Etiket arşivi: “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler”

CHP Genel Başkanına Açık Mektup : Eğitim Politikaları

Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu,

Ben kamu üniversitelerinde 45 yıl öğrenci yetiştirmiş, yüksek lisans ve doktora tezlerine danışmanlık yapmış, öğrencilere, demokratik kitle örgütlerine, MEB’e, kamu ve özel kurumlara akademik danışma hizmeti vermiş, bilimsel araştırmalar yapmış, ulusal ve uluslararası yürütülen projelerde çalışmış, bilim alanında kitaplar yazmış “Eğitim Programları ve Öğretim” bilim alanı Emekli Profesörü F. Dilek Gözütok.

Çıktığınız iktidar yolunda kolaylıklar ve başarılar diliyorum. Bu metni, bir gün “Keşke ulaşsaydım!” dememek için yazıyorum. Mustafa Kemal, savaş meydanından gelerek 1921’de “l. Maarif Kongresi”ni yönetmişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, 1940’lı yıllarda başlayarak çok iyi bildiğiniz gibi bugün getirildiği durumda

  • Size “Milli Eğitim Yoluyla Türkiye’yi Çağdaşlaştırma ve
    Yurttaşları Demokratikleştirme Atılımı
    ”  çalışmaları yapmayı öneriyorum.

Ülkem bunu gerçekleştirebilecek her alandan bilim insanlarına, öğretmenlere sahiptir.

1) Seçimi kazandığınızda elinizde çağdaş insanı yetiştirecek öğretim programları, ders kitapları, öğretim materyalleri var mı? 20 yıldır özellikle de FETÖ mensuplarına hazırlatılan “dininin, kininin sahibi” insanlar yetiştirmeyi amaçlayan öğretim programları ve kitaplar devlet bütçesinden bastırılıp dağıtıldı. 2005’ten beri öğretim programları ve ders kitapları konularında kimi kez bireysel, kimi kez farklı uzmanlık alanlarından akademik gruplarla çalışmalar yaptım. (2009’da Hayat Bilgisi Dersi ile ilgili yaptığım bir çalışmayı e-posta yoluyla size iletmiştim. Beni, Partinin eğitim konusunda ilgililerine yönlendirmiştiniz). Bir bölümü ulusal yayın araçlarında, bir kesimi hakemli / hakemsiz akademik dergilerde, bilimsel kongre raporlarında, TV programlarında yer aldı. Çalışmalarımın bir bölümüne www.dgozutok.org adresinden ulaşılabilir.

2023 Haziranında iktidarın devralınacağını ümit ediyoruz. Eylülde okullar açıldığında çocuklarımıza AKP’nin (Hizmet Vakfına) hazırlattığı programlara uygun olarak yazdırılan bilim dışı / Evrim Kuramına yer vermeyen, içinde yanlış bilgiler olan kitaplar mı okutulacak? Çalışmalarımda da belirttiğim gibi, ulusal ve uluslararası ölçmelerde ve MEB’in yaptırdığı araştırma sonuçlarında çocuklarımızı nasıl yetiştiremediğimiz, çocuklarımızın çoğunun Türkçe okuduğunu anlamadığı bilinmektedir.

2000 öncesi, 90’lı yıllarının ilk yarısında başlatılan Dünya Bankası projeleri kapsamında yetkin bilim insanlarımızın da görev aldığı öğretim programları ve ders kitapları vardır. Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi (EARGED) yönetiminde bu çalışmalar Eğitimde Program Geliştirme bilim alanının ilkelerine ve yöntemlerine uygun olarak yapılmıştır. (O dönemde de çalışan kimi MEB görevlileri yenileşmenin ve çağdaşlaşmanın önünde engel olmaya çalışıyorlardı). Projede ilgili her alandan bilim insanı yer almıştır. Türkiye çapında yapılan gereksinim (ihtiyaç) analizleri doğrultusunda programlar ve taslak kitaplar hazırlanmış, deneme yapılacak okulların öğretmenleri eğitilmiş, okulların fiziksel koşulları iyileştirilmiş, Müfredat Laboratuvar Okullarında (MLO) programlar denenmiş, değerlendirilmiş ve geliştirilmiştir. Kimi derslerin programı 1998’de kimilerinin ise 2000’lerde uygulamaya konmuştur. Ülke çapında uygulanan “Yeni Programlar” henüz mezun vermeden, Ziya Selçuk’un (Program geliştirme alanına yabancıdır) Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı döneminde ilkokulda 2005’te, beş sınıf birden, ortaokulda sonraki yıllarda kimlerin hazırladığı bilinen programlar uygulanmıştır. Bu programların başarısını / başarısızlığını belirleyen onlarca yüksek lisans tezi vardır.

  • 2012’de 4+4+4 yapılanması, programları, kesintili eğitimi, zorunlu eğitimin zorunlu olmaktan çıkarılması, açık ortaokul ve açık lise uygulamaları
  • Bu ülkenin insanlarını cehalete boğmuştur.

ÖNERİM                                      :

Oluşturulacak ilgili alanlardan bilim insanlarının, Dünya Bankası rehberliğinde hazırlanmış olan, 1998’de uygulamaya konan ve 2005-2007’ye dek uygulanmış öğretim programlarını Eylül 2023’te (ülkenin gereksinim duyduğu çağdaş programlar hazırlanıncaya dek bir-iki yıl uygulanmak üzere) geçici olarak günün koşullarına göre uyarlaması/güncellenmesi. AKP bütün bilim alanlarına zarar verdiği gibi akıllarının ermediği, (belki de kasıtlı) özellikle gelişmiş ülkelerde yaşama geçirilen Eğitimde Program Geliştirme bilim alanını yok saymıştır.

  • CHP’nin önderlik ettiği 6’lı Masa’ya,
    AKP’nin hazırlatıp uygulattığı programları ve kitapları okutmak yakışmaz.

Böyle bir çalışmanın kabul görmesi durumunda, Ankara Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesinden Eğitim Programları ve Öğretim bilimalanı uzmanları, programları güncelleştirilecek bilim alanlarının hemen her üniversiteden bilim insanları, programı güncellenecek alanlarda dal (branş) öğretmenleri (Eğitim Sendikalarından yararlanılabilir) görevlendirilmelidir. Uygun görülürse, Millet İttifakı ortağı partilerde yer alan eğitim uzmanları da çalışmaya katılabilir.

2) Son 20-30 yıldır çeşitli nedenlerle (yönetenlerin kimi kez niteliksizliği, kimi kez kasıtlı olarak) öğretmen eğitimindeki nitelik düşmesi eğitimin çökertilmesinde önemli bir yere sahiptir. Üniversitede farklı alanlardan Profesörler ve genç akademisyenlerle hazırlamış olduğumuz “Eğitim Bilimleri Tezsiz Yüksek Lisans Uzaktan Eğitim Proje Önerisi” makalesini web sitemden eğitim bilimleri alanındaki parti görevlilerine inceletmenizi öneriyorum. Uygun bulunması durumunda, güncellenerek Öğretmen Meslek Yasası garabetine seçenek olarak güncellenebilir, uygulanabilir ve öğretmenlere nitelik kazandırılabilir.

Bilindiği gibi 21. yüzyılın gerektirdiği çağdaş ve demokrat insan yetiştirmenin önkoşulu öğretmeni nitelikli duruma getirmektir. Hiçbir eğitim kurumu, öğretmenlerinin niteliğinin üzerinde birey yetiştiremez.

