır. Vatan Partisi, Millî Hükümette sorumluluk ve görev üstlenerek milletimizin bağımsızlık ve demokrasi davasına hizmet etmeye hazırdır.

Hiçbir güç, Türk milletinin bağımsız ve özgür yaşama kararı kadar kuvvetli değildir.

=================================

Dostlar,

Ustalıkla, birikimle, yüreklilik ve kararlılıkla ve de sağlam bir öngörüyle oluşturulan
önemli bir metni paylaşıyoruz.. Vatan Partisi‘ne teşekkür ediyoruz.

Çağrının her sözcüğünü  özenle okunması gerekiyor..
Hamaset yok, ötekileştirme yok, nefret söylemi yok, şiddet yok..
Ohh be..
Barışçı çağrı var, Kürt kardeşlerimizi kucaklama var..
Etnisite gözetmeden “Hepimiz Türk Milletiyiz” kaynaşma çağrısı var..

ATATÜRK Devrimini sürdürme kararlığı vurgusu var..
Konulan tanı doğru ve net, düşman kıvırmadan adresleniyor..
Dışlanan bölücü terör, onun maşası PKK ve maşayı tutan ABD – İsrail – AB..
TSK’nın doğru refleksleri ve Devlet yetkililerini bunlara iknası..

Neredeyse tümünün altını çizecek ve koyu yaparak öne çıkaracağız.
Halkımız 7 Haziran 2015 genel seçiminde “oyları bölmeyelim, telef etmeyelim..” kaygısıyla Vatan Partisine hak ettiği oyu ver(e)medi. Oysa ülkemizin sorunlarını saptamada ve çözmede
en tutarlı programa bu Parti sahip. Kadroları da son katılımlarla çok güçlendi ve tabanı genişledi. Ülkemizi yeniden ATATÜRK Devrimleri rotasında birleşmeye çağırmakta sürekli.
Oy kaygısıyla asla popülist davranmadığından, en gerçekçi irdelemeler ve çözüm önerileri
bu Partiden gelmekte. Ulusal Kanal ve AYDINLIK Gazetesi de aynı doğrultuda çaba içinde.

Bu 3 kurumun sesine kulak kabartmak, doğruları öğrenmek için çok yerinde bir davranış.

Her şeye karşın ve her zaman iyimseriz.. Stratejinin altın kurallarından biridir :

Beka sorunu ile yüz yüze gelen devlet, meşru savunma refleksiyle doğruyu bulur..

Kimi çekinceler kuşkusuz konabilmekle birlikte, son gelişmelerin bileşke vektörü budur..

Sevgi ve saygı ile.
03 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

ADD Kurucularından çok değerli meslektaşımız Sayın Dr. Armağan Cengiz Büker
önemli bir yazı göndermiş. Sayın Prof. Dr. Sina AKŞİN‘in önenli ve özlü bir derlemesi..

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Arial 10 punto ile dolu dolu 8 sayfa..
Daha önce ADD Genel Merkezi web sitesinde yayımlanmış ama en altta verilen erişke (link) bizim de not koyduğumuz üzere, ne yazık ki çalışmıyor..

Bu katkısı için Sayın Dr. Büker’e ve yazı sahibi Prof. Akşin’e teşekkür ederek paylaşmak istiyoruz.. Makalenin tümüne pdf olarak erişmek için lütfen tıklar mısınız??

Ataturk_Devrimi_Ataturkculuk_Nedir_SINA_AKSIN

Türkiye’nin bu zor m zor günlerinde bir kez daha özenle okunalı..
O’nun, Yüce ATATÜRK‘ün yolundan ayrılmasaydık bugün bu ağır sorunları yaşamayacaktık

Sevgi ve saygı ile.
01.04.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com