3) Demokrasi, demokrasiyi içine sindirebilmiş insanlardan oluşmamış toplumlarda kolaylıkla otokrasiye dönüşebilir. 20-30 yıldır uygulanan eğitim politikaları, yetiştirdiği insanları çağın gerisine götürmüştür. Demokrasi ve İnsan Hakları Eğitimi yapmadan, “Demokrasi ve İnsan Hakları” öğretilemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal’in yazdığı Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabı yerini Yurttaşlık Bilgisi derslerine bırakmıştır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘ni imzalamak, ülkeyi yönetenlere öğretim programlarında İnsan Hakları Eğitimine yer verme yükümlülüğünü vermektedir. 90’lı yıllara dek ve sonra hazırlanan ve uygulanan programlar evrensel hak ve özgürlükleri temele almak yerine yurttaşlık görevlerini, muhtarın, kaymakamın, ülke yöneticilerinin sorumluluklarını ezberletmeyi odağa almıştır.

1996-2002 arasında MEB’in de içinde olduğu projeler çerçevesinde 1-2-3-4-5-6. sınıflara “İlköğretim İçin İnsan Hakları Eğitimi” kitapları Sosyal Psikoloji, Hukuk, Hukuk Eğitimi ve Eğitim Programları ve Öğretim alanları uzmanları ekibince hazırlanmıştır. Türkiye’nin 7 bölgesinde MEB okullarında denenen, geliştirilen, Talim ve Terbiye Kurulu’nun onayladığı, MEB’in ücretsiz olarak dağıtma yükümlülüğü olan kitaplar (6 adet öğrenci, 6 adet öğretmen kitabı ) basımevindeyken AKP iktidara geldi ve bütün çabalarımıza karşın kitaplar basılmadı.

1996’da 7-8. sınıflar için aynı uzman ekipçe hazırlanan, deneme uygulamaları yapılan, yüksek lisans tezlerine konu olan “Yurttaş Olmak İçin…”  öğretmen ve öğrenci kitapları Talim Terbiye Kurulu’nca yardımcı kitap olarak (M. E. Bakanı Hikmet Uluğbay döneminde) kabul edildi. Alanı eğitim bilimleri, sosyal psikoloji, hukuk, hukuk eğitimi vb. olan kişilere inceletmenizi öneriyorum. (Kitaplar TBMM kütüphanesinden edinilebilir.) Uygun bulunursa bu kitaplar da güncellenerek uygulanabilir.

Son yıllarda ülkeyi yönetenlerce yasaklanan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eğitimi Programı” konusunda denenmiş, değerlendirilmiş ve geliştirilmiş doktora tezi düzeyinde çalışmalar da hizmete hazır olarak bulunmaktadır.
***
Sayın Genel Başkan,

Bilim, sanat ve spor alanları uzmanları, program geliştirme uzmanları, eğitim psikologları, psikolojik danışma ve rehberlik uzmanları, eğitimde ölçme ve değerlendirme uzmanları, her basamak ve alandan öğretmenlerin oluşturduğu büyük bir ekip, henüz seçim yapılmadan programları yenileme / güncelleme, kitapları iyileştirme çalışmalarına başlamalıdır.

Adına “Demokratik Eğitime Geçiş” ya da “Milli Eğitim Yoluyla Türkiye’yi Çağdaşlaştırma ve Yurttaşları Demokratikleştirme Atılımı”  ya da uygun görülecek başka bir başlıkla Eğitim Seferberliği başlatılmalıdır.

Bu ülke beni parasız yatılı Yüksek Öğretmen Okulunda okuttu.
Vatanıma  borcumu ödemek için gücümün yettiği her tür hizmete hazırım.

Selâmlar. 04 Aralık 2022, Ankara

Prof. Dr. F. Dilek Gözütok
Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Emekli Öğretim Üyesi

LAİK, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ’NDE 5 ARALIK 1934’TE TÜRK KADINLARINA MİLLETVEKİLİ SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ TANINMASI

logo ata

LAİK, DEMOKRATİK ATATÜRK CUMHURİYETİ’NDE
5 ARALIK 1934’TE TÜRK
KADINLARINA
MİLLETVEKİLİ SEÇME – SEÇİLME HAKKI TANINMASI

Atatürk Devrimi, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında çağdaş ve uygar boyutlarda yapılan köklü ve ani değişikliklerle (devrimlerle) tanımlanabilir. Doğu Sorunu adı altında Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve paylaşmaya yönelik plan ve projeler geliştiren, bu çerçevede Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu topraklarını işgal ederek Türk varlığını tamamen (AS: tümüyle) ortadan kaldırmayı deneyen Batılı emperyalist devletlere karşı arkasına Türk ulusunu alarak verdiği Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran Atatürk, Türk ulusunun varlığını sürdürebilmesi ve uygar dünyada yerini alabilmesi için Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını, hatta onu bile aşmasını öngörüyordu.

O, bu ideali gerçekleştirebilmek için tam bağımsız, kalkınmış bir devlet, çağdaş ve uygar bir toplum yaratmak istiyordu.

İşte Türk insanını çağdaşlaştırmayı, dolayısıyla özgürleştirmeyi ilke edinen, bizzat halkın ayağına giderek yapacağı devrimler hakkında bilgi veren Atatürk, çağdaşlaşma hareketinin henüz başlarında, Şapka Devrimi’ni tanıtmak üzere gittiği Kastamonu’da, 30 Ağustos 1925’te yaptığı konuşmada devrimlerin amacını şöyle açıklıyordu:

  • “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı,
    Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle
    uygar bir toplum haline getirmektir…”

Aynı konuşmada, bir ulusun uygarlık yolunda ilerlemesinin ancak kadınıyla, erkeğiyle birlikte gelişmesine bağlı olduğunu, kadınlar toprağa zincirle bağlı kaldıkça bu ilerlemenin sağlanamayacağını, diğer yandan Türk kadınının dış görünüşüyle, giyimiyle, davranışlarıyla uygar olduğunu göstermesi gerektiğini açıkça söylüyordu.

Yalnızca fesin yerini uygar ulusların başlığı olan şapkanın almasını değil, kadını ve erkeğiyle tüm ulusun giyim-kuşamını çağdaşlaştırmayı, bunun da ötesinde zihniyetlerin değişmesini ve aklın egemen kılınmasını amaçlayan Şapka Devrimi, Türk kadınının sosyal yaşamda özgürleşmesi yolunda atılan çok önemli bir adımdı. Öyle ki, Türk kadınlarının büyük çoğunluğu, hiçbir yasal zorunluluk bulunmamasına karşın, kısa bir sürede peçe ve çarşafı terk ederek çağdaş giyim-kuşamı tercih ettiğini, dolayısıyla sosyal yaşam özgürlüğünü benimsediğini göstermişti.

Türk kadınını dış görünüşüyle, yaşam biçimiyle, kafa yapısıyla çağdaşlaştırmayı amaçlayan bu devrimin yanı sıra 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile Türk kadını erkekle eşit yurttaşlık hakları elde ediyor, yüzlerce yıldır evlenme, boşanma, miras gibi kişisel haklar konusunda erkeklerle eşit sayılmayan kadınlar aile ve miras hukuklarının yanı sıra ekonomik yaşam açısından erkeklerle eşit haklara kavuşuyorlardı.

Kadınların siyasal haklarına kavuşmaları ise zorlu bir süreçten sonra gerçekleşmiştir. Atatürk, daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce, Ocak 1923’te İzmit basın toplantısında, kadınlara seçim hakkı verilmesi gerektiğini açıkça belirmişti. Ne var ki, aynı yıl TBMM’de seçim yasası görüşmelerinde kadınların da nüfustan sayılmasını isteyen Tunalı Hilmi Bey’in bu önerisi reddedilmiş, 1924 Anayasası görüşmelerinde ise kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyacak bir değişiklik kabul edilmemişti. Bununla birlikte kadınlara siyasal haklar tanınması yolunda ilk önemli adım 1930’da kabul edilen Belediyeler Yasası ile atılmış, Türk kadınına belediye seçimlerine katılma hakkı verilmiştir.

Atatürk kadınlara siyasal hakların verilmesi konusunda ısrarcı ve kararlıydı. 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası tüzüğüne O’nun önerisiyle kadınlara seçim hakkı tanınmasının  savunulacağı yönünde bir madde konulmuş, 1931’den itibaren (AS: başlayarak) ortaokullarda ders kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabının birinci cildinde ise bizzat O’nun tarafından kaleme alınan, “Kadınların Seçim Yetkileri” başlığını taşıyan ve kadınlara bütün siyasal haklarının verilmesi gerektiğini içeren bir bölüm yer almıştı. Bu gelişmelerden sonra, 1935 milletvekili seçimlerine gidilmeden önce, Başbakan İsmet İnönü ve 191  milletvekili tarafından yapılan Anayasa değişikliği önerisi, 5 Aralık 1934’te TBMM’de oy birliğiyle kabul edilerek Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 1 Mart 1935’te çalışmalarına başlayan V. Dönem TBMM’de ise 18 kadın milletvekili yer almış ve böylece kadınlar TBMM’deki tüm milletvekillerinin %4.5’ini oluşturmuşlardır. Aynı tarihte İsveç parlamentosunda kadınların oranı %5 iken, günümüzde bu oran %47’dir. Ne üzücüdür ki, Fransa, İtalya, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinden önce seçme ve seçilme haklarına sahip olan Türk
kadınlarının günümüzde TBMM’de temsil edilme oranı % 17.35’tir. Bu oranla Türkiye, Avrupa’da 37 ülke içinde sondan 3. sırada, dünyadaki 192 ülke arasında ise 117. sırada yer almaktadır.

Biz Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, kadınların TBMM’de temsil edilme oranı açısından  Dünyada bu denli alt sıralarda yer almasında ve seçme hakkını daha çok kullanmasına karşın seçilme hakkını daha az kullanabilmesinde rol oynayan etmenlerin (eğitim düzeyinin düşüklüğü, kırsal yörelerde kocanın kadın üzerindeki baskısı, politik bilinç eksikliği, ekonomik sorunlar, gerek siyasal kuruluşların gerek demokratik kitle örgütlerinin kadının politik etkinliğini destekleme yönünde yeterince çaba göstermemeleri vb.) bilincindeyiz.

Atatürk ilke ve devrimlerinin toplumsal sorunlarımızın çözümlenmesinde yol gösterici niteliğe ve yaratıcı güce sahip olduğuna inanan bir demokratik kitle örgütü olarak; laiklik ilkesinin ve  demokrasinin gereği olan, Atatürk Devrimi’nin en önemli kazanımlarından “kadınların seçme ve seçilme hakkını tam olarak kullanmaları” ve “kadınların siyasette eşit temsil edilmesi” için, özellikle siyasal açıdan bilinçlenmeleri ve politik etkinliğine ilişkin sorunların çözümüne yönelik her türlü çalışmayı yapmak konusunda kararlıyız.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİM KURULU
****

ADD’ye katkı vermek isteyenler için :

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ HESABI
Türkiye İş Bankası Ankara Maltepe Şubesi
TR21 0006 4000 0014 2122 0000 02

ADD 5 Aralık basın bildirisi- Prof. Dr. Bige SÜKAN.pdf

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Bige SÜKAN ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi,
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyesidir.

“Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi”

başlıklı önemli ve özlü yazısını okuyalım. okutalım..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi

portresi

Prof. Dr. BİGE SÜKAN

 

 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet; ulusal devlet, tam bağımsızlık ve
ulusal egemenlik
temelleri üzerinde yükselen bir Cumhuriyet’tir.
Çağımızın devleti ulusal devlettir ve bu devletin insan unsuru “ulus” niteliğinde bir topluluktur. Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda özellikle Osmanlılık, bazen de İslamlık bağından medet umarak varlığını sürdürmeye çalışmış, ne var ki bunda başarılı olamamıştır. Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ise Türklük bilinciyle, Türk ulusallığı (milliyeti) bağıyla varlığını sürdürmeyi ilke edinmiş bir ulusal devlettir. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, ulusu bir arada tutan unsur din ve mezhep bağı değil, Türk ulusallığı bağıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal bir vatan yoktu; bünyesinde ırk, din, dil, tarih ve kültür bakımında farklı toplulukları barındırıyordu. İstanbul, Bağdat, Selanik, Şam, Kudüs, Tunus, aynı devlet içinde ayrı ayrı milliyetlerin vatanlarıydı. İşte Cumhuriyet, bu duruma son vererek ulusal bir vatan, bir Türk vatanı yaratmıştır. Dolayısıyla sınırları belli olan bu ulusal vatan üzerinde ulusal devletin yaratılması Cumhuriyet sayesinde gerçekleşmiştir. Vatan topraklarının her köşesi ortaklaşa yurttur, her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Türk ulusu temeline dayalı yeni ulusal devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir diğer temel özelliği “tam bağımsızlık” tır. Yarı bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerin yarı sömürgesi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen, tarihten ders alınması gerektiğini söyleyen Atatürk’ün ısrarla vurguladığı tam bağımsızlık anlayışının büyük rolü vardır. O’na göre bağımsızlık, her alanda tam ve gerçek bağımsızlıktır; yani siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel alanlarda tam bağımsızlık ve serbestliktir.
Atatürk’ün, ulusal devlet ve tam bağımsızlık ilkelerinin dışında, kurduğu yeni devlet düzeninin temel taşlarından biri olarak gördüğü bir diğer ilke “ulusal egemenlik”ti. Ulusal egemenlik ilkesini ve onun zorunlu sonucu olan Cumhuriyetçilik ilkesini binlerce yıllık tarihi olan Türk ulusuna benimseten kişi tabii ki O’ndan başkası olamazdı.
Fransız Devrimi ile birlikte dünyaya yayılan en önemli kavramlardan olan “ulusal egemenlik”, Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman uygulama alanı bulamamıştı. Osmanlı aydınları hiçbir zaman egemenlik hakkını Osmanlı ailesinden alıp tümüyle ulusa vermek düşüncesinde olmamışlar, sadece padişahın yetkilerinin sınırlandırılarak ulusa bazı hakların verilmesini istemişlerdi.

Özgürlük ve demokrasi hayranı Atatürk, Milli Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren, yani Amasya Genelgesi’nden Sivas Kongresi’ne uzanan o zorlu süreçte Türk halkına kendi kendini yönetme bilincini vermeye çalışmıştır.

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması, “ulusal egemenlik” ilkesinin yeni Türk Devleti’nin 1921 tarihli ilk anayasasında yerini alması ve halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’nin saltanatı kaldırması (1/2 Kasım1922), ulusal egemenlik ilkesinin gerçek anlamda benimsendiğinin göstergeleridir. Bu sürecin sonucu olarak ise, 29 Ekim 1923’te ulusal egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şekli olan, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği Cumhuriyet kabul edilmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk’ün tasarladığı, uygulamaya koyduğu ve arkasına Türk ulusunu alarak başarıya ulaştırdığı Türk Devrimi’nin ürünüdür. Türk Devrimi ya da Atatürk Devrimi ise, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında gerçekleştirilen çağdaş ve uygar boyutlu ani ve köklü değişiklikler (devrimler) olarak tanımlanabilir. Atatürk, Türk Devrimi’nin temel amacı konusunda şöyle diyordu: “Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline getirmektir.”

İşte Ulu Önderimizin bu amaca uygun olarak kurduğu ve bizlere emanet ettiği yeni düzen laik, demokratik, çağdaş bir düzendir; bu düzenin yönetim biçimi ise Cumhuriyettir.
Ancak günümüzde O’nun sayesinde sahip olduğumuz Cumhuriyet’i, laikliği, demokrasiyi, dolayısıyla çağdaş devlet ve toplum düzenini hedef alan yoğun bir kampanya sürdürülmektedir. Bu kampanyanın odağını ise, Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelik yıkıcı eleştiriler oluşturmaktadır.

Türkiye’de Cumhuriyetin laik ve demokratik niteliklerine yönelik eleştiri getiren grupların başında herkesin bildiği gibi II. Cumhuriyetçiler ve dine dayalı düzen yanlıları bulunmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra bazı çevrelerin paniğe kapılarak liberalizme doğru kaydıkları ve bu çerçevede Atatürk’ü ve O’nun eseri Cumhuriyet’i yoğun bir eleştiri bombardımanına tutarak II. Cumhuriyet’i gündeme getirdikleri bilinmektedir. Bunların arasında gazetecilerin, bilim adamlarının, bürokratların, işadamlarının, siyasetçilerin bulunduğu da bilinen bir başka gerçek.
II. Cumhuriyetçiler, kendi ifadeleriyle “I. Cumhuriyet”i niçin beğenmemektedirler? II. Cumhuriyetçilerin genel anlamda eleştirdikleri Atatürk’ün kurduğu düzendir. Onlara göre bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından kurulan Cumhuriyet demokratik değildir;
o dönemde demokrasi olmadığı gibi, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesi bulunmamaktadır. Devrimler ise, halka rağmen hazırlanarak yukarıdan aşağıya bir hareket olarak zorla kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla bu çerçevede Atatürk diktatördür.
Tüm bu asılsız, bilimsellikten uzak ve kasıtlı iddialara karşın Atatürk, 1930 yılında yazdığı ve 1932-1939 yılları arasında ortaöğretimde Yurttaşlık Bilgisi kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında “demokrasi”, “insan hakları”, “hürriyet”, “vatandaşlık”, “devlet”, “ulus” kavramlarını işlemektedir. Görülüyor ki, Avrupa’da Nazizmin ve Faşizmin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde demokrasi el kitabı niteliğinde bir kitap yazarak Türk halkını bu kavramlarla tanıştıran Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildir. Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: “Demokrasi prensibi, esas olarak ulusun egemenliğe sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir.” Bu durumda, egemenliği padişahın elinden alıp Türk halkına veren, böylece demokrasinin temel koşulu olan “ulusal egemenlik” ilkesini daha Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin açılmasını sağlayarak uygulama alanına koyan Atatürk değil de kimdir?
Bu gerçekler tabii ki yadsınamaz; diğer yandan yoğun eleştirilere hedef olan Atatürk dönemindeki tek parti uygulamasının da Cumhuriyet rejimini koruma, devrimleri gerçekleştirme ve yerleştirme ihtiyacından doğan bir zorunluluk olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Atatürk’e göre demokrasi ile Cumhuriyet arasında zorunlu olan öncelik Cumhuriyet’tedir. Çünkü O’nun “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında da belirttiği gibi, “Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli Cumhuriyettir.”

Atatürk’ün de belirttiği üzere, Laiklik ilkesini benimsemeyen, saltanat ve hilafet özlemi çeken Cumhuriyet karşıtlarının gerek 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda gerekse 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda odaklanmaları, bu partilerin kapatılmasında veya kendi kendini feshetmesinde etken olmuştur. Dünyada hiçbir rejim kendi antitezini yaşatmaz veya hiçbir rejim kendisini ortadan kaldırmaya yönelik hareketlere izin vermez. Türkiye’de de doğal olarak böyle olmuştur. Ünlü Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger’ye göre, Türkiye’de 1945’e kadar tek parti olgusu olmuş, fakat tek parti ideolojisi veya doktrini mevcut olmamıştır. Dolayısıyla tek parti, zorunluluklar nedeniyle başvurulan geçici bir rejim olarak görülmüştür.

II. Cumhuriyetçiler’in şiddetle eleştirdikleri diğer konu ise, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesinin bulunmayışıdır. Böylesine haksız bir eleştirinin cehaletten mi yoksa gafletten mi kaynaklandığını bilmek güç! Ancak yadsınamayacak gerçek, altı ilkenin özünde demokrasi ilkesinin bulunduğudur. Bu durumda, “6 Ok” ile simgeleşen ve 1931’de CHP’nin ana nitelikleri olarak tüzüğe alınan, 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle de Anayasaya giren Kemalizmin dayanağı ilkelerle demokrasi ilkesi arasındaki ilişkinin irdelenmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Demokrasi-Cumhuriyetçilik                :

Cumhuriyet, yönetenlerin yönetme yetkisini halktan aldıkları bir rejimdir. Dolayısıyla Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil, esas olarak demokratik Cumhuriyetçiliktir. Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir.”

Demokrasi-Milliyetçilik                       :

Ulusal bir devlet olan yeni Türk devleti içinde en üstün iktidar olan egemenlik, yalnız Türk ulusuna aittir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ”tanımlamasıyla hiçbir şekilde etnik köken, dil, din, mezhep ayırımı yapmadan yurtiçi birlik ve ulusal beraberliği gerçekleştirerek demokrasi ortamının önemli bir koşulunu yerine getirmeyi amaçlıyordu.

Demokrasi-Halkçılık                          :

Atatürk, kendi eseri olan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Halkçılıkla demokrasi prensibini aynı anlamda kullanmıştır: “…Demokrasi esasına dayanan hükûmetlerde, hakimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir…” Bunun yanı sıra O’nun halkçılıktan kastettiği geleneksel anlamda özgürlükçü siyasi demokrasidir, yani temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı rejimdir. Kaldı ki, yasalar önünde eşitliği öngören, sınıf ayırımını ve mücadelesini reddeden, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, adaletli gelir dağılımına dayanan Halkçılık ilkesinin demokrasiyle ilgisi yok demek herhalde cehaletten başka bir şey değildir.

Demokrasi-Devletçilik                    :

Atatürk’ün arzu ettiği eşitlikçi, adil bir sosyal düzenin kurulması devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünü asgariye indiren bir anlayışla tabii ki mümkün olamazdı. Dolayısıyla Devletçiliğin içeriğinde de demokrasi prensibini görüyoruz.

Demokrasi-Laiklik                           :

Laiklik olmadan demokrasi olamaz. Laik düzenlerde, yönetenler yönetme yetkilerini Tanrı’dan ya da dinden değil, halktan alırlar. Dolayısıyla egemenliğin halkta bulunmadığı düzenlerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Laiklik, demokrasi içinde devlet tarafından korunacak bir düzen biçimidir. Bu nedenle demokrasinin nimetlerinden yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırma özgürlüğü, dolayısıyla demokrasi içinde
laik düzeni yok etme özgürlüğü olamaz.

Demokrasi-Devrimcilik                 :

Atatürk Devrimi’nin temel hedefi çağdaşlaşmadır; ancak devrim gerçekleşirken bir aydın kadronun toplumu ilerleme ve yenileşme yolunda aydınlatması zorunludur. Ne var ki, kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevreler, devrimlerin bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından hazırlandığını, yukarıdan aşağıya bir hareket olarak halka zorla kabul ettirildiğini ve bu nedenlerden ötürü halk tarafından benimsenmediğini iddia ederek Atatürk’ün kurduğu devlet düzenini eleştirmekte ve Atatürk’ün Cumhuriyeti yerine II. Cumhuriyet’i gündeme getirmektedirler. Her halde bu iddialarda bulunanlar, Atatürk’ün tüm devrimlerini gerçekleştirirken yaptığı yurt içi gezileriyle, halka hitaben konuşmalarıyla kamuoyunu hazırlamaya ve ulusunun ayağına giderek ona devrimlerin gerekliliğini anlatmaya çalıştığını unutuyorlar. Dolayısıyla Atatürk, devrimlerini gerçekleştirirken halkı ikna yöntemini kullanmıştı. Halkın bunları benimsemesinde ise, Türk ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve güveni büyük rol oynamıştır. Diğer yandan Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan çevreler herhalde şu gerçeği de görmezden geliyorlar: Atatürk nasıl bir diktatördür ki, tüm devrimlerini gerçekleştirirken TBMM’nin onayını almıştır, başka bir anlatımla Atatürk döneminde devlet ve toplum yaşamındaki köklü değişiklikler yasalarla sağlanmıştır.

Sonuç olarak; Atatürk devrimlerinin halka zorla kabul ettirilmiş olduğu iddiaları eğer doğru olsaydı, devrim karşıtlarının tüm yıkıcı çabalarına karşın Atatürk devrimleri bugün hâlâ dimdik ayakta duramazdı. Bunun da ötesinde Atatürk devrimlerini sürekli kılan olgu, ilkelerinin akla ve bilime dayalı oluşudur.

Prof. Dr. Bige SÜKAN
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü

Atatürk’ün Kaleminden Cumhuriyetin “Türk Ulusu” Tanımı!


Dostlar,

ADD önceki genel başkanlarından Sayın Prof. Dr. Özer OZANKAYA,

Atatürk’ün Kaleminden Cumhuriyetin “Türk Ulusu” Tanımı!

başlıklı bir yazısını paylaştı. Kendllerinin YURTTAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER
adıyla özleştirip yayımladıkları kitaptan bir seçki yapmışlar. Tabii bunun da kaynağı, Yüce Atatürk’ün doğrudan doğruya kendisinin manevi kızı Prof. AFETİNAN’a yazdırdığı kitaptır. Önce Prof. AFETİNAN imzasıyla yayımlanan bu kitabın, gerçekte
Yüce Atatürk‘ün el yazısından oluştuğunu Sayın Afetinan kendileri açıklamışlardır.

Bu değerli seçkiyi aşağıda size sunuyoruz, Sn. Öznkaya’ya teşekür içtenlikle ederek.

ADD Edirne Şubesi başkanlığımız döneminde (1996-2000) biz de bu kitaptan seçkiler yaparak binlerce örneğini dağıtmıştık. Bu temaya dönük konferanslarımız olmuştu.

Kasım 2002’de, “Gençler Atatürk’ü Tanıyor mu?” başlığıyla,
ADD Sarıyer Şubemizle birlikte “İstanbul Işık Lisesi” nde bir konferansımız olmuştu. Okul yönetimi, “Işık’tan Atatürk’e” başlığıyla yayımladığı kitapta,
yazımızı ilk bölüm olarak koydu.

Saltık A. Işık’tan Atatürk’e. Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri kitabından özetler.
Fevziye Mektepleri yayın no 5, (Model Mtb.) İstanbul

Bu kapsamlı metne web sitemizde

  • VATANDAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER : 
    ATATÜRK’ün YURTTAŞ İÇİN YAZDIĞI MEDENİ BİLGİLER..

başlığı altında yer vermiştik. Aşağıdaki erişkeden (linkten) pdf olarak okunabilir.

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2013/01/vatandas_icin_medeni_bilgiler.pdf

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 25.3.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

*************************

Prof. Dr. Özer OZANKYA

Toplumbilimci (Sosyolog)
ADD Eski Genel Başkanı

portresi

Atatürk’ün Kaleminden Cumhuriyetin “Türk Ulusu” Tanımı!

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir.Ulus sözünden ne anlaşılır, ne anlaşılmak gerekir? Bunu anlatayım :

Sözlerimin kolay anlaşılması için, yine Türk ulusuna bakacağım;
… Bugünkü Türk ulusuna bir resim tablosuna bakar gibi bakalım
ve  şimdiye değin edindiğimiz bilgilerin yardımıyla düşünelim.
Bu tabloda neler görüyorsak, bu tablo bize neler anımsatıyorsa onları birer birer söyleyeyim :

1. Türk ulusu, halk yönetimi olan Cumhuriyetle yönetilir bir devlettir.

2. Türk devleti laiktir. Her ergin, dinini seçmekte özgürdür.

3. “Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir.

Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır.
Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusu, geçirdiği sonu gelmez güç durumlar içinde ahlakının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, sonuç olarak bugün kendi ulusluğunu yapan her şeyin dili yardımıyla korunduğunu görüyor.
Türk dili, Türk ulusunun yüreğidir, düşüncesidir.”

4. “Türk ulusu Asya’nın batısında ve Avrupa’nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türkeli derler. Türk yurdu çok daha büyüktü. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse Türk’e
yurtluk etmemiş bir anakara (kıta) yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika ve dahası Amerika, Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekler eski ve özellikle yeni tarih belgeleriyle bilinmektedir. Ama bugünkü Türk ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. ünkü derin ve şanlı geçmişin, büyük, güçlü atalarının kutsal kalıtlarını
bu yurtta da koruyabileceğine, o kalıtları şimdiye değin olduğundan çok büyük ölçüde zenginleştirebileceğine güvenmektedir.”

5. “Türk ulusunun her kişisi, birtakım ayrılıklarla, ama genel olarak birbirine benzer.
Kimi yapılış ayrılıklarını ise doğal bulmak gerekir. Çünkü Mezopotamya, Mısır koyaklarından başlayan bilinen tarihten önce Orta Asya, Rusya, Kafkasya, Anadolu, dünkü ve bugünkü Yunanistan, Girit, Romalılardan önce Orta İtalya, sözün kısası Akdeniz kıyılarına değin yayılmış ve yerleşmiş ve bu başka başka iklimlerin etkisi altında, başka başka türlerle binlerce yıl yaşamış, kaynaşmış, böylesine eski ve böylesine büyük bir insan toplumunun bugünkü çocuklarının tümüyle birbirlerine benzemelerine olanak var mıdır? Her zaman, her yerde küçük bir aile çocuklarının bile tam olarak birbirine benzemeleri görülmüş değildir.

Türk kavramını, yalnız bir noktada, iklimi aynı olan dar bir alanda belirmiş sanmak doğru değildir. Türk halkı, yukarda söylediğimiz gibi, çok büyük bir alanda oluşmuş ailelerin birleşerek Sop (Klan) ve Sopların birleşerek Boy (kabile) ve Boyların  birleşerek
Öz (aşiret) ve Özlerin de birleşerek siyasal bir toplum olan El (Medine) ve en son olarak
El’lerin bir merkezde birleşmeleriyle büyük bir toplum ortaya çıkarmıştır.

Bu büyük Türk toplumunu oluşturan ögelerin nitelikleri arasındaki ayrılık büyük olmamakla birlikte, kaynağın genişliği, nüfusun çokluğu düşünülünce, Türk toplulukları  arasındaki tinsel  bağın gevşek olması ve değişik adlarla, değişik roller oynaması doğal görülür. Bu nedenledir ki tarih, olaylarını yazdığı toplulukları nerede, nasıl ve hangi adla tanıdıysa o biçimde yazmıştır. Böyle olmakla birlikte bugünkü Türk ulusunun temeli, aynı kökenin, aynı uzun ortak geçmişin saptadığı belirli tiptir: Türk tipi.”

6. Bu son sözlerden anlaşılıyor ki, Türk ulusunu oluşturan insanların tarihleri birdir.

7. “Türk ulusunun ortak görünen bir durumu daha vardır. Gerçekten de dikkat edilirse,
Türklerin aşağı yukarı hep ahlakları birbirine benzer. Bu yüksek ahlak, hiçbir ulusun ahlakına benzemez. Ahlakın ulus oluşturmada yeri çok büyüktür, önemlidir. Bu önemi iyice anlamak için, ahlak üzerine birkaç söz söylemek gereksiz olmaz. Ahlak dediğim zaman, ahlak kitaplarında yazılı olan öğütleri anlatmak istemiyorum; çünkü ahlaklılıktır diye yaptığımız işler ve yapmaktan sakındığımız işler, kitaplarda yazılı olan ya da birtakım ahlak öğreticilerinin salık verdikleri şeylerden daha öncedir ve o sözlerden,
o öğütlerden ayrı olarak, onlara hiç kulak vermeyerek insanlarca yapılmaktadır.
İş, kuramlara egemendir, onların üstüdür. Ahlak kurallarının nasıl yapılması gerekeceği,
ahlaksızlık olduğu anlaşılan işler görüldükten, denendikten sonra anlaşılır.

Bir iş, her neye ilişkin olursa olsun insanın güç kullanmasını, yorulmasını gerektirir.
İnsanlar zorunlu olmadıkça kendilerini yormak istemezler. Oysa kimi işler vardır ki,
kendiliğinden insana onu yapmak için içten bir istek, bir eğilim esinlendirir,
o iş istenmeye değer olur. İşte ahlaki işler, aynı zamanda hem zorunlu ve
hem de istenmeye değer olan işlerdir.”

8. “Bir işin ahlaki bir değeri olması, ayrı ayrı insanlardan daha yüce bir kaynaktan çıkıyor olmasıdır. O kaynak toplumdur, ulustur.”

“Gerçekten, ahlaklılık özel bireylerden ayrı ve bunların üstünde, ancak toplumsal,
ulusal olabilir. Ulusun toplumsal düzen ve rahatı, şimdi ve gelecekte gönenci, mutluluğu, esenliği ve korunmuşluğu, uygarlıkta ilerlemesi ve yükselmesi için insanlardan her bakımdan ilgi, çaba, kendi yararlarından vazgeçme, gerektiğinde kendini seve seve
bu yola adama  isteyen ulusal ahlaktır. Yetkin bir ulusta ulusal ahlaklılığın gerekleri,
o ulusun bireylerince neredeyse usa vurmaksızın vicdani, duygusal bir güdüyle yapılır. En büyük ulusal duygu, ulusal heyecan işte budur.

Ulus analarının, ulus öğretmelerinin ve ulus büyüklerinin evde, okulda, fabrikada,
her yerde her işte ulus çocuklarına, ulusun her bireyine bıkmaksızın ve sürekli olarak verecekleri ulusal eğitimin amacı, işte bu yüksek ulusal duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır.

9. Ahlakın ulusal, toplumsal olduğunu söylemek ve ortak bilincin anlatımıdır demek,
aynı zamanda ahlakın kutsallık niteliğini de tanımaktır. Ahlak kutsaldır,
çünkü aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir tür değer ile ölçülemez.

Ahlak kutsaldır, çünkü en büyük ahlak gerçekliğine sahip bir edimciye (faile) bağlıdır.
O edimci, yalnız ve ancak toplumdur. Tanrı kavramında, simgesel bir biçimde düşünülmüş toplum da vardır. Çünkü vicdanlarımız üzerinde etkili olan ruhsal yaşam, toplumun üyeleri arasındaki etki ve tepkilerden oluşur. Gerçekten toplum, yoğun bir düşünsel ve ahlaki etkinlik eksenidir.”

10. “Din birliğinin de bir ulus oluşturmada etkin olduğunu söyleyenler vardır.
Ama biz, bizim gözümüz önündeki Türk ulusu tablosunda bunun tersini görmekteyiz.

Türkler Arapların dinini  kabul etmeden önce de büyük bir ulus idi. Arap dinini
kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus oluşturmaları yolunda hiçbir etkide bulunmadı. Tersine, Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşetti; ulusal duygularını,
ulusal heyecanını uyuşturdu. Bu pek doğaldı. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin amacı, bütün uluslukların üstünde, kapsamlı bir Arap ulusluğu siyasetine varıyordu.
Bu Arap düşüncesi, Ümmet sözcüğü ile anlatıldı. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, yaşamlarını Allah sözcüğünün her yerde yükseltilmesine adamağa zorunluydular. Bununla birlikte Allah’a kendi ulusal dilinde değil,
Allah’ın Arap topluluğuna gönderdiği Arapça kitapla tapınıp dua edecekti.
Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti.

Bu durum karşısında Türk ulusu birçok yüzyıllar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, düpedüz, bir sözcüğünün  anlamını bilmediği halde
Kur’anı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.

Başlarına geçebilmiş olan açgözlü komutanlar, Türk ulusunca, karışık, bilgisiz hocalar ağzıyla, ateş ve acı ile korkunç bir bilinmezlik olarak kalan dini, tutkularına ve siyasetlerine araç edindiler.

Bir yandan Arapları zorla buyrukları altına aldılar, bir yandan Avrupa’da Allah sözcüğünün yüceltilmesi savsözü altında Hıristiyan ulusları yönetimleri altına geçirdiler. Ama onların dinlerine ve ulusluklarına ilişmeyi düşünmediler.
Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek bir güçlü ulus yaptılar.

Mısır’da belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir çul parçasını halifelik simgesi ve ayrıcalığı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular.
Kimi kez doğuya, kimi kez batıya ya da her yana birden saldıra saldıra, Türk ulusunu Allah için, peygamber için topraklarını, yararlarını, benliğini unutturacak, her işini Allah’a bıraktıracak derin bir aymazlık ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Ulusal duyguyu boğan, ölümlü dünyaya değer verdirmeyen, düşkünlükler, yokluklar, yıkımlar duyulmaya başlayınca, asıl gerçek mutluluğa öldükten sonra öbür dünyada kavuşacağına söz ve güvence veren dinsel inanç ve dinsel duygu,
ulus uyandığı zaman, onun şu acı gerçeği görmesine engel olamadı.

Bu acıklı görünüm karşısında kalanlara, kendilerinden önce ölenlerin öbür dünyadaki mutluluklarını düşünerek ya da bir an önce ölmeyi dileyerek öbür dünya yaşamına kavuşma isteği uyandıran din duygusu, dünyanın acısı duyulan tokatıyla hemen, Türk ulusunun vicdanındaki çadırını yıktı, çağrılıları Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk genel vicdanı, hemen, yüzlerce yıllık erk ve gönül rahatlığı ile büyük coşkularla çarpıyordu.

Ne oldu?

Türk’ün ulusal duygusu, artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil,
eski gerçek büyük Türk atalarının kutsal kalıtlarının, son Türk ellerinin savunmasını ve korunmasını düşünüyordu. İşte dinin, din duygusunun Türk ulusluğunda bıraktığı anı!”

11. “Türk ulusu, ulusal duyguyu dinsel duyguyla değil, ama insancıl duyguyla yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında ulusal duygunun yanında insancıl duygunun
şerefli yerini her zaman korumakla övünç duyar. Çünkü Türk ulusu bilir ki;
bugün uygarlığın büyük yolunda bağımsız, ama kendileriyle koşut yürüdüğü bütün
uygar uluslarla karşılıklı insancıl ve uygar ilişki, kuşkusuz gelişmemizi sürdürmek için gereklidir. Ve yine bilinmektedir ki; Türk ulusu her uygar ulus gibi, geçmişin bütün dönemlerinde buluşlarıyla, yaratılarıyla uygarlık dünyasına hizmet etmiş insanların, ulusların değerini bilir ve anılarını saygıyla korur.

  • Türk ulusu insanlık dünyasının içtenlikli bir ailesidir.

Özet                             :

Bütün bu söylediklerimizi kısa bir çerçeve içine sokmak istersek, şöyle diyebiliriz :

Türk ulusunun kuruluşunda etkin olduğu görülen doğal ve tarihsel olgular şunlardır :

a) Siyasal varlıkta birlik
b) Dil birliği
c) Yurt birliği
d) Soy ve köken birliği
e) Tarihsel hısımlık
f) Ahlaksal yakınlık

Kaynak: YURTTAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER
özleştirip yayımlayan: Özer Ozankaya, CEM yay.)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DAYANDIĞI ESASLAR

Dostlar,

ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Bilim Danışma Kurulu’nda birlikte çalıştığımız, Ankara Üniversitesi’nden de akademik meslektaşımız, değerli Devrim Tarihi uzmanı Prof.Dr.Bige Sükan’ın 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DAYANDIĞI ESASLAR

başlıklı özlü ve çok öğretici yazısını paylaşmak istiyoruz.

Özellikle gençlerimizle okumalı, tartışmalıyız..

Sevgi ve saygı ile.
18.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================================

Prof.Dr.Bige Sükan
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
bige sukan

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DAYANDIĞI ESASLAR

Ulusal Devlet

Çağımızın devleti ulusal devlettir ve bu devletin insan unsuru, “ulus” niteliğinde bir topluluktur. Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda özellikle Osmanlılık, bazen de İslamlık bağından medet umarak varlığını sürdürmeye çalışmış, ne var ki bunda başarılı olamamıştır. Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ise Türklük bilinciyle, Türk ulusallığı (milliyeti) bağıyla varlığını sürdürmeyi ilke edinmiş bir ulusal devlettir. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, ulusu bir arada tutan unsur din ve mezhep bağı değil, Türk ulusallığı bağıdır. Dolayısıyla kimi çevrelerce dile getirilen “Türk ulusunu bir arada tutan unsur dindir” söylemi, Türk ulusunun varlığını, birlik ve bütünlüğünü tehlikeye sokabilecek son derece tehlikeli bir yaklaşımdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal bir vatan yoktu; bünyesinde ırk, din, dil, tarih ve kültür bakımında farklı toplulukları barındırıyordu. İstanbul, Bağdat, Selanik, Şam, Kudüs, Tunus aynı devlet içinde ayrı ayrı milliyetlerin vatanlarıydı. İşte Cumhuriyet, bu duruma son vererek ulusal bir vatan, bir Türk vatanı yaratmıştır. Sınırları belli olan bu ulusal vatan üzerinde ulusal devletin yaratılması yine Cumhuriyet sayesinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla vatan topraklarının her köşesi ortaklaşa yurttur, her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya atılan ve Türkiye’nin eski Osmanlı sınırları içindeki bölgelerde yeni politikalar üreterek etki alanı oluşturması gerektiği düşüncesine dayanan Neo-Osmancılık, günümüzde ulusal devleti zedeleyebilecek yaklaşımlara verilebilecek bir başka örnektir. Öte yandan yine 1990’lı yıllardan başlayarak gerek iç gerek dış güç odakları tarafından Türkiye’de Kemalizmin ve
ulus-devlet anlayışının terk edilmesi düşüncesinin aşılanmaya çalışılması acaba bir tesadüf müdür?

Tam Bağımsızlık

Türk ulusu temeline dayalı yeni ulusal devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir diğer temel özelliği ise “tam bağımsızlık” tır. Yarı bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerin yarı sömürgesi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen, tarihten ders alınması gerektiğini söyleyen Atatürk’ün ısrarla vurguladığı tam bağımsızlık anlayışının büyük rolü vardır. O’na göre “tam bağımsızlık”; siyaset, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık demektir. Dolayısıyla nasıl ki Atatürk döneminde imzalanan tüm uluslararası antlaşmalarda kapitülasyonlar konusunda ödün verilmemiştir, günümüzde de aynı uygulamaların sürdürülmesi gerekmektedir. Özellikle Türkiye’yi uygarlık ailesinin bir üyesi yapmak isteyen Atatürk’ün Türkiye için öngördüğü “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak” hedefine uluslararası ilişkilerde tam bağımsızlıktan ödün vermeden ulaşmak temel ilke olmalıdır.

1990’lı yıllardan başlayyarak gerek iç gerekse dış güç odakları tarafından Türkiye’de federasyonlardan oluşan bir yapılanmaya gidilmesi önerilirken, öbür yandan 2000’li yıllardan başlayarak Lozan Barış Antlaşması’nın yerine Türkiye’nin parçalanmasını öngören, ancak Ulu Önder Atatürk sayesinde yürürlüğe konulamayan Sevr Antlaşması’ nın Türkiye’ye kabul ettirilmesi ve bu çerçevede bağımsız bir Kürt devletinin kurulması yolunda istemler uluslararası düzlemlerde dile getirilmektedir.
Öte yandan “etnik ve mezhep milliyetçiliği” teşvik edilerek Kürt milliyetçiliğinin
yanı sıra Lazlık, Çerkeslik vb. gibi ayrıştırıcı etnisite bilincinin aşılanmaya çalışıldığı, bunun da ötesinde Avrupa Birliği’nin Kürtleri, Lazları, Çerkesleri, Yezidileri ayrı azınlıklar olarak kabul ettiği, örneğin Avrupa Birliği 2001 İlerleme Raporu’nda Alevi yurttaşlarımızdan “Müslüman azınlık” olarak söz edildiği bilinmektedir.
“Küreselleşme (yeni emperyalizm)” ise, bir yandan devletler üstü yetkilerle donatılmış örgütlenmelerle klasik devlet yapısını sarsmaya başlarken, öbür yandan “ulus” kavramının da giderek yerini etnik, kültürel ya da çıkar birliğine dayalı kavramlara bırakması tehlikesini birlikte getirmektedir. Küreselleşme sürecinde karşılıklı bağımlılık ilkesi savunularak tam bağımsızlık ilkesi göz ardı edilmektedir.

Ulusal Egemenlik

Ulusal Egemenlik ilkesini ve onun zorunlu sonucu olan Cumhuriyetçilik ilkesini binlerce yıllık tarihi olan Türk ulusuna benimseten Ulu Önder Atatürk olmuştur. Fransız Devrimi ile birlikte dünyaya yayılan en önemli kavramlardan olan “ulusal egemenlik”, Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman uygulama alanı bulamamıştır. Osmanlı aydınları hiçbir zaman egemenlik hakkını Osmanlı ailesinden alıp tümüyle ulusa vermek düşüncesinde olmamışlar, yalnızca padişahın yetkilerinin sınırlandırılarak ulusa kimi hakların verilmesini istemişlerdi.

Özgürlük ve demokrasiyi özümsemiş ve benimsemiş olan Atatürk,
Milli Mücadele’nin ilk günlerinden başlayarak, yani Amasya Genelgesi’nden Sivas Kongresi’ne uzanan o zorlu süreçte Türk halkına kendi kendini yönetme bilincini vermeye çalışmıştır. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması, “ulusal egemenlik” ilkesinin yeni Türk Devleti’nin 1921 tarihli ilk anayasasında yerini alması ve halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’nin saltanatı kaldırması (1/2 Kasım1922),
ulusal egemenlik ilkesinin gerçek anlamda benimsendiğinin göstergeleridir.

Bu sürecin sonucu olarak ise, 29 Ekim 1923’te ulusal egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şekli olan, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği Cumhuriyet kabul edildi.

Atatürk, Türk Devrimi’nin temel amacı konusunda şöyle diyordu:

  • “Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı; Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline getirmektir.”

İşte Ulu Önderimizin bu amaca uygun olarak kurduğu ve bizlere emanet ettiği yeni düzen laik, demokratik, çağdaş bir düzendir; bu düzenin yönetim biçimi ise Cumhuriyettir. Ancak günümüzde O’nun sayesinde sahip olduğumuz Cumhuriyet’i, laikliği, demokrasiyi, dolayısıyla çağdaş devlet ve toplum düzenini hedef alan yoğun bir saldırı kampanyası sürdürülmektedir. Bu sistematik saldırının odağını ise, Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelik, asla iyi niyetli olmayan yıkıcı eleştiriler oluşturmaktadır. Öyle ki, kendi yıkıcılıklarını gizlemek için “numaracılık” da yapmaktadırlar. Gerek kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevrelerin gerekse dine dayalı düzen yanlılarının en çok eleştirdikleri konular arasında, Atatürk’ün diktatörlüğü ve altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesinin bulunmayışı gelmektedir.

ATATÜRK İLKELERİ – DEMOKRASİ İLİŞKİSİ

Demokrasi-Cumhuriyetçilik:

  • Cumhuriyet, yönetenlerin yönetme yetkisini halktan aldıkları bir rejimdir.
Dolayısıyla Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, yalnızca hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil, esas olarak demokratik Cumhuriyetçiliktir. Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir.”

Demokrasi-Milliyetçilik: Ulusal bir devlet olan yeni Türk devlet içinde en üstün iktidar olan egemenlik, yalnız Türk ulusuna aittir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımlamasıyla hiçbir şekilde etnik köken, dil, din, mezhep ayırımı yapmadan yurtiçi birlik ve ulusal beraberliği gerçekleştirerek demokrasi ortamının önemli bir koşulunu yerine getirmeyi amaçlıyordu.

Demokrasi-Halkçılık: Atatürk, kendi yazdığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Halkçılıkla demokrasi prensibini aynı anlamda kullanmıştır:

  • “…Demokrasi esasına dayanan hükûmetlerde, hakimiyet halka,
    halkın çoğunluğuna aittir…”
Bunun yanı sıra O’nun halkçılıktan kastettiği geleneksel anlamda özgürlükçü siyasi demokrasidir, yani temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı rejimdir.

Kaldı ki; yasalar önünde eşitliği öngören, sınıf ayırımını ve mücadelesini reddeden, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, adaletli gelir dağılımına dayanan Halkçılık ilkesinin demokrasiyle ilgisi yok demek, herhalde cehaletten başka bir şey değildir.

Demokrasi-Devletçilik: Atatürk’ün arzu ettiği eşitlikçi, adil bir sosyal düzenin kurulması devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünü enaza indiren bir anlayışla tabii ki mümkün olamazdı. Dolayısıyla Devletçiliğin içeriğinde de demokrasi prensibini görüyoruz.

Demokrasi-Laiklik: Laiklik olmadan demokrasi olamaz.

Laik düzenlerde, yönetenler yönetme yetkilerini Tanrı’dan ya da dinden değil,
halktan alırlar. Dolayısıyla egemenliğin halkta bulunmadığı düzenlerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Laiklik, demokrasi içinde devlet tarafından korunacak bir düzen biçimidir. Bu nedenle demokrasinin nimetlerinden yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırma özgürlüğü, dolayısıyla demokrasi içinde
laik düzeni yok etme özgürlüğü olamaz.

Demokrasi-Devrimcilik: Atatürk Devrimi’nin temel hedefi çağdaşlaşmadır;
ancak devrim gerçekleşirken bir aydın kadronun toplumu ilerleme ve yenileşme yolunda aydınlatması zorunludur. Ne var ki, kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevreler, devrimlerin bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından hazırlandığını, yukarıdan aşağıya bir hareket olarak halka zorla kabul ettirildiğini ve bu nedenle halk tarafından benimsenmediğini iddia ederek Atatürk’ün kurduğu devlet modelini eleştirmekte ve Atatürk’ün Cumhuriyeti yerine II. Cumhuriyet’i gündeme getirmektedirler. Her halde
bu iddialarda bulunanlar, Atatürk’ün tüm devrimlerini gerçekleştirirken yaptığı yurt içi gezileriyle, halka hitaben konuşmalarıyla kamuoyunu hazırlamaya ve ulusunun
ayağına giderek ona devrimlerin gerekliliğini anlatmaya çalıştığını unutuyorlar.

  • Atatürk: devrimlerini gerçekleştirirken halkı ikna yöntemini kullanmıştı.
Halkın bunları benimsemesinde ise, Türk ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve güveni
büyük rol oynamıştır. Öbür yandan Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan çevreler herhalde
şu gerçeği de görmezden geliyorlar:
Atatürk nasıl bir diktatördür ki, tüm devrimlerini gerçekleştirirken TBMM’nin onayını almıştır, başka bir anlatımla Atatürk döneminde devlet ve toplum yaşamındaki
köklü değişiklikler yasalarla sağlanmıştır.

Sonuç olarak, Atatürk devrimlerinin halka zorla kabul ettirilmiş olduğu iddiaları
eğer doğru olsaydı, devrim karşıtlarının tüm yıkıcı çabalarına karşın Atatürk devrimleri bugün hâlâ dimdik ayakta duramazdı.

Bunun da ötesinde;
  • Atatürk devrimlerini sürekli kılan ilkelerinin akla ve bilime dayalı oluşudur.